ATATÜRK VE ABDÜLHAMİT
Bugünün koşullarında yan yana gelmesi pek de
mümkün görünmeyen iki büyük isimi bir arada ele almak, içinde bulunulan durumun
daha iyi anlaşılabilmesi açısından yararlı olacaktır. Osmanlı tarihinde tahta
II. Abdülhamit olarak çıkmış olan padişah ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu,
büyük önder Atatürk’ün artık beraberce ele alınarak değerlendirilmesinin zamanı
gelmiştir. Dünyanın merkezi bölgesindeki cihan devletini dış saldırılar ve iç
karışıklıklar yaratarak çöküşe mahkûm eden Batılı emperyalist devletlerin
oluşturduğu düşünceler ve bu doğrultuda estirilen rüzgârlarla, Türkiye’de
Atatürkçüler ile Abdülhamitçiler karşı karşıya gelmişlerdir. Bir yanda
Abdülhamit’ten yana olan Müslüman kesimler ile bunun karşısında yer alan
laiklikten yana olan Atatürkçüler, ya da Atatürk’ü savunan laikçiler saflaşması
giderek Türk toplumunu ciddi bir yarılma ve dağılmanın eşiğine getirmiştir.
Olayı sadece din açısından ele alanlar, Türk toplumunun böylesine bir
saflaşmaya ve zaman içerisinde Türk devletinin bir dağılma aşamasına katkıda
bulunmuşlardır. Konuya duygusal yaklaşan İslamcılar ile laikçiler de böylesine
bir çıkmazın gündeme gelmesinde ve giderek ülkede ikili bir kamplaşmanın ortaya
çıkmasında konu mankeni ya da siyaset figüranı olarak kullanılmışlardır.
Gelinen bu noktada, konunun tek yanlı olarak ele alınamayacağı, tarihten ve
uluslararası konjonktürden gelen çok farklı yönlerinin de bulunduğu
görülmektedir. Bu nedenle Türk tarihinin iki önemli devlet adamı olan Atatürk ve
Abdülhamit’in birlikte ele alınarak karşılıklı değerlendirilmesinin sadece din
açısından yapılamayacağı anlaşılmıştır. Dinci bir yaklaşım bu iki büyük ismi
karşı karşıya getirirken, konunun diğer açılardan ele alınmasını sağlayacak
daha genel ve geniş açılı bir yaklaşım ise Türkiye Cumhuriyet’inin bugün içinde
bulunduğu çıkmaz açısından önemli tarih derslerinin çıkarılmasını
sağlayabilecektir.
Abdülhamit, Osmanlı İmparatorluğu çöküş süreci
içerisinde başa geçen ve tam otuz üç yıl süre ile dünyanın merkezindeki bir
cihan devleti yöneten kudretli bir padişahtır. Aynı zaman halife olarak ta
İslam dünyasının etkili bir yöneticisidir. Osmanlı İmparatorluğunu sınırları
içinde yönetirken aynı zamanda, güney ve doğu Asya’da yaşayan Müslüman
toplumların da önderi olmuş ve Rusya’da yaşayan Müslümanları da yakından
etkilemiştir. Abdülhamit’in Rusya Müslümanları ile yakından ilgilenmesinden Rus
devleti rahatsız olmuştur ama Anadolu ulusal kurtuluş savaşına ilk yardım Rusya
Müslümanlarından gelmiştir. Daha sonra Hint Müslümanlarının da Türk Kurtuluş
Savaşına maddi yardım sağlamasında gene Abdülhamit’in panislamist politikayı
bir halife olarak başarılı bir biçimde yürütmesinin son derece etkili bir rolü
görülmektedir. Bir ön Asya devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta ve Güney
Asya bölgelerindeki Müslümanlarla Abdülhamit aracılığı ile yakından
ilgilenmesi, Rus İmparatorluğu ile beraber Batının önde gelen sömürge
imparatorluklarını da korkutmuş ve Osmanlı halifesinin yönetimi altında bütün
Asya Müslümanlarının bir araya gelmelerini önleyebilmek üzere her türlü oyuna
kalkışmışlardır. Abdülhamit’in ciddi bir devlet adamı olarak, yönettiği
İmparatorluğun yeryüzünde bulunduğu konumu iyi bilmesi, yeryüzünün jeopolitik
yapısı doğrultusunda merkezi bir imparatorluğu ayakta tutabilmek üzere Batının
saldırganlığına karşı Doğu bölgelerinde etkinlikler kurarak denge sağlama
çabası içine girdiği anlaşılmaktadır. Böylesine bir devlet adamı yaklaşımı da
modern bir devletin yönetimine uygun düşmektedir. Altı yüzyıllık bir uzun zaman
sürecinden sonra düşüşe geçene bir imparatorluğun başı olarak, devleti otuz üç
yıl ayakta tutabilmek ve giderek artan Batılı emperyalistlerin saldırılarına
karşı doğu-batı dengeleri aramak ancak modern bir devlet anlayışı çerçevesinde
düşünebilirlerdi. Abdülhamit’in bu doğrultuda ki girişimleri daha sonraki
dönemde Atatürk’ün önderliğinde yürütülen Türk Kurtuluş Savaşına Rusya ve
Hindistan Müslümanların destek sağlamasına ve maddi yardımlarda bulunmasına yol
açmış ve Türk milletini yeryüzünde yalnız kalmaktan kurtarmıştır.
Tarihsel süreç içerisinde Osmanlı
İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, onun yerine devletin
merkezi ülkesinde bir Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı verilmiş ve Mustafa Kemal
Paşa böylesine milli bir mücadelenin öncüsü ve önderi olarak tarih sahnesine
çıkmıştır. Dünyanın merkezi coğrafyasında topraklarda ve benzeri bir konumda
bir büyük imparatorluk çökerken, geri kalan Türk topluluğu, elde kalan orta boy
bir ülke olan Anadolu üzerinde Ulusal Kurtuluş Savaşına kalkışmıştır.
Abdülhamit’in büyük çabalarla kurtaramadığı İmparatorluk yıkılınca yerine yeni
bir devlet Atatürk’ün öncülüğünde kurulabilmiştir. Bu açıdan Atatürk ile
Abdülhamit arasında çok önemli bir benzerlik bulunmaktadır. İkisi de dünyanın
önde gelen emperyalist devletlerin saldırılarına karşı, merkezi coğrafyadaki
bir devlet koruma ve kollama çabası içerisinde olmuşlardır. Abdülhamit çökmekte
olan bir devleti kurtarmaya çalışırken, Atatürk yıkılan bir yapı sonrasında
yepyeni bir devleti yeniden aynı coğrafya üzerinden kurma çabası içerisinde
olmuştur. Bu ortak konum, Atatürk ile Abdülhamit’in beraberce ele alınarak
değerlendirilmesinde ana çıkış noktası olarak kabul edilebilir. İki devlet
başkanının dünya coğrafyasının getirdiği konum üzerinde benzeri bir jeopolitik
nedeniyle, uluslararası ilişkilerde benzeri bir eğilim göstermeleri ve bir
strateji ile devletlerini korumaya kalkışmaları daha kolay anlaşılabilmektedir.
Dünyanın merkezindeki devletler hem doğu ile batı hem de kuzey ile güney
arasındaki dengelere göre varlıklarını korumak durumundadırlar. İkisi de bu
bilimsel gerçeği bilerek hareket etmişlerdir.
Abdülhamit bir cihan imparatorluğunun uzun süreli
ve dirayetli bir padişahı olarak, Atatürk de ondan sonraki dönemde aynı
topraklarda yepyeni bir devletin kurucusu olarak, devlet aklı denilen kavramın
farkındaydılar. Her ikisi de uluslararası alanda geçmişten gelen devletler arası
büyük oyunun ne olduğunu bilen ve bu doğrultuda kendi devletlerini koruyarak
geleceğe dönük olarak kurumlaştırmaya çalışan bir çabanın içerisinde
olmuşlardır. Altı yüz yıl sonra çökmekte olan bir imparatorluğu ayakta
tutabilmek ve gelecek yüzyıla taşımak gibi önemli bir misyonu başarıyla yerine
getiren Abdülhamit, kurtlarla dans oyununu iyi oynamıştır. Rusya’ya karşı
İngiltere’yi, İngiltere’ye karşı Almanya’yı kullanmasını başaran Abdülhamit’in,
Almanya’yı da Fransa ile dengelemeye çalıştığı zamanlar olmuştur. O dönemin
dört büyük emperyalist gücünü birbirine karşı kullanarak, bazen çatıştırarak
bazen de dengeleyerek otuz üç yıl gibi uzun bir süre Osmanlı tahtını ayakta
tutabilmiştir. Batılı güçler arasındaki bu çekişmede imparatorluk topraklarının
işgaline karşıda doğulu Müslüman topluluklar ile yakınlaşarak dünyanın
merkezinde bir doğu batı dengesi arayışını düzene kavuşturmak için önemli
girişimlerde bulunmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu aslında beş yüz yıllık bir
egemenliği tamamladıktan sonra 1828 yılında Yunanistan’ın kopmasıyla yıkılma
aşamasına gelmiştir. Ne var ki o dönemde dünya gücünü temsil eden İngiltere,
kendisine karşı yeni bir büyük güç olarak Rusya ya da Almanya’nın çıkışını
engelleyebilmek için Osmanlı devletinin ömrünü uzatmaya çalışmıştır. Londra
büyükelçisi Mustafa Reşit Paşa bu doğrultuda, İstanbul’a geri gönderilerek
Sadrazam yapılmış ve bu aşamadan sonra Osmanlı devleti üzerinde İngiliz baskısı
giderek artmıştır. Rusya’nın bir büyük güç olarak güneye inmesini istemeyen
İngiltere, kendisine rakip olarak ortaya çıkan Almanya’nın da doğuya doğru
genişlemesini önlemek istemiş ve bu doğrultuda bitmiş olan Osmanlı devletini yarı
himayesine alarak yirminci yüzyıla kadar bu devletin devam etmesini istemiştir.
Tanzimat fermanı ile Osmanlı devletinin sanayileşmesi önlenmiş ve
Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşmasıyla Osmanlı ülkesi İngiltere için serbest
pazar konumuna getirilmiştir. II. Mahmut bu aşamada başa geçmiş ve yaptığı
reformlarla devlet ile orduyu yeniden düzenlemiştir. Bankerler aracılığı ile
çökertilen Yeniçeri Ocağı basılarak feshedilmiş ve yerine yepyeni bir ordu
kurularak Osmanlı devletinin ömrü bir yarım yüzyıl daha uzatılmıştır. On
dokuzuncu yüzyılın son yarısında başa geçen Abdülhamit ise dirayeti ve
otoritesi ile devleti toparlayarak, Osmanlı egemenliğinin yirminci yüzyılın
başlarına kadar sürmesini sağlamıştır. Abdülhamit’in yaptıklarıyla daha sonra
başa geçen İttihat ve Terakki iktidarı Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar
ülkeyi yönetebilme şansını yakalayabilmiştir. Gayrimüslim kesimlerin
örgütlenmesiyle bir senaryo düzenlenmiş ve Abdülhamit tahttan indirilmiştir.
Başa geçen İttihatçılar ise Abdülhamit’in yaptıklarına sahip çıkarak devam
ettirmişlerdir. Bir anlamda İttihat ve Terakki iktidarı Abdülhamit’in devamı
olmuştur.
On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı’nın en uzun asrı
olmuştur. Çünkü bu dönemde gelişen olaylar ve saldırılar ile bu büyük merkezi
devletin yavaş yavaş ortadan kalkmasına giden yolu açmıştır. II. Mahmut ile
birinci yarıyı, II. Abdülhamit ile ikinci yarıyı kurtaran Osmanlı devleti, bu
kritik yüzyılı geride bırakarak yirminci yüzyıla ulaşabilmiştir. On beşinci
yüzyılda okyanuslara açılarak bütün dünya kıtalarını işgal ederek
sömürgeleştiren, batının emperyal devletleri artık dünyanın merkezini de ele
geçirerek kendi egemenliklerinde bir dünya hegemonyası arayışı içindeydiler.
İngiltere ve Fransa’ya rakip olarak Almanya ve İtalya’nın ortaya çıkması, kuzey
gücü olan Rusya’nın ise güneye inmeye çalışması sonucunda Birinci Dünya
savaşına giden yol gündeme gelmiştir. Batılı güçler dünyanın merkezi ele
geçirmek için birbirleriyle yarışırlarken, kuzey gücü olan Rusya ise önce Kırım
savaşı, daha sonra Kafkasya savaşı ile güneye inmeye başlamış ve yirminci
yüzyılın başlarında da büyük bir Balkan savaşı çıkartarak Osmanlının Avrupa
bağlantısının önünü kesmiştir. Bu üç bölgede göç eden Türk ve Müslüman ahali,
imparatorluğun merkez topraklarına yerleşerek devleti yeniden güçlendirmenin
arayışı içinde olmuşlar ama bu konuda Müslümanlar ile gayrimüslimler
anlaşamamışlardır. Abdülhamit ise İslam’ın halifesi olarak Müslüman ahali ile
beraber hareket etmek zorunda kalmıştır.
İmparatorluğun Balkan ülkeleri zamanla Hıristiyan
ülkeler olarak Osmanlı’dan kopunca geriye Müslüman ahalinin yaşadığı topraklar
kalmıştır. Özellikle, Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Anadolu’nun Müslüman
topluluklardan oluşan bir nüfusa sahip olması nedeniyle, Abdülhamit İslam’ın
halifesi olarak yeni bir panislamizm politikasına başlamış ve böylece dini
kullanarak, Balkanlarda yaşanan kopmaların imparatorluğun diğer bölgelerine
yayılmasını önlemek istemiştir. Osmanlı beş yüz yıl esas ülkesi olarak kabul
ettiği Balkanların elinden çıkmasından sonra giderek tam anlamıyla İslam
devletine doğru bir dönüşüm aşamasına gelmiştir. Hıristiyanların yaşadığı
ülkelerin Balkan Savaşı sonrasında bağımsız olması üzerine, Abdülhamit geri
kalan Müslüman bölgeleri merkezden yönetmek üzere başkenti Şam’a taşımak
istemiştir. Böylece, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Anadolu topraklarını,
Hıristiyan Avrupa’ya karşı bir büyük Müslüman devletin çatısı altında tutmak
istemiştir. Ne var ki, Abdülhamit’in bu girişimine karşı çıkan Selanik’in
gayrimüslim kesimleri Hareket Ordusunu hazırlayarak İstanbul’a göndermişler ve
31 Mart olayını kışkırtarak da Abdülhamit’i tahttan indirmişlerdir. Böylece,
panslavizm ve pancermenizm akımlarına karşı Abdülhamit’in uygulamaya başladığı
panislamizmin önü kesilmiş ve ittihatçılar aracılığı ile panturanizm akımının
önü açılmıştır. İngilizler bu aşamada hem Türk milliyetçiliğini hem de Arap
milliyetçiliğini örgütleyerek, Abdülhamit’in Büyük İslam İmparatorluğu
projesinin önünü kesmişlerdir. İngilizlerin desteği başa geçen İttihatçılar ise
sonradan Abdülhamit’in haklılığını anlayarak Almanya’ya yakın bir siyaset
izlemeye başlamışlardır. Almanlara yaptırılan Berlin – Bağdat demiryolunun
bittiği aşamada Abdülhamit, gayrimüslim unsurların ortak hareketi ile tahttan
indirilmiştir. Ermeni, gürcü ve Yahudi temsilcilerden oluşan heyet
Abdülhamit’in tahttan indirilmesi işini tamamlamışlardır.
