POST-AMERİKAN DÜNYA
Amerika Birleşik Devletleri’nde bir yıldır en çok satan kitapların en başında, Newsweek Dergisinin editörü olan Fareed Zakaria’nın kaleme almış olduğu, “Post-American World” yapıtı yer almaktadır. Aynı zamanda CNN‘in uluslararası haber kanalında da programlar yapan dünyaca tanınmış bir basın ve medya mensubu tarafından kitabın hazırlanmış olması, fazlasıyla dikkatleri çekmiş ve bu kitabın yayınlanmasıyla beraber, akıllardan gizli gizli geçen ama bir türlü kimsenin dile getiremediği bir konu olarak, Amerika sonrası dünya resmen ABD sınırları içerisinde tartışılmaya başlanmıştır. Kitabın bir “best seller” olarak fazla satması Amerika Birleşik Devletleri’nin geleceği ile ilgili tartışmaları tırmandırmış ve bu kitaptan cesaret alan Amerikalılar da mensubu oldukları süper gücün bir büyük devlet olarak geleceği ile ilgili açık açık tartışmaya başlamışlardır. Artık Amerikan uygarlığının geride kalması ve bu doğrultuda Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya kıtaları üzerinde oluşturduğu hegemonya düzeninin devre dışı kalan bir noktaya doğru sürüklenmesi bir sır ya da gizlenen bir konu olmaktan çıkarak, Fareed Zakaria sayesinde dünya gündeminin ana tartışma konularından birisi olarak öne çıkmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri’nin gelmiş geçmiş cumhurbaşkanları arasında
saygın bir yeri olan ve hala çok sevilen bir politikacı olarak Bill Clinton, iki binli yılların
başlarında yaptığı bir konuşmada, Amerikalıların geleceğin dünyasında ABD’nin süper
güç olmaktan çıkacağı güne kendilerini hazırlamaları gerektiğini açıkça
söylemiştir. Gerçekçi bir politikacı olarak Clinton kendi halkına karşı dürüst
davranırken ve bu doğrultuda acı gerçekleri dile getirirken, doğru davranmış ve
kendi halkına gerçekleri ifade ederek onları daha tutarlı bir yola
yönlendirmeye çalışmıştır. Uluslararası Siyonizm’in dalgalarına kapılıp giden
eski CIA patronu baba Bush ve oğlunun
başa geçtiği dönemlerde ABD bir süper güç olarak saldırganlaşmış ve savaş
lobilerinin kışkırtmalarıyla bütün dünyanın başına bela olmuştur. Kapitalist
düzenin sıkıştırmalarıyla sosyalist blok tasfiye edilince kendisini en büyük
güç olarak gören Amerikan Devleti, bu gücü kendi çıkarları doğrultusunda
kullanmak isteyen Siyonistler ve emperyalistlerin oyuncağı olmuş ve dünya
halklarının tepesinde küresel barışı tehdit eden en büyük problem olarak öne
çıkmıştır. İki kutuplu dünya sona ererken, ABD merkezli tek bir dünya düzeni
oluşturulmak istenmiş ve bu doğrultuda CIA patentli çeşitli politikalar hazırlanarak
devreye sokulmaya çalışılmıştır. Bazen akıl ve mantık dışı siyasal girişimler bile
ABD hegemonyasını devam ettirmek üzere gündeme getirilebilmiş ve ABD’deki güçlü
lobilerin özel çıkarları doğrultusunda sanki en doğru politikalarmış gibi hem
devletlere hem de halklara baskı ile uygulatılmaya çalışılmıştır. Siyonizm’e
teslim olan Baba ve oğul Bush ikilisine karşı gerçekleri dile getirerek dünya
barışını korumaya çalışan Clinton’un, bir gün Amerikan üstünlüğünün sona
ereceğini ve bütün Amerikalıların bu gerilemeye hazır olmaları gerektiğini
ifade etmesi, yirmi birinci yüzyılın başlarında Amerikan halkına en çok sevilen
bir eski cumhurbaşkanının saygıdeğer uyarısı olarak algılanmıştır.
Dünyanın en büyük tarih filozoflarından birisi olan Oswald Spengler, yazmış olduğu Uygarlık
Tarihi kitabında bir genel teori geliştirmiştir. Kısaca uygarlıklar
tekerliği adı verilen Oswald Spengler’in görüşüne göre, dünya tarihinde her
dönemde belirli uygarlıklar ortaya çıkarlar, gelişirler ve zaman içerisinde en
güçlü bir aşamaya geldikten sonra sallanmaya başlarlar, güç kaybı bir noktaya geldikten
sonra da grafik sürekli olarak aşağı doğru düşer. Bir büyük uygarlık temsilcisi
olan imparatorluk ya da büyük devlet doyum noktasına gelerek sallanmaya başladı
mı tekrar toparlanma şansı giderek azalır, sallanma duraksamaya, duraklama
gerilemeye ve en sonunda da düşüşe neden olarak büyük uygarlıkların sona erdiği
görülmektedir. Hun İmparatorluğundan başlayarak, tarihin her döneminde öne
geçen büyük devletlerin ya da imparatorlukların tarihine bakıldığı zaman, Göktürk,
Hazar, Selçuklu, Osmanlı, Roma, Bizans ve Britanya gibi kendi dönemlerinin önde
gelen bütün büyük devletleri ya da süper güçleri böylesine bir süreçten geçerek,
uygarlıklar çemberini tamamlamışlardır. Çember
baştan çıkış ve ilerleme ile ortaya çıkarken, daha sonraki aşamalarda da
duraklama, gerileme ve dağılma aşamalarıyla tamamlanmakta, belirli bir süre
bütün dünyayı etkileyen bir uygarlığın temsilcisi olarak büyük devletler ya da
imparatorluklar tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmaktadırlar. Oswald
Spengler, bir tarih felsefecisi olarak bu genel durumu yerinde tespit ederek,
medeniyetler tekerleği ya da uygarlıklar çemberi adı verilen teorisini ortaya
koymuştur. Spengler’in bakış açısı ile bugünün süper gücü Amerika Birleşik
Devletleri’ne bakıldığı zaman, büyük bir duraklama ve gerileme ile beraber
yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilmeyi de beraberinde getirecek derecede hızlı
bir güç kaybının göze çarptığı görülmektedir.
Kendini bilen hiçbir Amerikalının görmek istemeyeceği ya da bir türlü kabul
edemeyeceği Amerikan hegemonyasının gerilemesi, hem tarihsel bir sürecin sonu
olarak ortaya çıkmakta, hem de yaşanan dönemin real politik bir öğesi olarak
tartışma alanına girmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkarak
dünyaya yeni bir nizam vermek isteyen Amerikan gücü, savaş sonrası dönemde
dünya hegemonyasını Britanya İmparatorluğunun elinden alırken, geleceğin dünya
düzenini oluşturma doğrultusunda bazı ilkeleri cumhurbaşkanının ağzından
açıklayarak bütün devletleri ABD öncülüğünde yeni bir dünya düzenine davet ediyordu.
Savaş sonuçlarını hiçbir ülkenin kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasına
izin vermeyeceğini söyleyen Amerikan gücü, kendi çıkarları doğrultusunda bir
yeni yapılanmayı on dört ilke olarak dünya kamuoyunun onayına sunuyordu. Yirminci
yüzyılın ilk yarısında iki büyük dünya savaşının birbirini izlemesi eski dünya
düzenine son verirken, imparatorluklar tarih sahnesinden çekilirken ve onların
yerini tüm kıtalara yayılmış olan ulus devletlerin almasıyla beraber Amerika
Birleşik Devletleri de bir dünya devletinin merkezi olabilme doğrultusunda önce
Milletler Cemiyeti oluşumunu, ikinci dünya savaşı sonrasında da Birleşmiş
Milletler örgütlenmesini uluslararası alana getiriyordu. Amerika Birleşik
Devletleri kendi ülkesinde birlik ve bütünlüğü tam olarak sağlayınca, ikinci
aşamada kıtasal hegemonyaya yönelerek kendi öncülüğünde Amerikan Devletler
birliğini kurmuştur. Yirminci yüzyılın ilk yıllarından başlayarak denizlerdeki
hegemonya düzenini İngilizlerin elinden alan ABD, İkinci Dünya Savaşı’nın
sonlarına doğru ikinci imparatorluğunu Normandiya çıkartmasıyla üzerine çıktığı
Avrupa kıtası üzerinde kurmayı planlamış ve bu doğrultuda bir politika
geliştirerek iki kutuplu dünya koşullarlından yararlanarak, NATO baskısıyla
Avrupa kıtası üzerinde de kendi hegemonyasını oluşturmuştur. Denizlerden sonra
kıtalar üzerinde oluşturulan yeni imparatorluk, soğuk savaş koşullarında ikinci
kıta olarak Avrupa üzerinde de bir hegemonya düzeni kurmuştur.
Bir kurşun atılmadan savaşsız ve çatışmasız bir biçimde tasfiye edilen
Sovyetler Birliği sonrasında, Amerikan hegemonyası bu kez üçüncü bir kıtasal
alan olarak Avrasya bölgesinde yayılmaya başlanmıştır. Adriyatik denizinden Çin
şeddine kadar uzanan bu büyük kıtasal alanda Amerika Birleşik Devletleri
hegemonyayı eline geçirebilmek üzere birbirini izleyen birçok girişimde
bulunmuştur. Bu doğrultuda Amerikan girişimlerine haklı gerekçe yaratabilmek
üzere hem haydut ülkeler listeleri ilan edilmiş, hem de bizzat ABD içi güçlerin
örgütlemesiyle 11 Eylül saldırıları düzenlenerek, Avrasya bölgesinin kilit
ülkeleri hedefe oturtularak saldırılara ve işgallere girişilmiştir. Özellikle
Amerikan devletini ve toplumunu işgal eden Siyonist lobilerin, Büyük İsrail’i gerçekleştirme
amacına dönük çeşitli oyunları ve senaryolarında, ABD hem siyasal hem de askeri
gücü ile kullanılarak, dünyanın merkezi alanında yeni bir hegemonya düzeni
kurulmak istenmiştir. Ne var ki, geçmişte yaşanan olaylar ve dünya tarihinin
verdiği dersleri unutmayan dünya kamuoyu, bu tür çıkarcı manüplasyon oyunlarına
alet olmayarak gereken refleksleri göstermiş ve böylece böylesine tehlikeli
hegemonya saldırılarına karşı güçlerin direnmesiyle dünya barışı
korunabilmiştir. Sovyetler Birliğinin dağıtılmasından sonra Demirperde
gerisindeki ülkelere büyük bir çıkartma tezgâhlanmış ve bu eski sosyalist
ülkeler batı emperyalizminin yeni sömürgelerine dönüştürülmek istenmiştir. İsrail’in
peşine takılıp giden ve bütünüyle Siyonist politikalara kilitlenen Amerika
Birleşik Devletli çok zor durumlarda kalmış ve hiçbir hukuk düzeni tanımayan
savaş devleti İsrail’in haksız girişimleri ve saldırıları yüzünden bütün dünya
ülkelerini karşısına almak zorunda kalmıştır. Birleşmiş Milletler gibi bir
uluslararası örgütün hiçbir kararını dinlemeyen İsrail, ABD’yi de peşinden
sürükleyince Amerikan uygarlığının sonuna gelinmiştir. Küçücük bir devletin
oyuncağı olmaktan kurtulamayan ABD’nin süper güç olması ve dünyanın öncülüğünü
yapması bu aşamadan sonra güçleşmiş ve tartışılmaya başlanmıştır.
Yeryüzüne egemen olan bütün büyük güçler, kendilerini dünyanın merkezine
oturttuktan sonra, kendi çıkarlarına uygun düşen bir düzeni bütün ülkelere dayatırlar
ve böylece hegemonya düzenlerini sürdürebilirler. Bu doğrultuda her büyük gücün
bir dünya barışı düzeni olmuştur. Eski Latin dilinde barış anlamına gelen Pax sözcüğü burada kullanılmış ve her
devletin barış düzeni bu kavram ile ifade edilmeye çalışılmıştır. Pax Romana,
Pax Bizantica, Pax Ottomana ve Pax Angilica gibi birleşik kavramlar, dünya
imparatorluklarının bütün ülkelere kendi güçleri aracılığı ile kabul
ettirdikleri yeni düzenlerin adı olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde bütün imparatorluklar
kendi adlarını taşıyan barış düzenlerini dünya ülkelerine kabul ettirirken,
Amerika Birleşik Devletleri de Birinci Dünya Savaşı sonrasında cumhurbaşkanı
aracılığı ile on dört maddelik Pax Americana’nayı tüm dünyaya kabul ettirmek
için dayatmıştır. Yirminci yüzyıl ABD üstünlüğü ile geçerken, Amerikan barışı soğuk
savaş yılları boyunca bütün dünyada uygulanmaya çalışılmıştır. ABD bu
doğrultuda kendi adı altında bir dünya ordusu kurarak iki yüz den fazla askeri
üs aracılığı ile küresel güvenliği kendi gücü çerçevesinde gerçekleştirmeye
çaba göstermiştir. İkinci dünya savaşının mutlak hakimi olan ABD aynı biçimde
bütün dünyanın da kesin egemeni olmak için uğraşmıştır. Ne var ki, sosyalist
blok ile beraber dünya devletleri de bir üçüncü dünya dayanışması oluşturarak
böylesine bir emperyal hegemonya dayatmasına karşı çıkmışlardır. Amerikan kıtasını
tam olarak ele geçirdikten sonra, okyanuslar üzerinde üstünlük sağlayan ABD,
Normandiya çıkartması sonrasında Avrupa kıtasını da NATO aracılığı baskısı
altına alınca, Türkiye’ye de bir emperyal güç olarak girmiştir. Askeri örgütlenmeye
paralel olarak sivil kadroları da kendi politikaları doğrultusunda yetiştiren
Amerikan emperyalizmi açık ve gizli yapılanmalar aracılığı ile Türkiye’yi
içeriden ele geçirerek, merkezi coğrafyada bir askeri üs konumunda kullanmaya ve
Türkiye üzerinden İsrail’i korumaya öncelik vermiştir. Türkiye, Pax Americana
ile karşı karşıya kaldığını zannederken, bunun üzerinden üç yüz yıllık Siyonizm’in
Pax İsrailica dayatması ile karşı karşıya kalınca bocalamış ve bu yüzden ciddi
istikrarsızlıklar birbirini izlemiştir. Türkiye-ABD ilişkilerinin görünmeyen
aktörü İsrail bütün gücü ile öne çıkınca, ABD’nin İsrail’i değil ama İsrail’in
Amerika Birleşik Devletleri’ni yönlendirdiği anlaşılmış ve böylesine olumsuz
bir durumda Amerikan üstünlüğünün sona ermesine neden olmuştur.
Dünya kamuoyu, İsrail gibi küçük bir ülkeyi kontrol edemeyen bir büyük
devlet olarak ABD’nin artık süper güç kimliğini koruyamayacağını, bu nedenle de
bir asır önce ilan edilen Pax Americana döneminin bittiğini görmüştür. Amerikan
güvenliğini en çok tehdit eden Siyonist örgütlerin güdümündeki lobiler ABD
politikasının belirlenmesinde önde gelen bir yere sahip olunca hem Amerikan
devleti hem de Amerikan halkı, ABD öncülüğünde yürütülen küresel politikaların
belirlenmesinde geri planda kalmışlardır. ABD’nin kurulmasını sağlayan İngiliz imparatorluğunun
yerini alan Amerikan hegemonyasının bir asır sonra yirmi birinci yüzyılda da
devam edebilmesi için mücadele edilirken, ABD’nin sırtından bir Siyonist
dayatmanın gündeme gelmesiyle bütün hesaplar altüst olmuş ve Amerika artık
eskisi gibi dünyayı yönetemez bir konuma sürüklenmiştir. Bugün ABD üstünlüğü
devam ediyor görünmesine rağmen, Amerikanın artık dünya sorunlarını tek başına çözemediği
ve eskisi gibi sözünü dünya devletlerine geçiremediği görülmektedir. Böyle bir
aşamada da Amerikan toplumu Post-Amerikan dünyayı tartışır bir konuma
gelmektedir. Fareed Zakaria, kitabının adını doğru belirlerken, geleceğe dönük
bir süreçte artık ABD’nin dünyayı eskisi gibi yönlendiremeyeceği gerçeğini açıkça
dile getirmektedir. Yirminci yüzyılın sonuna kadar insanlığın gelmiş olduğu en
üst düzeydeki gelişmişlik çizgisini temsil eden Amerika Birleşik Devletleri’nin
içine girilen yeni yüzyılda bu konumunu yitirdiği görülmektedir. En üst düzeyde
teknolojiyi ve bilgi birikimini bu yüzyılın başlarına kadar temsil eden Amerika
Birleşik Devletleri’nin, yeni dönemde İsrail’in örgütlü güçlü lobileri
aracılığı sahip olduğu bilgi ve teknoloji düzeyinin gerisinde kalmaya başladığı
gözlemlenmektedir. İsrail en üst düzeyde teknolojik bilgiyi Rusya, Çin ve
Hindistan ile paylaşırken bir anlamda ABD’ye meydan okumakta ve kendisinin
merkez olacağı bir Büyük İsrail devletini Orta Doğu’nun kutsal ilan edilen
toprakları üzerinde gerçekleştirmeye çalışmaktadır. ABD bu süreci önleyemediği
noktada geri kalmaya başlamış, merkezi coğrafyadaki konumunu çok iyi kullanan İsrail
yeni büyük devletler ile paslaşarak, ABD sonrası dünyanın temellerini kendi öncülüğünde
atmaktadır. Her aşamada ABD’yi zor durumda bırakan ve Birleşmiş Milletler
kararlarını hiç dinlemeyen İsrail, bu tavırlarıyla Amerika sonrası dünya
düzeninin de öncülüğünü de yapmakta, kendi oluşumuna en büyük desteği veren
ABD’ye bir anlamda en büyük kazığı atmaktadır.
Siyonizm küresel alandaki güçlü örgütlenmesiyle, Amerika sonrası dünya için İsrail merkezli bir Pax İsrailica’yı bütün dünyaya dayatırken, her türlü teknolojik ve ekonomik üstünlük ile beraber, her türlü terör ve savaş senaryolarını da uygulamaktan çekinmemekte ve böylece Amerikan üstünlüğünün sona ermesine giden yolu açmaktadır. Sovyet sonrası dönemde, dünya iki kutuplu yapıdan ABD öncülüğünde tek kutuplu bir yapılanmaya doğru sürüklenirken, İsrail sürekli olarak oyunbozanlık yapmış kendisini var eden ABD üstünlüğünü destekleyeceğini, bu süper gücü kendi gelecekteki hegemonya düzeni için kullanmaktan çekinmemiştir. Zakaria kitabında, ABD döneminin sona erişini anlatırken, konuya dünya ülkeleri gibi İsrail merkezli bakmamış ama bir Amerikan vatandaşı olarak, batının dışında yükselen ve gelecekte dünyanın yeni büyük kutup merkezleri olacak güçler ve büyük devletler açısından bakmıştır. Yahudi sermayesinin egemen olduğu basın grubunda çalışırken, Türkiye’de olduğu gibi İsrail’i görmezden gelmek bir kural haline geldiği için, Fareed Zakaria‘da daha çok ABD’yi geride bırakacak derecede güçlü olan doğunun büyük devletleri açısından konuya yaklaşmıştır. Küreselleşmenin başlangıcında dünyayı Amerikan yetkilileri batı ve batının dışında kalanlar olarak ikiye ayırırken, ABD üstünlüğünün önünü açarak küresel alanda bu gerçeği bütün devletlere mutlak olarak kabul ettirmek istiyorlardı. Ne var ki, merkezi coğrafyada İsrail politikalarına kilitlenen ABD, bu doğrultuda Sırbıstan’dan Afganistan’a kadar uzanan Avrasya coğrafyasında saldırganlığa yönelen Amerikan devleti bir anlamda kendi sonuna hazırlayan girişimlere de alet olmaktan kurtulamamıştır. Özellikle Irak’a yönelik sürdürülen haksız savaş ve milyonlarca insanın katline yol açılması, moral açıdan ABD üstünlüğünün sonu olmuştur.
Amerika Birleşik Devletleri bir süper güç olarak, hiçbir uluslararası
örgütü dinlemeyince ve dünya ülkelerini haydut ilan ederek sürekli bir saldırı
düzenine yöneldikçe, kendi kurduğu düzene gene kendi elleriyle son vermiştir. Kısa
bir zaman dilimi içerisinde bu kadar çok hukuk ve ahlak dışı girişimi kendi
politikası olarak dünya gündemine getiren ABD bir anlamda intihar ederek kendi
gücüne dayanan uluslararası düzenin sona ermesine neden olmuştur. Dünya tarihi incelendiğinde
kendi imparatorluk düzenini kurmuş olan hiçbir süper gücün, ABD’nin içine
düşmüş olduğu çelişkili bir duruma sürüklenmediği, kendi kurmuş olduğu
uluslararası düzene gene kendi elleriyle son verdiği görülmemiştir. ABD gibi
bir süper gücü kendi oyuncağı durumuna düşüren Siyonist lobilerin, bir anlamda
bindikleri dalı keserek, İsrail devletinin kurulmasını sağlayan Amerika
Birleşik Devletleri’nin sonunu hazırladıkları yaşanan olayların birbirini
izlemesiyle iyice ortaya çıkmıştır. Kendilerini yeni muhafazakâr ilan eden
çılgın siyasetçi kadrosunun ABD devletinin içine sızarak Neo-conservatizm’i bir
devlet politikası haline getirmeleri yüzünden, Amerikalıların bütün dünya
ülkeleriyle karşı karşıya geldikleri görülmektedir. Her şeyin bir sonu olduğu
gibi altın çağlarda bir süre sonra sona ermektedir. İsrail bu açıdan Amerikan
altın çağına son veren oluşumları gündeme getirerek, Amerika sonrası dünyaya
giden yolu açmaktadır. Belirli alanların önde gelen uzmanları, iki yıl önce
üçüncü dünya savaşı çıkartmak için uğraşan Siyonist lobilerin bu doğrultuda
ABD’ye baskı yapmalarıyla ekonomik krizin yapay olarak çıkartıldığını açıkça
belirtmektedirler. Tamamen yapay olarak savaş isteyen Siyonist lobiler
aracılığı ile çıkartılmış olan ekonomik krizin Amerikan Devletinin çöküşünün
başlangıcı olduğunu, bu kriz döneminde yüzden fazla bankayı devletleştirmesine
rağmen ABD’nin çöküşünün kaçınılmaz bir biçimde gerçekleşeceğini birçok uzman
dile getirmektedir. Yirmi birinci yüzyılda, akıl, hukuk ve ahlak dışı
politikalara alet olan hiçbir süper gücün dünyayı yönlendiremeyeceğinin artık
iyice görülmeye başlanması da İsrail politikalarına kilitlenmekten kurtulamayan
ABD’nin süper güç konumunu yitirmesine yol açacağını açıkça ortaya koymaktadır.
Zakaria kitabında acı gerçekleri dile getirirken nispeten, daha yumuşak
bir dil kullanarak ABD’nin çöküşünü daha çok dış unsurlara bağlamaya
çalışmaktadır. Özellikle, Rusya, Çin, Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerin yeni
büyük güçler olarak devreye girmesiyle Amerikan üstünlüğünün sona ereceğini, küreselleşme
döneminde tek kutuplu olamayan yenidünya düzeninin kaçınılmaz bir biçimde çok
kutuplu bir yapılanmaya doğru gideceğini ve yeni dönemde batılı olmayan bir dünyanın
ortaya çıkacağını dile getirmektedir. Batı üstünlüğünün sona ermesi, batı bloğunun
önderi olarak ABD hegemonyasının da tasfiyesi anlamına geleceğini, Amerikanın
bu doğrultuda yeni büyük güçler tarafından çok ciddi bir meydan okuma ile karşı
karşıya olduğunu, ABD’nin böylesine bir mücadeleden tek başına galip çıkamayacağını,
yeni kutup başı büyük ülkeler arasındaki çekişmenin sonunda dünyayı çok kutuplu
yeni bir yapılanmaya götüreceği için ABD sonrası bir döneme kendiliğinden
geçileceğini, yazar uygun bir dil ile anlatmaktadır. Amerikan gücünün İngiltere
üzerinden nasıl ortaya çıktığını inceleyen yazar, ABD’nin İngiliz imparatorluğu
sonrasında uzun bir koşuya çıktığını ve
bunun sonucunda yorgun düştüğünü, yavaş yavaş bir şey yapmaması politikasına
doğru bir kaymanın toplumda öne çıktığını
anlatmaktadır. ABD’nin üstünlüğünü kaybetme sürecinden kurtulabilmesi için
Amerikalıların ülke ve
devletlerinin var olma amacını yeniden düşünmeleri gerektiğini, rekabetin
görüntülerinin ihmal edilmemesini, bu kez durumun eskisinden çok farklı
olduğunu ve yeni dönem için yepyeni
kurallara gerek olduğunu, Britanya’nın izlediği yolun koskoca imparatorluğun dağılmasına yol açtığı
için izlenmemesi gerektiğini ama güçlü bir merkezi devlet kuran Alman
devletinin kurucusu Bismark’ın izinden gidilmesi gerektiğini, İngiliz
dengeciliğinin bir işe yaramadığını ama
Bismark’ın büyük güçlerle anlaşarak yoluna devam etmesinin daha gerçekçi
bir yol olacağını yazar ileri sürmüştür. Olaylar karşısında
asimetrik düşünmenin daha yararlı olacağını ve kesinlikle meşruluktan
sapılmaması gerektiğini, aksi takdirde çok ciddi karışıklıkların ortaya
çıkabileceğini de kitabın son bölümlerinde anlatmaktadır. Asya’nın büyük dev
ülkelerine karşı Afrika’nın Nijerya’sı ve Güney Afrika’sı ile devreye
girebileceğini, Amerika’nın yenidünya dengelerinde bu ülkelere de dikkat etmesi
gerektiğini vurgulamaktadır.
Ekonomik krizin beraberinde getirdiği çöküş senaryolarının giderek daha
etkili bir biçimde tartışıldığı Amerikan kamuoyunda, bir kışkırtıcı yayın
olarak Zakaria’nın kitabı kimsenin söyleyemediği bir gerçeği açıkça itiraf
etmektedir. Dünya artık Amerikan hegemonyasından çıkarken çok kutuplu bir
yapılanmaya doğru gitmekte ve böylesine dönemeçte ABD Çin, Rusya, Brezilya ve
Hindistan gibi ülkelerin tehditleri ile karşı karşıya kalmaktadır. ABD bunun
üzerine beş-altı büyük kutuplu çekişme ile uğraşmak yerine Türkiye, Endonezya, Güney
Afrika, Nijerya, Meksika gibi orta büyüklükteki ülkeleri de işin içine sokarak,
daha çoklu bir yapıyı G-20 çatısı altında oluşturarak, kendisini tehdit eden
büyük ülkeleri gene kendi kontrolü altında tuttuğu ülkeler ile dengelemeye
çalışmaktadır. ABD rakiplerini ortak bir çatı altında toplarken, orta boy ülkeler
ile sayıyı artırarak çokluk içinde yeni dengeleri G-20 yapılanması
doğrultusunda aramaya devam etmektedir. Ne var ki. ABD’nin güney eyaletlerinin
İspanyolca konuşarak Meksika’ya doğru kayması, kuzeyin zengin eyaletlerinin ise
Kanada ile yakınlaşarak yeni bir kıtasal konfederasyon arayışı içine girmeleri,
İsrail’e göç etmeyen Amerikan Yahudi lobilerinin Alaska merkezli yeni bir Kuzey
Amerika yapılanması arayışına yönelmeleri sürecinde, ABD’nin kendi iç
bütünlüğünü korumakta giderek zorlanacağını göstermektedir. Utah eyaletinin bir
Mormon devletine dönüşmesi, ABD eyaletlerinin de modaya uyarak alt kimlikli
yerel yapılanmalara yönelmesini gündeme getirmektedir. Şirketlerin dayattığı
küresel emperyalizm alt kimlikleri hortlattıkça eyalet devletlerinde yerel
kimlik oluşumu sürecini öne çıkarmaktadır. Bu aşamada Utah örneğinden sonra,
ABD’ye Avrupa’dan göç eden Avrupalıların da İtalyan, İrlanda, Alman ve benzeri
alt kimlikli toplulukların belirli eyaletlerde toplanmalarına neden olmakta ve
böylece alt kimlikler öne çıkarken Amerikan kimliği giderek kaybolmaktadır.
Yeni dönemde, Amerikan eyaletlerindeki alt kimlikçi oluşumlarda ABD’nin çöküşüne
ve içeriden dağılmasına neden olacak gibi görünmektedir. Amerika’daki Almanların Kaliforniya’da
toplanarak bağımsız devlet ilan etmeye çalışmaları da bu durumun bir başka
göstergesidir. Texas eyaletinde ise bağımsızlık ilanına hazırlanan 5 çayı
mitingleri sürekli olarak yapılmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri hem içeriden hem de dışarıdan birçok tehdit
ile karşı karşıya kaldığı bu aşamada, artık dünyayı eskisi gibi
yönlendirememektedir. Kendi ülkesine sahip çıkamayan, eyaletleri arasında giderek
ayrılık tohumları öne çıkan bir devlet olarak ABD giderek kendisini yönetmekte
zorlanırken, artık eskisi gibi dünyayı yönetmesi beklenemez. Fareed Zakaria bu
durumu tanınmış bir gazeteci olarak son kitabı ile ortaya koymuştur.
Post-Sovyet dönemden sonra dünya şimdi de post-Amerikan bir döneme doğru
hızlıca sürüklenmektedir. Bu gerçeği bütün dünya ülkeleri gibi Türkiye’de yerinde
görerek ona göre hareket etmelidir. Yeni dönemde bütün dünya ülkeleri kendi
başlarının çaresine bakmaya çalışırken, Türkiye’nin hala eskisi gibi bir
Amerikan sömürgesi olarak hareket etmesi beklenemez. Artık ABD hegemonyası
geride kalırken, bütün dünya bir post-Amerikan döneme doğru hızlıca
sürüklenmektedir. ABD’nin dümen suyunda girerek Türk toplumunu esir almaya
çalışan neoliberallerin ileri sürdüğü gibi yeni dönemde bir post-Kemalizm değil
ama bir post-Amerikanizm yaşanacaktır. Amerikancı neoliberaller
post-Amerikanizm’i gizlemek için her fırsatta post-Kemalizm’i gündeme getirerek
eskisi gibi Türkiye’yi gene bir Amerikan sömürgesi doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Yaşanan olaylar bir kez daha antiemperyalist ulusalcı önder Atatürk’ü haklı çıkarmıştır.
Ulusal bir kurtuluş savaşı sonucunda ortaya çıkan antiemperyalist ve ulusalcı
bir akım olarak Kemalizm son gelişmelerle bir kez daha doğrulanmıştır. Bu
nedenle, Türkiye Cumhuriyeti yaşadıkça yeni dönemde bir post-Kemalizm olmayacak
ama güncelleşen Kemalizm, Türk halkına ve bütün Avrasya ülkelerine yön gösterecektir.
Ne var ki, eski gücünü yitiren ABD bir post-Amerikanizm’in içine doğru sürüklenerek,
içinden çıkılmaz bir kaosa düşerek bir iç çatışma ve çekişme yaşayacak ve bunun
sonunda belki de dağılacaktır. Post-Amerikan dönemde yenidünya düzeni
kurulurken, Güncel Kemalizm Türkiye ile beraber bütün Türk ve İslam dünyasına
yön göstermeye devam edecektir. Yeni dönemde,
Post-Kemalizm olmayacak ama Post-Amerikanizm, Amerika Birleşik Devletleri’ni dağılmaya
doğru sürükleyecektir. Küreselleşme politikaları, Avrasya stratejisi ve Büyük
Orta Doğu projesi iflas eden ABD’nin, içe dönük bir hesaplaşmaya sürüklenmesi
kaçınılmazdır. ABD kendi içine dönerken, Kemalist Türkiye bölgesinde merkez ve
model ülke olarak önemli bir boşluğu doldurarak dünya barışına katkıda
bulunacaktır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder