ANKARA KALESİ
KAPATILAMAYACAK HALKEVLERİ
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, dünyanın tam ortasında böyle bir ulus devlet yapılanmasına birçok emperyalist merkez karşı çıkmıştır. Geleceğin dünyası için kendi plan ve projeleri doğrultusunda devlet yapılanmaları peşinde koşan hegemonyacı büyük devletler, hiçbir zaman kabul etmek istemedikleri Türkiye Cumhuriyeti devlet modeline karşı çıkarak, sonuna kadar verdikleri bir büyük mücadele ile Atatürk’ün kafasında uzun mücadele yıllarında biçimlenmiş olan üniter ve merkezi ulus devlet projesine her zaman için karşı çıkmışlar ve bu doğrultuda karşı çıkamadıkları zamanlarda da dünya konjonktürünün zorlamış olduğu yeni merkezi yapılanmalar doğrultusunda, batı emperyalizmine tepki olarak geliştirilmiş olan savunmacı devlet modeli olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, Lozan Barış Antlaşması ile kabul ettikleri aşamada, bu durumu geleceğe dönük olarak kalıcı değil ama geçici bir olgu olarak gördüklerini söylemekten çekinmemişlerdir. Konuşma ve yazı ortamlarında geçici bir durum olarak onaylar göründükleri Türkiye Cumhuriyeti’nin bir parantez olarak görülmesi gerektiğini belirterek, Türk devletinin kurulmasını sağlayan tüm barış sözleşmelerini imzalamışlardır. Ne var ki, imza aşamasından sonra her fırsatta bu kurucu sözleşmelerin geçici olarak görülmesi gerektiğini ve bu doğrultuda ortaya çıkmış olan yeni siyasal düzenlemenin kalıcı olmadığını belirtmekten çekinmeyerek, yıllar süren ulusal kurtuluş savaşının Türk ulusu için kalıcı olarak kabul edilmiş bir son aşama olması gerekirken, bu durumun geçici olduğunu vurgular bir biçimde ortaya çıkan tablonun bir parantez olarak benimsenmesi gerektiğini söyleyerek, Birinci Dünya savaşı sonrası dönemde savaş koşulları ile birlikte ortaya çıkmış olan yeni merkezi düzene başından beri karşı çıkmaktan geri kalmamışlardır. Sözleşmelerin imza aşamasına gelinmesinden sonraki aşamada öne çıkarılan parantez kavramı sıklıkla kullanılarak, Misak-ı Milli sınırları içinde var sayılan Türkiye Cumhuriyeti batının önde gelen emperyalist devletleri tarafından sonuna kadar parantez ilan edilerek, bu durumun geçiciliği dünya kamuoyuna açıklanmaya çalışılmıştır.
Türk
devletinin kuruluş aşamasında uluslararası hukuk düzenine göre kişilik
kazanmasıyla birlikte kalıcı bir düzen oluşmasına rağmen daha ilk aşamada bu
durumun geçici bir aşama olduğunun belirtilmesi ve bu noktadan sonra da Türkiye
Cumhuriyeti’ne karşı sürekli olarak kullanılan parantez ifadesi, Türkiye’nin
batı ülkeleri ile ilişkilerinde sürekli olarak bir siyasal çıkmazı öne
çıkararak, Türk devletinin dünya kamuoyu önünde küçük düşürülmesine giden yolu
açmıştır. Normal koşullarda kalıcı olmayan ve geçici durumlar için ifade edilen
parantez tanımlamasının, barış antlaşmalarının imzalanma aşaması ile birlikte
yapılmaya başlanması, batı dünyasının uygar olduğunu iddia eden büyük devletlerinin
dünya uluslarına karşı ne derecede emperyalist ve düşman konumlar içinde
olduklarını göstermektedir. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılını
tamamlama aşamasında emin adımlarla yolunda ilerlerken, gene bir asır önceden
gündeme sokulmuş olan, istenmeyen parantez suçlamalarını bazıları anti-Türk
çizgide yeniden gündeme getirerek çamur atma oyunlarına girişmiş
görünmektedirler. Birinci Dünya Savaşı sonrasında resmen kurulmuş olan ulus
devletler içinde en önde gelen önemli devletlerden birisi olarak, Türkiye
Cumhuriyeti’nin çağdaş devletler ailesinin onurlu bir üyesi olarak kabul
edilmesi gerekirken, bu yeni devleti geçici kalmaya mahkûm etme çizgisinde
parantez suçlamaları daha da tırmandırılarak ortalık karıştırılmaya
çalışılmaktadır. Küresel emperyalistler dünyayı bir kaos ortamına doğru
sürüklerken, doğu ve batı blokları arasında bir merkezi coğrafya devleti olarak
öne çıkarılmış olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı geliştirilen geçici olma değerlendirilmesinin
hem Türkiye hem de uygar dünya düzeni açılarından kabul etmek pek mümkün
görülmemektedir. Türk devletinin toprakları üzerinde gözü olan ve bu coğrafyada
kendi çıkarları doğrultusunda kukla devletler oluşturmak isteyen batının önde
gelen emperyal devletleri, kendi hegemonya çıkarları için Türkiye Cumhuriyeti’nin
kalıcı olmasına açıktan karşı çıkmaktadırlar.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında, Türk ulusunun bir kurtuluş savaşı vererek
oluşturduğu cumhuriyet devletinin sonsuza kadar yaşayacağını, Türklerin kurucu
önderi olarak Atatürk açıkça dile getirmiştir. Cumhuriyetin her yerde ve
aşamada sonsuz düşmanları olduğunu iyi bilen Atatürk, bütün bu gibi tehlikelere
karşı en son noktaya kadar direnileceğini belirterek, devletin sonuna kadar
yaşayacağını açıkça ilan etmiştir. Anadolu toprakları üzerinde Selçuklu ve
Osmanlı imparatorlukları zamanından bu yana yaşayan Türkler, kendilerini
dünyanın merkezi coğrafyasından atacak olan bu tür emperyal girişimlere ve
projelere karşı her zaman için karşı çıkmayı bir görev olarak görmüşler ve Türk
sınırlarına dönük olarak geliştirilen saldırılara karşı her zaman hazır durarak
ülke güvenliğini ve Türk ulusunun siyasal ve ekonomik çıkarlarını her aşamada
gerektiği gibi korumasını bilmişlerdir. Cumhuriyetin geleceğe dönük bir hedef çizgisinde
sonsuza kadar ayakta kalacak bir biçimde korunması tüm düşmanca girişimlerin
önünü kestiği gibi, aynı zamanda devletin sonsuza kadar devamlılığını sağlayan
bir biçimde tam bağımsızlık için gerekli olan hazırlıkların tamamı ile her
zaman için bir vatan savunmasının canlı olarak yapılabilmesi ihtimalini yüksek
tutmaktadır. Bu aşamada parantez kavramının geçicilik ifade eden yönü ile,
Atatürk cumhuriyetinin sonsuza kadar sürüp gidecek bir devamlılık içinde
olabilmesi için her türlü geçici koşullardan uzak kalarak sürekli bir mücadele
halinde yoluna devam etmesi gerekmektedir. Devletlerin devamlılığı prensibi ile
parantez kavramının geçici bir karaktere sahip olması özelliği açıkça bu
aşamada karşı karşıya gelerek çatışma ortamı yaratmaktadır. Devletlerin
devamlılığı ilkesi vazgeçilmez bir yaşamsallık ortaya çıkardığına göre,
devletlerin diğer özelliklerinin de bu doğrultuda ortaya konması ve
geliştirilmesi zorunlu olmaktadır. Devletler kendi toplumlarının güvenliği için
devamlılık göstermek durumunda oldukları için aynı zamanda sahip oldukları kamu
kurumları ile birlikte, varlıklarını sonsuza kadar sürdürmek ile yükümlü
bulunmaktadırlar. Devlete bağlı olan kamu kurumları ile birlikte devletin kendi
sınırları içinde kalarak kendine has özelliklerini sonsuza kadar devam ettirmek
istemeleri, normal talepler olarak her zaman için devrede olabilmektedirler.
Devletler
sahip oldukları modeli ve siyasal yapılanmaları sonsuza kadar koruyarak
sürdürürken, aynı zamanda kendi siyasal modellerinin de kavgasını vermek
durumunda kalmaktadırlar. Her devlet sahip olduğu farklı özellikler taşıdığı
kadar, aynı zamanda diğer devletlere benzeyen asgari koşullara ya da kamusal
örgütlenmelere sahip olmak durumundadırlar. Bu çerçevede devletlerin kamuoyuna
açık kamusal örgütleri olduğu gibi, aynı zamanda devlet sisteminin düşünce
temelini temsil eden ideolojik kamu kurumlarına da sahip olmaları gerekmektedir.
Tarih ve coğrafya bilimlerinin içinden çıkarak devletleşme şansını elde eden
siyasal yapılanmaların, sonsuza kadar özelliklerini ve yapılanma modellerini
korurken, sadece kaba kuvvete dayanan maddi yapılara değil ama aynı zamanda,
ülke ve devletlerin özelliklerine göre gündeme gelen devletin ideolojik
aygıtlarına da sahip olmaları gerekmektedir. Her devletin içinden çıktığı
bölgelerin özelliklerine ve koşullarına göre biçim kazanan devletlerin
ideolojik kurumları üzerlerine düşen görevleri yerine getirirken, toplumların
egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda yönetilmelerini sağlayan siyasal sistemin temel dayanak noktasını
oluşturan güçlü toplum katmanlarının etkilerini yansıtan devletin ideolojik
aygıtları üzerinden kamuoyu tartışmalarına müdahale ederek ülke
güvenliğini kendi elleri ile
koruyabilmeleri gereksinmesinin toplumun gerekli adımları atmasıyla birlikte
güvence altına alınabilmeleri sağlanabilmektedir. Bir toplumun içinde bulunan
çeşitli sosyal sınıf ya da katmanların öne geçmesiyle birlikte başlayan süreçte,
sınıf çatışmaları görüldüğü için her devlet bu gibi durumları önlemek ya da
kontrol altına alabilmek için egemen sınıfların ya da toplum kesimlerinin kendi
devletlerinin rakip devletlere karşı korunabilmesi hedefini gerçekleştirme
doğrultusunda harekete geçebildikleri görülmektedir. Devletlerin kendi
toplumlarının içine doğru örgütsel bir derinliğe kaymaları durumunda her
devletin ideolojik aygıtları ortaya çıkarak, devlet ve kamu düzenini tehdit
eden saldırılara karşı kendini koruma görevlerini yerine getirmektedirler. Bu
tür sorunların aşılmasında ideolojik aygıtlar devletlere kendini koruma ve
savunma haklarını vermektedir.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında yer alan Türk Ocakları ile birlikte, daha
sonraki aşamada toplum devletin modeline göre yeniden yapılandırırken, Atatürk
tarafından kurulmuş olan Halkevleri ile birlikte Millet Mektepleri ve de Köy
Enstitüleri gibi örgütlenmelerin yeni kurulmakta olan devletin ideolojik
kurumları olarak, devreye girdikleri ve kurucu irade tarafından da sorunların
aşılabilmesine katkı sağladıkları anlaşılmaktadır. Türk milleti yaratılırken
Millet Mektepleri aracılığı ile millet olmanın esasları ve eğitimi ile birlikte
kırsal alanda köylerin canlandırılması sağlanırken, Köy Enstitüleri gibi
örgütlenmelerde genç cumhuriyet devletinin öncelik tanıdığı konular olarak ele
alınmış ve ülke içindeki sorunların aşılmasında, bunların ülkenin ulusal
çıkarları doğrultusunda devreye girmeleri sağlanmıştır. Türk devleti
olabilmenin esasları Türk Ocakları yapılanması ile Rusya’da başlayan, İsviçre
ve Almanya gibi Avrupa devletlerinde sürdürülen toplantılar dizisi sonucunda bu
potansiyelin Osmanlı mirasına sahip çıkan Türkiye Cumhuriyeti’ne yansımasıyla,
yurt dışında ön hazırlıkları tamamlanan ulusal bir yapılanma olarak Türk
Ocakları tanınmış Türkçülerin bir araya gelmesiyle ikinci Meşrutiyet yıllarında
İstanbul’da kurulmuştur. Türk Ocaklarının ülke düzeyine yayılması üzerine
imparatorluk sonrasında gündeme getirilen yurt düzeyindeki Türk Ocakları,
ulusal kurtuluş savaşının öncüsü ve hazırlayıcısı konumuna gelirken, Türk
devletinin kuruluşuna giden ulusal kurtuluş yolunun örgütlü bir biçimde ortaya
çıkmasına katkı sağlamıştır. Atatürk kurtuluş savaşı sırasında Türk Ocağı
kurulan il merkezlerine giderek ve oralarda ulusal kurtuluş mücadelesi
doğrultusunda konuşmalar yaparak, Türk ulusunun ülkesi ve devleti ile birlikte
toplu bir biçimde kurtuluşunun savaşını vererek, çağdaş dünyaya Türkiye Cumhuriyeti
adı altında milli bir devlet kazandırmıştır. Batının önde gelen ulus devletleri
emperyalist saldırı ve işgalleri ile Türklüğü tarih sahnesinden silmek üzere
harekete geçtikleri aşamada, çok geniş alanlara yayılmış olan Türk toplulukları
merkez ülke olan Anadolu yarımadası üzerinde toplanarak batıdan empoze edilen
Türklüğü yok etme operasyonuna karşı Türklük üzerinden direnirken, Türk
Ocakları aracılığı ile Türklük olgusuna sahip çıkılarak, bunu bütünüyle korumak
doğrultusundaki savaş kazanılmıştır.
Türklerin
sırtına bir ateşten gömlek giydirilmek amacıyla Misakı Milli sınırları içinde
kurulan Türkiye devletinin toprakları emperyalist saldırılara uğramış ve bu
doğrultuda, Türkiye işgal edilerek harita üzerinden Osmanlı İmparatorluğu’nun
mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti silinmek istenmiştir. Türk Ocaklarının
yarattığı ulusal bilinçlenme Türk ulusunun yeniden şahlanarak varlığını
koruması ve çağdaş dünya düzeninde hak ettiği onurlu yeri elde etmesine
yardımcı olmuştur. Avrupa kıtasının yanında bir ulus devlet kurulurken işe
yarayan Türkçülük akımı ve Türk Ocakları örgütlenmesi ulus devletler topluluğu
olan Avrupa’nın yanında işe yararken, daha sonraki aşamada gündeme gelen Rus
devrimi ve Sovyetler Birliği oluşumu Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı
Avrasya coğrafyasını yakın bir baskı altına almasıyla birlikte, Türk devletinin
dayandığı ulusal toplum yapılanmasının etnik ve dinsel alt kimlikler üzerinden
baskı altına alınması, İngiltere ve Fransa gibi batının önde gelen emperyalist
devletlerinin kendileri ulus devlet
olmalarına rağmen Sovyetler Birliğine komşu olan Türkiye coğrafyasında da
Osmanlı ahalisinin halkçılığı esas alan alt kimlikler üzerinden kendi cumhuriyetlerini
kurmaları gündeme getirilerek, halkçı
cumhuriyetçilik akımı Türk dünyası üzerinde genelleştirilerek, böylesine bir
yapılanma üzerinden Türkiye toprakları beş ya da altı cumhuriyet olarak
Sovyetler Birliği’ne bağlanmak isteniyordu. Bir yanı Avrupa diğer yönü Asya
toprakları olan Türkiye Cumhuriyeti’nin,
Sovyet devrimi sonrasında sahip olduğu
ulus devlet yapılanmasını ve de Misakı Milli sınırlarını ortadan kaldırarak, ülkeyi
bir çok küçük devletçiklere bölecek bir yapılanmayı önlemek üzere, Atatürk ulus
devlet kurgusunun korunmasını gerçekleştirmek üzere halkçılık esasına dayanan yeni bir örgütlenme
aracılığı ile mikro milliyetçilik denen bölücülüğe karşı, halkçılık ve de cumhuriyetçilik
ile çözüm geliştirmeye yönelerek, devletin ulusal kurtuluş ve kuruluş aşamaları
tamamlandıktan sonra üçüncü aşamada cumhuriyetin kurumlaşması çizgisinde, Türkçülük
üzerinden kurduğu ulus devletin küçük ulus devletçiklere bölünmesini önlemek
amacıyla cumhuriyetin geleceğe dönük olarak kurumlaştırılacağı üçüncü aşamada
Türk Ocakları kapatılarak Halkevleri kurulmuştur.
Halkevlerinin
kuruluşu ile birlikte gündeme getirilen halkçılık ilkesi, aynı etnik kökenden
gelenlerin oluşturduğu ulusçuluk ya da ulusalcılık akımlarına farklı etnik
kökenden gelen halk kitlelerinin, aynı ülkede beraberlik içinde yaşayabilmeleri
ve mikro milliyetçilik akımları düzeyinde ülkeden kopma ya da parçalanma
aşamalarına gelmelerini önlemek üzere başvurulmuştur. Atatürk devletin kurucusu
olarak ülkenin birlik ve beraberliğine öncelik verirken, kurmuş olduğu Türk
cumhuriyetinin sonsuza kadar yaşayabilmesinin yollarını aramıştır. Devrimin
üçüncü döneminde Atatürk devletin geleceğe dönük kurumlaşmasını hedeflerken, Dil
Kurumu ya da Tarih kurumu gibi geleceğe yönelik kurumsal yapıları kurmaya başladığında
bunların isminin başına Türk adını eklemiş ama Türk Ocaklarının da sonraki
aşamada Halkevleri’ne dönüşmesini sağlayarak, ülke içindeki etnik grupların
arasında kalıcı bir denge oluşturmak üzere yeni bir kurumlaşma oluşumunu
başlatmaya yönelmiştir. Devlet ile birlikte ülkede kamu düzeninin kurulması
sırasında örgütlenen Dil ve Tarih kurumlarının adlarının başında “Türk” sıfatı
ad olarak korunurken, ülke içindeki diğer alt kimliklerin de benzeri bir
biçimde mikro milliyetçilik istedikleri
ve bu çizgide kendi etnik isimleri ile anılacak halk cumhuriyetleri arayışı
içinde oldukları gündeme gelince, Atatürk devlet ile birlikte kurumların
isimlerinin başında “Türk” adını korurken, devletin bir Türk devleti olarak
kurulmasına yardımcı olan Türk Ocakları
kuruluşunun ismini değiştirerek aynı çatı altında gerçekleştirilmiş olan ve yurt düzeyindeki devlet ile toplumu bir
araya getiren halk örgütlenmesine de Halkevleri adı verilmiştir. Türk
Ocaklarına benzer başka alt kimliklerin üst kimlik örgütlenmesine gitmesine
izin vermeyerek ve bu doğrultuda ülkedeki Misakı Milli sınırları içinde
gerçekleştirilmiş olan üniter, ulusal ve merkezi bir bütünlükle temsil edilen Türkiye
Cumhuriyeti devletinin devleti ile milletini kaynaştırmak üzere yeni bir yaklaşım, kurumlaşma düzeyinde
gündeme getirilerek I920’lerde kurulmuş olan ulus devlet yapılanması, aradan on
yılı aşkın bir süre geçtikten sonra I930’lu yıllarda gerçekleştirilen
kurumlaşma oluşumu aracılığı ile cumhuriyetin gelecek yüzyıllarda ortaya çıkabilecek
yok edici gelişmelere karşı bir önlem olarak ulus devlet ile halkçı
cumhuriyetçilik ile bütünleştirilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede Türk Ocakları
Halkevlerine dönüştürülürken, Osmanlı ahalisinden geride kalan ve kendisini
Türk olarak görmeyen halk kitleleri halkçılık esasına dayanan bir cumhuriyetin
eşit haklara sahip olan vatandaşları konumuna getirilerek uluslaştırılan Türk
toplumunun iç çatışmalara kayması önlenmiştir.
Sovyetler
Birliği içinde yer alan küçük halk cumhuriyetlerinin bir benzeri olarak Orta
Doğu’daki Arap topraklarında küçük
İsrail’in kurulmasına giden yol açılınca ve de merkezi coğrafyada Büyük İsrail Federasyonunun kurulmasına giden
gelişmeler birbiri ardı sıra gündeme getirilince, benzeri bir mikro milliyetçi
bir yapılanma Sovyetler Birliği adını almış olan mega devlet yapılanması üzerinden ileri sürülmeye başlanınca, Orta
Doğu bölgesinde geleceğe yönelen Büyük İsrail tipinde bir Federasyon yapısında
yeni bir bölgesel büyük devletin çok
büyük oranda yeni bir emperyalizm olarak öne çıkarılmasını önlemek amacıyla,
Atatürk kendi kurmuş olduğu ulus devleti sonuna kadar koruyabilme yolunda
mücadele etmiştir. Atatürk önce kurtuluş savaşını kazanarak ulus devletin
yolunu açmış, ikinci aşamada ise çağdaş bir yapılanma içinde örgütleyerek
kurmuş, üçüncü aşamada ise geleceğe dönük bir kurumlaşmayı gündeme getirdiği noktada
ise dünya konjonktürü ile Asya’nın kuzeyinde Sovyetler Birliği üzerinden, ya da
Asya’nın güneyindeki Orta Doğu bölgesinde ise var olan ulus devletleri parçalayarak
oluşturulacak mikro milliyetçi eyalet yapılanmaları üzerinden, Atlantikçi
emperyalist devletlerin Büyük İsrail, Büyük
Orta Doğu ya da Yakın Doğu Konfederasyonları projeleri aracılığı ile merkezi coğrafyanın
merkezi devletini parçalamalarına izin vermemek ile her türlü emperyal
müdahalelere rağmen bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulmuş olan Türkiye
Cumhuriyetinin sonsuza kadar var olabilmesi hedeflenirken, Atatürk iç savaş ya
da bölgesel çatışmalara doğru gidebilecek siyasal gelişmeleri önlemek ve de
ülke içindeki halk kitlelerinin güçlü
bir siyasal entegrasyonunu sağlamak üzere, ulusçuluk ilkesinin getirdiği ulus
devletin yanı sıra halkçılık ilkesinin
de anayasal bir kural haline getirilmesiyle, halkçı bir cumhuriyet rejimi
kurulmuştur. Atatürk modeli devlet, ulus devlet ve halkçı cumhuriyet kaynaşması
ile kurulmuştur.
Cumhuriyetin
üçüncü aşamasında geleceğe dönük kurumlaşma aşamasına gelinmiş ve bu doğrultuda,
Atatürk Türkiye modeli devleti sentezci bir yaklaşım içerisinde kurarak, yoluna
devam etmiştir. Türk devletinin kuruluşu aşamasında dayanak noktası olarak Türk
Ocakları örgütlenmesi yeterli bir yapılanma olarak ortaya çıkmıştır. Ne var ki,
kuruluş aşaması tamamlandıktan sonra devlet yapısının çökmemesi ya da tasfiye
edilmesi gibi bir emperyalist maceraya Türkiye Cumhuriyeti’nin sürüklenmemesi
için, kurulmuş olan devlet düzeninin hem devamlılığının sağlanması hem de bu
devlet modelinin, cumhuriyetin sonsuza kadar sürmesi çizgisinde kurumlaşmasının
adımları Atatürk’ün son döneminde atılmıştır. Atatürk Sovyetler Birliği gibi ulusalcı ve dinci olmayan farklı bir siyasal yapılanmanın ağır baskıları altında, böyle
bir büyük yapılanmanın bir gerçek olduğunu ve Türk dünyasının böylesine bir
büyük siyasal yapının Türk ve İslam dünyalarının tepesinde bir hegemonya
merkezi olarak kurulduğunu konuşmalarında dile getirdiği gibi, yakın gelecekte
Türklerin tarihin her döneminde devlet kurduğu topraklar üzerinde gene eskisi
gibi bağımsız devlet yapılarının çatısı altında yeniden özgür siyasal düzenler
kurabileceğini, özellikle cumhuriyetin onuncu yılı nedeniyle yapmış olduğu
konuşmalarında Türk ulusunun gelecekteki kuşaklarına bir hedef olarak
belirtmiştir. Bir dünya ihtilali ile kurulmuş olan Sovyetler Birliği’nin Türk
ve İslam dünyalarının yanı başında bir
büyük baskı düzeni getiren modelinin kalıcı olamayacağını her fırsatta
vurgulamaktan kaçınmayan Atatürk, hem komünizme giden yolda sosyalist
hareketleri izleyerek, halkçı cumhuriyet deneylerini incelemeye çalışmış hem de
batı dünyasındaki yeni gelişmelerin ulus devletleri nasıl etkilemekte olduğunu
yakından izleyerek Türkiye için değerlendirmeler yaparak, doğu ve batı
dünyaları arasında sıkışıp kalan Türk devletinin geleceğini güvence altına
alarak kurumsal bir model oluşturacak bir biçimde yönlendirilmesi için Türk Dil
Kurumu ve Türk Tarih kurumlarını oluşturarak kurumsallaşma çalışmalarını kesin
ve kalıcı bir çizgide örgütlemeye çaba
göstermiştir.
Ulusal
kurtuluş savaşı sırasındaki anti-emperyalist tavır Atatürk’ün kararlı
tutumu sayesinde devletin kuruluşu
aşamasında da sürdürülürken, ülkenin tepesindeki büyük çatıyı oluşturan
Sovyetler Birliği’nin yeni bir emperyalist merkez olmaya yönelmesi aşamasında, Türk
devletinin anti-emperyal bir çizgide tam bağımsız bir devlet olarak varlığını
koruyabilmesi açısından, geleceğe dönük kurumlaşmanın adımları kararlı bir siyasal
yaklaşım çerçevesinde birbiri ardı sıra atılarak, gelecekte geri adım
atılabilecek hassas konularda koruyucu bir duvarı oluşturulmaya çalışılmıştır. Dışa dönük
yapılanma içinde uluslararası hukuka göre davranılırken, içe dönük yapılanmada
ise ulus devlet çatısı altında daha katı bir milliyetçiliğe kayılmaması için
Türk Ocaklarından Halkevlerine geçiş aşaması kurumlaşmanın temeli olarak
gerçekleştirilmiştir. Devlet yapısı ulusal olmasına rağmen, katı bir milliyetçi
gelişmenin ülkeyi alt kimlikler çatışmasına götürebileceği endişesi halk
kavramına dayanan halkçılık anlayışının devreye sokulmasını gündeme
getirmiştir. Ulus kavramının benzerlikler üzerinden tam anlamıyla bir ülkesel
entegrasyonu ifade etmesi beraberinde bir de uluslaşma sürecini gündeme
getirmiştir. Avrupa ülkelerinde ulus devletlerin dünya sahnesine çıkmasını
sağlayan uluslaşma süreçleri, iki yüz yılı aşkın bir zaman dilimi içinde Avrupa
kıtasının ulus devletlerini çağdaş uluslar ailesinin içine dahil ederken,
Atatürk genç Türkiye Cumhuriyeti’nin de böylesine bir hedefe yönelerek çağdaş
dünyanın içinde yer alacağını her zaman için dile getirmiştir. Ne var ki, batı
ülkelerinde iki yüz yıllık uzun bir zaman dilimi içinde gerçekleşen ulusal
yapılanmalara benzer bir devlet modeli, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu
sırasında yirmi yıllık daha küçük bir zaman dilimi içinde Türk devriminin öncü
kadrosu tarafından tamamlanmaya çalışılmış ama uluslararası konjonktürün
getirdiği baskılar ve iki büyük dünya savaşının uluslararası alanda büyük
tahribatlar meydana getirmesi yüzünden
bu kadar kısa bir zaman içinde batı tipi ulus devlet modeli
kurulabilmiştir. Ne var ki, cumhuriyetin kurucu önderi Atatürk’ün ömrünün kısa
olması yüzünden devlet modelinin tam olarak kurumlaşması sağlanamamış ve bu
yüzden de Osmanlı döneminden geride kalan ahali içinde farklı alt kimliklere
sahip kişiler bütünüyle uluslaşamadıkları için, Atatürk kurmuş olduğu ulus
devletin içe dönük halkçı girişimler
üzerinden entegrasyonunun tamamlanmasına dikkatli bir biçimde öncelik vermiştir.
Halkevleri
böylesine bir kurumlaşma çabasının biçimlenen örgütü olarak tarih sahnesine
çıkarken yoğun araştırma ve incelemeler yapılmıştır. Atatürk son döneminde
kurumlaşmaya yönelik çalışmalarını sürdürürken, sadece devlet kurucusu olarak
hareket etmemiş ama aynı zamanda bir ulusun ortaya çıkmasını sağlayacak millet
kurucusu olarak da hareket etmiştir. Bu nedenle bir ulusun tarih sahnesine
çıkması sırasında dayanak noktası olan dil ve tarih alanlarında devletin dışında
sivil bir kurumlaşmaya ağırlık vermiştir. Benzeri bir çalışmayı Türk Coğrafya
Kurumu ile Türk Hukuk Kurumu gibi diğer alanlarda da Atatürk sonrasında
kurumlaşma atılımları, her alanda sürdürülerek cumhuriyet devriminin her alanda
kalıcı bir kurumsallaşma yolu ile istikrarlı bir biçimde geleceğe yönelmesi
hedeflenmiştir. Siyasal alanda her dönemde çeşitli yenilikler gündeme
gelebilmekte ve bu gibi değişken durumların istikrarsızlık yaratması yüzünden
bazen devrimci atılımların kısa bir süre sonra karşı devrimci gelişmeler ile
karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Bu çerçevede kısa ömürlü olan çeşitli
devrimci adımların bir süre sonra tamamen tersi yönde bir karşı devrim saldırılarına
direnemeyerek, ortadan kalkma gibi olumsuz bir dönüşüm devreye girebilmektedir.
Türkiye’de Atatürk’ün öldüğü gün karşı devrimci dönemin başladığını öne süren
bilimsel çalışmalar kamuoyu önünde gündeme
getirilerek tartışılırken, kurumlaşma aşaması öncesindeki Türk
Ocaklarının kapanması ile Halkevleri düzenine geçişin ilk adımları atılmıştır. Asya
gibi doğu dünyasının merkezi üzerinde Avrupa tipi bir batılı devlet modeli
kurabilmek son derece zor olmuş ve kurtuluş ile kuruluş gibi ilk iki
aşamada başarılı olan Kemalist devrim
gene Atatürk’ün başlattığı üçüncü aşamadaki kurumlaşma aşamasında sarsıntılar
geçirmiş ve karşı devrimci girişimler Atatürk sonrası dönemde devreye girerek,
kurucu önder Atatürk’ün bir büyük sentez girişimi ile geliştirmiş olduğu Türkiye
Cumhuriyeti devletini zora sokarak devrimin temel ilkelerinden ödün verilmesi
yoluna sapılmıştır. Kendi temel
ilkelerine doğru dürüst sahip çıkamayan Kemalist devrim yirminci yüzyılın
ikinci yarısına girerken başlatılan askeri darbeler aracılığı ile, kendine özgü
bir model ile kurulmuş olan Atatürk cumhuriyetinin, kurumlaşmasının
tamamlanamaması yüzünden o dönemin geride kalması gibi olumsuz bir durumun
ortaya çıkmasına giden yol açılmıştır.
Dünyanın
doğusunda batı tipi bir devlet kurmanın zorluklarını iyi bilen Atatürk, Türk
Ocaklarından Halkevlerine geçiş yaparken karşı devrimci saldırı ya da
girişimler ile karşı karşıya kalınacağını iyi bilerek kurumlaşmanın adımlarını
atarken, Kemalist devrim için koruyucu bir şemsiyeyi Halkevlerinin kuruluşu ile
oluşturuyordu. Böylece alt kimlikler çatışması kışkırtılarak ülkenin küçük küçük
ulus devletlere bölünmesi gibi olumsuz bir duruma halkçılık ilkesi benimsenerek
izin verilmiyordu. Laiklik ilkesi sayesinde ülkede din dışı çağdaş bir yönetim oluşturulurken,
farklı dinlere mensup olan toplulukların tıpkı imparatorluk döneminde olduğu
gibi beraberce ve birlikte yaşam düzenleri içinde yaşayabilmelerinin temelleri
atılıyordu. Halkçılık ilkesi milliyetçilik üzerinden kurulmuş olan ulus
devletin varlığını da hassas dengeler içinde güvence altına alıyordu. Fransız
devriminin laiklik, cumhuriyetçilik ve milliyetçilik ilkeleri, Sovyet
devriminin devletçilik, devrimcilik ve halkçılık ilkelerinin anayasa ve
yasalarda yer almasıyla birlikte doğu ve batı dengeleri ülkede yeniden
kurulurken, Halkevleri devrimlerin bekçiliğine soyunan Türk halkının altında
toplandığı Atatürk evleri konumuna gelerek, karşı devrimci girişimlere karşı
Kemalist devrimin hem koruyuculuğu hem de geleceğe dönük güvenli yapılandırılmasının
toplum merkezleri olarak yeni bir misyon üstleniyordu. Bir Fransız filozofun
geliştirmiş olduğu devletin ideolojik aygıtları teorisi üzerinden konuya
bakıldığında, Türk devletinin kurtuluş ve kuruluş aşamalarında Türk Ocaklarının
devletin biçimlenmesine yardımcı olan bir ideolojik kurum olarak öne çıktığı
görülmektedir. Devrimin üçüncü adımı olan kurumlaşma aşamasına gelindiğinde, Atatürk’ün
organize ettiği halkçı cumhuriyet modeli devrimin kalıcı bir biçimde
kurumlaştırılması açısından yararlı olduğu ve bu nedenle de Atatürk devrimini
tümüyle ortadan kaldıracak bir karşı devrimin bütünüyle etkinlik sağlayamadığı
görülmüştür. Halkevleri devrimin halk okulları olarak her dönemde kendisinden
beklenen toplumsal ve kültürel görevleri, cumhuriyetçi bir misyonun gerekleri
olarak yerine getirmiştir.
Cumhuriyetin yüzüncü yılına girerken, Atatürk
devriminin örgütü olan Halkevleri bugünün Türkiye’sinde demokratik kitle
örgütleri arasında yer alarak, ülkedeki geçmişten gelen siyasal yapılanmanın sivilleşmeye
doğru bir yöne kanalize edilmesi doğrultusunda çalışmalarını sosyal ve kültürel
alanda sürdürmektedir. Atatürk devrimlerinin bir örgütü olan Halkevleri
devrimin kurumlaşması döneminde, Türk Dil ve Tarih Kurumları ile birlikte
Atatürk ideallerinin gerçekleşmesi çizgisinde misyonunu her aşamada yerine
getirmeye çalışmaktadır. Türk devletinin farklı koşullardan gelen bugünkü
yapılanmasının temelinde yer alan Halkevleri, bir anlamda devletin ideolojik aygıtı
olarak da görülebilmektedir. Özellikle batı dünyasından gelen liberal
kesimlerin Halkevlerini açıkça Kemalist rejimin ideolojik kurumları olduğunu
öne sürmesi ve bu doğrultuda sürekli olarak yayınlar ve suçlamaları kamuoyu
önüne getirmesi yüzünden, batı emperyalizminin Atatürk Türkiye’sinden hıncını, Halkevlerinin
kapatılmasına ve bu doğrultuda suçlanarak toplumsal etkinliklerinin
kaldırılması üzerine ara rejimlerde ve
askeri yönetimler sırasında bu örgüt suçlanarak yargılanmış ve kapatılarak
Atatürk devriminin kaleleri konumundaki Halkevlerinin, Türkiye’nin geleceğinde
etkili rol oynamasının önü kesilmek istenmiştir. Atatürk ve devrimin öncü
kadrosu Halkevlerini kurarken ve daha sonraki dönemlerde çalışmalarını
yönlendirirken cumhuriyetin temel ilkelerine uygun düşen bir devlet modelinin
oturtulması için çok çaba harcanmış ve bunların sonucunda da ülkenin bütün
kentlerinde Halkevi şubeleri açılmış ve bunlara bağlı olarak da beş binden
fazla köyde de Halk Odaları kurulmuştur
.Kemalist devrimin son aşamasında geliştirilen Halkevlerinin kuruluşu sırasında
batı Avrupa ülkelerindeki benzer
durumlar ve örgütler incelenerek yararlanılmıştır. Almanya’daki halk yüksek
okulları, Çek Cumhuriyeti’ndeki Sokol adını taşıyan halk okulları ile
Danimarka’daki halk eğitimi kurumları dikkate alınarak, Türkiye için yeni bir yaygın
eğitim modeli bir sentez çalışması ile geliştirilmiştir. Halkevleri 1930’lu
yılların ürünü olarak Türk toplumunu yeniden yapılandırırken, 1940 ‘lı yıllarda
ikinci dünya savaşı sırasında, Köy Enstitüleri daha ileri ve halkçı bir eğitim
modeli olarak Kemalist cumhuriyetin öne çıkardığı bir uygulama olarak tarih
içindeki yerini almıştır.
Atatürk
cumhuriyet devriminin üçüncü aşamasında Halkevlerini kurarak toplumsal devrimi
millet ve devletle bütünleştirerek ortaya diğer ülkelerden çok farklı bir
devlet modeli koymuştur. Sosyalist Sovyetler Birliği ile
Siyonist İsrail arasında kalan bölgede yeni bir tampon devlet olarak kurulan
Türkiye Cumhuriyetini diğerlerinden farklı kılan model olarak, Rusya’daki Sovyetler ile
birlikte İsrail’de gündeme getirilen, Kibutz’lar arasında kalan ama her ikisine de benzemeyen bir toplumsal
yapılanma, Halkevleri üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmış ama ikinci dünya
savaşı sonrasında gündeme gelen uluslararası karışıklık ortamında bu konuda istendiği
gibi bir sonuç alınamamıştır. Orta çağ Avrupa’sında görülen derebeylik sisteminin
devletin farklı modeli olarak gündeme getirilmesi, Halkevleri gibi Avrupa tipi
bir bölgesel toplum kurumlaşması olarak devrimin tabana inerek halk kitleleri
ile bütünleşmesi açısından olumlu yansımalar getirmiştir. Halkevleri devrim
döneminin sonlarında gündeme gelirken, devletin farklı bir model olarak gündeme
getirilmesinde temel dayanak noktası olmuştur. Cumhuriyetin kurucuları
tarafından böylesine bir model istendiği için rejimin toplumsal tabanını, Halkevleri
aracılığı ile güçlendirerek halkçı cumhuriyetin temelleri atılmıştır. Sosyal ve
kültürel çalışmaları ile Türk toplumunu çağdaş dünyaya açan ve hayatta en
gerçek yol gösterici olarak bilim ile kültürü seçen bir devrimci iktidarın
uluslararası alandaki gelişmeler ve yaşanan konjonktürün etkileri ile farklı
bir devlet modeli Türkiye’de gündeme getirilirken, ülkede huzur ve istikrar
sağlanmaya çalışılmıştır. Osmanlı devletinin son döneminde ortaya çıkan isyan
ve başkaldırıların ortadan kaldırılması doğrultusunda, Türkiye ulus devletini
halkçı cumhuriyet yaklaşımı ile bütünleştirerek geleceğini güvence altına
alabilmenin arayışı içinde olmuştur. Bu nedenle de her türlü saldırı ve
haksızlığa karşı Türk devleti kendi, özgün modeline dayanarak kendisini korumuş
ve kendi modelini güçlendirerek bölgedeki Türk ve İslam devletlerine emsal
olabilecek farklı bir modeli deneyler sonucunda geliştirmiştir. Türkiye bu tür
olayları fazlasıyla yaşayarak bugünlere geldiği için hiç kimse devrimci
atılımların önünü kesememiştir.
Parantez
kavramı iki büyük dünya savaşı arasında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni
tanımlamak için kullanılmış bir kavramdır. Bu makalenin başlığında yer alan
parantez kavramı aslında Türk devleti için kullanılmış olan bir kavramdır. Yedi
yüzyıllık bir imparatorluk sonrasında çöken Osmanlı devletinin merkezi alanında
çağdaş bir ulus devletin kurulması, batılıları ve batıcıları çok şaşırtmış ve
hiçbir biçimde Türklere yakıştıramadıkları
çağdaş bir cumhuriyet devletinin temel siyasal yapılanmasını, yeni kurulan Türk
devletinin kullanmasını geçici bir
parantez olarak gördüklerini söyleyen batılılara karşı, Türk devleti bir parantez olmadığını ve çağdaş bir devlet
olma hedefi çizgisinde kesin kararlı
olduğunu, köklü bir devrim yaparak ve bu
devrimi daha sonraki aşamada kurumlaştırarak ve batı emperyalizminin
saldırılarına karşı kurumsal bir devamlılık içinde olacağını açıkça dile
getirerek, hiçbir biçimde parantez kavramına yakın durmamıştır. Türkiye
Cumhuriyeti’nin ilelebet yaşayacağını her fırsatta dile getiren kurucu önder
Mustafa Kemal, böylesine büyük bir iddiayı taşıyacak derecede güçlü bir devlet
yapılanmasını süreklilik içinde hazırlarken, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının
geçici olduğu söylenen parantezi kapatma gibi bir kavramsal yaklaşım Atatürk’ün
sonsuzluk arayan tutumu çerçevesinde anlamsız kalmaktadır. Kemalist rejim
Atatürk ilkelerine uygun bir biçimde kurumlaşırken, gelip geçici parantezler
olgusunu ortadan kaldıracak bir biçimde güçlenebilmenin çabası içinde olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına girerken arkasında bıraktığı yüz yıllık
zaman diliminin getirdiklerini iyi değerlendirerek genel bir sonuca varmak
durumundadır. Böylesine bir tutum ile devletler ya da örgütler için kesin
karara varılabilir.
Parantez kavramını devletler ya da siyasal
rejimler açısından ele alarak incelemek mümkün olduğu gibi, aynı zamanda
böylesine bir parantez kavramının devletlere paralel olarak oluşturulan kamu
kurumları içinde kullanılması mümkündür. Halkevlerinin şimdiye kadar süren
etkinlikleri zaman zaman durdurulacak bir biçimde ele alınarak incelenirken, bu
kuruluşların kurulması için belirli makamlar tarafından izin ya da onay
verilmesi gündeme getirilebilmektedir. Halkevleri Demokrat Partinin iktidara
gelmesi ile ve 12 Eylül Nato darbesi sırasında, cumhuriyet tarihi içinde iki
kez kapatılmış ama daha sonraki gelişmelerin getirdiği özgürlükçü ortam
çerçevesinde bu Atatürk kuruluşları yeniden açılarak eğitim ve kültür
çalışmalarını sürdürebilmişlerdir. Türkiye üzerinde etkili olan batılı
emperyalist devletlerin baskıları ile her dönemde kapatılmaya çalışılan Halkevleri
örgütü, ara rejimler sırasında karşılaştığı haksız ve hukuk dışı tutumların
hedefi olarak zorlansa da iyi yetişmiş kadroların devreye girerek gerçekleri
ortaya koymaları ile Halkevleri bir cumhuriyet kurumu olarak varlığını
sürdürebilme şansını elde etmektedir. Devletler için kullanılan parantez
kavramının Halkevleri gibi demokratik kitle kuruluşları ya da devletlerin kendi
modellerine uygun olarak ele alınarak incelenmesiyle, Atatürk’ün devlet modeli
açıklığa kavuşabilir. Devletlerin varlıklarına karşı tehdit oluşturan parantez
suçlamaları aynı zamanda Halkevleri gibi kamu kurumları ya da demokratik kitle
kuruluşları için de kullanılabilmektedir. Ne var ki, bu gibi durumlarda gündeme
getirilen parantez suçlamalarının gerçeklere oturmadığı bir noktada, parantez
iddiaları sonuçsuz kalarak tartışmaların dışına düşmektedir. Devletin ideolojik
kurumları ile birlikte genel gidişe ters düşen parantez kurumlar olarak da öne
çıkarılan Halkevlerinin, sürekli olarak kapatılmak istenmesi batı
emperyalizminin talepleri doğrultusunda gündeme gelmektedir. Türkiye’de
Halkevleri ile birlikte Köy Enstitülerinin de kapanması istenirken, gene
batının malum emperyalist devletleri Türk halkının geleceğini baskı altına
almaktadırlar. Sol kuruluşlar olarak tanımlanın her iki kamu yararına kuruluşun
ülkenin geleceği için yoğun çalışmalar yürütürken, haksız suçlamalarla hedef
haline getirilmeleri ülkede var olan hukuk devleti düzeninin yürürlükten
kaldırılmasına giden yolu açmaktadır. Her on senede Atlantikçi ya da Siyonist darbe
senaryolarının askeri yönetim kurması,
Halkevleri gibi halk örgütlerinin yargılanacağı ya da cezalandırılacağı bazı
aşamaları öne çıkarmaktadır. Devletler gibi örgütlerin de sonsuzluk arayışı
içinde olduğu bir dava platformunda, var olan kuruluşlara yönelik suçlamalar
fazla yargılama yapılmadan ele alınarak karara bağlanırken, devletler için de
uluslararası alandaki kazanılmış haklarının kaldırılmasını zamanla gündeme
getirebilmektedir.
Atatürk
bir ulus devlet kurarken Osmanlıcılığın ya da İslamcılığın yetersiz kaldığını
tıpkı Yusuf Akçora’nın Üç Tarzı Siyaset isimli kitabında ileri sürdüğü ve dile
getirdiği gibi bir ulusal kimliği benimseyerek, o kimliğin varlığı ve doğruluğu
çizgisinde yeni bir açılım yapılmasını görüyordu. Ulusal kurtuluş savaşı dönemine bakıldığı
zaman, ülkeyi işgal eden batılı emperyalistlere karşı var olan Kuvayı Milliye
kuvvetleri ile karşı çıkılıyor ve düşman birlikleri Misakı Milli sınırları
dışına doğru geri gönderilirken, gerçek anlamda bir ulusal kurtuluş savaşı
veriliyordu. Ulusal bir kurtuluş savaşı savunması üzerinden İmparatorluk
toprakları üzerinde bir ulusal toplum oluşumu daha henüz o aşamada ortaya
çıkmamıştı. İmparatorlukların bittiği bir aşamaya gelinmesine ve Osmanlı
coğrafyasında birçok cephede batılı ülkelerin işgal girişimleri ve bu gibi
gelişmelere karşı, Osmanlı ahalisinin savunma savaşlarının birbiri ardı sıra
gündeme geldiği görülmektedir. Bir yandan dünya imparatorluğuna soyunan
İngiltere ve Fransa gibi batının önde gelen büyük devletlerinin merkezi
coğrafyayı işgal girişimleri ve diğer yandan da orta dünyanın her bölgesinde
eskiden beri var olan Osmanlı topraklarında ortaya çıkan alt kimlikli
milliyetçilik isyanları birbiri ardı sıra tarih sahnesine giriyorlardı. Burada
ilk aşamada batı dünyasının emperyalist saldırılarına karşı, bu gibi haksız ve
işgalci hareketlere karşı birinci aşamada kurtuluş arayışı öne çıkıyordu. Bu
ilk aşamada ulusal bir güç birliği zorunlu hale gelince, emperyalizme karşı
ulus devleti gerçekleştirecek olan Kuvayı Milliye akımı işgalcilere karşı
ulusal çizgide karşı çıkarak direnenlerin öncülüğünde kuruluyordu. Dış düşmana
karşı iç devletin ve imparatorluk sonrasında geride kalan halk kitlelerinin
emperyalizme karşı çıkarak direnmesi, o dönemde hem devletler arası hem de
ideolojiler arasında büyük çekişmelere neden oluyordu. Yirminci yüzyılın
başlarında imparatorluklar sonrasında dünya yeni bir düzene doğru yol alırken
önce geçmişten gelen devletler arası çekişmeler tarihin yeni sayfalarını
dolduruyor, daha sonrada yeni bir dünya düzeninin dayanacağı ilkeler aranırken
geçmişten gelen devrimlerin uzantısı olarak ideolojiler öne çıkıyordu.
İnsanlığın
dünya kıtalarına yayılma döneminin uzantısı olan imparatorluk devletleri geride
bırakılırken üç yüz yıla yaklaşan son dönemde, belirli toprak parçaları ya da
ülkelerde birlikte yaşamaktan gelen birlikteliklerinin geliştirdiği ulusal
kültür yapılanmaları aracılığı ile ulus devletler tarih sahnesindeki yerlerini
alıyorlardı. Ulus devletlere geçilirken imparatorluklar parçalanıyor ve bunun
sonucunda da daha küçük ve orta boy ulus devlet yapılanmaları öne çıkıyordu. Milliyetçilik
hareketleri dünyanın her bölgesinde ulus devlet oluşumlarına uygun bir zemin
hazırlarken, imparatorluk kimliği ya da din anlayışı üzerinden yeni bir ulus
yaratmak, ya da siyasal gündeme gelen eskisinden farklı kimliklerin belirli
bölgelere yayılarak sınırları belirlenmiş ülkelerde devlet kurmaları birbirini
izleyen gelişmeler sayesinde dünya haritasında önemli bir değişimi gündeme
getiriyordu. Osmanlı kavramının yetersiz kaldığı, İslam kavramının değişik
etnik toplulukları bir ulus haline dönüştüremediği aşamada, yeni kurulmakta
olan Anadolu devletini çevreleyecek sınır bölgelerde yaşamakta olan halk
kitleleri içinde en yoğun kimlik olarak Türklük olgusunun önem kazandığı ve bu
nedenle hem Orta ve Kuzey Asya, hem de Avrupa topraklarında yaşamakta olan halk toplulukları içinde genişlik kazanan
Türklük olgusunun, Türk milleti oluşumuna doğru yöneldiği ulusal kurtuluş çizgisinin Kuvayı Milliye
önderlerinin dikkatini çekmesiyle birlikte, Türkçülük akımı yeni Türk
devletinin siyasal kimliğini temsil eden bir kavram olarak öne çıkmış ve
Türkiye halkının siyasal temsilcilerinden oluşan Büyük Millet Meclisine siyasal
bir isim olarak bu doğrultuda “Türkiye” kavramı benimsenmiştir. Batı emperyalizminin
Osmanlı imparatorluğunu yıkarak ve ortadan kaldırarak düşündüğü merkezi
coğrafyada eyaletlere dayanan çok uluslu bir bölgesel konfederasyon peşinde koşması
yüzünden yerel direnişler savaşın yayılmasına yol açıyor ve farklı cephelerde
birbirinden ayrı ulusal yapılanmaların kendiliğinden gündeme geldiği
görülmekteydi. İşte cumhuriyetin ilk aşaması olarak öne çıkan ulusal kurtuluş
mücadelesi bu aşamada verilerek tamamlanıyordu. Orta Asya üzerinden gelen
Avrasya birikiminin de Sovyetler Birliği oluşumu ile devreye girmesi üzerine ulusal
kurtuluş savaşı sırasında devletin kurulmasını sağlayan TBMM resmen Ankara’da
ilan ediliyordu.
Parantez
kavramı aslında Türkiye Cumhuriyeti açısından ortaya atılmış bir sözcüktür. Önceden
hazırlanmış plan ve programlar doğrultusunda imparatorluk sonrasında çok
kültürlü ve küçük eyaletlerden oluşacak bir büyük konfederasyonu hedefleyen
Düveli Muazzama oluşumu, yeni bir dünya yapılanması aracılığı ile orta dünya
alanındaki her türlü siyasal yapı ve kalıntıları temizlemek üzere harekete
geçiyordu. Burada emperyalist bir kural ortaya konuluyor ve bu doğrultuda orta
çağ kalıntısı olarak görülen Osmanlı devleti, Türklerin ve Osmanlıların
yaşadıkları topraklar üzerinden süpürülmek isteniyordu. Emperyalistlerin
orduları Osmanlı ülkesine girerek ve Osmanlı topraklarında var olan eski devlet
düzenini yıkarak yeni bir dünya düzeni oluşturmaya çalışırken, eski bir Türk
devleti olan Osmanlı devletine saldırarak, yeni bir orta dünya imparatorluğunu
batı hegemonyası içinde gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. İşte her şeyin bittiği
o aşamada bir Osmanlı subayı olarak Kuvayı Milliye örgütlenmesinin başına geçen
Mustafa Kemal Atatürk, emperyalizmin plan ve programlarını bozarak, bunlara
karşı kurulmak istenen Türk ulusunun var olma projesi anlamında Türkiye
Cumhuriyeti projesini yavaş yavaş uygulama alanına getiriyorlardı. Kuvayı
Milliye kuvvetleri Misakı Milli sınırları içinde her yerde harekete geçerek, ulusal
bir toplu direnişin yansımalarını savaş cephelerine taşıyorlardı. Büyük Orta
Doğu ya da Büyük İsrail veya Yakın Doğu Konfederasyonu gibi büyük alanlara
yayılmış bir federasyon devleti İstanbul merkezli olarak oluşturulmak
isteniyordu. Böylesine bir yeniden yapılanma batı emperyalizminin ana hedefi
olarak ortaya konuluyor ve hızlı bir biçimde projeler hayata geçilerek Türk
ulusu ve devleti dünya haritası üzerinden silinmeye çalışılıyordu. Onların bu
planları ve uyguladıkları hareket tarzı kesin olarak hedefe taşınmak istenirken
Osmanlı devletinin kurucu unsuru olan Türkler yok farz edilerek bütün merkezi
alan ele geçirilerek, yeni dünya devleti merkezi bölgenin merkezi konuma sahip
olduğu bir büyük devlet yapılanmasıyla birlikte batı emperyalizminin eline
geçmesi amaçlanıyordu.
Ulusal
kurtuluş savaşı sırasında saldırı, işgal ve yıkım kural, geçmişten gelen
yapının dönüştürülmesi ya da yenilenerek yapılanması emperyalistler tarafından
istisna olarak görülüyordu. Bu çerçevede Osmanlılar ve Türkler için hiçbir
gelecek şansı tanınmıyor, topları ve tüfekleri ile bütün emperyalist güçler merkezi
alana saldırırken, devleti tasfiye hedefi çizgisinde Türk topluluklarının başka
ülkelere gönderilmesi gibi var olan hukuk düzenini bozacak çeşitli girişimlere
kalkışıyorlardı. Emperyalizm daha önceden hazırlayarak uygulama alanına
getirmiş olduğu plan ve projelerinden vazgeçmeyerek bunları sonuna kadar bastırarak
gerçekleştirmeye çalıştığı için, Birinci Dünya Savaşının Osmanlı cephesindeki
gelişmeler bütünüyle daha önceden belirlenmiş kurallara uygun bir biçimde
siyasal gündeme getiriliyordu. Burada Düveli Muazzama adı verilen o büyük dünya
devleti oluşumunun giderek artan baskı ve saldırılarına karşı var olma ya da
yok olma derecesinde ciddi bir savaş verilirken, kurallar ana esaslar olarak
sonuna kadar geçerliliğini korumakta, ama böylesine bir duruma ters düşebilecek
kural dışı ya da beklenmeyen gelişmeler istisna durumları olarak izlenerek
değerlendirilmeye çalışılıyordu. İstisnaların kaideleri bozmayacağına dair var
olan inanç çizgisinde birbiri ardı sıra çok fazla istisnai durumun ortaya
çıkmaması amacıyla ve daha önceki hazırlıkların istisnai durumlar çerçevesinde geçerliliğini
sağlamak üzere, kural dışı olaylar ve gelişmelerin gelip geçici istisnai görünümlerin
korunması için istisnai açılımlar ya da
değerlendirmeler yapılarak daha önceden
görülemeyen siyasal gelişmeler karşısında hiçbir şeyden vazgeçmeyerek, birbirini
izleyen istisnai durumların daha da artarak bir karşı program oluşumuna
gidebilecek gelişmelere karşı çıkmak üzere, tüm istisnai durumları çatısı
altına alarak kapsayacak bir yeni büyük oluşumun devreye girmesi için gelinmiş olan yeni aşamadaki koşullar
yakından izlenerek ve ana fikir ile buna
dayanan projelerden vazgeçmeyerek bir
parantez aşamasına gelinmesine karar verilebilir, ya da böyle bir durumun
ortaya çıktığı ileri sürülerek hedefe varma sürecinde geri dönülmemek üzere
yeni koşul ve durumları dikkate alabilecek toplu bir esneklik anlamında
parantez açılmasına karar verilebilirdi. Böyle bir durum siyasal koşullar
arasında yeni ortaya çıkan dengelere göre de karara bağlanabilir zorluklar ya
da problemlerin aşılması çizgisinde de hedeften kopmamak üzere parantez
açılabilirdi.
Bu
makalenin başında yer alan parantez kavramı hem siyasal alanda hem de sosyal ya
da kültürel anlamda kullanılabilen bir kavramdır. Orta Doğu’nun geleceği için
hiçbir plan ya da projede yer almayan konular sorunlar olarak öne çıktığı
aşamada, daha geniş alanlara ya da konulara yayılan yeni parantez
uygulamalarının kendini gösterebileceği ortamlar gündeme gelebilmekte ve bu
nedenle yeni parantez uygulamalarına da sonraki aşamalarda yer verilebilmektedir.
Türkiye için tarihsel süreçte açılmış olan parantez, gelip geçici koşulların
zorladığı türden değil ama bütünüyle var olup olmama gibi bir yol ayırımında öne
çıkmaktadır. Hiçbir batılı ülke bugünkü Misakı Milli sınırları içinde yer alan
Türkiye Cumhuriyeti ya da başka türde bir Türk devletine yanaşmamakta ve bu
merkezi alan devletinin Avrupa ya da batı bloku içinde yer almaması için çaba
göstermektedir. Türk kurtuluş savaşı Türklerin zaferi ile sonuçlandığı için
Türk ulusu varlığını ve bağımsız devletini bugüne kadar sürdürerek, dünya
haritasının tam ortasına ismini yazdırmaktadır. Batılılar Türkiye’yi harita
üzerinden silebilmek için her şeyi göze alabilirken, ana hedefleri Orta Doğu’da
bir büyük federasyon kurarak kendilerine bağlamaktır. İşte böylesine bir
çelişki Birinci Dünya Savaşının cephelerini Osmanlı topraklarına taşımıştır. Böylesine
hegemonya gelişmelerine rağmen merkezde batı hegemonyası tam olarak
kurulamamıştır. Bu çerçevede batı ülkelerinin yöneticileri büyük projelerinden
vazgeçmek gibi bir olumsuz duruma sürüklenirken, yenilgiyi kabul etmemek üzere
istisnalar üzerinden paranteze giden yolu açmış ve görmek istemediği Türkiye
Cumhuriyeti’ni bağımsız bir devlet olarak kabul ederek yola devam edebilmenin
koşullarını aramaya başlamıştır. Aslında batı merkezli bir yeni dünya düzeni
yolunda giderken, bu hedeften vazgeçmemek üzere, parantez kavramı kullanılarak
Türk devleti ile normal ilişkiler kurulmaya çaba gösterilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti
sonsuza kadar yaşayabilme amacıyla geleceğe dönük yaşam kavgası verirken, emperyalistlere
karşı kazanılan savaşı esas alarak kazanılmış hakları üzerinden geleceğin
hazırlıklarını tamamlama noktasına gelmiştir.
Türkiye’deki
cumhuriyet yönetimini gelip geçici görenler, beklemedikleri bir biçimde Türk
varlığını karşılarında giderek güçlenen bir biçimde gördükleri zaman
umutsuzluğa kapılarak Türkiye’yi otoriter, faşist ya da benzeri bir biçimde aşağılayıcı
saldırılarda bulunmaktadırlar. Özellikle Cumhuriyetin yüzüncü yılına gelinmesi
aşamasında Türk devletinin topyekun ele alınarak yeniden değerlendirilmesi hedeflenerek,
cumhuriyetin yüz yıllık bir parantez olduğu, bu yüzden yüzüncü yılına gelinen
bu aşamada Türkiye Cumhuriyeti’nin ortadan kaldırılması gerektiği cumhuriyet
düşmanı çevreler tarafından yeniden
seslendirilmekte ve yüz yıllık parantezin artık sona erdirilmesi çizgisinde yüz
yıl önceki değerlendirmelere yeniden yönelinmesi gerektiği abartılarak, Türk ve
dünya kamuoyuna Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldıracak önerilerde
bulunmaktadırlar. Tam bu aşamada Doğu Anadolu bölgesinde Büyük Ermenistan
devleti kurdurmak isteyen bir yazarın, “Yüz yıllık parantez “ başlığını taşıyan
bir özel kitabı cumhuriyetin yüzüncü yılına doğru yayınlamasının rastlantı olmadığı ve Birinci dünya savaşının geçici
koşullarında bir parantez yaratmak üzere gösterilen hoşgörünün anlamı kalmadığı
öne sürülerek, Ermenistan benzeri küçük devletçiklere Orta Doğu Federasyonu adı
altında yer verilmesiyle Türkiye haritasına ülkenin her bölgesinde etnik ve
dinci eyaletler ile küresel parçalayıcılığın yerleştirilmesine çalışılmaktadır.
Küreselleşme olgusu emperyalizmin yeni türü olarak tüm dünya kıtalarına
yayılırken, Osmanlıyı yok eden Balkanizasyon yapılanması sırasında küçük
eyaletler aracılığı ile büyük devletin nasıl yok edildiği açıkça görülmüştür
Osmanlı imparatorluğunu haritadan silen Balkanizasyon projesinin, günümüzdeki
adı ile Globalizm adı altında küresel Balkanizasyon girişimlerine hedef olma
konumundadır. Daha önceki aşamada Balkanizasyon dayatmalarına direnebilen Türk
devletinin, günümüzde yeni bir küresel Balkanizasyon uygulaması üzerinden yok
edilmeye çalışılması yapılmaktadır. Türkiye’nin dostları olarak görünen batılı
emperyalistlerin, Türkiye’yi yok edebilecek terör saldırılarına destek vermesi
ve silah yardımı yapması, bugün Türkiye’nin varlığını tehdit eden en olumsuz
girişimler olarak görünmektedir. Yüz yıl önceki bölücülük oyunlarına karşı
çıkabilen Türkiye bugün komşuları ile dayanışma içinde tekrar yeni bir direniş
mücadelesine kalkışabilir. Söz konusu parantez kaldırılsa da Türkiye ayağa
kalkabilir.
Emperyalizm
dünyanın beş kıtasında büyük bölgesel federasyonlar peşinde koşarken, tam o
aşamada merkezi coğrafya da çağdaş bir ulus devletin kurulması bütün
hazırlıkları boşa çıkarmış ve beklenmeyen bir gelişme olarak egemen güçlerin
açmış olduğu bir parantez olarak adlandırılmıştır. Atatürk ve arkadaşları büyük
emperyalist devletlere karşı çıkarak merkezi coğrafya da kendi ulus
devletlerini kurarak Türk ulusunu yok olmak gibi bir tehlikeli bir gidişten
kurtarmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti bağımsız tam bağımsız bir devlet olarak
yoluna devam ederken batılı emperyalistlerin hiç boş durmayarak Türk devletinin
önüne çeşitli komplolar, terör senaryoları, askeri rejimler çıkartarak birçok
engel çıkardıkları görülmüştür. Bu çerçevede genç Türkiye Cumhuriyeti ciddi bir
var olma savaşı yürütürken, küreselleşme döneminde emperyalizmin geçen
yüzyıldan getirdiği egemen olma planlarının yeniden devreye sokulduğu
görülmektedir. Türk devletini ortadan kaldıran yaklaşımlar yeniden ortaya
atılırken, Sovyetler Birliğinin dağıldığı ama buna karşılık merkezi alandaki
sonradan olma bir küçük devlet olarak İsrail’in önem kazandığı ve bu doğrultuda
Büyük İsrail projesine yönelen bir hegemonya oluşturmak üzere bölgede terörü, çatışmaları
ve bölücülük hareketlerini desteklediği halk kitleleri tarafından anlaşılmaya
başlanmıştır. Devletin kurucusu Atatürk Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler
içine girerek, Hrıstıyan Avrupa kıtası ile düşmanlık yapmamaya dikkat etmiş ama
Siyonizmin ana hedefi olan Büyük İsrail projesine karşı çıkmıştır. Eski bir
asker olan Atatürk Büyük İsrail Federasyonunun kurulması durumunda önemli mücadeleler
vererek kurmuş olduğu ulus devletin ortadan kalkacağını iyi biliyordu. Irak ve
Suriye gibi devletlerin kuzeyinde öne çıkarılan farklı etnik ve dini kimliklere
dayanan eyalet devletlerinin sonunda Türk devletini parçalayacağını çok iyi bildiği
için Arap ve Müslüman toprakları üzerinde kurulacak farklı dinden bir devletin
kurulmasını savaş nedeni olarak görüyordu. Irak’ın kuzeyinde oluşturulacak
farklı bir devlet komşu devletleri bölerek ve İsrail’in önünü açarak, rahatlamasını
sağlayacak ama Türkiye’nin güneydoğu bölgesi ile bütünleşmeye gidebilecek
böylesine bir yapılanma İsrail’i daha iyi bir konuma getirirken, Türkiye
Cumhuriyeti’nin bölünmesine giden tüm yolları emperyalizme doğru açacaktı. Prof.
Dr. Yalçın Küçük’e göre Atatürk bu jeopolitik nedenle İsrail devletine karşı
çıkıyordu.
Büyük
bir mücadele ile kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti devleti geleceğe doğru emin
adımlarla ilerlerken, batılı emperyalistler gene bu devletin önünü kesme
çizgisinde Atatürk Cumhuriyetini engelleyebilmenin arayışları içine
giriyorlardı. Atatürk Cumhuriyetinin güçlü bir ulus devlete yönelen yapılanması
emperyal güçler tarafından engellenemediği için, son aşamada ret edilemeyecek bir parantez olarak görülmüş
ve böylece genel gidişten sapma olmadan Şark meselesinin Türkiye sorunu
çözülmeye çalışılmıştır. Dünya konjonktürü küresel şirketlerle ulus devletleri
karşı karşıya getirdiği için, ulus devletlerin var olan üniter, ulusal ve
merkezi yapılarını korumaları gerekiyordu. Cumhuriyetin yüzüncü yılına girildiği
bu aşamada, Türk devleti de geçmişten parantez tanımı ile gelirken, devletin bu
özelliğinin aslında parantez olarak devletin ideolojik kurumu olan Halkevlerinden
geldiğini, yüz yıl sonra bugün iyi görmek gereklidir. Dışarıdan bakıldığında
devlete verilmiş bir imtiyaz olarak görülen parantez yapılanması, Türk Ocakları
sonrasında kurulan Halkevleri ile açıklanmaya çalışılmıştır. Cumhuriyetin ilk
aşamasında kurulan Avrupa tipi ulus devlet mücadelesi Türk Ocakları ile
açıklanırken, ikinci aşamada devletin kuruluşu sırasında Türklüğü kabul etmeyen
halk topluluklarının, devletin eşit vatandaşları olarak halkçı cumhuriyetin
birer parçası olması benimsenmiştir. Üçüncü aşama olan cumhuriyetin
kurumlaşması sırasında, Atatürk ciddi bir devlet aklı kullanarak devletin
modeli açısından Halkevleri aracılığı ile yola devam edilmesine karar vermiştir.
Ne var ki, ilk genel seçimler sonucunda Demokrat Partinin iktidara gelmesi
üzerine Halkevleri örgütü kapatılarak, yeniden Türk Ocakları yapılanmasına geri
dönülmüştür. Daha sonraki aşamada iktidara gelen askeri rejim Halkevlerini
yeniden kurarken, diğer yandan Türk Ocakları örgütlenmesi de Demokrat Parti üzerinden
yeniden kurulmuştur. Günümüzde Türk Ocakları ve Halkevleri aynı toplumun içinde
ve cumhuriyetin çatısı altında bir arada yaşarken, Türk devletini zorlayan
sorunlara birlikte karşı çıkarak ulusal sorunlara karşı ortak mücadele etmek
zorundadırlar.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Facebook paylaştım... Yazınızdaki bilgi paylaşımı için teşekkürler...
YanıtlaSil