Hıristiyan topraklarının elden gitmesinden sonra
zorunlu olarak panislamizm’e yönelen Abdülhamit aslında pek de dinci bir
padişah değildi. Tıplı II. Mahmut gibi devleti çağdaşlaştırma doğrultusunda
önemli adımlar atmış, amcası Abdülaziz ile beraber gittiği Avrupa ülkelerinde
gördüğü batılı ve modern yaşam tarzını ülkesine getirmek istemiştir. Avrupa
tipi eğitim yapan birçok okulu zamanında açan padişah, devlet ile beraber
toplumu da batı tipi modern bir tarzda yeniden kurmak istemiştir. Kadın ile
erkeğin beraberce yaşayacağı bir Avrupalı ülke olarak Osmanlıyı yeniden
oluşturmaya çalışırken, sürekli olarak batılı ülkelerin saldırıları ile karşı
karşıya kılmıştır. Batılı emperyalistler çağdaşlaşan bir Osmanlı devletini hiçbir
zaman istememişler, bu büyük devletin ortadan kalkması için ellerinden gelen
her yolu denemişlerdir. Batılılar kendilerinin dışında kalan ülkelerin
kalkmasını istemedikleri için, diğer devletlere uyguladıkları sömürge politikalarının
benzerlerini Osmanlı için de gündeme getirmişlerdir. Abdülhamit sürekli olarak
bu gibi olumsuz girişimlere karşı çıkarak ülkesini ve devletini
güçlendirebilmenin yollarını aramıştır.
Yabancı devlet ajanlarının cirit atmasına karşı
önlem olarak Osmanlı devletinin ilk ciddi istihbarat örgütünü kurmuş ve katı
bir sansür uygulayarak, ajan kılıklı gazetecilerin Osmanlı devletine karşı
yıkıcı propaganda yapmalarına izin vermiştir. Jurnal ve hafiye teşkilatı ile
kendi yönetimini güvence altına almasına rağmen, Abdülhamit kendi döneminde
batı tipi bir basının örgütlenmesine izin vermiş ve desteklemiştir. Onun
ısrarla izlediği panislamizm politikasına karşı çıkan gayrimüslimler Babıâli
denilen merkezde basını kurarak Abdülhamit yönetimine karşı savaş açmışlardır.
Modernleşmeye çok önem veren padişah, batı tipi bir basının oluşumunu
önlememiş, sıkı denetim altında Babıali’nin gelişmesinin önünü açmıştır.
Osmanlının ilk ciddi basınının Abdülhamit döneminde gerçekleştiği söylenebilir.
Batı tipi okullar açarak aydın nüfusun gelişmesine yardımcı olan Abdülhamit bu
okullardan işbirlikçi ve mandacı aydınların yetişmesini istememiş ve buna karşı
önlemler almıştır. Bu nedenle, gayrimüslim aydınlar sürekli olarak Abdülhamit’i
kızıl sultan adıyla bir diktatör gibi göstermeye çalışmışlardır. Bağımsız
düşüncenin gelişmesi için okullara felsefe dersi koyduran Abdülhamit, emperyal
devletlere bağımlı işbirlikçi aydınların ülkeyi kışkırtmalarına izin
vermemiştir. Tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi aydınlanmadan yana bir yol izlemiş
ama aydınların içinden hain çıkmasına ve ülke aleyhine emperyalist güçlerle iş birliği
yapmalarına izin vermemiştir. Abdülhamit’in ne derece haklı olduğu daha sonraki
yıllarda Atatürk’ün ilan etmiş olduğu 150’likler listesi ile ortaya çıkmıştır.
Osmanlının önde gelen aydınları Batı ülkelerinin işbirlikçisi gibi davranarak
ülkenin çöküşüne alet olmuşlardır. Türkiye bugünde benzeri bir durum yaşamakta
ve ne yazıktır ki, yüz yıl sonra yeniden aydınların emperyalistlerle
neoliberalizm görüntüsü altında işbirlikçiliğine sahne olmaktadır. Osmanlı
İmparatorluğu gibi bir büyük cihan devletinin çöküşüne neden olan bu ihaneti Atatürk
ve Abdülhamit cezalandırmak istemiştir ama günümüzün Türkiye yönetiminden böyle
bir tepki çıkmaması için ciddi bir psikolojik savaş saldırısı, demokrasi
mücadelesi görünümünde son derece ustalıklı olarak sürdürülmektedir.
Bugünün Türkiye’sinde Atatürkçüler ile
Abdülhamitçiler karşı karşıya getirilmeye çalışılmaktadır. Böylesine bir
durumun yaratılmasında din faktörü kullanılmakta ve panislamizmi Batı
emperyalizmine karşı uygulamaya çalışan Abdülhamit’i dinciler bayrak haline
getirilerek Türkiye Cumhuriyeti’ni laik ve çağdaş bir cumhuriyet olarak kurmuş
olan Atatürk’e ve onun izinden giden Atatürkçülere karşı geliştirilen
saldırılarda bir büyük Hakan ve Büyük Önder çekişmesi yaratmaya çalışmaktadır.
Türkiye’nin tıpkı Osmanlı’nın son dönemine benzer bir yıkıcı emperyalist
saldırı ile karşı karşıya kaldığı bugünkü aşamada, Abdülhamitçilerle
Atatürkçülerin karşı karşıya gelmelerinin ne derece büyük bir tarihsel hata
olduğunu yüz yıl önce yaşanmış olan olaylar göstermektedir. Atatürk ve
Abdülhamit’in ortak noktaları her türlü emperyalizme karşı çıkmak ve direnerek
bu gibi saldırılara karşı savaşmak olmasına rağmen, günümüzün Atatürkçüleri ile
Abdülhamitçilerinin dışa karşı bir savaşı ya da direnişi bırakarak
birbirleriyle uğraşmalarının büyük bir senaryonun sahneleri olarak gündeme
geldiği görülmektedir. Bugün Türk devletinin başında Atatürk ya da Abdülhamit
olsaydı ilk yapacakları iş her türlü emperyalist saldırıya karşı çıkarak ve
direnerek kendi devletlerini ve ülkelerini korumak olacaktı. Özellikle türban
meselesi, laikliği savunan Atatürkçülerle, Abdülhamit’in izinden giden Müslüman
kesimleri karşı karşıya getirmek için kullanılmaktadır. Üniversitelerde ilk
türban sorununu çıkartan hanımın bir yakın akrabasının sonradan siyasette öne
çıkması, aileler düzeyinde nasıl bir hazırlık yapıldığının en açık göstergesi
olarak öne çıkmaktadır. Atatürk’ün cumhuriyetinde, onun getirmiş olduğu çağdaş
eğitim sisteminde Atatürkçülerle Abdülhamitçilerin karşı karşıya kalması
nedeniyle, Türk eğitim sistemi ve toplumu çökme aşamasına doğru hızla
sürüklemektedir. Türk bayrağına karşı türbanın bir siyasal simge halinde
kullanılması, geleneksel Müslüman kesimleri tahrik etmekte ve bunun sonucu
olarak da Atatürkçülerle Abdülhamitçiler karşı karşıya getirilmektedir.
Birbirleriyle uğraşmak ve çatışmak durumunda kalan bu toplum kesimleri dış
tehdit ve tehlikelere karşı toplum ve millet olarak iş birliği yapacağına
türban kışkırtmasıyla karşı karşıya gelmekteler ve böylece emperyalist
devletler Türkiye’yi bölmek üzere hazırlamış oldukları her türlü senaryoyu
kolaylıkla uygulama alanına aktarabilmektedirler. Birbirleriyle uğraşan bu
kesimleri dışa karşı bir araya gelemedikleri görülmekte ve bu nedenle de
Türkiye bir türlü toparlanamamaktadır.
Atatürk bir devlet adamı ve kurucusu olarak
Abdülhamit gibi modernizm ve pozitivizmden yana idi. Bu yönleri ile bilime
inanıyor ve tek yol gösterici olarak bilimi kabul ediyordu. Hıristiyan batının
saldırılarına karşı bir var olma mücadelesi veren Müslüman Türk milletinin
devletini kurduğunu iyi biliyordu. Devletin kuruluş günü olan Meclis’in açılış
töreni öncesinde Hacıbayram camiisine giderek milletin temsilcileriyle beraber
dua etmiş ve bir Cuma günü Meclis’i açmıştır. Meclisi açış konuşmasında olduğu
gibi daha sonradan yaptığı bir konuşmada Türk halkının dini olan Müslümanlık
ile ilgili destekleyici sözler söylemiştir ama devleti kurarken de çağdaş dünya
devletlerinde olduğu gibi laik bir düzeni oturtmaya çaba göstermiştir. Müslüman
bir milletin çağdaş örgütlenmesi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin laik temelleri
bizzat Atatürk tarafından atılmıştır. Tanzimat döneminde başlayan batıya
yönelik değişim atılımları hem Abdülhamit hem de Atatürk dönemlerinde devam
etmiştir. Her iki devlet adamı, kendi devletlerinin tıpkı batının güçlü
devletlerinin sahip olduğu çağdaş düzeye getirebilmek için uğraş vermişlerdir.
Bu doğrultuda bir araya gelen iki devlet adamının sonraki takipçilerinin karşı
karşıya gelmesinde bir emperyal oyunun olduğu artık ortaya çıkmaktadır. Her iki
kesimin önde gelen temsilcilerinin böylesine olumsuz bir durumun nedenleri
üzerinde durmak ve araştırarak çözüm getirmek gibi sorumlulukları vardır.
Osmanlı devletini çökerten emperyalist
saldırıların benzerleri Anadolu halkı üzerine yöneltilirken, Türk halkı bir var
olma mücadelesi vermek zorunda kalmıştır. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında,
Türk ulusunun çeşitli fertleri bir araya gelerek dış saldırılara karşı bir arada
bir mücadele verirken cephede ya da siperde laiklik ya da türban tartışması
yapmıyorlardı. Bir devletin ya da milletin varlığına kasteden emperyalist bir
saldırının var olduğu aşamada, ulusal fertleri arasındaki her türlü ayrılık
kendiliğinden kalkar ve dışa karşı bir ortak mücadele gündeme gelir. Dünyanın
her yerinde ulusal kurtuluş savaşları böylesine bir aşamada ortaya çıkar ve
toplumun bir araya gelerek kenetlenmesiyle başarıya ulaşır. Türkiye’de bugün
böylesine bir dayanışma içinde dışa karşı ortak mücadele yapılacağına laiklik
ve türban sorunları ile iç çekişmeler tırmandırılmakta ve toplumun gücü iç
nedenlerle kırılarak, dışa karşı yönlendirilmesi gereken ulusal birlik ve
beraberlik önlenmektedir. Atatürkçüler laiklik nedeniyle suçlanırken,
geleneksel Müslüman kesimlerde türban nedeniyle gericilik noktasına
sürüklenmektedirler. Türk kadınının geleneksel başörtüsünün, türban adı altında
bir siyasal simgeye dönüştürülmesi, Türkiye Cumhuriyeti’ni Atatürk’ün laik
devlet modelinden çekip çıkararak, Amerikan Emperyalizminin Büyük Orta Doğu
projesinin deney ülkesi konumuna getirmektedir. Türk devleti kurucusu
Atatürk’ün çizmiş olduğu laik ve çağdaş çizgiden kaydırılırken,
Abdülhamitçilerin geleneksel değeri olan İslamcı bir yapılanmaya doğru
zorlanmaktadır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti adı altında bu emperyalist oyun
tezgâhlanmaktadır.
İnsanlığın bütün kazanımlarını geride bırakarak,
dünyayı yeniden bir Ortaçağ düzenine sürüklemek isteyen küresel emperyalizm,
bilimi bırakarak dine sarılmakta, ve dini insanları pasifleştiren ruhsal
durumundan yararlanarak bütün dünyanın kontrolünü ele geçirmek istemektedir.
Böylesine bir haksız saldırıya bugün hayatta olsalar hem Atatürk hem Abdülhamit
karşı çıkarlardı. Bu iki liderin bugünkü takipçilerinin, böylesine bir
emperyalist oyuna alet olarak birbirleriyle çekişmeyi bırakmaları
gerekmektedir. Atatürkçüler ve Abdülhamitçiler için bugünün koşullarında ilk
yerine getirilecek ulusal görev her türlü emperyalist saldırı ve oyuna karşı
çıkmak olmalıdır. Laikliği savunan Atatürkçülerin din düşmanı olmaları mümkün
değildir. Atatürk bir Müslüman ülkede laik ve çağdaş bir cumhuriyet kurmuştur.
Böylesine bir bilinçle hareket edecek olan Atatürkçülerin Türk halkının
geleneksel değerlerine din ve vicdan özgürlüğüne saygı göstermesi
kaçınılmazdır. Müslüman kesimlerde, okumuş ve aydın kesimlerin laiklik düzenine
sahip çıkmalarına, çağdaş bilimin verileri olan pozitif değerlere saygı
göstermelerine anlayış göstermelidirler. Böylece karşılıklı anlayış hem bir
ortam yumuşaması sağlayacak hem de gayrimüslim kesimlerin ülkeyi bölme
doğrultusunda kışkırttıkları çekişme ve çatışmalara elverişli bir ortam
yaratmayacaktır. Türkiye, laik devlet ve Müslüman milletiyle dışa karşı tek
vücut olabilmeyi artık öğrenmelidir.
Atatürk ve Abdülhamit bir toplantı sırasında
Osmanlı sarayında beraber bulunmuşlardır. Bu toplantı sonrasında, Abdülhamit,
Mustafa Kemal’den çok etkilendiğini ve bu gencin Türk ulusunun geleceğinde
önemli işler başaracağını yakınındakilere aktarmıştır. Atatürk ise devlet
başkanı olduktan sonra Abdülhamit ile ilgili düşüncelerini dile getirirken,
O’nun büyük bir devlet adamı olduğunu ülkesi ve devleti için önemli değişimler
gerçekleştirdiğini açıkça söylemiştir. Ayrıca Abdülhamit ile ilgili
eleştirilere katılmadığını da açıkça ifade etmiştir. Birbirlerinin izleyicisi
olan bu iki devlet adamı, ülke ve devletleri için hayatlarını feda ederken,
onların izleyicilerinin birbirleriyle uğraşmalarının anlamsızlığı iyice ortaya
çıkmaktadır. Her türlü emperyalizme karşı çıkarak iç ve dış düşmanlara karşı
direnerek mücadele eden Atatürk ve Abdülhamit’in izinden giden toplum
kesimlerinin bugün bir araya gelerek Türk devletinin varlığı için birlikte
hareket etmeleri gerekmektedir. Birlik ve beraberliğin dışa karşı
gerçekleşebilmesi için de iç sorunların artık daha fazla deşilmeden bir yana
bırakılması gerekmektedir. Atatürk ve Abdülhamit’in ortak antiemperyalist
çizgisi bugünün Türkiye’si için dışa karşı verilecek var olma savaşımının ortak
paydası olmalıdır. Karşılıklı hoşgörü ve anlayış, yeni bir başlangıç için ilk
adımların atılmasında yararlı olabilecektir. Yeniden emperyalizme karşı
verilecek var olma mücadelesinde, iç kavgalar artık bir kenara bırakılmalıdır.
Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı sorunlar
dikkate alınırsa, bunların tıpkı Atatürk döneminde çözüme kavuşturulması
doğrultusunda Abdülhamitçiler ile Atatürkçüler arasında bir yakınlaşma ve
diyalog köprüsü kurulabilir. Bu sorunlar yüzünden Türk devleti Yugoslavya gibi
dağılırsa ya da Irak’ta gibi çökertilirse, bunun altında bütün Türk ulusu
kalacaktır. Gün iç çelişkileri bir yana bırakarak dışa karşı iş birliği yapma
günüdür. Dış sorunlara karşı Atatürk ve Abdülhamit’in ortak bir çizgide benzeri
bir diplomasi uyguladığını Müslüman ve laik kesimler hatırlayarak hareket
etmelidirler. Osmanlı’nın gayrimüslim unsurlarının, imparatorluk sonrasında bu
coğrafyada kendi büyük devletlerini kurma projelerine hem Abdülhamit hem de
Atatürk karşı çıkmışlardır. Abdülhamit Filistin topraklarını vermeyerek
Siyonistleri geri çevirmiştir. Atatürk de Orta Doğu’da bir İsrail devletinin
kurulmasına karşı çıkarak Siyonizm yerine Kemalizm’in Orta Doğu’nun geleceğini
oluşturması için çaba harcamıştır. Atatürk daha da ileri giderek İsrail’in
Avustralya’da kurulması gerektiğini dünya dengelerinin dikkate alarak köşkteki
bir toplantıda açıkça dile getirmiştir. Abdülhamit Ermeni devletinin kuruluşunu
önlemek için elinden gelen girişimleri yapmış ve bu doğrultuda güneydoğu
halkının temsilcilerinden Hamidiye alaylarını oluşturarak Anadolu’da bir Ermeni
devleti oluşumunu önlemeye çalışmıştır. Atatürk’te İttihat ve Terakki dönemi
sonrasında ortaya çıkan yeni tabloya göre hareket etmiş ve son Osmanlı
Meclisinde alınan Misakı Milli kararı doğrultusunda ulusal sınırlar içinde bir
Türk devleti oluşturulması için çalışmıştır. Ermenilere ve Yahudilere karşı
izlenen ortak tutum Yunanlılara karşıda sürdürülmüş, Abdülhamit Balkan savaşı
sırasında Yunanistan’ın büyüme eğilimlerine karşı çıkmış, Atatürk ise ulusal
kurtuluş savaşının son sahnesini Yunanlılara ayırarak Megaloidea projesini
Yunanlılarla beraber Akdeniz’e dökmüştür. İslamcı geçinen Abdülhamitçilerle,
laik devlet savunucusu Atatürkçülerin milli tarihimizin bu gerçeklerini bilerek
antiemperyalist cephede yeniden Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi bir araya
gelmelerinde Ön Asya’da Türk varlığının korunabilmesi açısından tarihsel
zorunluluk vardır. Emperyalist ve Siyonist çevreler bu durumu iyi bildikleri
için, ılımlı İslam ya da Büyük Orta Doğu gibi kendi çıkarlarına uygun düşen
projelerle, Müslüman Türk halkı ile laik cumhuriyeti savunanları birbirlerine
karşı kışkırtmaktadırlar. Medya gücü böylesine bir kışkırtma doğrultusunda
geliştirilen, psikolojik savaş senaryolarını kamuoyuna taşımak için
kullanılmaktadır. Küresel sermaye bu doğrultuda Türk medyasına girerek emperyal
politikalar doğrultusunda devleti ve milleti baskı altına almaya uğraşmaktadır.
Bugün yaşanmakta olan emperyalist oyunlar ve
senaryoların hiçbirisi yeni değildir. Abdülhamit ve Atatürk döneminde
uygulanmış olan anti Türk ve Müslüman politikaların benzerleri günümüzde
yeniden devreye sokulmaktadır. Bu aşamada Atatürkçülerin dikkatli davranarak
laiklik adına, gayrimüslimlerin emperyalist oyunlarına alet olmamaları,
Abdülhamitçilerin de İslam adına batı emperyalizminin bütün İslam dünyasını ele
geçirmeye yönelik oyunlarına kanmamaları gerekmektedir. Aradan emperyal güçler
ve onların yerli işbirlikçileri çekildiği zaman, Türk milleti tıpkı Kuvayı
Milliye günlerinde olduğu gibi emperyalizme ve Siyonizm’e karşı açıkça birlik
ve bütünlük içerisinde hareket edebilecektir.
Müslümanlar Abdülhamit’in Avrupa görmüş bir devlet
adamı olarak çağdaş uygarlıktan yana olduğunu, batılı bir devlet ve toplum
yaşamını Osmanlı ülkesine getirmek için elinden geleni yaptığını, çağdaş bir
devlet yapılanması ile beraber yeni eğitim kurumları ile aydınlık bir ülke
kurmak için çaba gösterdiğini hatırlamalıdırlar. Osmanlı kadınını topluma
kazandırmak isteyen Abdülhamit’in çarşaf giymeyi yasakladığını bugünün
türbancıları iyi bilmek durumundadırlar. Batılı bir yaşamın simgelerinden
birisi olan içkiyi Atatürk’ün rakı ile Abdülhamit’in rom ile günlük yaşamlarına
taşıdıkları gene anımsanması gereken olgulardan birisidir. Her ikisi de Arap
tipi bir dini düzen peşinde olsalardı, çağdaş batılı yaşamın bir simgesi olan
içkiyi toplumun önünde kullanmazlardı. Çarşafa karşı çıkmakta ve içki
kullanmakta aynı çizgide olan iki devlet adamının, çağdaş uygarlığa dönük
yepyeni bir ülke yaratmak için çaba gösterdikleri söylenebilir. İkisi de
dünyanın ortasında bir Türk ve Müslüman toplumun devletini yönettiklerini çok
iyi biliyorlardı. Bu doğrultuda jeopolitik konumlarının gerektirdiği her adımı
atmaktan çekinmemişlerdir. Müslüman Türkler tarihten gelen böylesine bir
bilinci günümüz Türkiye’sinde göstermek zorundadırlar.
Abdülhamit Macaristan’dan Endonezya’ya kadar
temsilciler göndererek Avrasya kıtasının bütün bölgelerindeki Türk ve Müslüman
ülke ve toplumlarla çok yakından ilgilenmişlerdir. Atatürk de dünyanın
ortasında bir Türk devleti kurarken, Avrupa’nın ortasında bir Türk
imparatorluğu kurmuş olan Macarlardan yararlanarak bu ülkenin uzmanları
Türkiye’ye davet etmiş ve onların deneyimlerinden yararlanarak, çağdaş Türkiye
Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Osmanlı İmparatorluğu gibi Türkiye Cumhuriyeti de bir
Avrasya devletidir. Bu nedenle Viyana’dan Pekin’e kadar olan bütün Avrasya
sahası Türklerin yaşam alanıdır. Atatürk de Macar uzmanlarla beraber
çalışırken, Afganistan ordusunun kurulması için bu Türk ülkesiyle yakından
ilgilenmiştir. Böylesine tarihi gerçekler hem Abdülhamit’in hem de Atatürk’ün
Avrasyacı devlet adamları olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Osmanlı
İmparatorluğu bir dünya imparatorluğu olarak merkezi coğrafyada tam altı yüzyıl
egemen olmuştur. Bugün Osmanlı’dan meydana gelen otorite boşluğunun
doldurulabilmesi için Atatürk’ün Türkiye’sinin tarihten gelen bilinçle öne
geçmesi ve bir Avrasya bütünleşmesine giden yolda, Merkezi coğrafyanın
devletlerinin bir araya gelmesinden oluşacak Merkezi Devletler Birliği’nin
oluşumu için öncülük yapması gerekmektedir. Dünya barışını kalıcı kılacak
böylesine bir yeni yapılanmada Atatürkçüler ile beraber Abdülhamitçilerin
beraberce hareket etmeleri bütün emperyalist oyunları bozacak ve saldırılara
karşı önlem olacaktır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder