DÜNYA DEVLETİ ABD‘Yİ YIKIYOR
Bir
virüs yayılması senaryosu üzerinden bütün dünya ülkeleri büyük sarsıntılara
doğru sürüklenirken, yirminci yüzyılın
dünyasının süper gücü olarak bütün dünyaya egemen olan Amerika Birleşik Devletleri de, bu süreçten
etkilenerek geniş boyutlu toplumsal
kargaşalara doğru kaydırıldı. Bu yıla
kadar dünya düzeni ABD ağırlıklı olarak
sürdürülürken ve her şeyin altında bu yüzden herkes bir ABD parmağı
ararken, bugün gelinen noktada ABD büyük sarsıntılar içine girerken herkes ABD’ye karşı gündeme getirilen
toplumsal kargaşanın, saldırı ve şiddet
olaylarının arkasında kimin olduğunu araştırmaya ve tartışmaya başlıyordu. Bir
Amerikan dolarının arka yüzüne “Ordo ab Cao “ diye bir sloganı yazan gizli
güçlerin, kaostan sonra düzen kavramını
insanlığın beynine yerleştirerek ve virüs
gerekçeli toplumsal kaos hareketlerini
başlatarak, dünyanın en büyük devleti görünümündeki ABD’yi siyasal kargaşa
yaratarak, çok büyük problemlerle kuşatılmış biçimde uluslararası konjonktürün tam ortasına oturtuyorlardı. Her zaman için
dünyanın gündemini kendi çıkarları doğrultusunda belirleme gücüne sahip olan
ABD, bugün gelinen yeni aşamada kendisi dünyanın gündemi haline geliyordu. İşte
dünya böylesine yeni bir siyasal dönüşüm noktasına gelirken, Amerikan devletinin
yirmi birinci yüzyılda geçen asırdaki gibi hegemon süper güç konumunu
koruyamayacağı anlaşılıyordu.
Sovyetler
Birliğinin dağılmasından sonra iki kutuplu dünya düzeni biterken, kapitalist
ekonominin patronlarının yönlendirdiği bir doğrultuda yeni dünya düzeni tek
kutuplu bir merkeze dayalı olarak kurulacaktı. Birinci dünya savaşına kadar
bütün dünyayı güneş batmaz bir siyasal yapı çatısı altında kurmuş olduğu
imparatorluğun sınırları içerisinde yöneten İngiltere, ikinci blok olan
sosyalist sistemin çökertilmesinden sonra
kendi eski sömürgesi olan ABD’nin hükümranlığı altında bir yeni düzenin
oluşturulmasını bekliyordu. Yirminci yüzyılın son on yılı ile yirmi birinci
yüzyılın ilk yirmi yılının birlikte yaşanmasıyla ortaya çıkan çeyrek asırlık
zaman dilimi içinde, iki kutuplu bir dünyadan tek kutuplu dünyaya geçiş
olamamıştır. Bugünkü dünya düzeninin kurucusu olan İngiltere ABD merkezli bir
dünya imparatorluğunun kurulabilmesi için çeyrek yüzyıl beklemesine rağmen, bir
türlü süper güç merkezli bir ABD imparatorluğu, dünyaya egemen olarak barış
içerisinde tek kutuplu bir dünya düzenini insanlık için getiremeyince, bunun
üzerine bütün dünya ülkelerinde önce bir beklenti ve daha sonra da düzensizliğe
sürüklenilmesi yüzünden büyük bir karamsarlığa doğru dünya kamuoyunda olumsuz
gelişmeler ortaya çıkmıştır. Bütün dünyayı sömürgeleri üzerinden beş yüz yıl
yöneten İngiltere, ABD’nin duruma hakim olmasını çeyrek yüzyıl bekliyor ama ABD
tek merkezli yeni hegemonya düzenini bu sürede gerçekleştirilemeyince, Avrupa
Birliği sürecinden koparak gene eskisi gibi Atlas okyanusunun ortasında
bağımsız bir ada gibi hareket edebilme özgürlüğünü elde ediyordu. Bu yeni aşama
Atlantik ittifakında da eskisinden farklı bir yeni dönemi gündeme getirirken, ABD
merkezli yeni dünya düzeni arayışları geçen yüzyılda kalıyor ve yirmi birinci
yüzyılın ortalarına doğru gittikçe İngiltere ABD bağımlılığından kurtularak,
kendi geleceğini gündeme getirmiş olduğu çok
kutuplu yeni dünya düzeni içerisinde yapılandırmaya yöneliyordu.
Yirminci yüzyılın
ikinci yarısında siyasal tartışmalarda yer alan önemli bir konu gerçeklik
kazanıyordu. Bu görüşe göre önce Sovyetler Birliği dağılacak ve daha sonra da
Amerika Birleşik Devletleri bu doğrultuda parçalanacaktı. Sovyet sistemini
çökertecek ABD’nin daha da güçlenerek yoluna devam edeceği, bir süre sonra da
İngiltere’den çok daha güçlü bir dünya imparatorluğunu kurarak bütün dünyayı yeni
Amerika Birleşik Devletleri hegemonyası
altında yöneteceği, elli yıl önce tartışılan başlıca konular olarak siyasal
kulislerde fazlasıyla öne çıkartılıyordu. Sovyetler Birliğinden sonra ABD’nin
yıkılacağı konusu yirminci yüzyılın gerçekleri içinde pek de inanılır bir konu olarak benimsenmiyordu. Bu durumun tamamen
aksine, sosyalist sistemi çökerten bir kapitalist süper gücün artan gücü
altında, bütün dünya ülkelerinin bir araya geleceği öngörüsü daha yaygın bir
onay görüyordu. Sosyalist sistemin dağılışı bir on yıl içinde
tamamlanırken ve yeni yüzyıla girerken, ABD’nin kendi merkezli güçlü bir siyasal
yapılanmayı bir alternatif düzen olarak kurması gerekirken, böylesine bir yapılanmayı başaramadığı anlaşılıyordu. Amerikan devleti çok istemesine rağmen siyasal gücünü bir türlü artıramıyor
ve yeterli düzeyde bir güçlü ve otoriter yeni düzeni kuramadığı için de
yeryüzüne bütünüyle egemen olma şansını elde edemiyordu. Doksanlı yılların bu
açıdan verimsizliği yüzünden iki kutuptan tek kutup yapılanmasına geçilemeyince,
ortalık yavaş yavaş karışıyor ve zamanla ortaya çıkan yeni büyük devletler ile,
çok kutuplu bir düzene doğru geçiş süreci öne çıkıyordu. Daha önce beklenmeyen
yeni gelişmelerin kaos ortamı sonrasında gündeme gelmesi ile, iki binli yıllarda
daha önce beklenmeyen siyasal gelişmeler ortaya çıkarak, bugün gelinen çok
kutuplu dünya dönemini başlatıyordu.
Birinci dünya Savaşı sürecinde iki kutuplu dünya bloklaşması öne geçerken, yeryüzü
haritasında yer alan her devlet böylesine bir kutuplaşmaya uygun olarak
kendisine yeni bir yön çiziyordu. İki kutuplu yapılanmadan tek kutuplu yeni bir
düzene yönelemeyen dünya, iki binli yılların başlamasından sonra bu kez de çok
kutuplu daha farklı bir siyasal düzen çerçevesinde daha farklı bir yönlenmeye
doğru geçiş yapıyordu. Doksanlı yılların başlarında ABD’de açığa çıkan bir
çekişme, tek kutuplu dünyaya geçiş sürecini sarsıyor ve devlet düzenini
zayıflatarak, ABD’nin kendisinin merkezinde yer alacağı ve süper güç olarak
kendi hegemonya düzenini her ülkeye dayatacağı daha güçlü bir konuma gelmesini
engelliyordu. Özellikle bazı büyük şirketlerin Amerikan devleti ile ters
düşmesi, devletin istediği iç bölgelerde ve sınır içi eyaletlerde ülkenin
ulusal gereksinmelerini karşılayacak çizgide yeni yatırımlar yapmamaları, tekelci
şirketler ile Amerikan devletini karşı karşıya getiriyordu. Şirketler kendi
çıkarları doğrultusunda dünyanın her bölgesine ya da ülkesine yatırım yapmayı kazançlı
görüyorlardı. Çin’de iş gücünün çok düşük olması ve işçi ücretlerinin alt düzeyde kalması, Afrika ülkelerinde
maden sahalarının fazlaca bulunması ya
da Asya’nın geniş ülkelerinin büyük pazarlar olarak özel sektörün kazanç
şansını yükseltmesi gibi gerekçelere
dayalı olarak, eski tekelci şirketler giderek küreselleşiyorlardı. Kendi
ülkelerinde eskisi gibi kazanamayan özel sektör kuruluşlarının zamanla küresel
tercihleri öncelikli olarak
kullanması, ABD’nin ulusal çıkarlarının ihmal edilmesine neden oluyordu. ABD
şirketlerinin giderek dış ticaret üzerinden küresel ekonomiye ağırlık vermeleri,
Amerikan devletinin geleceğe dönük ulusal ekonomi planlarını alt üst ediyordu. Küresel
ticaret ekonomiyi bütün dünyaya yayarken şirketler böylesine bir hareket tarzı
içinde devletlerin aldığı kararları dinlemiyor, kendi çıkarları yönünde bildikleri
ya da istedikleri gibi hareket ederek, büyüyen dünya ekonomisi içinde yerlerini
ararken, artık ABD kuruluşu olmaktan çıkarak küresel şirket konumuna geliyorlardı.
Böylesine bir konuma geldikten sonra da artık Amerikan planları ya da ekonomi
programları çizgisinde değil ama bunun tamamen tersi bir doğrultuda, dünya
platformları ya da uluslararası kuruluşların oluşturdukları yapılar içinde yer
alarak, küreselleşen dünya içinde kendilerine kendi ülkelerinin dışına çıkarak
ve küresel dünya planı içinde yer alarak evrensel bir yapılanmaya gidiyorlardı.
Tekelleşen ve zaman içerisinde dışa açılarak dünyanın her bölgesinde şubeler ya
da temsilcilikler açarak örgütlenen küresel şirketler de, tıpkı devletler gibi dışa
açılarak büyüyor ve büyüdükçe de ana vatanlarındaki devlet düzeni ile ters
düşerek ve devletin çıkarları yerine
kendi sermayelerinin çıkarları
doğrultusunda hareket etmeyi tercih ederek,
resmen kendi devletleri ile karşı
karşıya geliyorlardı.
Dışa açılarak
bütün ülkelerde yayılan Amerikan şirketleri, küresel hayallere kapılarak kendi
devletlerinden uzaklaşmaya başladıkları ve
kendileri için yeni bir alternatif yöneliş olarak küreselleşmeyi
seçtikleri aşamada artık yeni bir devletin oluşumu yolunda ilerlemeye
başlıyorlardı. Ekonominin dışa açılması, ülke dışı yapılanmaları beraberinde
getirince sermaye kimlik değiştirerek milli sermayeden yabancı sermayeye
dönüşüyordu. Milli sermaye döneminin bitişi ile birlikte ülkelerin ulusal
ekonomileri sarsıntı geçiriyor, dışa açılan sermaye artık yabancı sermaye
görünümünde dünyanın bütün ülkelerine yönelerek istedikleri yerlere
yerleşmesini biliyorlardı. Bugünkü dünya düzeninin oluşmasına giden yol on
beşinci yüzyılda Endülüs İmparatorluğunun yıkılması üzerine gündeme gelmiş ve
İspanya’dan kovulan Yahudiler gemilere dolarak denizlere açılmış ve okyanusları
fethetmeye çalışmışlardır. Bugünkü dünya haritası incelendiği zaman Avrupa
dışındaki kıtalara Avrupalılar yayılmışlar ve bir çok Avrupa asıllı gemicinin ismi, Amerika, Afrika, Avustralya gibi kıtalar ile birlikte yeryüzünü
çevreleyen adalara dağıtılınca, bugünkü küresel dünya devletine giden yolun
başlangıcından hareket edilmiştir. Endülüs’ün dağılmasına kadar Avrupa ülkeleri
kendi toprakları üzerinde yaşarlarken, Avrupalılar arasındaki din kavgası
Yahudilerin, bu kıtayı terk ederek dünya kıtalarına açılmalarına ve böylece
yeryüzünde bir küresel yapılanmanın
ortaya çıkmasına neden olmuştur. On
beşinci yüzyıl yeni döneme geçilirken
bir dönüm noktası olmuş ve dünya nüfusunun yarısı kıtalara ve adalara doğru göç olgusunu öne
çıkarırken, insanların bir kısmı eski ülkelerinde yaşayarak kendi ulus
devletlerini yaratmışlardır. İnsanlığın geri kalan kısmı ise başını İngiltere
ve Fransa’nın çektiği sömürgeciliğe yönelerek, gelecekte yeni bir dünya
yapılanmasını sömürge bölgelerini imparatorluk çatısı altında yöneten imparatorluklar
üzerinden oluşturmaya çaba göstermişlerdir.
İspanya’dan
kovulan Müslümanlar Kuzey Afrika ve Orta Doğu bölgelerine yerleşirken, Endülüs
devletini yıkan Hrıstıyanların baskıları ile Yahudiler keşifler yolu ile dünya coğrafyasının
tamamını görerek ve inceleyerek geleceğin yerleşim planlarını dünya kıtaları
üzerinde tamamlamaya yönelmişlerdir. Bu aşamada, Avrupa kıtasında başlayan
olaylar hızla gelişerek yayılmış, İspanya ve Portekiz gibi iki okyanus
ülkesinden denizlere açılınmış ve arkadan İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika
gibi batı Avrupa ülkeleri denizlere açılarak önce keşifleri tamamlamışlar sonra
da sömürge ülkelerini belirleyerek kendi evrensel imparatorluklarını
kurmuşlardır. Okyanus’un tam ortasındaki İngiltere’de başlayan siyasal
çekişmeler din ve mezhep kavgalarına dönüşmeye başlayınca bu ülkeden binlerce
gemi Amerikan limanlarına göçmen taşıyarak, bugünkü süper güç ABD’nin ortaya
çıkışının ilk adımını atmışlardır. İngiltere’deki Hrıstıyan-Yahudi çekişmesi hızla
tırmanınca Yahudi dini içindeki
mezheplerin karşı karşıya geldiği ve bu nedenle
bazıları kraliyet rejimini desteklerken , buna karşı çıkanlar ise gemilerle yeni kıtaya gelerek Atlantik
okyanusunun kıyılarında, geleceğin Amerika Birleşik Devletlerini
oluşturacak on eyalet devletini
kurdukları görülmektedir. İngiltere’de cumhuriyet kuramayanların daha sonraları,
Amerika’ya giderek bugünkü Amerikan
cumhuriyetinin temellerini attıkları tarihi bir olgu olarak gerçekleşmiştir. On
beşinci yüzyılda göçlerle taşınan nüfus, on sekizinci asırda kendini yönetme aşamasına
geldiğinde Amerikan devrimi yapılmış ve
bunun Avrupa’ya yansıması ile gerçekleştirilen Fransız devrimi ile,
Avrupa ülkelerinin insan hakları doğrultusunda modern devletlere sahip
olmalarına giden yollar açılmıştır. İngiltere bu aşamada sömürge devletleri ile
kendi imparatorluğunu yönetmeye çalışırken, ABD batıya yönelerek önce kendi
ülkesini ve daha sonra da bütün Amerikan kıtasını ele geçirebilmenin arayışı
içinde olmuştur. Emperyalizm rejimi beraberinde sömürgeciliği getirince yavaş yavaş ülkelerin ötesinde bir küresel ekonomik
yapılanma ortaya çıkmıştır. İngiltere ve Fransa’nın zenginleri sömürgeleri
üzerinden aynı zamanda dünyanın da zenginleri olmuşlardır.
Batı Avrupa’nın okyanus kıyısında olması ve
buradan daha kolay denizlere açılınması nedeniyle, Batı Avrupa’nın altı ülkesi
dünya kıtalarını denizler üzerinden bölüşerek kendi sömürge imparatorluklarını
kurmuşlardır. Avrupa ülkeleri dünya kıtalarında sömürge yarışına girerken, ABD
önce kendini toparlayarak ülkesine sahip çıkıyordu. Daha sonraki aşamada ise
ABD Amerikan kıtasına yönelerek kendi yönetiminde Amerikan Devletler Topluluğu
adı altında bir kıtasal birlik oluşturarak, Avrupalı sömürgeci devletleri
Amerikan kıtasından uzaklaştırabilmenin yollarını arıyordu. ABD bu tavrı ile
yeni bir dönemi başlatırken “ Amerika Amerikalılarındır “ sloganı ile harekete geçiyordu. Yeni dönemde ABD kendi
kıtasına sahip çıkarken aynı zamanda diğer kıtalar üzerindeki Avrupa devletlerinin
hegemonyalarını da kırabilmenin arayışı içine giriyordu. Batı Avrupa’nın
sömürgeciliği beş asırlık bir zaman dilimi içinde dünya hegemonyasını
sürdürürken, Amerika Birleşik Devletleri on eyalet ile çıkmış olduğu oluşum
sürecini elli eyalete ulaşarak tamamlamaya çalışıyordu. ABD bir yandan sürekli
batıya giderek Atlas Okyanusundan Büyük Okyanus’a ulaşmaya çalışırken, Avrupalı
sömürgeci devletler dünyanın her bölgesinde birbirleriyle savaşlara
kalkışıyorlardı. ABD dünyaya açılmak üzere harekete geçtiği aşamada, doların
gücünü her alanda öne çıkarmaya çalışırken Alaska Ruslar’dan, Texas eyaletini
ise Meksikalılar’dan para ile satın alarak ülkesel bütünlüğünü tamamlamaya
öncelik veriyordu. İki okyanus arasında sıkışıp kalmış bir konumdan kurtulmak
üzere de ülke güvenliği için Büyük Okyanus’un tam ortasında yer alan ada
devleti Hawaii’yi işgal ederek burasını bölgesel federasyonun son eyaleti
olarak kendi içine alıyordu.
On beşinci
yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar tam beş yüz yıl Avrupa ülkeleri modern çağlara
öncülük ederek yaşamını sürdürürken,
Amerika Birleşik Devletleri yavaş
ilerleyen bir oluşum sürecinden
geçiyordu. Fransız devrimi ile birlikte bütün Avrupa ülkeleri uluslaşmaya
başlarken, ABD daha resmen devlet olarak ortaya yeni çıkıyordu. Bu nedenle
Avrupa’daki üç asırlık ulus devletleşme sürecini ABD yaşayamıyordu. Amerika’nın keşfinden sonra ABD sürekli
olarak göçmen kabul ederek yeni kıtada büyük bir devlet olabilmenin çabası
içine giriyordu. ABD üç yüz yıllık bir oluşum sürecinde elli eyaletlik bir
büyüklüğe ulaşırken, Avrupa ülkeleri de Vestfalya barışı sonrasında uluslaşma aşamasına geliyorlardı. Avrupa devletleri sömürge imparatorluklarını yürütürken, diğer
yandan da Fransız devrimi sonrasında gündeme gelen uluslaşma süreçleri ile ulus devletlere dönüşüyorlardı ABD İngiltere gibi bir Avrupa devletinin hatta
daha da ileri gidilerek, Britanya İmparatorluğunun ilk sömürgelerinden birisi
olarak tarih sahnesine çıkmasına rağmen
daha sonraki aşamada İngiliz sömürge yönetimine isyan ederek, Atlantik kıyısındaki
on eyaletin bir araya gelmesiyle federasyon yapılanmasına dayanan bir
yeni cumhuriyet olarak devletleşme sürecini tamamlıyordu. Avrupa ulus
devletleri arasındaki çekişmeler dünyayı cihan savaşlarına götürürken ABD
geride kalıyor, Birinci dünya savaşında İngiltere Almanya’yı yenerken ABD arka
planda kalarak İngiltere’ye yardım ediyordu. İkinci dünya savaşında ise ABD bu
sefer Almanya’ya karşı Rusya’yı öne sürerek İngiltere ile beraber hareket
ediyordu. Her iki dünya savaşı sırasında müstakbel İsrail önce İngiltere’nin, daha
sonra da ABD’nin omuzları üzerinde yeni dünya düzeni oluşumunun önde gelen
aktörü konumuna sahip olmaya çalışıyordu. Atlantik okyanusunun doğusundaki
İngiltere ile batısındaki ABD, bir anlamda Atlantik emperyalizminin temsilcileri
olarak Avrupa kıtasına meydan okurlarken, İsrail gibi geleceğin devleti
olabilecek bir siyasal oluşumun taşıyıcılığını da yapmak zorunda kalıyorlardı.
Birleşik Krallık olarak hareket eden Britanya İmparatorluğu Birinci savaş
sonrasında bir Yahudi devletinin kurulması girişimlerine karşı çıkarak,
İsrail’in kurulmasına izin vermiyordu. Bir Yahudi devleti ve sonrasında da bir
dünya imparatorluğu kurmak üzere yola çıkmış olan Siyonist hareket, İsrail’i
İngiltere’ye kabul ettiremeyince, bu sefer ikinci dünya savaşını Hitler provakasyonu ile çıkartarak İsrail’in kurulmasına giden yolun açılması
doğrultusunda ABD’yi bu amaçla
kullanıyorlardı.
Dünya siyasal
olarak devletlerarası ilişkiler üzerinden yönlendirilirken ekonomi de kendi yolunda
çeşitli gelişmeler ile ilerliyordu. İlkel toplumdan modern topluma geçene kadar
insanlar gıda, beslenme ve korunma gibi temel gereksinmelerini karşılama
doğrultusunda ekonomik faaliyetlerini geliştirerek sürdürmüşlerdir. Ticaret
şehir devletleri arasında başladıktan sonra kendini başkent ilan eden kentin, merkezinde
yer aldığı bir ulus devletin oluşması üzerine ekonomi uluslaşmaya başlamıştır.
Ulusal ekonomilerin gelişmesi üzerine
ulus devletler tarih sahnesine çıkmış ve bu doğrultuda dünyada ulus devletler
çağı başlatılmıştır. Dinlerin hegemonyasını kırmak üzere de Yahudi toplulukları
tarafından dışarıdan desteklenen ulus devletler birbirleriyle rekabet içine
girdikleri aşamada Birinci dünya savaşı çıkmıştır Müslüman ve Hrıstıyan toplumlar
olarak eski sömürge devletlerinden ulus devletlere doğru bir dönüşüme
sürüklenmişlerdir. Hrıstıyanlık ve
Müslümanlık dünyada hızla yayılırken, kentler üzerinden kurulan ulus devletler ekonomik
açıdan desteklenerek dinlerin gücü kırılmış ve büyük din alanları ulus
devletler aracılığı ile küçültülmüştü. Fransız devriminin ulus devletleri
gündeme getirmesi sırasında laiklik ilkesinin de kabul edilmesi, din üzerine
kurulu toplumların, din ötesinde bir devletleşmeye ulusal yapılar üzerinden yönlendirilmesi
gibi bir gelişmeyi de beraberinde gündeme getirmiştir. Birinci dünya savaşı
öncesindeki çekişmeler savaş sonrasında imparatorlukları ortadan kaldırarak,
Hrıstıyan ve Müslüman alanlarında yeni ulus devletlerin önünü açmıştır.
Üç büyük din dünya
sahnesinde yaşanırken ve özellikle Hrıstıyanlık ve Müslümanlık dinlerinin çok
yayılmış olduğu alanların daha küçük ulus devletlere yönlendirilmesiyle farklı
bir oluşum süreci ortaya çıkınca, üç büyük dinden ikisi ulus devletler olarak
paramparça bir konuma gelmiştir. Üçüncü büyük tek tanrılı din olarak Yahudilik
kendi ulus devletini Birinci Dünya Savaşı sonrasında kuramayınca, bir yeni
senaryo ve provakasyonlar üzerinden ikinci dünya savaşı çıkartılarak, üçüncü
tek tanrılı dinin ulus devleti olarak İsrail, Tevrat tarafından kutsal
topraklar olarak gösterilen Filistin’de kurulmuştur. Ne var ki, İsrail kuruluşu
itibarıyla Tevrat’a dayandığı için bir ulus devlet olarak değil bir din devleti
olarak ortaya çıkmış ve bu nedenle de devletin anayasası yerine Tevrat kabul
edilmiştir. Vatikan’ın engellemeleri
yüzünden İsrail bir din devleti olarak Hrıstıyan Avrupa’da kurulamamıştır. Balkan
savaşı ile Osmanlı devletinin Avrupa’dan sökülüp atılmasına kadar sürdürülen
dinler arası çatışmalar, sonradan İkinci dünya savaşı olarak gene Doğu Avrupa
bölgesinde gündeme gelmiştir. Savaş sonrasında Nazi hegemonyası öne geçince, Müslüman
coğrafyasının tam ortasında İsrail devleti dinsiz Sovyetler Birliği ile laik
Türkiye çatısı altında kurulabilmiştir. Beş yüz yıllık modern dünya gelişmeleri
böylesine bir süreç içinde birbirini izleyerek gündeme gelirken, küçük İsrail
sonrası yeni dönemde İngiltere, Amerika ve İsrail arasında Avrupa kıtasına
karşı oluşturulan kutsal ittifak dağılma noktasına gelmiştir. Devletler tarihi
içinde her dönemde farklı bir devlet çatısı altında öne çıkan Yahudi sorunu,
yeni gelinen küreselleşme aşamasında var olan devletlerin ötesinde küresel dünya
devleti olgusu ile birlikte yeniden başka bir biçimde gündeme gelmiştir.
Bugün gelinen
aşamada yeni bir dünya düzeni kurulması için yoğun çabalar gösterilirken
,Avrupa ülkelerinin bir Hrıstıyan Birliğine yönelmesi, Orta Doğu ülkelerinde bütün Müslüman ülkelerin katılımı ile Büyük
İslam Birliği oluşturulması ve de iki
bin yıl sonra Orta Doğu’da kurulmuş olan Küçük İsrail’in Büyük İsrail İmparatorluğuna dönüştürülmesi
gibi, gene din kökenli siyasal yapılanmalar aracılığı ile merkezi coğrafyada anlaşmazlıkları
tırmandırarak, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi Hrıstıyan-Müslüman çatışması ile Armegeddon
ismi verilen bir Üçüncü dünya savaşı
arayışı günümüzde sürdürülmektedir. Dinler arası çekişmeler dünya tarihinin yönlendirilmesinde her dönemde olduğu gibi bugün etkili olmakta ve yaşanmakta olan dönemin
özelliklerinin belirlenmesine katkı
sağlamaktadır. Avrupa’da iki bin yıl süren dinler arası kavga her zaman
savaşlara dönüşmüştür. Hrıstıyanlık ve Yahudilik arasındaki ana çekişme, daha
sonraki aşamada bir Siyonist Hrıstıyan mezhebi olarak Evanjelizm’in Amerika
merkezli olarak kurulması ile farklı bir çizgiye gelmiştir. Hrıstıyan
toplumlarına karşı sayıca çok az bir durumda olan Yahudiler, toplumsal tabanı
genişletmek üzere bir kısım Hrıstıyan topluluğunu Siyonist bir tarikatın çatısı
altında toplayarak ve siyasal etkinlik yaratarak Hrıstıyan mezheplerini dengelemeye
yönelmişlerdir. Avrupa’daki geleneksel Hrıstıyan mezhepleri anti-siyonizmden
anti-semitizeme yönelirlerken, İsrail’in kuruluşu sırasında Amerika’da oluşturulmuş
olan Evanjelizm mezhebi
Hrıstıyanları Siyonistleştirerek ABD’nin İsrail’i desteklemesini sağlayarak, Avrupa karşıtı
çizgide büyük katkıları olmuştur. İki bin yıl süren dinler kavgası Avrupa’yı
İsrail karşıtı bir noktaya getirirken, Evanjelik tarikatı Amerika’yı İsrail’ci
bir çizgiye getirerek, Avrupa ve İngiltere’nin önlemeye çalıştığı İsrail
devletinin kuruluşunu sağlamıştır.
ABD’nin
kuruluşunda İngiltere’den kovulan Püriten Yahudilerin büyük etkileri olmuştur.
İngiliz krallığı modeline karşı çıkan Püriten Yahudiler, sürüldükleri ABD’de Avrupa’da
kuramadıkları cumhuriyet idaresini yeni kıtada kurarak, çağdaş uygarlık
düzeyinde yeni bir açılım ile yola devam etmeye çalışmışlardır. ABD on sekizinci
yüzyılda kurulurken dünyada Avrupalı Hrıstıyan devletlerin hegemonyası devam
ediyordu. İşte bunu hiçbir biçimde kabul etmeyen bir Yahudi insiyatifi, orta
Avrupa merkezli bir yapılanmayı Bavyera devletinin sınırları içinde örgütlüyorlardı.
Bir bankacı aile altı çocuğunu Hrıstıyan Avrupa ülkelerinde ki bankacılık
sisteminin yönetim düzeni içindeki karar mekanizmalarında sorumlu makamlarına
yerleştirince, bu noktadan sonra ulus devletler kendi ekonomilerini ulusal
çıkarları doğrultusunda yönetme şansını ellerinden kaçırıyorlardı. Bankacılık
yapan büyük bir aile Avrupa ülkeleri içinde örgütlenince on altıncı yüzyıldan
sonra altı Hrıstıyan ülkenin ekonomileri Bavyeralı bu ailenin eline geçiyordu.
İşte bugün ABD’nin karşısına çıkan dünya devleti oluşumu böylesine bir gelişme
sonucunda dünya sahnesine çıkıyordu. Altı ülkede yetkili kılınan altı kardeş
kendi aralarında haberleşerek bankalar üzerinden ekonomiyi yönlendiriyorlar ve
böylece ulus devletlerin kendi ekonomilerini yönetmesinin önünü kesiyorlardı. Bankalar
üzerinden ekonomik sistemi elinde tutan
aile yönetimi, bütün Avrupa ülkelerinin bankalarının kontrolünü ellerine
geçirdikten sonra Amerikan kıtasına
geçerek benzeri bir uygulamayı da,
Amerika Birleşik Devletleri çatısı altında çalışan bankalar üzerinde de
sürdürmeye başlayarak ve Avrupa
ekonomisi ile birlikte Amerikan
ekonomisinin yönetimini de ele geçirerek, dünyanın batısında yer alan iki büyük
kıtanın ekonomileri üzerinden, sömürge imparatorlukları aracılığı ile ekonomik
alanı temel alan bir dünya devleti oluşumunun önünü açıyorlardı.
Almanya’nın
Bavyera eyaletinde kurulan ekonomik dünya devleti, daha sonraki aşamada
İngiltere’nin başkenti Londra’ya geçerek Büyük Britanya İmparatorluğu çatısı
altında bütün İngiliz sömürgelerinde örgütlenmiştir. Daha sonraki aşamada ise
bütün Avrupa ülkelerinin sömürgelerinde Avrupa bankaları aracılığı örgütlenen
ekonomik dünya devleti önce İlluminati, Tavistock ve Opus
Dei gibi gizili örgütlenmelerle
yapılanmasını tamamlamış ve daha sonra da dünya savaşları sonrasında ortaya
çıkan yeni uluslararası konjonktürden yararlanarak Bilderberg, Üçlü komisyon
ve Dış İlişkiler Komisyonu gibi yasal örgütlenmeler aracılığı ile, devletlerin ötesinde kendisi
için kalıcı bir yapılanma arayışı içinde olmuştur . Gizli örgütlerle yeraltında
mafyalaşmaya giden gizli dünya devleti, cihan savaşları sonrasında legaliteye kayarak
var olan devletlerin dışında ve ötesinde
geleceğin dünya devletini oluşturabilme doğrultusunda girişimlerini
sürdürmüştür . Avrupa Bankacılık sistemini ele geçiren gizli dünya devleti
yapılanması, Avrupa ülkelerinin sömürgelerinden yararlanarak büyürken bütün
kıtalar ve adalar üzerinde örgütlenmiş , ulus devletlerin kontrolundan uzak
durmak için de ulus devletlerin dışında kalan Man, Malta, Rodos, Cayman ve Singapur gibi
adalarda da alternatif devlet düzenleri oluşturarak, küreselleşen
sermayeyi ulus devletlerin ülkelerinden kaçırarak, uluslararası ekonomi üzerinden bir ekonomik insiyatifi, bütün devletlerin
üzerinde baskı unsuru olarak bir süper
devlet konumunda kullanmıştır.Yüz yıllarca sömürge devletlerinin her türlü
sorunu ile ulus devletler uğraşırken, gizli dünya devleti kıyı bankacılığı adı
altında adalar üzerinden bir alternatif ekonomik yapılanmayı geliştirerek dünya
ülkelerini ekonomik alan üzerinden ele geçirmişlerdir.
Geleceğin
dünyasında tek bir dünya devleti için yola çıkanlar daha çok ulus devletlerin
üzerinde etkin olan Hrıstıyanlık ya da Müslümanlık içinden değil ama Yahudilik
ya da Musevilik içinden gelen kadroları devşirerek , ulus
devletlerin dışında bir tek dünya devletini her zaman için ekonomi üzerinden
kurabilmenin yollarını aramışlardır. Daha çok patronlar ve iş çevreleri
içinden çıkartılan kadrolar Hrıstıyanlık ve Müslümanlığa karşı dururlarken
gizli örgütler üzerinden Musevi dininin etkisiyle hareket ettikleri görülmüştür.
Özellikle gizli örgütlerin kullandığı simgeler ve işaretlerin Musevi geleneğinden gelenlerle benzerlik göstermesi ,
belirli yapılanmalar açısından dünya
kamuoyunda önemli yansımalar yaratmıştır.
Ekonomik alanın her geçen gün ulus devletlerin elinden alınması ve küreselleşme
sürecinde ekonominin bir bütün olarak özelleştirilmesi ile, piyasa üzerinden
şirketler dünyanın kontrolünü ellerine almışlar, halklar yoksullaşırken,
bankacılık sistemini elinde tutan bir avuç aşırı zengin kişi ya da aileler tek dünya devletine giden yolda ulus devletleri karşılarına alırken, aynı zamanda
hem alt kimliklerin siyasallaşması için oluşturulan fonlar ile siyaseti finanse etmişler ve medyayı da büyük oranda
satın alarak siyasetin kendi çıkarları
doğrultusunda yürütülmesini
sağlamışlardır. Gizli dünya devletinin temsilcisi küresel şirketlerin, ulus
devletlere meydan okuma aşamasına geldiği noktada, bütün ulus devletlerin
parçalanması gündeme gelmiştir. Para babalarının çıkarları doğrultusunda
geliştirilen devlet sistemleri, başlangıçta yirmi imparatorluk olarak kurulmuş,
daha sonraları sömürgelerin uluslaştırılması ile iki yüz ulus devlet tarih
sahnesine çıkmıştır. Şimdi gelinen yeni aşamada ulus devletler içinden iki bin
eyalet devleti çıkartılması düşünülmektedir. Bu doğrultuda bütün ulus
devletlerin eyaletleri ve büyük kentleri eyalet devletler olarak örgütleyerek
harita üzerinde iki bin eyalet devleti yaratabilmenin çabası içine girmişlerdi.
Sovyetler Birliği
dağılınca ortaya 15 adet yeni devlet çıkmıştı. Yugoslavya Federasyonu dağılınca
benzeri bir biçimde 7 devlet bağımsız olmuştu. Sovyetlerden sonra Amerika
Birleşik Devletlerinin de dağılacağını öne sürenler, son dönemdeki gelişmeler
karşısında gizlenen bir gerçekliği
ortaya çıkarmıştır. Sovyetler Birliği gibi Amerika Birleşik Devletleri’nin de
dağılması 50 adet devletin ortaya çıkmasına yol açacaktır. ABD tam sosyalist
sistem dağıldığında bir dünya devleti haline gelerek ve var olan ulus
devletleri kendine bağımlı duruma getirerek, bu yoldan bir dünya
imparatorluğunun merkezi olamadığı için bu gün dağılma tehlikesi ile karşı
karşıyadır. Özellikle Alaska, Kaliforniya
ve Teksas gibi çok büyük eyaletlerin bağımsızlık kazanması, dünya dengelerini
alt üst edecek düzeyde yansımalar yaratacaktır. Maden deposu Alaska, Tarım
merkezi Teksas ve dünyanın dördüncü
büyük ekonomisi olarak Kaliforniya’nin ABD’den kopmaları Amerikan üstünlüğüne son vereceği gibi ,aynı zamanda
ABD’nin ortadan kalkmasıyla da
dünya ciddi bir kaos ortamına sürüklenecektir. Böylece büyük devletlerin
büyük kentleri öncelikle eyalet devletlerine dönüşecek ve belirli kentlerde
yerel yönetimler görünümünde Ortaçağ dönemindeki gibi yeni şehir devletlerine
dönüşeceklerdir. Böylece devlet sayısı
iki yüzden iki bine çıkarken, küresel sermayenin denetimindeki gizli
dünya devleti, kıtasal alanlarda kurulacak çok uluslu federasyonlar aracılığı ile yönetimi üstlenecektir.
Gizli dünya
devletinin ulus devletleri çökertmek üzere tezgahladığı virüs salgını
operasyonu ile ulus devletler çalışamaz hale gelirken, kamu düzenleri
çökertilerek kamusal hizmet alanlarının durması sağlanmıştır Bütün dünya ülkeleri ile birlikte insanlık
için çok büyük bir tehdit olarak örgütlenen Corona virüsü projesi son üç aydır dünyayı sarsarken, en büyük sorunlar ABD’de yaşanmıştır. Öncelikle New York valisinin başkanlığında doğu
bölgesindeki on eyalet Washington
yönetimine isyan ederek bir Doğu Amerika Birliği gibi çalışarak dünyanın en
büyük devleti olan ABD’yi resmen parçalamışlardır . Birleşmiş Milletlerin yer
aldığı New York kenti dünya devletinin başkenti olarak geliştirilirken, Washington
merkezli Amerikan devleti karşıya alınmıştır. ABD başkanı Trump aslında ABD
tarafından dünya devleti emperyalizmine karşı çıkmak üzere Beyaz Saray’a Pentagon
tarafından getirilmiştir. Böylece küresel sermayenin temsilcisi olarak gizli
dünya devletine çalışan Hilary Clinton’un başkanlığa seçilmesi önlenmiştir.
Dört yıl önceki Amerikan başkanlık seçimleri sırasında başlayan Dünya Devleti
ve ABD çekişmesi günümüzde iyice tırmanarak ülke için bölücü bir aşama olarak
görünürken, virüs meselesinde New York kentinin küresel sermayenin temsilcisi
olarak öne çıkması ve başkan Trump’ın
şahsında merkezi yönetimi
suçlayarak on doğu eyaleti ile ortak hareket etmesi bir devlet düzeni açısından
kabul edilemeyecek bir durumdur. ABD ya bunun hesabını sorarak devlet olarak
varlığını koruyacak ya da böylesine bir hesap soramayarak ve prestişini kaybederek bugünkü devlet düzeni modelini elinden
kaçıracaktır. Bu aşamada Trump Amerikan
devleti olarak ulusal kamu düzenini, Pentagon ile FBİ
arasındaki ulusal birlik dayanışmasını temsil ederek seçimleri
kazanırsa ABD yoluna devam edebilir.
Bayan Clinton’u geçen seçimde başkan seçtiremeyen küresel sermaye e Siyonist İsrail ittifakı onun yerine eski başkan yardımcısı Biden’i seçtirirlerse, o zaman Washington
merkezli Amerikan yönetimi sona erer ve küresel sermayenin denetimindeki
New York kenti öne çıkarak
küresel dünya devletinin merkezi
haline gelir . Bu durumda ABD biter ama gizli dünya devleti de açığa
çıkarak, Siyonistlerin dümen suyunda çok farklı biri dünya düzenine doğru gelişmeleri
yönlendirebilir. Virüs olayı sonrasında yaşananların hepsi, Amerikan Devletini
aciz bırakmak ve sokak hareketleri ile yıkmak olduğunu olaylar göstermiştir.
Zencilerin ve güneyden gelen Latinlerin hedef alındığı kaos senaryolarının da
ABD’yi yıkmaya dönük olduğu yaşanan gelişmeler sonucunda kesinlik kazanmaktadır.
Küresel sermaye açıkça bir dünya devleti kurmak için Amerikan devletini
yıkmaktadır. Bu durumu bütün dünya yakından izlemelidir.
Gizli dünya
devletinden açık dünya konfederasyonuna doğru götürülmek istenen bugünün
dünyasında bütün ulus devletler hedef tahtasına oturtulmaktadır. Küresel
sermaye hegemonyasına teslim olmamak için bütün ulus devletlerin bir araya
gelerek emperyalizme karşı enternasyonel
bir dayanışma düzeni kurmaları zorunlu
görünmektedir. Birleşmiş Milletlerin yetersiz kaldığı bir aşamada dünya
devletleri ya da halkları birliği misyonunu üstlenecek bir uluslararası
örgütlenmeye şiddetle gereksinme vardır. Böylesine bir çıkmaza küresel sermaye
emperyalizmi yüzünden sürüklenen dünya ülkelerinin, silkelenerek kendilerine
gelmeleri ve ulus devletlerin bir an önce yıkılmak istenen ABD’nin öncülüğünde
bir ulus devletler dayanışma düzeni kurmaları gerekmektedir. Virüs senaryoları
ile ulus devletlerin kamu düzenlerini yıkmayı göze alan küresel saldırganlığa
karşı çıkılırken, alternatif bir dünya yapılanması için dünya halkları bir
araya gelerek yeni bir uluslararası örgütlenme çatısı altında var olma ve
yaşamı sürdürme mücadelesini güçlendirmelidir.
Bütün dünya halklarının işbirliği ile ulusal avunma
yapılabilir. Ulus devletler öncelikle özelleştirilen bütün kamu
işletmelerini yeniden kamulaştırarak merkezi güçlerini artırmalıdır. Daha sonra ki aşamada bankacılık sistemi küresel
sermayenin kontrolünden alınarak ulus devletlerin yönetimine bırakmalıdır.
Açlık, işsizlik ve kaos gibi toplumsal sorunların aşılabilmesi için, Türkiye daha
da öne çıkarak daha adil, eşitlikçi, barışçı ve refah içinde bir dünya düzeni
için öncülük yapmalıdır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder