14 Kasım 2022 Pazartesi

KAPATILAMAYACAK HALKEVLERİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

 KAPATILAMAYACAK HALKEVLERİ     

              Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, dünyanın tam ortasında böyle bir ulus devlet yapılanmasına birçok emperyalist merkez karşı çıkmıştır. Geleceğin dünyası için kendi plan ve projeleri doğrultusunda devlet yapılanmaları peşinde koşan hegemonyacı büyük devletler, hiçbir zaman kabul etmek istemedikleri Türkiye Cumhuriyeti devlet modeline karşı çıkarak, sonuna kadar verdikleri bir büyük mücadele ile Atatürk’ün kafasında uzun mücadele yıllarında biçimlenmiş olan üniter ve merkezi ulus devlet projesine her zaman için karşı çıkmışlar ve bu doğrultuda karşı çıkamadıkları zamanlarda da dünya konjonktürünün zorlamış olduğu yeni merkezi yapılanmalar doğrultusunda, batı emperyalizmine tepki olarak geliştirilmiş olan savunmacı devlet modeli olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, Lozan Barış Antlaşması ile kabul ettikleri aşamada, bu durumu geleceğe dönük olarak kalıcı değil ama geçici bir olgu olarak gördüklerini söylemekten çekinmemişlerdir. Konuşma ve yazı ortamlarında geçici bir durum olarak onaylar göründükleri Türkiye Cumhuriyeti’nin bir parantez olarak görülmesi gerektiğini belirterek, Türk devletinin kurulmasını sağlayan tüm barış sözleşmelerini imzalamışlardır. Ne var ki, imza aşamasından sonra her fırsatta bu kurucu sözleşmelerin geçici olarak görülmesi gerektiğini ve bu doğrultuda ortaya çıkmış olan yeni siyasal düzenlemenin kalıcı olmadığını belirtmekten çekinmeyerek, yıllar süren ulusal kurtuluş savaşının Türk ulusu için kalıcı olarak kabul edilmiş bir son aşama olması gerekirken, bu durumun geçici olduğunu vurgular bir biçimde ortaya çıkan tablonun bir parantez olarak benimsenmesi gerektiğini söyleyerek, Birinci Dünya savaşı sonrası dönemde savaş koşulları ile birlikte ortaya çıkmış olan yeni merkezi düzene başından beri karşı çıkmaktan geri kalmamışlardır. Sözleşmelerin imza aşamasına gelinmesinden sonraki aşamada öne çıkarılan parantez kavramı sıklıkla kullanılarak, Misak-ı Milli sınırları içinde var sayılan Türkiye Cumhuriyeti batının önde gelen emperyalist devletleri tarafından sonuna kadar parantez ilan edilerek, bu durumun geçiciliği dünya kamuoyuna açıklanmaya çalışılmıştır.

                Türk devletinin kuruluş aşamasında uluslararası hukuk düzenine göre kişilik kazanmasıyla birlikte kalıcı bir düzen oluşmasına rağmen daha ilk aşamada bu durumun geçici bir aşama olduğunun belirtilmesi ve bu noktadan sonra da Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı sürekli olarak kullanılan parantez ifadesi, Türkiye’nin batı ülkeleri ile ilişkilerinde sürekli olarak bir siyasal çıkmazı öne çıkararak, Türk devletinin dünya kamuoyu önünde küçük düşürülmesine giden yolu açmıştır. Normal koşullarda kalıcı olmayan ve geçici durumlar için ifade edilen parantez tanımlamasının, barış antlaşmalarının imzalanma aşaması ile birlikte yapılmaya başlanması, batı dünyasının uygar olduğunu iddia eden büyük devletlerinin dünya uluslarına karşı ne derecede emperyalist ve düşman konumlar içinde olduklarını göstermektedir. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılını tamamlama aşamasında emin adımlarla yolunda ilerlerken, gene bir asır önceden gündeme sokulmuş olan, istenmeyen parantez suçlamalarını bazıları anti-Türk çizgide yeniden gündeme getirerek çamur atma oyunlarına girişmiş görünmektedirler. Birinci Dünya Savaşı sonrasında resmen kurulmuş olan ulus devletler içinde en önde gelen önemli devletlerden birisi olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş devletler ailesinin onurlu bir üyesi olarak kabul edilmesi gerekirken, bu yeni devleti geçici kalmaya mahkûm etme çizgisinde parantez suçlamaları daha da tırmandırılarak ortalık karıştırılmaya çalışılmaktadır. Küresel emperyalistler dünyayı bir kaos ortamına doğru sürüklerken, doğu ve batı blokları arasında bir merkezi coğrafya devleti olarak öne çıkarılmış olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı geliştirilen geçici olma değerlendirilmesinin hem Türkiye hem de uygar dünya düzeni açılarından kabul etmek pek mümkün görülmemektedir. Türk devletinin toprakları üzerinde gözü olan ve bu coğrafyada kendi çıkarları doğrultusunda kukla devletler oluşturmak isteyen batının önde gelen emperyal devletleri, kendi hegemonya çıkarları için Türkiye Cumhuriyeti’nin kalıcı olmasına açıktan karşı çıkmaktadırlar.

                Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında, Türk ulusunun bir kurtuluş savaşı vererek oluşturduğu cumhuriyet devletinin sonsuza kadar yaşayacağını, Türklerin kurucu önderi olarak Atatürk açıkça dile getirmiştir. Cumhuriyetin her yerde ve aşamada sonsuz düşmanları olduğunu iyi bilen Atatürk, bütün bu gibi tehlikelere karşı en son noktaya kadar direnileceğini belirterek, devletin sonuna kadar yaşayacağını açıkça ilan etmiştir. Anadolu toprakları üzerinde Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları zamanından bu yana yaşayan Türkler, kendilerini dünyanın merkezi coğrafyasından atacak olan bu tür emperyal girişimlere ve projelere karşı her zaman için karşı çıkmayı bir görev olarak görmüşler ve Türk sınırlarına dönük olarak geliştirilen saldırılara karşı her zaman hazır durarak ülke güvenliğini ve Türk ulusunun siyasal ve ekonomik çıkarlarını her aşamada gerektiği gibi korumasını bilmişlerdir. Cumhuriyetin geleceğe dönük bir hedef çizgisinde sonsuza kadar ayakta kalacak bir biçimde korunması tüm düşmanca girişimlerin önünü kestiği gibi, aynı zamanda devletin sonsuza kadar devamlılığını sağlayan bir biçimde tam bağımsızlık için gerekli olan hazırlıkların tamamı ile her zaman için bir vatan savunmasının canlı olarak yapılabilmesi ihtimalini yüksek tutmaktadır. Bu aşamada parantez kavramının geçicilik ifade eden yönü ile, Atatürk cumhuriyetinin sonsuza kadar sürüp gidecek bir devamlılık içinde olabilmesi için her türlü geçici koşullardan uzak kalarak sürekli bir mücadele halinde yoluna devam etmesi gerekmektedir. Devletlerin devamlılığı prensibi ile parantez kavramının geçici bir karaktere sahip olması özelliği açıkça bu aşamada karşı karşıya gelerek çatışma ortamı yaratmaktadır. Devletlerin devamlılığı ilkesi vazgeçilmez bir yaşamsallık ortaya çıkardığına göre, devletlerin diğer özelliklerinin de bu doğrultuda ortaya konması ve geliştirilmesi zorunlu olmaktadır. Devletler kendi toplumlarının güvenliği için devamlılık göstermek durumunda oldukları için aynı zamanda sahip oldukları kamu kurumları ile birlikte, varlıklarını sonsuza kadar sürdürmek ile yükümlü bulunmaktadırlar. Devlete bağlı olan kamu kurumları ile birlikte devletin kendi sınırları içinde kalarak kendine has özelliklerini sonsuza kadar devam ettirmek istemeleri, normal talepler olarak her zaman için devrede olabilmektedirler.

                Devletler sahip oldukları modeli ve siyasal yapılanmaları sonsuza kadar koruyarak sürdürürken, aynı zamanda kendi siyasal modellerinin de kavgasını vermek durumunda kalmaktadırlar. Her devlet sahip olduğu farklı özellikler taşıdığı kadar, aynı zamanda diğer devletlere benzeyen asgari koşullara ya da kamusal örgütlenmelere sahip olmak durumundadırlar. Bu çerçevede devletlerin kamuoyuna açık kamusal örgütleri olduğu gibi, aynı zamanda devlet sisteminin düşünce temelini temsil eden ideolojik kamu kurumlarına da sahip olmaları gerekmektedir. Tarih ve coğrafya bilimlerinin içinden çıkarak devletleşme şansını elde eden siyasal yapılanmaların, sonsuza kadar özelliklerini ve yapılanma modellerini korurken, sadece kaba kuvvete dayanan maddi yapılara değil ama aynı zamanda, ülke ve devletlerin özelliklerine göre gündeme gelen devletin ideolojik aygıtlarına da sahip olmaları gerekmektedir. Her devletin içinden çıktığı bölgelerin özelliklerine ve koşullarına göre biçim kazanan devletlerin ideolojik kurumları üzerlerine düşen  görevleri yerine getirirken, toplumların egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda yönetilmelerini sağlayan  siyasal sistemin temel dayanak noktasını oluşturan güçlü toplum katmanlarının etkilerini yansıtan devletin ideolojik aygıtları üzerinden kamuoyu tartışmalarına müdahale ederek ülke güvenliğini  kendi elleri ile koruyabilmeleri gereksinmesinin toplumun gerekli adımları atmasıyla birlikte güvence altına alınabilmeleri sağlanabilmektedir. Bir toplumun içinde bulunan çeşitli sosyal sınıf ya da katmanların öne geçmesiyle birlikte başlayan süreçte, sınıf çatışmaları görüldüğü için her devlet bu gibi durumları önlemek ya da kontrol altına alabilmek için egemen sınıfların ya da toplum kesimlerinin kendi devletlerinin rakip devletlere karşı korunabilmesi hedefini gerçekleştirme doğrultusunda harekete geçebildikleri görülmektedir. Devletlerin kendi toplumlarının içine doğru örgütsel bir derinliğe kaymaları durumunda her devletin ideolojik aygıtları ortaya çıkarak, devlet ve kamu düzenini tehdit eden saldırılara karşı kendini koruma görevlerini yerine getirmektedirler. Bu tür sorunların aşılmasında ideolojik aygıtlar devletlere kendini koruma ve savunma haklarını vermektedir.

                Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında yer alan Türk Ocakları ile birlikte, daha sonraki aşamada toplum devletin modeline göre yeniden yapılandırırken, Atatürk tarafından kurulmuş olan Halkevleri ile birlikte Millet Mektepleri ve de Köy Enstitüleri gibi örgütlenmelerin yeni kurulmakta olan devletin ideolojik kurumları olarak, devreye girdikleri ve kurucu irade tarafından da sorunların aşılabilmesine katkı sağladıkları anlaşılmaktadır. Türk milleti yaratılırken Millet Mektepleri aracılığı ile millet olmanın esasları ve eğitimi ile birlikte kırsal alanda köylerin canlandırılması sağlanırken, Köy Enstitüleri gibi örgütlenmelerde genç cumhuriyet devletinin öncelik tanıdığı konular olarak ele alınmış ve ülke içindeki sorunların aşılmasında, bunların ülkenin ulusal çıkarları doğrultusunda devreye girmeleri sağlanmıştır. Türk devleti olabilmenin esasları Türk Ocakları yapılanması ile Rusya’da başlayan, İsviçre ve Almanya gibi Avrupa devletlerinde sürdürülen toplantılar dizisi sonucunda bu potansiyelin Osmanlı mirasına sahip çıkan Türkiye Cumhuriyeti’ne yansımasıyla, yurt dışında ön hazırlıkları tamamlanan ulusal bir yapılanma olarak Türk Ocakları tanınmış Türkçülerin bir araya gelmesiyle ikinci Meşrutiyet yıllarında İstanbul’da kurulmuştur. Türk Ocaklarının ülke düzeyine yayılması üzerine imparatorluk sonrasında gündeme getirilen yurt düzeyindeki Türk Ocakları, ulusal kurtuluş savaşının öncüsü ve hazırlayıcısı konumuna gelirken, Türk devletinin kuruluşuna giden ulusal kurtuluş yolunun örgütlü bir biçimde ortaya çıkmasına katkı sağlamıştır. Atatürk kurtuluş savaşı sırasında Türk Ocağı kurulan il merkezlerine giderek ve oralarda ulusal kurtuluş mücadelesi doğrultusunda konuşmalar yaparak, Türk ulusunun ülkesi ve devleti ile birlikte toplu bir biçimde kurtuluşunun savaşını vererek, çağdaş dünyaya Türkiye Cumhuriyeti adı altında milli bir devlet kazandırmıştır. Batının önde gelen ulus devletleri emperyalist saldırı ve işgalleri ile Türklüğü tarih sahnesinden silmek üzere harekete geçtikleri aşamada, çok geniş alanlara yayılmış olan Türk toplulukları merkez ülke olan Anadolu yarımadası üzerinde toplanarak batıdan empoze edilen Türklüğü yok etme operasyonuna karşı Türklük üzerinden direnirken, Türk Ocakları aracılığı ile Türklük olgusuna sahip çıkılarak, bunu bütünüyle korumak doğrultusundaki savaş kazanılmıştır.

                Türklerin sırtına bir ateşten gömlek giydirilmek amacıyla Misakı Milli sınırları içinde kurulan Türkiye devletinin toprakları emperyalist saldırılara uğramış ve bu doğrultuda, Türkiye işgal edilerek harita üzerinden Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti silinmek istenmiştir. Türk Ocaklarının yarattığı ulusal bilinçlenme Türk ulusunun yeniden şahlanarak varlığını koruması ve çağdaş dünya düzeninde hak ettiği onurlu yeri elde etmesine yardımcı olmuştur. Avrupa kıtasının yanında bir ulus devlet kurulurken işe yarayan Türkçülük akımı ve Türk Ocakları örgütlenmesi ulus devletler topluluğu olan Avrupa’nın yanında işe yararken, daha sonraki aşamada gündeme gelen Rus devrimi ve Sovyetler Birliği oluşumu Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı Avrasya coğrafyasını yakın bir baskı altına almasıyla birlikte, Türk devletinin dayandığı ulusal toplum yapılanmasının etnik ve dinsel alt kimlikler üzerinden baskı altına alınması, İngiltere ve Fransa gibi batının önde gelen emperyalist devletlerinin  kendileri ulus devlet olmalarına rağmen Sovyetler Birliğine komşu olan Türkiye coğrafyasında da Osmanlı ahalisinin  halkçılığı esas alan  alt kimlikler üzerinden kendi cumhuriyetlerini kurmaları  gündeme getirilerek, halkçı cumhuriyetçilik akımı Türk dünyası üzerinde genelleştirilerek, böylesine bir yapılanma üzerinden Türkiye toprakları beş ya da altı cumhuriyet olarak Sovyetler Birliği’ne bağlanmak isteniyordu. Bir yanı Avrupa diğer yönü Asya toprakları olan  Türkiye Cumhuriyeti’nin, Sovyet devrimi sonrasında  sahip olduğu ulus devlet yapılanmasını ve de Misakı Milli sınırlarını ortadan kaldırarak, ülkeyi bir çok küçük devletçiklere bölecek bir yapılanmayı önlemek üzere, Atatürk ulus devlet kurgusunun korunmasını gerçekleştirmek üzere  halkçılık esasına dayanan yeni bir örgütlenme aracılığı ile mikro milliyetçilik denen bölücülüğe karşı, halkçılık ve de cumhuriyetçilik ile çözüm geliştirmeye yönelerek, devletin ulusal kurtuluş ve kuruluş aşamaları tamamlandıktan sonra üçüncü aşamada cumhuriyetin kurumlaşması çizgisinde, Türkçülük üzerinden kurduğu ulus devletin küçük ulus devletçiklere bölünmesini önlemek amacıyla cumhuriyetin geleceğe dönük olarak kurumlaştırılacağı üçüncü aşamada Türk Ocakları kapatılarak Halkevleri kurulmuştur.

                Halkevlerinin kuruluşu ile birlikte gündeme getirilen halkçılık ilkesi, aynı etnik kökenden gelenlerin oluşturduğu ulusçuluk ya da ulusalcılık akımlarına farklı etnik kökenden gelen halk kitlelerinin, aynı ülkede beraberlik içinde yaşayabilmeleri ve mikro milliyetçilik akımları düzeyinde ülkeden kopma ya da parçalanma aşamalarına gelmelerini önlemek üzere başvurulmuştur. Atatürk devletin kurucusu olarak ülkenin birlik ve beraberliğine öncelik verirken, kurmuş olduğu Türk cumhuriyetinin sonsuza kadar yaşayabilmesinin yollarını aramıştır. Devrimin üçüncü döneminde Atatürk devletin geleceğe dönük kurumlaşmasını hedeflerken, Dil Kurumu ya da Tarih kurumu gibi geleceğe yönelik kurumsal yapıları kurmaya başladığında bunların isminin başına Türk adını eklemiş ama Türk Ocaklarının da sonraki aşamada Halkevleri’ne dönüşmesini sağlayarak, ülke içindeki etnik grupların arasında kalıcı bir denge oluşturmak üzere yeni bir kurumlaşma oluşumunu başlatmaya yönelmiştir. Devlet ile birlikte ülkede kamu düzeninin kurulması sırasında örgütlenen Dil ve Tarih kurumlarının adlarının başında “Türk” sıfatı ad olarak korunurken, ülke içindeki diğer alt kimliklerin de benzeri bir biçimde  mikro milliyetçilik istedikleri ve bu çizgide kendi etnik isimleri ile anılacak halk cumhuriyetleri arayışı içinde oldukları gündeme gelince, Atatürk devlet ile birlikte kurumların isimlerinin başında “Türk” adını korurken, devletin bir Türk devleti olarak kurulmasına yardımcı olan Türk Ocakları kuruluşunun ismini değiştirerek aynı çatı altında gerçekleştirilmiş olan  ve yurt düzeyindeki devlet ile toplumu bir araya getiren halk örgütlenmesine de Halkevleri adı verilmiştir. Türk Ocaklarına benzer başka alt kimliklerin üst kimlik örgütlenmesine gitmesine izin vermeyerek ve bu doğrultuda ülkedeki Misakı Milli sınırları içinde gerçekleştirilmiş olan üniter, ulusal ve merkezi  bir bütünlükle temsil edilen Türkiye Cumhuriyeti devletinin devleti ile milletini kaynaştırmak üzere  yeni bir yaklaşım, kurumlaşma düzeyinde gündeme getirilerek I920’lerde kurulmuş olan ulus devlet yapılanması, aradan on yılı aşkın bir süre geçtikten sonra I930’lu yıllarda gerçekleştirilen kurumlaşma oluşumu aracılığı ile cumhuriyetin gelecek yüzyıllarda ortaya çıkabilecek yok edici gelişmelere karşı bir önlem olarak ulus devlet ile halkçı cumhuriyetçilik ile bütünleştirilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede Türk Ocakları Halkevlerine dönüştürülürken, Osmanlı ahalisinden geride kalan ve kendisini Türk olarak görmeyen halk kitleleri halkçılık esasına dayanan bir cumhuriyetin eşit haklara sahip olan vatandaşları konumuna getirilerek uluslaştırılan Türk toplumunun iç çatışmalara kayması önlenmiştir.

                Sovyetler Birliği içinde yer alan küçük halk cumhuriyetlerinin bir benzeri olarak Orta Doğu’daki Arap topraklarında  küçük İsrail’in kurulmasına giden yol açılınca ve de merkezi coğrafyada Büyük İsrail Federasyonunun kurulmasına giden gelişmeler birbiri ardı sıra gündeme getirilince, benzeri bir mikro milliyetçi bir yapılanma Sovyetler Birliği adını almış olan mega devlet yapılanması  üzerinden ileri sürülmeye başlanınca, Orta Doğu bölgesinde geleceğe yönelen Büyük İsrail tipinde bir Federasyon yapısında yeni bir bölgesel büyük  devletin çok büyük oranda yeni bir emperyalizm olarak öne çıkarılmasını önlemek amacıyla, Atatürk kendi kurmuş olduğu ulus devleti sonuna kadar koruyabilme yolunda mücadele etmiştir. Atatürk önce kurtuluş savaşını kazanarak ulus devletin yolunu açmış, ikinci aşamada ise çağdaş bir yapılanma içinde örgütleyerek kurmuş, üçüncü aşamada ise geleceğe dönük bir kurumlaşmayı gündeme getirdiği noktada ise dünya konjonktürü ile Asya’nın kuzeyinde Sovyetler Birliği üzerinden, ya da Asya’nın güneyindeki Orta Doğu bölgesinde ise var olan ulus devletleri parçalayarak oluşturulacak mikro milliyetçi eyalet yapılanmaları üzerinden, Atlantikçi emperyalist devletlerin  Büyük İsrail, Büyük Orta Doğu ya da Yakın Doğu Konfederasyonları  projeleri aracılığı ile merkezi coğrafyanın merkezi devletini parçalamalarına izin vermemek ile her türlü emperyal müdahalelere rağmen bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin sonsuza kadar var olabilmesi hedeflenirken, Atatürk iç savaş ya da bölgesel çatışmalara doğru gidebilecek siyasal gelişmeleri önlemek ve de ülke içindeki halk kitlelerinin  güçlü bir siyasal entegrasyonunu sağlamak üzere, ulusçuluk ilkesinin getirdiği ulus devletin  yanı sıra halkçılık ilkesinin de anayasal bir kural haline getirilmesiyle, halkçı bir cumhuriyet rejimi kurulmuştur. Atatürk modeli devlet, ulus devlet ve halkçı cumhuriyet kaynaşması ile kurulmuştur.

                Cumhuriyetin üçüncü aşamasında geleceğe dönük kurumlaşma aşamasına gelinmiş ve bu doğrultuda, Atatürk Türkiye modeli devleti sentezci bir yaklaşım içerisinde kurarak, yoluna devam etmiştir. Türk devletinin kuruluşu aşamasında dayanak noktası olarak Türk Ocakları örgütlenmesi yeterli bir yapılanma olarak ortaya çıkmıştır. Ne var ki, kuruluş aşaması tamamlandıktan sonra devlet yapısının çökmemesi ya da tasfiye edilmesi gibi bir emperyalist maceraya Türkiye Cumhuriyeti’nin sürüklenmemesi için, kurulmuş olan devlet düzeninin hem devamlılığının sağlanması hem de bu devlet modelinin, cumhuriyetin sonsuza kadar sürmesi çizgisinde kurumlaşmasının adımları Atatürk’ün son döneminde atılmıştır. Atatürk Sovyetler Birliği  gibi ulusalcı ve dinci olmayan farklı bir siyasal  yapılanmanın ağır baskıları altında, böyle bir büyük yapılanmanın bir gerçek olduğunu ve Türk dünyasının böylesine bir büyük siyasal yapının Türk ve İslam dünyalarının tepesinde bir hegemonya merkezi olarak kurulduğunu konuşmalarında dile getirdiği gibi, yakın gelecekte Türklerin tarihin her döneminde devlet kurduğu topraklar üzerinde gene eskisi gibi bağımsız devlet yapılarının çatısı altında yeniden özgür siyasal düzenler kurabileceğini, özellikle cumhuriyetin onuncu yılı nedeniyle yapmış olduğu konuşmalarında Türk ulusunun gelecekteki kuşaklarına bir hedef olarak belirtmiştir. Bir dünya ihtilali ile kurulmuş olan Sovyetler Birliği’nin Türk ve İslam dünyalarının yanı başında  bir büyük baskı düzeni getiren modelinin kalıcı olamayacağını her fırsatta vurgulamaktan kaçınmayan Atatürk, hem komünizme giden yolda sosyalist hareketleri izleyerek, halkçı cumhuriyet deneylerini incelemeye çalışmış hem de batı dünyasındaki yeni gelişmelerin ulus devletleri nasıl etkilemekte olduğunu yakından izleyerek Türkiye için değerlendirmeler yaparak, doğu ve batı dünyaları arasında sıkışıp kalan Türk devletinin geleceğini güvence altına alarak kurumsal bir model oluşturacak bir biçimde yönlendirilmesi için Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih kurumlarını oluşturarak kurumsallaşma çalışmalarını kesin ve kalıcı  bir çizgide örgütlemeye çaba göstermiştir.

                Ulusal kurtuluş savaşı sırasındaki anti-emperyalist tavır Atatürk’ün kararlı tutumu sayesinde devletin kuruluşu aşamasında da sürdürülürken, ülkenin tepesindeki büyük çatıyı oluşturan Sovyetler Birliği’nin yeni bir emperyalist merkez olmaya yönelmesi aşamasında, Türk devletinin anti-emperyal bir çizgide tam bağımsız bir devlet olarak varlığını koruyabilmesi açısından, geleceğe dönük kurumlaşmanın adımları kararlı bir siyasal yaklaşım çerçevesinde birbiri ardı sıra atılarak, gelecekte geri adım atılabilecek hassas konularda koruyucu bir duvarı  oluşturulmaya çalışılmıştır. Dışa dönük yapılanma içinde uluslararası hukuka göre davranılırken, içe dönük yapılanmada ise ulus devlet çatısı altında daha katı bir milliyetçiliğe kayılmaması için Türk Ocaklarından Halkevlerine geçiş aşaması kurumlaşmanın temeli olarak gerçekleştirilmiştir. Devlet yapısı ulusal olmasına rağmen, katı bir milliyetçi gelişmenin ülkeyi alt kimlikler çatışmasına götürebileceği endişesi halk kavramına dayanan halkçılık anlayışının devreye sokulmasını gündeme getirmiştir. Ulus kavramının benzerlikler üzerinden tam anlamıyla bir ülkesel entegrasyonu ifade etmesi beraberinde bir de uluslaşma sürecini gündeme getirmiştir. Avrupa ülkelerinde ulus devletlerin dünya sahnesine çıkmasını sağlayan uluslaşma süreçleri, iki yüz yılı aşkın bir zaman dilimi içinde Avrupa kıtasının ulus devletlerini çağdaş uluslar ailesinin içine dahil ederken, Atatürk genç Türkiye Cumhuriyeti’nin de böylesine bir hedefe yönelerek çağdaş dünyanın içinde yer alacağını her zaman için dile getirmiştir. Ne var ki, batı ülkelerinde iki yüz yıllık uzun bir zaman dilimi içinde gerçekleşen ulusal yapılanmalara benzer bir devlet modeli, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu sırasında yirmi yıllık daha küçük bir zaman dilimi içinde Türk devriminin öncü kadrosu tarafından tamamlanmaya çalışılmış ama uluslararası konjonktürün getirdiği baskılar ve iki büyük dünya savaşının uluslararası alanda büyük tahribatlar meydana getirmesi yüzünden  bu kadar kısa bir zaman içinde batı tipi ulus devlet modeli kurulabilmiştir. Ne var ki, cumhuriyetin kurucu önderi Atatürk’ün ömrünün kısa olması yüzünden devlet modelinin tam olarak kurumlaşması sağlanamamış ve bu yüzden de Osmanlı döneminden geride kalan ahali içinde farklı alt kimliklere sahip kişiler bütünüyle uluslaşamadıkları için, Atatürk kurmuş olduğu ulus devletin  içe dönük halkçı girişimler üzerinden entegrasyonunun tamamlanmasına dikkatli bir biçimde öncelik vermiştir.

                Halkevleri böylesine bir kurumlaşma çabasının biçimlenen örgütü olarak tarih sahnesine çıkarken yoğun araştırma ve incelemeler yapılmıştır. Atatürk son döneminde kurumlaşmaya yönelik çalışmalarını sürdürürken, sadece devlet kurucusu olarak hareket etmemiş ama aynı zamanda bir ulusun ortaya çıkmasını sağlayacak millet kurucusu olarak da hareket etmiştir. Bu nedenle bir ulusun tarih sahnesine çıkması sırasında dayanak noktası olan dil ve tarih alanlarında devletin dışında sivil bir kurumlaşmaya ağırlık vermiştir. Benzeri bir çalışmayı Türk Coğrafya Kurumu ile Türk Hukuk Kurumu gibi diğer alanlarda da Atatürk sonrasında kurumlaşma atılımları, her alanda sürdürülerek cumhuriyet devriminin her alanda kalıcı bir kurumsallaşma yolu ile istikrarlı bir biçimde geleceğe yönelmesi hedeflenmiştir. Siyasal alanda her dönemde çeşitli yenilikler gündeme gelebilmekte ve bu gibi değişken durumların istikrarsızlık yaratması yüzünden bazen devrimci atılımların kısa bir süre sonra karşı devrimci gelişmeler ile karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Bu çerçevede kısa ömürlü olan çeşitli devrimci adımların bir süre sonra tamamen tersi yönde bir karşı devrim saldırılarına direnemeyerek, ortadan kalkma gibi olumsuz bir dönüşüm devreye girebilmektedir. Türkiye’de Atatürk’ün öldüğü gün karşı devrimci dönemin başladığını öne süren bilimsel çalışmalar kamuoyu önünde gündeme   getirilerek tartışılırken, kurumlaşma aşaması öncesindeki Türk Ocaklarının kapanması ile Halkevleri düzenine geçişin ilk adımları atılmıştır. Asya gibi doğu dünyasının merkezi üzerinde Avrupa tipi bir batılı devlet modeli kurabilmek son derece zor olmuş ve kurtuluş ile kuruluş gibi ilk iki aşamada  başarılı olan Kemalist devrim gene Atatürk’ün başlattığı üçüncü aşamadaki kurumlaşma aşamasında sarsıntılar geçirmiş ve karşı devrimci girişimler Atatürk sonrası dönemde devreye girerek, kurucu önder Atatürk’ün bir büyük sentez girişimi ile geliştirmiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti devletini zora sokarak devrimin temel ilkelerinden ödün verilmesi yoluna  sapılmıştır. Kendi temel ilkelerine doğru dürüst sahip çıkamayan Kemalist devrim yirminci yüzyılın ikinci yarısına girerken başlatılan askeri darbeler aracılığı ile, kendine özgü bir model ile kurulmuş olan Atatürk cumhuriyetinin, kurumlaşmasının tamamlanamaması yüzünden o dönemin geride kalması gibi olumsuz bir durumun ortaya çıkmasına giden yol açılmıştır.

                Dünyanın doğusunda batı tipi bir devlet kurmanın zorluklarını iyi bilen Atatürk, Türk Ocaklarından Halkevlerine geçiş yaparken karşı devrimci saldırı ya da girişimler ile karşı karşıya kalınacağını iyi bilerek kurumlaşmanın adımlarını atarken, Kemalist devrim için koruyucu bir şemsiyeyi Halkevlerinin kuruluşu ile oluşturuyordu. Böylece alt kimlikler çatışması kışkırtılarak ülkenin küçük küçük ulus devletlere bölünmesi gibi olumsuz bir duruma halkçılık ilkesi benimsenerek izin verilmiyordu. Laiklik ilkesi sayesinde ülkede din dışı çağdaş bir yönetim oluşturulurken, farklı dinlere mensup olan toplulukların tıpkı imparatorluk döneminde olduğu gibi beraberce ve birlikte yaşam düzenleri içinde yaşayabilmelerinin temelleri atılıyordu. Halkçılık ilkesi milliyetçilik üzerinden kurulmuş olan ulus devletin varlığını da hassas dengeler içinde güvence altına alıyordu. Fransız devriminin laiklik, cumhuriyetçilik ve milliyetçilik ilkeleri, Sovyet devriminin devletçilik, devrimcilik ve halkçılık ilkelerinin anayasa ve yasalarda yer almasıyla birlikte doğu ve batı dengeleri ülkede yeniden kurulurken, Halkevleri devrimlerin bekçiliğine soyunan Türk halkının altında toplandığı Atatürk evleri konumuna gelerek, karşı devrimci girişimlere karşı Kemalist devrimin hem koruyuculuğu hem de geleceğe dönük güvenli yapılandırılmasının toplum merkezleri olarak yeni bir misyon üstleniyordu. Bir Fransız filozofun geliştirmiş olduğu devletin ideolojik aygıtları teorisi üzerinden konuya bakıldığında, Türk devletinin kurtuluş ve kuruluş aşamalarında Türk Ocaklarının devletin biçimlenmesine yardımcı olan bir ideolojik kurum olarak öne çıktığı görülmektedir. Devrimin üçüncü adımı olan kurumlaşma aşamasına gelindiğinde, Atatürk’ün organize ettiği halkçı cumhuriyet modeli devrimin kalıcı bir biçimde kurumlaştırılması açısından yararlı olduğu ve bu nedenle de Atatürk devrimini tümüyle ortadan kaldıracak bir karşı devrimin bütünüyle etkinlik sağlayamadığı görülmüştür. Halkevleri devrimin halk okulları olarak her dönemde kendisinden beklenen toplumsal ve kültürel görevleri, cumhuriyetçi bir misyonun gerekleri olarak yerine getirmiştir.

                 Cumhuriyetin yüzüncü yılına girerken, Atatürk devriminin örgütü olan Halkevleri bugünün Türkiye’sinde demokratik kitle örgütleri arasında yer alarak, ülkedeki geçmişten gelen siyasal yapılanmanın sivilleşmeye doğru bir yöne kanalize edilmesi doğrultusunda çalışmalarını sosyal ve kültürel alanda sürdürmektedir. Atatürk devrimlerinin bir örgütü olan Halkevleri devrimin kurumlaşması döneminde, Türk Dil ve Tarih Kurumları ile birlikte Atatürk ideallerinin gerçekleşmesi çizgisinde misyonunu her aşamada yerine getirmeye çalışmaktadır. Türk devletinin farklı koşullardan gelen bugünkü yapılanmasının temelinde yer alan Halkevleri, bir anlamda devletin ideolojik aygıtı olarak da görülebilmektedir. Özellikle batı dünyasından gelen liberal kesimlerin Halkevlerini açıkça Kemalist rejimin ideolojik kurumları olduğunu öne sürmesi ve bu doğrultuda sürekli olarak yayınlar ve suçlamaları kamuoyu önüne getirmesi yüzünden, batı emperyalizminin Atatürk Türkiye’sinden hıncını, Halkevlerinin kapatılmasına ve bu doğrultuda suçlanarak toplumsal etkinliklerinin kaldırılması  üzerine ara rejimlerde ve askeri yönetimler sırasında bu örgüt suçlanarak yargılanmış ve kapatılarak Atatürk devriminin kaleleri konumundaki Halkevlerinin, Türkiye’nin geleceğinde etkili rol oynamasının önü kesilmek istenmiştir. Atatürk ve devrimin öncü kadrosu Halkevlerini kurarken ve daha sonraki dönemlerde çalışmalarını yönlendirirken cumhuriyetin temel ilkelerine uygun düşen bir devlet modelinin oturtulması için çok çaba harcanmış ve bunların sonucunda da ülkenin bütün kentlerinde Halkevi şubeleri açılmış ve bunlara bağlı olarak da beş binden fazla  köyde de Halk Odaları kurulmuştur .Kemalist devrimin son aşamasında geliştirilen Halkevlerinin kuruluşu sırasında  batı Avrupa ülkelerindeki benzer durumlar ve örgütler incelenerek yararlanılmıştır. Almanya’daki halk yüksek okulları, Çek Cumhuriyeti’ndeki Sokol adını taşıyan halk okulları ile Danimarka’daki halk eğitimi kurumları dikkate alınarak, Türkiye için yeni bir yaygın eğitim modeli bir sentez çalışması ile geliştirilmiştir. Halkevleri 1930’lu yılların ürünü olarak Türk toplumunu yeniden yapılandırırken, 1940 ‘lı yıllarda ikinci dünya savaşı sırasında, Köy Enstitüleri daha ileri ve halkçı bir eğitim modeli olarak Kemalist cumhuriyetin öne çıkardığı bir uygulama olarak tarih içindeki yerini almıştır.

                Atatürk cumhuriyet devriminin üçüncü aşamasında Halkevlerini kurarak toplumsal devrimi millet ve devletle bütünleştirerek ortaya diğer ülkelerden çok farklı bir devlet  modeli  koymuştur. Sosyalist Sovyetler Birliği ile Siyonist İsrail arasında kalan bölgede yeni bir tampon devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetini diğerlerinden farklı kılan  model olarak, Rusya’daki Sovyetler ile birlikte İsrail’de gündeme getirilen, Kibutz’lar arasında kalan  ama her ikisine de benzemeyen bir toplumsal yapılanma, Halkevleri üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmış ama ikinci dünya savaşı sonrasında gündeme gelen uluslararası karışıklık ortamında bu konuda istendiği gibi bir sonuç alınamamıştır. Orta çağ Avrupa’sında görülen derebeylik sisteminin devletin farklı modeli olarak gündeme getirilmesi, Halkevleri gibi Avrupa tipi bir bölgesel toplum kurumlaşması olarak devrimin tabana inerek halk kitleleri ile bütünleşmesi açısından olumlu yansımalar getirmiştir. Halkevleri devrim döneminin sonlarında gündeme gelirken, devletin farklı bir model olarak gündeme getirilmesinde temel dayanak noktası olmuştur. Cumhuriyetin kurucuları tarafından böylesine bir model istendiği için rejimin toplumsal tabanını, Halkevleri aracılığı ile güçlendirerek halkçı cumhuriyetin temelleri atılmıştır. Sosyal ve kültürel çalışmaları ile Türk toplumunu çağdaş dünyaya açan ve hayatta en gerçek yol gösterici olarak bilim ile kültürü seçen bir devrimci iktidarın uluslararası alandaki gelişmeler ve yaşanan konjonktürün etkileri ile farklı bir devlet modeli Türkiye’de gündeme getirilirken, ülkede huzur ve istikrar sağlanmaya çalışılmıştır. Osmanlı devletinin son döneminde ortaya çıkan isyan ve başkaldırıların ortadan kaldırılması doğrultusunda, Türkiye ulus devletini halkçı cumhuriyet yaklaşımı ile bütünleştirerek geleceğini güvence altına alabilmenin arayışı içinde olmuştur. Bu nedenle de her türlü saldırı ve haksızlığa karşı Türk devleti kendi, özgün modeline dayanarak kendisini korumuş ve kendi modelini güçlendirerek bölgedeki Türk ve İslam devletlerine emsal olabilecek farklı bir modeli deneyler sonucunda geliştirmiştir. Türkiye bu tür olayları fazlasıyla yaşayarak bugünlere geldiği için hiç kimse devrimci atılımların önünü kesememiştir.

                Parantez kavramı iki büyük dünya savaşı arasında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımlamak için kullanılmış bir kavramdır. Bu makalenin başlığında yer alan parantez kavramı aslında Türk devleti için kullanılmış olan bir kavramdır. Yedi yüzyıllık bir imparatorluk sonrasında çöken Osmanlı devletinin merkezi alanında çağdaş bir ulus devletin kurulması, batılıları ve batıcıları çok şaşırtmış ve hiçbir biçimde Türklere  yakıştıramadıkları çağdaş bir cumhuriyet devletinin temel siyasal yapılanmasını, yeni kurulan Türk devletinin kullanmasını geçici  bir parantez olarak gördüklerini söyleyen batılılara karşı, Türk devleti  bir parantez olmadığını ve çağdaş bir devlet olma hedefi çizgisinde  kesin kararlı olduğunu, köklü bir devrim yaparak ve  bu devrimi daha sonraki aşamada kurumlaştırarak ve batı emperyalizminin saldırılarına karşı kurumsal bir devamlılık içinde olacağını açıkça dile getirerek, hiçbir biçimde parantez kavramına yakın durmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet yaşayacağını her fırsatta dile getiren kurucu önder Mustafa Kemal, böylesine büyük bir iddiayı taşıyacak derecede güçlü bir devlet yapılanmasını süreklilik içinde hazırlarken, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının geçici olduğu söylenen parantezi kapatma gibi bir kavramsal yaklaşım Atatürk’ün sonsuzluk arayan tutumu çerçevesinde anlamsız kalmaktadır. Kemalist rejim Atatürk ilkelerine uygun bir biçimde kurumlaşırken, gelip geçici parantezler olgusunu ortadan kaldıracak bir biçimde güçlenebilmenin çabası içinde olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına girerken arkasında bıraktığı yüz yıllık zaman diliminin getirdiklerini iyi değerlendirerek genel bir sonuca varmak durumundadır. Böylesine bir tutum ile devletler ya da örgütler için kesin karara varılabilir.

                 Parantez kavramını devletler ya da siyasal rejimler açısından ele alarak incelemek mümkün olduğu gibi, aynı zamanda böylesine bir parantez kavramının devletlere paralel olarak oluşturulan kamu kurumları içinde kullanılması mümkündür. Halkevlerinin şimdiye kadar süren etkinlikleri zaman zaman durdurulacak bir biçimde ele alınarak incelenirken, bu kuruluşların kurulması için belirli makamlar tarafından izin ya da onay verilmesi gündeme getirilebilmektedir. Halkevleri Demokrat Partinin iktidara gelmesi ile ve 12 Eylül Nato darbesi sırasında, cumhuriyet tarihi içinde iki kez kapatılmış ama daha sonraki gelişmelerin getirdiği özgürlükçü ortam çerçevesinde bu Atatürk kuruluşları yeniden açılarak eğitim ve kültür çalışmalarını sürdürebilmişlerdir. Türkiye üzerinde etkili olan batılı emperyalist devletlerin baskıları ile her dönemde kapatılmaya çalışılan Halkevleri örgütü, ara rejimler sırasında karşılaştığı haksız ve hukuk dışı tutumların hedefi olarak zorlansa da iyi yetişmiş kadroların devreye girerek gerçekleri ortaya koymaları ile Halkevleri bir cumhuriyet kurumu olarak varlığını sürdürebilme şansını elde etmektedir. Devletler için kullanılan parantez kavramının Halkevleri gibi demokratik kitle kuruluşları ya da devletlerin kendi modellerine uygun olarak ele alınarak incelenmesiyle, Atatürk’ün devlet modeli açıklığa kavuşabilir. Devletlerin varlıklarına karşı tehdit oluşturan parantez suçlamaları aynı zamanda Halkevleri gibi kamu kurumları ya da demokratik kitle kuruluşları için de kullanılabilmektedir. Ne var ki, bu gibi durumlarda gündeme getirilen parantez suçlamalarının gerçeklere oturmadığı bir noktada, parantez iddiaları sonuçsuz kalarak tartışmaların dışına düşmektedir. Devletin ideolojik kurumları ile birlikte genel gidişe ters düşen parantez kurumlar olarak da öne çıkarılan Halkevlerinin, sürekli olarak kapatılmak istenmesi batı emperyalizminin talepleri doğrultusunda gündeme gelmektedir. Türkiye’de Halkevleri ile birlikte Köy Enstitülerinin de kapanması istenirken, gene batının malum emperyalist devletleri Türk halkının geleceğini baskı altına almaktadırlar. Sol kuruluşlar olarak tanımlanın her iki kamu yararına kuruluşun ülkenin geleceği için yoğun çalışmalar yürütürken, haksız suçlamalarla hedef haline getirilmeleri ülkede var olan hukuk devleti düzeninin yürürlükten kaldırılmasına giden yolu açmaktadır. Her on senede Atlantikçi ya da Siyonist darbe senaryolarının askeri yönetim kurması, Halkevleri gibi halk örgütlerinin yargılanacağı ya da cezalandırılacağı bazı aşamaları öne çıkarmaktadır. Devletler gibi örgütlerin de sonsuzluk arayışı içinde olduğu bir dava platformunda, var olan kuruluşlara yönelik suçlamalar fazla yargılama yapılmadan ele alınarak karara bağlanırken, devletler için de uluslararası alandaki kazanılmış haklarının kaldırılmasını zamanla gündeme getirebilmektedir.

                Atatürk bir ulus devlet kurarken Osmanlıcılığın ya da İslamcılığın yetersiz kaldığını tıpkı Yusuf Akçora’nın Üç Tarzı Siyaset isimli kitabında ileri sürdüğü ve dile getirdiği gibi bir ulusal kimliği benimseyerek, o kimliğin varlığı ve doğruluğu çizgisinde yeni bir açılım yapılmasını görüyordu. Ulusal kurtuluş savaşı dönemine bakıldığı zaman, ülkeyi işgal eden batılı emperyalistlere karşı var olan Kuvayı Milliye kuvvetleri ile karşı çıkılıyor ve düşman birlikleri Misakı Milli sınırları dışına doğru geri gönderilirken, gerçek anlamda bir ulusal kurtuluş savaşı veriliyordu. Ulusal bir kurtuluş savaşı savunması üzerinden İmparatorluk toprakları üzerinde bir ulusal toplum oluşumu daha henüz o aşamada ortaya çıkmamıştı. İmparatorlukların bittiği bir aşamaya gelinmesine ve Osmanlı coğrafyasında birçok cephede batılı ülkelerin işgal girişimleri ve bu gibi gelişmelere karşı, Osmanlı ahalisinin savunma savaşlarının birbiri ardı sıra gündeme geldiği görülmektedir. Bir yandan dünya imparatorluğuna soyunan İngiltere ve Fransa gibi batının önde gelen büyük devletlerinin merkezi coğrafyayı işgal girişimleri ve diğer yandan da orta dünyanın her bölgesinde eskiden beri var olan Osmanlı topraklarında ortaya çıkan alt kimlikli milliyetçilik isyanları birbiri ardı sıra tarih sahnesine giriyorlardı. Burada ilk aşamada batı dünyasının emperyalist saldırılarına karşı, bu gibi haksız ve işgalci hareketlere karşı birinci aşamada kurtuluş arayışı öne çıkıyordu. Bu ilk aşamada ulusal bir güç birliği zorunlu hale gelince, emperyalizme karşı ulus devleti gerçekleştirecek olan Kuvayı Milliye akımı işgalcilere karşı ulusal çizgide karşı çıkarak direnenlerin öncülüğünde kuruluyordu. Dış düşmana karşı iç devletin ve imparatorluk sonrasında geride kalan halk kitlelerinin emperyalizme karşı çıkarak direnmesi, o dönemde hem devletler arası hem de ideolojiler arasında büyük çekişmelere neden oluyordu. Yirminci yüzyılın başlarında imparatorluklar sonrasında dünya yeni bir düzene doğru yol alırken önce geçmişten gelen devletler arası çekişmeler tarihin yeni sayfalarını dolduruyor, daha sonrada yeni bir dünya düzeninin dayanacağı ilkeler aranırken geçmişten gelen devrimlerin uzantısı olarak ideolojiler öne çıkıyordu.

                İnsanlığın dünya kıtalarına yayılma döneminin uzantısı olan imparatorluk devletleri geride bırakılırken üç yüz yıla yaklaşan son dönemde, belirli toprak parçaları ya da ülkelerde birlikte yaşamaktan gelen birlikteliklerinin geliştirdiği ulusal kültür yapılanmaları aracılığı ile ulus devletler tarih sahnesindeki yerlerini alıyorlardı. Ulus devletlere geçilirken imparatorluklar parçalanıyor ve bunun sonucunda da daha küçük ve orta boy ulus devlet yapılanmaları öne çıkıyordu. Milliyetçilik hareketleri dünyanın her bölgesinde ulus devlet oluşumlarına uygun bir zemin hazırlarken, imparatorluk kimliği ya da din anlayışı üzerinden yeni bir ulus yaratmak, ya da siyasal gündeme gelen eskisinden farklı kimliklerin belirli bölgelere yayılarak sınırları belirlenmiş ülkelerde devlet kurmaları birbirini izleyen gelişmeler sayesinde dünya haritasında önemli bir değişimi gündeme getiriyordu. Osmanlı kavramının yetersiz kaldığı, İslam kavramının değişik etnik toplulukları bir ulus haline dönüştüremediği aşamada, yeni kurulmakta olan Anadolu devletini çevreleyecek sınır bölgelerde yaşamakta olan halk kitleleri içinde en yoğun kimlik olarak Türklük olgusunun önem kazandığı ve bu nedenle hem Orta ve Kuzey Asya, hem de Avrupa topraklarında yaşamakta olan  halk toplulukları içinde genişlik kazanan Türklük olgusunun, Türk milleti oluşumuna doğru yöneldiği  ulusal kurtuluş çizgisinin Kuvayı Milliye önderlerinin dikkatini çekmesiyle birlikte, Türkçülük akımı yeni Türk devletinin siyasal kimliğini temsil eden bir kavram olarak öne çıkmış ve Türkiye halkının siyasal temsilcilerinden oluşan Büyük Millet Meclisine siyasal bir isim olarak bu doğrultuda “Türkiye” kavramı benimsenmiştir. Batı emperyalizminin Osmanlı imparatorluğunu yıkarak ve ortadan kaldırarak düşündüğü merkezi coğrafyada eyaletlere dayanan çok uluslu bir bölgesel konfederasyon peşinde koşması yüzünden yerel direnişler savaşın yayılmasına yol açıyor ve farklı cephelerde birbirinden ayrı ulusal yapılanmaların kendiliğinden gündeme geldiği görülmekteydi. İşte cumhuriyetin ilk aşaması olarak öne çıkan ulusal kurtuluş mücadelesi bu aşamada verilerek tamamlanıyordu. Orta Asya üzerinden gelen Avrasya birikiminin de Sovyetler Birliği oluşumu ile devreye girmesi üzerine ulusal kurtuluş savaşı sırasında devletin kurulmasını sağlayan TBMM resmen Ankara’da ilan ediliyordu.

                Parantez kavramı aslında Türkiye Cumhuriyeti açısından ortaya atılmış bir sözcüktür. Önceden hazırlanmış plan ve programlar doğrultusunda imparatorluk sonrasında çok kültürlü ve küçük eyaletlerden oluşacak bir büyük konfederasyonu hedefleyen Düveli Muazzama oluşumu, yeni bir dünya yapılanması aracılığı ile orta dünya alanındaki her türlü siyasal yapı ve kalıntıları temizlemek üzere harekete geçiyordu. Burada emperyalist bir kural ortaya konuluyor ve bu doğrultuda orta çağ kalıntısı olarak görülen Osmanlı devleti, Türklerin ve Osmanlıların yaşadıkları topraklar üzerinden süpürülmek isteniyordu. Emperyalistlerin orduları Osmanlı ülkesine girerek ve Osmanlı topraklarında var olan eski devlet düzenini yıkarak yeni bir dünya düzeni oluşturmaya çalışırken, eski bir Türk devleti olan Osmanlı devletine saldırarak, yeni bir orta dünya imparatorluğunu batı hegemonyası içinde gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. İşte her şeyin bittiği o aşamada bir Osmanlı subayı olarak Kuvayı Milliye örgütlenmesinin başına geçen Mustafa Kemal Atatürk, emperyalizmin plan ve programlarını bozarak, bunlara karşı kurulmak istenen Türk ulusunun var olma projesi anlamında Türkiye Cumhuriyeti projesini yavaş yavaş uygulama alanına getiriyorlardı. Kuvayı Milliye kuvvetleri Misakı Milli sınırları içinde her yerde harekete geçerek, ulusal bir toplu direnişin yansımalarını savaş cephelerine taşıyorlardı. Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail veya Yakın Doğu Konfederasyonu gibi büyük alanlara yayılmış bir federasyon devleti İstanbul merkezli olarak oluşturulmak isteniyordu. Böylesine bir yeniden yapılanma batı emperyalizminin ana hedefi olarak ortaya konuluyor ve hızlı bir biçimde projeler hayata geçilerek Türk ulusu ve devleti dünya haritası üzerinden silinmeye çalışılıyordu. Onların bu planları ve uyguladıkları hareket tarzı kesin olarak hedefe taşınmak istenirken Osmanlı devletinin kurucu unsuru olan Türkler yok farz edilerek bütün merkezi alan ele geçirilerek, yeni dünya devleti merkezi bölgenin merkezi konuma sahip olduğu bir büyük devlet yapılanmasıyla birlikte batı emperyalizminin eline geçmesi amaçlanıyordu.

                Ulusal kurtuluş savaşı sırasında saldırı, işgal ve yıkım kural, geçmişten gelen yapının dönüştürülmesi ya da yenilenerek yapılanması emperyalistler tarafından istisna olarak görülüyordu. Bu çerçevede Osmanlılar ve Türkler için hiçbir gelecek şansı tanınmıyor, topları ve tüfekleri ile bütün emperyalist güçler merkezi alana saldırırken, devleti tasfiye hedefi çizgisinde Türk topluluklarının başka ülkelere gönderilmesi gibi var olan hukuk düzenini bozacak çeşitli girişimlere kalkışıyorlardı. Emperyalizm daha önceden hazırlayarak uygulama alanına getirmiş olduğu plan ve projelerinden vazgeçmeyerek bunları sonuna kadar bastırarak gerçekleştirmeye çalıştığı için, Birinci Dünya Savaşının Osmanlı cephesindeki gelişmeler bütünüyle daha önceden belirlenmiş kurallara uygun bir biçimde siyasal gündeme getiriliyordu. Burada Düveli Muazzama adı verilen o büyük dünya devleti oluşumunun giderek artan baskı ve saldırılarına karşı var olma ya da yok olma derecesinde ciddi bir savaş verilirken, kurallar ana esaslar olarak sonuna kadar geçerliliğini korumakta, ama böylesine bir duruma ters düşebilecek kural dışı ya da beklenmeyen gelişmeler istisna durumları olarak izlenerek değerlendirilmeye çalışılıyordu. İstisnaların kaideleri bozmayacağına dair var olan inanç çizgisinde birbiri ardı sıra çok fazla istisnai durumun ortaya çıkmaması amacıyla ve daha önceki hazırlıkların istisnai durumlar çerçevesinde geçerliliğini sağlamak üzere, kural dışı olaylar ve gelişmelerin  gelip geçici istisnai görünümlerin korunması  için istisnai açılımlar ya da değerlendirmeler yapılarak  daha önceden görülemeyen siyasal gelişmeler karşısında hiçbir şeyden vazgeçmeyerek, birbirini izleyen istisnai durumların daha da artarak bir karşı program oluşumuna gidebilecek gelişmelere karşı çıkmak üzere, tüm istisnai durumları çatısı altına alarak kapsayacak bir yeni büyük oluşumun devreye girmesi için  gelinmiş olan yeni aşamadaki koşullar yakından izlenerek  ve ana fikir ile buna dayanan  projelerden vazgeçmeyerek bir parantez aşamasına gelinmesine karar verilebilir, ya da böyle bir durumun ortaya çıktığı ileri sürülerek hedefe varma sürecinde geri dönülmemek üzere yeni koşul ve durumları dikkate alabilecek toplu bir esneklik anlamında parantez açılmasına karar verilebilirdi. Böyle bir durum siyasal koşullar arasında yeni ortaya çıkan dengelere göre de karara bağlanabilir zorluklar ya da problemlerin aşılması çizgisinde de hedeften kopmamak üzere parantez açılabilirdi.

                Bu makalenin başında yer alan parantez kavramı hem siyasal alanda hem de sosyal ya da kültürel anlamda kullanılabilen bir kavramdır. Orta Doğu’nun geleceği için hiçbir plan ya da projede yer almayan konular sorunlar olarak öne çıktığı aşamada, daha geniş alanlara ya da konulara yayılan yeni parantez uygulamalarının kendini gösterebileceği ortamlar gündeme gelebilmekte ve bu nedenle yeni parantez uygulamalarına da sonraki aşamalarda yer verilebilmektedir. Türkiye için tarihsel süreçte açılmış olan parantez, gelip geçici koşulların zorladığı türden değil ama bütünüyle var olup olmama gibi bir yol ayırımında öne çıkmaktadır. Hiçbir batılı ülke bugünkü Misakı Milli sınırları içinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti ya da başka türde bir Türk devletine yanaşmamakta ve bu merkezi alan devletinin Avrupa ya da batı bloku içinde yer almaması için çaba göstermektedir. Türk kurtuluş savaşı Türklerin zaferi ile sonuçlandığı için Türk ulusu varlığını ve bağımsız devletini bugüne kadar sürdürerek, dünya haritasının tam ortasına ismini yazdırmaktadır. Batılılar Türkiye’yi harita üzerinden silebilmek için her şeyi göze alabilirken, ana hedefleri Orta Doğu’da bir büyük federasyon kurarak kendilerine bağlamaktır. İşte böylesine bir çelişki Birinci Dünya Savaşının cephelerini Osmanlı topraklarına taşımıştır. Böylesine hegemonya gelişmelerine rağmen merkezde batı hegemonyası tam olarak kurulamamıştır. Bu çerçevede batı ülkelerinin yöneticileri büyük projelerinden vazgeçmek gibi bir olumsuz duruma sürüklenirken, yenilgiyi kabul etmemek üzere istisnalar üzerinden paranteze giden yolu açmış ve görmek istemediği Türkiye Cumhuriyeti’ni bağımsız bir devlet olarak kabul ederek yola devam edebilmenin koşullarını aramaya başlamıştır. Aslında batı merkezli bir yeni dünya düzeni yolunda giderken, bu hedeften vazgeçmemek üzere, parantez kavramı kullanılarak Türk devleti ile normal ilişkiler kurulmaya çaba gösterilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayabilme amacıyla geleceğe dönük yaşam kavgası verirken, emperyalistlere karşı kazanılan savaşı esas alarak kazanılmış hakları üzerinden geleceğin hazırlıklarını tamamlama noktasına gelmiştir.

                Türkiye’deki cumhuriyet yönetimini gelip geçici görenler, beklemedikleri bir biçimde Türk varlığını karşılarında giderek güçlenen bir biçimde gördükleri zaman umutsuzluğa kapılarak Türkiye’yi otoriter, faşist ya da benzeri bir biçimde aşağılayıcı saldırılarda bulunmaktadırlar. Özellikle Cumhuriyetin yüzüncü yılına gelinmesi aşamasında Türk devletinin topyekun ele alınarak yeniden değerlendirilmesi hedeflenerek, cumhuriyetin yüz yıllık bir parantez olduğu, bu yüzden yüzüncü yılına gelinen bu aşamada Türkiye Cumhuriyeti’nin ortadan kaldırılması gerektiği cumhuriyet düşmanı çevreler tarafından  yeniden seslendirilmekte ve yüz yıllık parantezin artık sona erdirilmesi çizgisinde yüz yıl önceki değerlendirmelere yeniden yönelinmesi gerektiği abartılarak, Türk ve dünya kamuoyuna Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldıracak önerilerde bulunmaktadırlar. Tam bu aşamada Doğu Anadolu bölgesinde Büyük Ermenistan devleti kurdurmak isteyen bir yazarın, “Yüz yıllık parantez “ başlığını taşıyan bir özel kitabı cumhuriyetin yüzüncü yılına doğru yayınlamasının rastlantı  olmadığı ve Birinci dünya savaşının geçici koşullarında bir parantez yaratmak üzere gösterilen hoşgörünün anlamı kalmadığı öne sürülerek, Ermenistan benzeri küçük devletçiklere Orta Doğu Federasyonu adı altında yer verilmesiyle Türkiye haritasına ülkenin her bölgesinde etnik ve dinci eyaletler ile küresel parçalayıcılığın yerleştirilmesine çalışılmaktadır. Küreselleşme olgusu emperyalizmin yeni türü olarak tüm dünya kıtalarına yayılırken, Osmanlıyı yok eden Balkanizasyon yapılanması sırasında küçük eyaletler aracılığı ile büyük devletin nasıl yok edildiği açıkça görülmüştür Osmanlı imparatorluğunu haritadan silen Balkanizasyon projesinin, günümüzdeki adı ile Globalizm adı altında küresel Balkanizasyon girişimlerine hedef olma konumundadır. Daha önceki aşamada Balkanizasyon dayatmalarına direnebilen Türk devletinin, günümüzde yeni bir küresel Balkanizasyon uygulaması üzerinden yok edilmeye çalışılması yapılmaktadır. Türkiye’nin dostları olarak görünen batılı emperyalistlerin, Türkiye’yi yok edebilecek terör saldırılarına destek vermesi ve silah yardımı yapması, bugün Türkiye’nin varlığını tehdit eden en olumsuz girişimler olarak görünmektedir. Yüz yıl önceki bölücülük oyunlarına karşı çıkabilen Türkiye bugün komşuları ile dayanışma içinde tekrar yeni bir direniş mücadelesine kalkışabilir. Söz konusu parantez kaldırılsa da Türkiye ayağa kalkabilir.

                Emperyalizm dünyanın beş kıtasında büyük bölgesel federasyonlar peşinde koşarken, tam o aşamada merkezi coğrafya da çağdaş bir ulus devletin kurulması bütün hazırlıkları boşa çıkarmış ve beklenmeyen bir gelişme olarak egemen güçlerin açmış olduğu bir parantez olarak adlandırılmıştır. Atatürk ve arkadaşları büyük emperyalist devletlere karşı çıkarak merkezi coğrafya da kendi ulus devletlerini kurarak Türk ulusunu yok olmak gibi bir tehlikeli bir gidişten kurtarmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti bağımsız tam bağımsız bir devlet olarak yoluna devam ederken batılı emperyalistlerin hiç boş durmayarak Türk devletinin önüne çeşitli komplolar, terör senaryoları, askeri rejimler çıkartarak birçok engel çıkardıkları görülmüştür. Bu çerçevede genç Türkiye Cumhuriyeti ciddi bir var olma savaşı yürütürken, küreselleşme döneminde emperyalizmin geçen yüzyıldan getirdiği egemen olma planlarının yeniden devreye sokulduğu görülmektedir. Türk devletini ortadan kaldıran yaklaşımlar yeniden ortaya atılırken, Sovyetler Birliğinin dağıldığı ama buna karşılık merkezi alandaki sonradan olma bir küçük devlet olarak İsrail’in önem kazandığı ve bu doğrultuda Büyük İsrail projesine yönelen bir hegemonya oluşturmak üzere bölgede terörü, çatışmaları ve bölücülük hareketlerini desteklediği halk kitleleri tarafından anlaşılmaya başlanmıştır. Devletin kurucusu Atatürk Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler içine girerek, Hrıstıyan Avrupa kıtası ile düşmanlık yapmamaya dikkat etmiş ama Siyonizmin ana hedefi olan Büyük İsrail projesine karşı çıkmıştır. Eski bir asker olan Atatürk Büyük İsrail Federasyonunun kurulması durumunda önemli mücadeleler vererek kurmuş olduğu ulus devletin ortadan kalkacağını iyi biliyordu. Irak ve Suriye gibi devletlerin kuzeyinde öne çıkarılan farklı etnik ve dini kimliklere dayanan eyalet devletlerinin sonunda Türk devletini parçalayacağını çok iyi bildiği için Arap ve Müslüman toprakları üzerinde kurulacak farklı dinden bir devletin kurulmasını savaş nedeni olarak görüyordu. Irak’ın kuzeyinde oluşturulacak farklı bir devlet komşu devletleri bölerek ve İsrail’in önünü açarak, rahatlamasını sağlayacak ama Türkiye’nin güneydoğu bölgesi ile bütünleşmeye gidebilecek böylesine bir yapılanma İsrail’i daha iyi bir konuma getirirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesine giden tüm yolları emperyalizme doğru açacaktı. Prof. Dr. Yalçın Küçük’e göre Atatürk bu jeopolitik nedenle İsrail devletine karşı çıkıyordu.

                Büyük bir mücadele ile kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti devleti geleceğe doğru emin adımlarla ilerlerken, batılı emperyalistler gene bu devletin önünü kesme çizgisinde Atatürk Cumhuriyetini engelleyebilmenin arayışları içine giriyorlardı. Atatürk Cumhuriyetinin güçlü bir ulus devlete yönelen yapılanması emperyal güçler tarafından engellenemediği için, son aşamada  ret edilemeyecek bir parantez olarak görülmüş ve böylece genel gidişten sapma olmadan Şark meselesinin Türkiye sorunu çözülmeye çalışılmıştır. Dünya konjonktürü küresel şirketlerle ulus devletleri karşı karşıya getirdiği için, ulus devletlerin var olan üniter, ulusal ve merkezi yapılarını korumaları gerekiyordu. Cumhuriyetin yüzüncü yılına girildiği bu aşamada, Türk devleti de geçmişten parantez tanımı ile gelirken, devletin bu özelliğinin aslında parantez olarak devletin ideolojik kurumu olan Halkevlerinden geldiğini, yüz yıl sonra bugün iyi görmek gereklidir. Dışarıdan bakıldığında devlete verilmiş bir imtiyaz olarak görülen parantez yapılanması, Türk Ocakları sonrasında kurulan Halkevleri ile açıklanmaya çalışılmıştır. Cumhuriyetin ilk aşamasında kurulan Avrupa tipi ulus devlet mücadelesi Türk Ocakları ile açıklanırken, ikinci aşamada devletin kuruluşu sırasında Türklüğü kabul etmeyen halk topluluklarının, devletin eşit vatandaşları olarak halkçı cumhuriyetin birer parçası olması benimsenmiştir. Üçüncü aşama olan cumhuriyetin kurumlaşması sırasında, Atatürk ciddi bir devlet aklı kullanarak devletin modeli açısından Halkevleri aracılığı ile yola devam edilmesine karar vermiştir. Ne var ki, ilk genel seçimler sonucunda Demokrat Partinin iktidara gelmesi üzerine Halkevleri örgütü kapatılarak, yeniden Türk Ocakları yapılanmasına geri dönülmüştür. Daha sonraki aşamada iktidara gelen askeri rejim Halkevlerini yeniden kurarken, diğer yandan Türk Ocakları örgütlenmesi de Demokrat Parti üzerinden yeniden kurulmuştur. Günümüzde Türk Ocakları ve Halkevleri aynı toplumun içinde ve cumhuriyetin çatısı altında bir arada yaşarken, Türk devletini zorlayan sorunlara birlikte karşı çıkarak ulusal sorunlara karşı ortak mücadele etmek zorundadırlar.

  Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

1 yorum:

  1. Facebook paylaştım... Yazınızdaki bilgi paylaşımı için teşekkürler...

    YanıtlaSil