3 Mayıs 2024 Cuma

ENDONEZYA’DAN TÜRKİYE’YE BARIŞ ÖNERİSİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

ENDONEZYA’DAN TÜRKİYE’YE BARIŞ ÖNERİSİ

     Endonezya dünyanın en büyük devletlerinden birisi olarak Güney Doğu Asya ile Büyük Okyanus arasında yer alan iki milyon kilometre karelik geniş bir ülkedir. Nüfusu 300 milyonu bulan bu adalar devletinde, milyonlarca insan yüzlerce adaya bölünen bir adalar denizinde yaşamaktadır. Adaların üzerinde beş yüz den fazla yanardağların bulunduğu Endonezya’nın ülkesi sürekli olarak özellikle bu yanardağların hareket halinde sarstığı bir su ülkesidir. Hint okyanusundan Büyük Okyanus’a kadar uzanan bu adalar ülkesi, canlı ve hareketli yanardağlar nedeniyle dünyanın en sık ve sayısız depremlerine maruz kalmaktadır. Bir ülke büyüklüğündeki kocaman adaların aynı bölgede toplanmasıyla, ülkesini adalar denizinden okyanuslar bölgelerine uzatmak durumunda kalan Endonezya devleti, bu nedenle ham adalar hem de okyanuslar devleti olarak tanınmaktadır. Ülkenin diğer büyük sınırlara sahip olan kara devletlerinde olduğu gibi Çin, Amerika, Brezilya, Hindistan Rusya ve İran gibi uçsuz bucaksız kara topraklarına sahip olmadığı için geniş sınırlarının çevrelediği, Endonezya aslında bir kara ülkesi olmaktan daha çok iki büyük okyanusun çevrelediği bir su ülkesi olarak hareket etmektedir. Endonezya devletinin vatan ya da yer kavramlarıyla ifade edilen ülke tabanını çeşitli sular oluşturmaktadır. Dünyanın en büyük yanardağ kuşağının tam ortasında yer alan bu devlet, aynı zamanda sular kadar yanardağların da etkisi altında varlığını sürdürmeye çalışan çok yönlü bir jeopolitik ülkedir. Dünyanın en sıcak ve nemli ülkelerinden birisi olarak Endonezya da siyasal gelişmeler iklime dayanan bir biçimde diğer ülkelere göre fazlasıyla sıcak geçmektedir. Bu ülkedeki yoğun siyasal yapılanmaların yarattığı sıcak gelişmeler sürekli olarak dünyanın güncel gelişmelerine yansıyarak belirleyici olmakta ve olayların yönlenmesinde etkili olmaktadır.

      Endonezya sınır komşusu olan Malezya ile aynı kaderi paylaşan bir ülke olarak adalar, yanardağlar ve sahip olduğu büyük ormanlar ile büyük yeraltı zenginlikleri, bu ülkeyi aynı zamanda dünyanın önde gelen enerji merkezi konumuna getirmiştir. Bir petrol ülkesi olarak Endonezya dünya ekonomisi ve siyasetin de önde gelen büyük oyuncularından birisi konumuna gelerek, olayları yönlendiren büyük güçlerden birisi olmuştur. Nüfusunun dörtte üçü Müslüman olan Endonezya da toplumun önemli bir kesimi de Asya dinleri olarak kabul edilen Budistler Şamanistler ve diğer Asya dinlerinin mensupları da sular ve adalar ülkesinde varlıklarını korumaktadır. Çin ve Hindistan gibi iki dev ülkenin karşı kıyısında yer alan Endonezya devleti on beşinci yüzyılda Arap ve Müslüman tüccarların bu ülkeye gelmesiyle batıya doğru açılmıştır Daha sonraki aşamalarda batılılar ve Avrupalılar doğuya doğru açılarak ticaret girişimleri aracılığı ile adalar denizini ve Hintliler ile Çinlilerin konumlarını öğrenerek bu bölgelere gelmişler ve üçüncü aşamada da yerleşerek sömürge idareleri kurmuşlardır. Önce Portekiz, sonra İngiliz sömürge yönetimi altında kalan Endonezya ülkesi daha sonraki aşamada ise, Hollanda’nın yönetimi altında varlığını sürdürmek zorunda kalmıştır. İngiltere imparatorluğu Hindistan’a girerek bölgedeki hegemonyasını genişletince, buradan Avustralya kıtasını da denetimi altına almayı hedeflemiş ama bu aşamada ağırlık, Avustralya kıtasına verilince İngilizler Avrupalı sömürge ortağı durumunda olan Hollandalılar ile birlikte hareket etmeye başlamışlardır. Hollanda İngiltere sonrasında Endonezya ülkesinin yeni egemeni olmuştur. Çinlilerin ve Hintlilerin yetersiz kaldıkları adalar denizi üzerinde Araplar, Müslümanlar ve Ruslar harekete geçerek Asya kıtasını tamamlayan ada ülkelerini kendi çıkar düzenlerine dahil etmişlerdir .İngiltere bütün dünyayı yönetmeye doğru adım atarken Almanya, Fransa  ve İspanya gibi büyük devletleri bir yana bırakarak, Hollanda ve Belçika gibi küçük sömürgeci devletler ile ortak hareket ederek yeryüzü üzerinde bir büyük Avrupa hegemonyasının peşinde koşmuşlardır. Bugünkü Endonezya bu yüzden halen Hollanda yönetiminin hegemonyası altındadır.

      Endonezya yirminci yüzyıla Hollanda Hindistan’ı konumunda gelmiş ama bu yüzyıl içinde sömürge imparatorlukları bağımsızlığa giderken, bu ülke de Endonezya Cumhuriyeti olarak dünya haritasındaki yerini almıştır. Hollanda daha sonraki aşamada İngiliz imparatorluğu ile yarışa girince, bu bölgede adalar üzerinden sömürge imparatorlukları uzun süren savaşlara sürüklenmek zorunda kalmışlardır. Yirminci yüzyılın tam ortasında Ahmet Sukarno’nun liderliğinde bağımsızlığa yönelen Endonezya Cumhuriyeti, sahip olduğu büyük nüfusu ile İslam dünyası içinde kendine önemli bir yer edinmiştir. Yeni kurulan devletin başkanı olarak Sukarno İslam dünyasına yakın bir yol izlemiştir. Bölgedeki bütün büyük devletleri dışlayan yönetimi ile Sukarno yönetimi, diğer İslam ülkeleri gibi İslam birliğinin önde gelen savunucusu konumunda hareket etmiştir. Yirminci yüzyılın bütünüyle soğuk savaş koşulları altında geçmesi yüzünden Rusya sahibi olduğu Sovyetler Birliği imparatorluğunu kullanarak güneye doğru harekete geçince, başta Endonezya olmak üzere bütün ada devletlerinde Sovyetler Birliği üzerinden sosyalist rejimler kurulmak istenmiştir. Böyle bir durumu önceden gören Amerika Birleşik Devletleri bir gece yarısında adalara büyük bir asker çıkartması yaparak, Endonezya ülkesini işgal etmiştir. İşgal gecesi ülkenin askeri birlikleri direnme gösterince, Avrupa’daki Hristiyan fanatizminin bambaşka bir uygulaması bu ülkede gerçekleştirilmiştir. Bosna da bir gecede on bin Müslümanı katleden Hristiyan fanatizmi, Endonezya’da da bir gecede on bin İslam askerini öldürerek dünya tarihinde, komünizme karşı savunma görünümünde on bin Endonezya askeri Amerikan saldırıları sonucunda öldürülmüştür. Soğuk savaş döneminin en kanlı saldırısını ABD orduları Endonezya’da gerçekleştirirken, bu Müslüman ülkenin ordusunun en savaşçı askerleri Hristiyan ordularının saldırgan işgalleri ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu açıdan emperyalizmin en ağır saldırılarına Endonezya ordularının muhatap olduğu görülmektedir. Uzun yıllar Avrupalı emperyalist orduların işgali altında var olma mücadelesini sürdüren bu Asya devleti, siyasal tarihte diğer bütün dünya ülkelerine örnek olacak bir ulusal savunmayı başarmıştır.

            İkinci Dünya Savaşı sonrasında batılı emperyalistler Hint ve Büyük okyanus alanlarında hegemonya yarışına girerlerken, Asya kıtasının önde gelen büyük devletlerinden birisi olarak Endonezya önce Hollanda ile karşı karşıya gelerek, değişen dünya dengelerindeki konumunu korumaya çalışmış ve daha sonraları da gene Avrupalı Emperyalistlerin yeni saldırılarına karşı çıkarak onların güney yarım küresinde genişlemelerini önleyebilmek üzere ordusunu yenileyerek ciddi mücadelelerde bulunmuştur. Ülkenin en doğu bölgesinde yer alan büyük adalardan birisi olan Timor adasında Hristiyan dini hızla yayılınca, Hollanda bu ada üzerinde yeni bir Hristiyan devleti kurmaya çalışmış ve bu doğrultuda isyancılar ile ayrılıkçıları desteklemiştir Batı dünyası Hristiyanları destekleyince, Müslüman bir devlet olarak Endonezya bu yeni devlete karşı çıkarak, ülkesinin geçmişten gelen birliği ve bütünlüğünü sonuna kadar savunmuştur. Ne var ki, batılı emperyalistler saldırı ve işgal hareketlerine şiddetle devam edince birkaç yıllık bir ayrılıkçı savaş sonrasında Timor adasının kuzey bölgesi, Timor Cumhuriyeti resmi adı ile bağımsız bir devlet olarak ilan edilerek Endonezya devletinin küçülmesine giden yol açılmıştır. Ülkenin en doğusunda Avustralya ‘ya komşu konumundaki Timor adasının ilk önce bağımsızlığının gerçekleştirilmesinden sonra ikinci aşamada da, ülkenin en batı bölgesinde bulunan adalardan birisi olarak, Açe adasının bağımsız devlet yapılanmasıyla ülkenin bütünlük içindeki sınır yapılanmasına ikinci kez müdahale edilerek, bu konuda emperyalist baskılar sürdürülmüştür .Osmanlı İmparatorluğu döneminde Halifelik görevini Abdülhamit yürütürken Açe adasının Müslüman  yapısı ile imparatorluğun bir parçası haline geldiği, bu nedenle Osmanlı topraklarının dağıtımı genel program çerçevesinde ele alınması gerektiği gibi iddialar öne çıkmış ama daha sonraları batılı emperyalistler yeniden bölgeyi paylaşma planları üzerinde anlaşarak uzlaşınca eski Osmanlı adası olan AÇE adası Endonezya devletinin bütünlüğü içinde kalmıştır. Yüzlerce adadan meydana gelen bu büyük ülke bugün de Hollanda destekli ayrı devlet statüsünü devam ettirmektedir.

            İkinci dünya savaşı sonrasında Sosyalist ve Kapitalist blokların arasına sıkışıp kalan bir orta dünya devleti olarak Endonezya bir Müslüman ülke olarak aynı zamanda Çin ile İslam dünyası arasında varlığını sürdürmekte olan bir haritanın gene ortalarında yer almaktadır. Bu konumu ile Endonezya son derece kritik bir jeopolitik yapılanmanın tam ortalarında yer alarak geleceğin dünyasında gündeme gelebilecek çekişmelerin ve savaşların, ana hedefi olma gibi bir özelliğe de sahip olduğu öne çıkmaktadır. Ahmet Sukarno isimli bir Müslüman devlet adamının kurduğu Endonezya askeri saldırılar ve işgal hareketleri sonrasında bu sefer de Endonezya ordusunun önde gelenlerinden birisi olarak, Suharto isimli bir yüksek rütbeli bir ordu yöneticisinin eline geçmiştir. ABD ordusunun bir gecede saldırarak ülkeyi işgal etmesi ve özellikle on bin askerin bir gece içinde yok edilmesi üzerine ülkede sıkıyönetim ilan edilerek bu geniş ülkenin güvenlik içine alınmasına çaba gösterilmiştir. Yaşanan siyasal gelişmeler sonucunda Batı ülkelerinde görülen ordu güdümlü bir askeri demokrasi rejimi kurulmaya çalışılmıştır ama dış müdahaleler sürekli devam ettiği için, Endonezya koruyucu ülkesi olan Hollanda’nın yardımıyla uzun bir süre sonra batı tipi demokrasiye yönelebilmiştir. Özellikle yirminci yüzyılın son on yılına girerken sosyalist yönetim altındaki halk cumhuriyetlerine son, Endonezya devleti de askeri diktatörlükten normal demokrasiye yönelebilmenin çabası içine girmiştir. Sosyalist blokun sona ermesiyle Rus askeri birlikleri geri çekilirken, NATO’nun patronu konumundaki ABD hem NATO hem de ABD askeri birliklerinin bu bölgedeki bazı devletlerin ülkelerinde askeri üslere kadro olarak tahsis etmiştir. Devletin kurucu başkanı Sukarno koyu bir milliyetçi tutum izleyerek hem adaların birliğini korumuş hem de bu bölgeye yerleşmek üzere gelen batılı emperyalistlerin önünü keserek yeni işgal planlarının devreye konulmasını önlemiştir. 1950’li yıllarda Türkiye’ye gelen Sukarno, Türk devleti ve Endonezya arasındaki bağlantıların kurulmasını sağlamıştır. Sukarno hastalanınca ülkede karışıklıklar çıkmış ve olaylar bir darbe senaryosuna doğru ilerlerken, ordu komutanlarından Suharto yönetime el koyarak, sosyalist saldırılara karşı batı bloku içindeki Endonezya devletinin yerini korumuştur.1960’ların dünyasında asker Başkan Suharto yönetimi sivil Başkan Sukarno’dan devralırken devleti tümüyle yenilemiştir. Askeri yönetim tüm adalarda üç yüz bin insanı yok ederek, en katı bir diktatörlük kurmuştur. Komünist rejimlere karşı ABD desteği ile Suharto dünyanın en katı dikta rejimini kurmuştur.

            Çin ile İslam dünyası arasında yer alan Endonezya ülkesi birçok açıdan önemli bir jeopolitik konuma sahip olduğundan, bu ülkeyi ABD ve AB emperyalizmleri Çin’e karşı kullanmaya çalıştılar. Ülkeyi ele geçirme çabası içindeki Amerikan emperyalizmi, kapitalist sistem içinde ortak çalıştığı İngiltere ve Hollanda gibi ülkeleri kullanarak ülke ekonomisini ele geçirmeye çalışırken, Çinliler de bu durumda geride kalmamak üzere ticaret ve iş geliştirme yolları üzerinden bütün Endonezya adalarına girerek bu ülkeyi ele geçirebilmenin kavgasını veriyorlardı. Dünyanın en büyük ekonomilerinden birisine sahip olan Endonezya devletinin yarısı Çin yarısı da Hindistan’dan gelen göçmenlerin istilasına uğradığı için, büyük bir nüfusun tümüyle tek bir ulusal çatı altında bir araya getirilmesi mümkün olmamıştır. İki büyük devlet arasında yer alan bu ülke Endonezya ismini alırken, “İndo “hecesini Hindistan, ”Nezya” hecesini ise Asya’dan alarak devletin adı karma bir biçimde belirlenmiştir Çinli ve Hintli halk ile devletin halk kitlesi yaratılmaya çalışılmıştır. Çok farklı adaların getirdiği ayrı kimliklerin bölünme yaratmasına izin verilmemiş ve böylece tek bir devlet kurulurken, merkezinde yer alacak yeni devletin bu bölgeyi tümüyle temsil etmesi için çaba gösterilmiştir. Batılı güçlerin ve şirketlerin ülkeyi ele geçirme girişimlerine karşı, Çinli tüccarlar tıpkı Arap ve Müslümanlar da benzer yöntemlerle ülke ekonomisini ele geçirmek ve ekonomi üzerinden ülkeyi batı blokundan kurtarabilme mücadelesi yapıyorlardı. Asya ve Afrika ülkeleri 1950’li yıllarda başlayan Bandung konferansları sayesinde, doğu ve batı bloklarına karşı bir büyük üçüncü dünyacılık hareketi Endonezya merkezli olarak başlatılmıştır. Böylece Endonezya kendi bölgesinde olduğu gibi dünyanın genel yapılanmasında üçüncü dünyacılık akımı üzerinden çok etkili olmuştur.

            Dünyanın orta bölgelerinde kurulmuş olan bir büyük ülke olarak hem kendi konumunu dikkate alacak hem de dünya düzeninin geleceğe dönük bir biçimde yenilenmesine katkıda bulunacak güce sahip olanların içinde, Endonezya’nın öne çıkan bir konumunun bulunduğu üçüncü dünya ülkeleri arasında başlatılmış olan Asya-Afrika ülkeleri arasındaki küresel birliktelik sayesinde açıklık kazanmıştır. Endonezya geçmişten gelen batılı emperyalist saldırı ve işgal girişimlerine karşı kendini korumak ve vatan savunması örgütleyerek ayakta kalabilmek için her açıdan harekete geçerek dünya siyasetinde önde gelen bir yere sahip olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra komünizm tehlikesinden kurtulan Endonezya, içinde bulunduğu merkezi coğrafyanın aldığı yeni biçimler doğrultusunda bir çok yeni gelişmelerle karşı karşıya gelmektedir. Batı emperyalizmlerine, Sovyet Emperyalizmine ve de Arap dünyasından ileri gelen İslamcı bir emperyalizmin adaların üzerinde etkili olmalarını bütünüyle önlemekte  çok zorluklar içinde kıvranan Endonezya devleti, bütün Asya ve Afrika ülkelerine kucağını açarak gerçekleştirdiği üçüncü dünyacılık hareketi ile mazlum ulusların bütün emperyalist devletlere karşı mücadelesinde önderlik yapma konumuna da gelmiştir. Asya kökenli bir nüfusun Çin ve Hindistan boyutları dikkate alınarak uluslararası alandaki gelişmeler doğrultusunda bazı yeni gelişmelere göre, dış politikalarda değişiklik yollarına dikkat edilmektedir. Dünya yeni bir yüzyıla doğru emin adımlarla giderken, değişen koşullar ve merkezler açısından da eskisinden çok daha farklı bir jeopolitik ortam ile karşı karşıya gelmektedir. Böylesine bir değişim rüzgârı bütün ülkeleri olduğu kadar diğer dünya devletlerini de etki altına alarak yönlendirmektedir.

            Yirminci yüzyılın tam ortalarında kurulmuş olan Endonezya devleti aradan geçen yarım yüzyıllık zaman süreci içinde çağdaş dünyada giderek yayılan batı tipi demokratik rejime yakınlaşarak, ülkelerini böylesine bir yapılanmanın getirdiği saflaşma içine girmişlerdir. Yarım yüzyıla yakın bir süre içinde askeri yönetim altında yönetilmelerine rağmen bugünün koşullarında demokrasi yolunda ilerlemekte ve anayasalarına uygun düşen zaman aralarında genel seçimlerini yaparak kendilerini geleceğin koşullarında yönetecek olan yeni hükümetlerini seçebilmektedirler. Ahmet Sukarno’nun devleti kurarken oluşturduğu Endonezya demokratik partisi, bütün siyasal gelişmelerde öncülük rollerini yerine getirerek, bu büyük ülkenin gidişinin batı blokunun oluşturduğu ulusal devlet yönlerinde oluşmasına dikkat etmişlerdir. Geçen Şubat ayının başında yapılan son genel seçimlerde Endonezya devlet başkanlığı ve parlamento genel seçimleri yapılmış ve ülke yeni yönetimine bu yoldan kavuşmuştur. Sonuçları sürpriz olarak karşılanan genel seçimler sonucunda işbaşındaki Cumhurbaşkanı Widodo tekrar seçilememiş başkanlık görevine bu ülkeyi otuz yıl yöneten askeri diktatör, Suharto’nun damadı konumunda bulunan ve Endonezya ordusunun özel kuvvetler komutanı olan Subianto, yeni başkan olarak seçilmiştir. Büyük Endonezya hareketi partisinin lideri olarak adaylığını koyan yeni başkanın asker kökenli olması ve bu doğrultuda özel kuvvetler komutanlığından devlet başkanlığına seçilmesi, bu ülke halkının yeni dönemde ortaya çıkabilecek özel durumlar açısından özel kuvvetler benzeri yönetimlere gereksinme duyulmasına yol açabilecek, belirli özel durumların ülkenin siyasal gündemine gelebileceğine dair kamuoyunda bazı özel tartışmaların yükselmesi yüzünden, seçimlerin bu doğrultuda sonuçlandığını ve yükselen tepkilerin yansıtmalarıyla öne geçtiği söylenmektedir. ABD-ÇİN arasında başlamış olan  siyasal gerginliklerin bu ülkedeki genel seçimleri de etkilediği ve eski cumhurbaşkanının bu yüzden seçimleri kaybettiği anlaşılmaktadır. Genel seçimlerin böylesine sonuçlanmasında etkili olan iç ve dış faktörlerin yeni siyasal koşullarla birlikte düşünülmesi gerektiği açıktır. Endonezya’nın yeni seçilen cumhurbaşkanı geçen seçimlerde de rakibi olan yeni başkana karşı şansını kaybetmiştir. Batı ülkelerindeki seçimlere benzeyen bir süreçte yapılan genel seçimlerin, Endonezya’nın demokratik geleceğini kurtarmak açısından yararlı olduğu, yapılan tartışmalar aracılığı ile oluşturulan kamuoyu tarafından da destek gördüğü anlaşılmaktadır. Ülkede savaş ihtimallerinin giderek arttığı bir ortamda böylesine bir sonuç demokratik açıdan normal görünüyor.

            Dünyanın en kritik bölgesinin tam da ortalarında yer alan Endonezya devletinin yönetim yapısında geçmişten gelen büyük bir siyasal birikim olduğu için kendini bilen her devletin, zor günler için önlemler aldıkları bilinen gerçeklerdir. Dünya tarihi incelendiği zaman bu tür önlemler ile devletlerin zor dönemleri atlatabildikleri ama gelecekte ortaya çıkabilecek zor dönemler için önlem almayan ya da yeterince karşı duramayan siyasal iktidarların ya da devletlerin bu gibi zor dönemlerde ortada kaldıkları birçok istenmeyen durumların öne çıktığı görülebilmektedir. Bu nedenle birçok olumsuz koşulun bir arada ortaya çıktığı olumsuz gelişmeler, siyasal düzenlerle birlikte devletleri de ortadan kaldırdıkları görülmüştür. İki tarafı okyanuslarla çevrili bir konuma sahip büyük adalar ülkesinin güvenliği ya da kamu düzenliği gibi sorunlarının aşılabilmesi, kesinlikle önceden alınacak önlemlerle korunabilir. Korunma üzerinden geliştirilecek yeni sistemler aracılığı ile Endonezya gibi hem son derece kritik jeopolitik ortamın içinde yer alan ülkeler, hem de her açıdan saldırılara hedef olabilecek açıkta bulunan ülke yönetimlerinin çeşitli yönlerden ortaya çıkabilecek tehlikeli durumların çok değişik gelişme ihtimallerini dikkate alması bir devletin varlığı açısından zorunlu bakışlar gerekmektedir. İki okyanus arasındaki adalarda yaşayan bir ülke olarak, Endonezya devletinin böylesine geniş bir bakış açısına sahip olmaları gerekmektedir. Böylesine bir devleti yönetenler ile birlikte gene böylesine bir devletin çatısı altında yaşayan vatandaşların da ülke ve devletlerinin geleceği açısından yeterli bilgi, görgü ve donanıma sahip olmaları bir gereklilik olarak öne çıkmaktadır. Konumu gereği sağlam zemin üzerinde kurulmamış devletlerin, kendileri ile birlikte komşu ya da ilişki kurdukları devletler ile çeşitli temaslar ya da bağlantılar çerçevesinde güvenlik içinde bulunmaları, alınacak önlemler aracılığı ile geliştirilerek devlet ve toplum düzenlerinin korunmaları gerekmektedir. Hollanda’nın desteği ile modern bir devlet olarak kurulmuş olan Endonezya’nın, gene böyle yoluna devam edebilmesi için güvenlik ve kamu düzeni açılarından gerekli olan önlemlerin alınması şarttır.

            Endonezya ile ilgili bir makalede, bu ülkenin içinden çıkmış olan bir büyük iş adamının normal koşullarda karşı karşıya geldiği bir olay, her açıdan öğretici olduğu için bu konuyu kısaca burada özetlemek de genel yarar vardır. Endonezya Hollanda desteğinden yararlandığı için ülke ticaret ve ekonomi alanlarında bu ülkeden gelen destek ve yardımlardan yararlanmaktadır. Bu gibi durumlarda Hollandalı ve Endonezyalı iş adamları zaman zaman bir araya gelerek ortaklaşa hareket ettikleri görülebilmektedir. Bu gibi örneklerden birisi Türkiye’de yaşanmış ve Endonezyalı bir iş adamı Hollandalı ortağının destekleri ile bir Türk bilim adamına kalıcı bir barış düzeni önerisinde bulunmuştur. Endonezyalı iş adamı iki binli yılların başlarında Türk bilim adamını davet ederek kendisinden açıkça siyasal çıkış için bir talepte bulunmuştur. Türk kamuoyunun yakından tanıdığı bilim adamının siyasal ve hukuksal konularda var olan birikiminden yararlanmak isteyenlerin istedikleri görüş, siyaset ya da işlemler hakkında bilgi alışverişinde bulundukları Türk bilim adamı ile Endonezyalı iş ve ticaret adamı iki binli yılların içinden çıkarak geleceğin dünyası, Türkiye’si ve de Endonezya’sı hakkında görüş alışverişlerinde karşılıklı bulunmuşlardır. Endonezyalı ticaret adamı Türkiye ile birlikte merkezi coğrafya üzerinden evrensel güvenliğin sağlanabileceğini ve bunun içinde kesinlikle yeni bir siyasal partinin kurulması gerektiğini dile getirerek, vakit kaybetmeden bir an önce  batı emperyalizminin karşısına çıkacak ve batıdan gelecek tüm saldırılara karşı duracak, yaklaşmakta olan savaşlar döneminin atlatılabilmesini sağlayacak ve gerçek anlamda antiemperyalist mücadeleler yaparak, batı blokunun doğu bölgelerine saldırılarını çeşitli yollardan önleyerek dünya barışına katkıda bulunacaktır. Atatürk çizgisinde batı emperyalizmi karşıtı yeni bir siyasal parti ile NATO, ABD ve batılı emperyalist devletlerinin Türkiye’yi kullanmalarına fırsat vermeyecek, yeni bir siyasal parti ile Türkiye’de ikinci Kuvayı Milliye mücadelesini kazanacak bir büyük siyasal oluşuma gereksinme olduğunu ve bu amaçla kurulacak partinin ve böylesine bir direnişin tüm ulus devlet yönetimlerini etkileyerek, bunlar üzerinden üçüncü bir dünya savaşının ortaya çıkartılmasının önlenebileceğini Endonezyalı iş adamı Türk bilim adamına aktarmıştır.

            Türk bilim adamı şaşkınlıkla Endonezyalı ticaret adamını dinlerken parasının olmadığını ve hiç bir gizli ya da açık bir desteğe sahip olmadığını, siyaset için çok büyük sermaye gereği olduğunu, ayrıca gizli ya da açık hiç bir örgütün elemanı olmadığını, açıkça dile getirdiği zaman bu konuda isimsiz bir bilim adamı konumunda bulunan çeşitli isimlerin yeni bir ulusal kurtuluş mücadelesi için yeni bir kadro olarak eğitilmesi gerektiğini, bu işlerle ilgili olarak bankalar arası düzende var olan barış fonlarından her zaman yararlanmanın ve destek sağlamanın her zaman mümkün olduğunu, işe öncelikle ekonomi ile başlanması gerektiğini, bütün bankaların barış fonları üzerinden yönlendireceği bazı fonlar aracılığı ile savaşlara karşı duracak ve savaş karşıtı hareketler ile girişimleri örgütleyecek yeni adımların atılmasına gereksinme bulunduğunu bu çizgide geliştirilecek, siyasal eylemlerin dünya ve ülke barışlarına yardımcı olacak bir biçimde ele alınmaları gerekliliği konuşularak, Türkiye üzerinden bir Üçüncü Dünya Savaşı çıkarmak projesinin kesinlikle önlenmesi gerektiği açıkça vurgulanmıştır. Büyük devletlerin öncelikle Irak, ikinci olarak Suriye ve üçüncü adım olarak İran’a saldırmaları ile üçüncü dünya savaşının çıkartılacağını ve bunun ancak Türkiye üzerinden geliştirilecek siyasal ve askeri girişimlerle önlenebileceğini, eğer savaşa müdahale edilmezse o zaman Rusya, İran, Çin ve Hindistan gibi büyük Asya ülkelerinin de üçüncü cihan savaşına girmek zorunda kalacaklarını ve daha sonra da diğer dünya devletlerinin bu savaşa katılacağını, böylece en sonunda üçüncü dünya savaşının ana hedef olarak çıkartılacağını Endonezyalı ticaret adamı Türk bilim adamına  açıkça söylemiştir. Türk aydınlarının ve halkının bir an önce uyanarak devleti ve milleti yok edebilecek patlamalara yol açılabilecek kışkırtmalarla, üçüncü dünya savaşının çok kolay çıkartılabileceğini, böyle bir savaşa karşı acilen antiemperyalist bir örgütlenme içine girilmesi gerektiğini, bu nedenle savaşın başlamadan önce önlenmesi gerektiğini dile getirerek, Orta Doğu savaşının İran’a sıçramasından önce durdurulması gerektiğini ve bu konuda merkezi ülkenin Türkiye olduğunu açıkça dile getirmiştir. Endonezyalı aydın iş adamı Türkiye’nin dikkatini çekerken, bu sorunun NATO çerçevesinde çözülemeyeceğini, NATO’nun devreye girmesiyle birlikte NATO üyesi olan batılı ülkelerin askeri işgalleri ile önce İran’ın ve daha sonra da hedef olarak Rusya’nın saldırı ve işgal tehditleri altında olduklarını söylemiştir. Ayrıca bütün Asya ülkelerinin savaşlara karşı olduklarını aynı zamanda her türlü savaş karşıtı eylemlere tüm Asya ülkelerinin birlik çatısı altında bir araya gelerek karşı çıkacağını, savaşa en son Çin’in gireceğini ve bu doğrultuda tüm Asya ülkelerinin gerekirse Çin’e karşı çıkarak üçüncü dünya savaşını önleyebilmek üzere mücadeleye kalkışacaklarını, Endonezyalı tüccar kişi Türk bilim adamına anlatmıştır. Batı bölgesinde çıkmış olan dünya savaşlarının yeni dönemde Orta Doğu ve Orta Asya hattı üzerinde yapılacağı gibi bazı gelişmeler son yıllardaki uluslararası hareketlerde eskisine oranla daha fazla gündeme gelmiştir.

İki dünya savaşı geçirmiş ve 100 milyondan fazla bir nüfusu bu savaşlarda kurban vermiş olan uluslararası dünya ve insanlık, bir Üçüncü Dünya Savaşı ile yeniden milyonlarca insanını kaybetmeye karşı çıkacaktır. NATO, Amerika, İngiltere, Fransa ve İsrail gibi emperyal devletlere ve örgütlere karşı bir büyük mücadelenin dünya barışı için verilmesi gerektiği giderek iyice ortaya çıkmaktadır. Orta Asya’dan bir Endonezyalı tüccar adamın Türkiye’ye gelerek batı emperyalizminin ancak Anadolu toprakları üzerinde durdurulabileceğini, bu amaçla Türkiye’nin bağımsız bir devlet olarak yeniden yapılanması gerektiğini, antiemperyalist çizgide yeni bir partinin kurularak, bütün dünya ülkelerinin ortak katılımları ve destekleri ile küresel bir barış düzeninin oluşturulabileceğini Türk bilim adamına anlatırken aynı zamanda Endonezya ülkesi üzerinden Türk devletine yönelen bir çağrı ile de giderek saldırı örgütüne dönüşen NATO ile komşu ülkelere karşı bir askeri harekete Türkiye’nin kalkışmaması gerektiğini açıkça dile getirmiştir. Türk bilim adamı aracılığı ile hem Türk ulusuna hem de Türk devletine barıştan yana bir tavır sergilemeye çalışmıştır. İnsanlığın geleceği için anlayana çok şey ifade eden bu çağrı dikkate alınırsa, Orta Asya ve Orta Doğu devletleri bir merkezi direniş hareketine kalkışacaktır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

25 Nisan 2024 Perşembe

SOVYET RUSYA’NIN OLUŞUMU - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ 

SOVYET RUSYA’NIN OLUŞUMU 

     Uluslararası alandaki son gelişmeler merkezi coğrafya da gerginliklere sebep olurken, Türkiye’de bir bölge ülkesi olarak sıcak çatışmalar ve savaşa yönelen önemli gelişmeler ile karşı karşıya gelmiştir. Bir kısmı sınırların içinde diğer kısmı ise ulusal sınır boylarının dışında kalan bu sıcak sorunların, zaman içinde ortaya çıkan yeni koşullardan etkilenerek, yeni sorunların ortaya çıkmasına neden olduğu görülmekte ve bu yönde ortaya çıkan durumları gerçekleştirerek dünya tarihinin belirli yönlere doğru gelişmeler gösterdiği anlaşılmaktadır. Tarih denen sürecin zaman içinde değişim geçirmesine yol açan yeni koşullar ve gelişmeler dünya tarihini belirlerken aslında insanlığın ve de insan topluluklarının da geleceğini belirlemektedir. İnsanlık tarihi genel olarak ele alındığında, bu tür durumlar ve sorunların değişen dönemlerle birlikte ortaya çıktığı görülmektedir. Dünya tarihi incelendiği zaman tarihsel olayların ve gelişmelerin birbirlerini izleyerek gündeme geldikleri ve bu doğrultuda büyük devletler ve güçler tarafından izlenip yönlendirilerek belirli hedeflerin seçildiği ya da bu yönlerde oluşturulan siyasal gelişmeler çizgisinde gerçekleşme aşamalarını geride bırakarak, insanlığın gelişiminde kalıcı adımların atılmasında, önde gelen bir etkinlikler sağladığı görülebilmektedir.

Rusya, bugünün dünya haritasında yer alan en büyük devletlerden birisi olarak her zaman insanlığın geleceğinde önde gelen bir yere sahip olmuştur. Bir başka açıdan insanlığın kaderini belirlemekte olan tarihsel süreçte, en önde gelen büyük devletlerden birisi olmuştur. Bu açıdan konu ele alındığında beşinci yüzyılda ortaya çıkmış bir Rus devletinin yirminci yüzyıla kadar geçirdiği değişim ve aşamaların birbiri ardı sıra geldiğini ve birbirine bağlılık çizgisindeki ilerlemelerin, bu büyük devlet ile birlikte sınırları içinde yaşayan halk kitleleri ile birlikte  yeni dünya düzenlerinin ortaya çıkış evrelerinde etkinlik sağladıkları görülmektedir. Bugünkü Rus devletinin üzerinde kurulu bulunduğu toprakların hem Avrupa hem de Asya ayakları bir arada bütün Rusya ülkesinin hem topraklarını hem de devlet örgütlenmesini kapsayan bir genişlik içinde uzanıp gittiği görülmektedir. Beş yüz yıllık bir geçmişten gelen büyük Rusya devleti, Rus halkının uzanıp giden zorlu yaşam mücadelelerinin sonucunda tarih sahnesindeki yerini almıştır. Onuncu yüzyıl yıllarında tarih sahnesine çıkan Rus halkları daha sonraki aşamalarda öne çıkarken, on beşinci yüzyılın başlarından itibaren, bugünkü Ukrayna devletinin başkenti olan Kiev isimli eski bir Türk devletinin çatısı altında bir araya gelerek, o dönemde etkin olan Hazar imparatorluğunun sınırları içinde toparlanmaya yönelmişlerdir. Beşinci yüzyıllarda tarih sahnesine çıkmış olan Rusların, onuncu yüzyıla doğru bir imparatorluk oluşturmaya yönelmelerinde, Hazar devletinin çöküşünün önemli boyutlarda rolü olmuştur. Onuncu yüzyıl döneminde Kiev’in başkent olarak kurulduğu Rus devletinin daha sonraki yıllarda bir dönem Asya’dan gelen Moğol ordularının yönetimi altına girdiği ama daha sonraki yıllarda bu büyük ordunun gerekli olan nüfus yapılanmasını kurarak kalıcı bir büyük devlet kuramaması yüzünden Moğollar ile Ruslar uzun süre savaşarak birbirlerinin güçlerini kırmışlardır. On ikinci yüz yıldan on beşinci yüzyıla kadar üç yüz yıllık bir dönemde Rus toplumu üzerinde egemen olan Moğolların daha sonraki aşamada geri çekilerek bir Asya tipi siyasal yapılanmaya yönelmeleri nedeniyle Moskova şehrini merkez ilan eden Ruslar, hızla kendi devletlerini kurarak dünyanın önde gelen büyük devletleri ile bir medeniyet yarışına girişmişlerdir. Moskova devleti hızla yükselirken ortaya çıkan yeni yapılanma döneminde Romanovların kalkınma çabalarına karşı ülke içinde karışıklıklar birbirini izlemiş ve bu yüzden Rus devleti içine kapanık bir dönem içinde gelişme ve ilerleme şanslarını yerinde kullanamamıştır. Böylesine bir süreç içinde aydın ve entellektüel kadroların yönetiminde Rusya yirminci yüzyıla gelmiştir. Batı ülkelerinde görülen kapitalist gelişmelere karşı devrimci ve sosyalist hareketler burada tepki olarak gelişmişlerdir.

Avrupa kıtasındaki sosyalist hareketlerin hızla yükselmesi çevreye dönük tepkilere yol açarken, Almanya merkezli bir dünya sosyalist hareketinin dünya çapında örgütlenmesi öne çıkmış ve bu doğrultuda dünya sosyalist birikimi Berlin merkezli bir siyasal yapılanma yerine Moskova merkezli bir başka oluşumun içine girmiştir. Amerikalıların destekleriyle güçlenen Japonya ordusu batılı ülkelerin Avrupa üzerinden geliştirdikleri saldırıların sonuç vermemesi üzerine, Rusya merkezini Asya toprakları üzerinden hedef olarak seçince, Rus Çarlığı iflas etmiş ve dünyanın en büyük toprakları üzerindeki Rus devleti, böylesine bir çöküntü olayının sonucunda yok olmuş ve Rusya ülkesi uzun süre yönetimsiz kalınca, Rusya’daki burjuva sınıfı ülkeyi kurtarmak üzere hiçbir girişimde bulunmamıştır. Bunun üzerine ABD’nin en önde gelen entellektüel potansiyelinin içinden öne çıkan sosyalist önderlerin öncülüğünde ciddi bir devrim çalışması yapılmıştır. Tam bu aşamada bir tarım ülkesi olan Rusya’daki insan potansiyelini devrimci bir çizgiye doğru sürükleyen Amerika kökenli Bolşevikler harekâtı, Avrupa kökenli sosyalist kadroların etkin olduğu bir yapılanma içine ülkeyi sosyalist bir devrime doğru sürüklerken, Bolşevik harekatının öncülüğünde bir sosyalist devrim Asya kıtasının geniş toprakları üzerinden örgütlenerek yeryüzüne çıkartılmıştır. Fransa’daki Jakobenlerin öncülüğünde nasıl bir devrim yapıldıysa, Rusya’daki Bolşevikler de sahip oldukları siyasal birikimi kullanarak, benzeri bir biçimde işçi sınıfı adına sosyalist bir devrimi gerçekleştirmiştir. Fransız devrimi burjuvaziye dayanırken Rusya’daki Bolşevik hareketi de işçi sınıfının var olmadığı bir ülkede alt tabakalar ve ara sınıflar üzerinden sosyalist bir devrim oluşumu gerçekleştirilmiştir. Rusya’da Ekim devrimi gerçekleştirildikten sonra, sıkı bir Sovyet rejimi Sovyetler Birliği adı altında örgütlenerek Rus halkı ile Rus devletini, yirminci yüzyılın başlarında yeni bir dünya düzeni arayışının merkezindeki büyük bir devlet ve bölgesel bir yapılanma olarak ortaya çıkarmıştır. 

Sovyetler Birliğinin kurucusu ve önderi olan Bolşevik kadro, Sovyet rejimini tam olarak oluşturduğu 1917 yılından 1989 yılına kadar ayakta kalabilmiş ama daha sonraki siyasal gelişmelerin ortaya çıkardığı cihan savaşları ve siyasal çekişmeler, batının kapitalist blokuna karşı kutup merkezi olarak çıkartılmaya çalışılan doğunun sosyalist bloku, ikinci kutup merkezi olarak inşa edilmiş ve batının emperyalist  dünyasının karşısında uluslararası alanda bir dünya dengesi amacıyla kurulmuş olan Sovyetler Birliği ,bu büyük siyasal yapılanmanın öncüsü konumundaki Rusya Federasyonunun bu siyasal birlikten çekilerek, sisteme bağlı on beş sosyalist cumhuriyetin serbest bırakılmasıyla birlikte sona ermiştir. İşçi sınıfının olmadığı bir ülke olan Rusya’daki zoraki sosyalist sistem batı dünyasının ekonomik ve teknik alanlardaki büyük gelişmeleri karşısında dışlanarak önü kesilmeye çalışılmış ve bu nedenle de bu rejim hem içeriden hem de dışarıdan zorlanarak yıkılmaya çalışılmıştır. Sovyet Rusya yapılanması batının dışındaki kıtalarda, var olan tüm üçüncü dünya ülkelerini kapsayacak derecede ileri bir model olarak, üç çeyrek yüzyıllık bir birikimi uluslararası alanda bir alternatif model olarak öne çıkarabilmiştir. Dünyanın en geniş toprakları üzerinde inşa edilmeye çalışılan emekçilerin imparatorluğu tam olarak gerçekleştirilemeyince, emperyalist batı bloku devreye girerek küresel bir sürecin gerçekleştirilmesinde önde gelen bir rol oynamışlardır. Batı dünyası sürekli olarak ekonomik ve teknik alanlarda güçlü yenilikler oluşturarak rekorlar kurarken, emek imparatorluğu çok gerilerde kalmış ve bu nedenle de Rusya devletinin öncülüğü ile oluşturulmaya çalışılan dengeler kurulamayınca, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, kurucusu olan Rusya devleti aracılığı ile ortadan kaldırılarak ve iki kutuplu dünyanın karşı kutbu tasfiye edilerek, ABD’nin öncülüğünde tek merkezli bir dünya düzeni sosyalizmi dışlayarak ve kapitalist düzeni esas alarak kurulmaya çalışılmıştır. Bir yüzyıla yaklaşan sosyalist sistem deneyinin başarısız kalması yüzünden Rus devleti kısa bir zaman içinde sosyalist sistemi tasfiye etmiş ve batı dünyasının öncülüğündeki kapitalist sistem dünya ekonomisinin ana yapılanması olarak belirlenmiştir.

I989 yılına gelindiği zaman dünyanın önemli ölçülerde değiştiği, iki kutuplu dünyada oluşturulan dengelerin artık eskisi gibi yürümediği ortaya çıkınca, büyük bir teknolojik dönüşümden geçen batı blokunun sosyalist doğu blokuna karşı her alanda üstünlük sağladığı ortaya çıkmış ve bu doğrultuda sosyalist doğu blokunun birlik ve bütünlüğünü sürdürme konusunda çok büyük zorluklar çektiği görülmüştür. Ekonomi üzerinden dünyaya açılan batının kapitalist bloku, uluslararası alandaki ekonomik ve ticari yapılanmalardan yararlanmaya devam etmiştir. Böylesine bir süreç içinde zenginleşen dünya ülkeleri içinde batı blokunda yer alan ülkeler daha da büyürken, sosyalist ideolojinin üretimi gerçekleştiremeyen boyutları içinde durgunluk almış başını gitmiş ve bu durumun sonucunda üretimi olmayan yapıların zaman içinde yoksulluk çemberi içinde iyice fakirlik çıkmazına sürüklendikleri aşamada, sosyalist doğu blokunun artık eskisi gibi devlet yardımları ile yürüyüp gitmediği bu nedenle de on beş sosyalist halk cumhuriyetinin giderek durgunluk ve yoksulluk üzerinden iyice çöküş ve göçüş noktalarına geldiği ortaya çıkmıştır. İnsanlığın geleceğinde sol ve sosyalist görüşler çerçevesinde paranın gücüne karşı insanlık değerlerinin korunabilmesi için çabalar gösterilmiş ve bu çizgide para ile ölçülemeyecek değerde birçok olumlu yaklaşım, sol ve sosyalist dünya görüşlerinin getirdiği gibi her türlü dengenin korunması ve gelecekte yeni bir dünya düzenine giden yolda sağ kanattaki demokratik açılımlara karşı sol kanattaki cumhuriyetçi açılımlar sol çizgideki plan ve programlarla doldurulmaya başlanmıştır. Ne var ki, bu gibi devletçi katkılar uzun süreli etkili olamamış ve batı blokunda yer alan kapitalist şirketler büyürken kamu düzenleri yeterince etkili olamamış ve bu yüzden özel sektör ve kamu sektörü eski dengeler içinde birbirine yakın bir büyüme gösterememiştir. Doğu bloku böylesine bir oluşum süreci içinde gerilemeye başlayınca çok hızlı bir çöküş aşamasına gelmiştir.

Avrupa içinde 19.yüzyılın teorik ve pratik sosyalizm denemeleri bu kıtanın içinde uluslararası alana uygun bir sosyalist düzen oluşturamayınca, bu birikimi temsil eden filozofların  Almanya’dan İngiltere’ye başta Karl Marks ve Frederic Engels isimli teorisyenler olmak üzere, göç ettikleri bütün kıtayı kapsayan sosyalist toplumsal birikimlerin de, çeşitli sol siyasal örgütler aracılığı ile Avrupa birikimini Rusya Çarlığı aracılığı ile Asya kıtasına ve geniş Rus topraklarına taşıdıkları anlaşılmaktadır. Avrupa’daki 19 yüzyılın birikimi olarak sosyalizm ve kadroları ile örgütleri, Bolşevikler aracılığı ile Berlin’den Moskova’ya taşınmıştır. Sovyetler Birliği çok uluslu bir federal devlet olarak kurulmuş ama aynı zamanda doğu dünyasının sosyalist birikimine sahip olan doğu tipi bir sosyalist demokrasi modelini gündeme getirmiştir. Bir anlamda sosyalist bir demokrasi içinde çok uluslu bir devlet kurulmuş ve böylece geleceğin çok kültürlü demokrasi modeline geçiş için bir her tarafı Sovyetlerle örülmüş olan şehir devletlerinden oluşan yeni bir konfederasyon modeline geçiş için küreselleşme dönemi öncesinde, çok uluslu, çok kültürlü ve çok merkezli bir toplum yapılanması ulus ötesi bir toplumsal oluşum içinde ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Çok uluslu bir toplum düzeni kurulurken aynı zamanda merkezin güçlülüğü savunulmuştur. Komünist bir partinin egemen bir statüsünün bulunduğu bu çok uluslu federasyon çatısı altında çağdaş hak ve özgürlüklerin en iyi düzeyde korunabilmesine çalışılırken aynı zaman süreci içinde merkezci bir Rus yönetiminin nasıl baskı ve zulme yöneldiği açıkça görülmüştür. Bir ortak pazar ya da piyasa oluşturamayan sosyalist sistem hem teorisyenlerin hem de sol ve sosyalist örgütlerin baskı ve ideolojik yönlendirmelerinden uzak duramayınca, çekişmeler kavgalara ya da birliğin içindeki devletlerin Macaristan, Çekoslavakya ya da Doğu Almanya ile Gürcistan’da olduğu gibi ülke ve devletlerde rejime karşı çıkışlar, isyanlar ve iç çatışmalar birbiri ardı sıra gündeme getirilmiştir. Doğu bloku kurulmuş olan sosyalist düzene zarar vermeme ilkesi doğrultusunda birlik korunarak savunulmuştur. Düşünce özgürlüğünü hedefleyen bir siyasal düzen, zaman içerisinde bunun tamamen tersi bir çizgide her türlü siyasal düşünce ve akımların yasaklandığı ya da baskı altında önlenmeye çalışıldığı bir çıkmaz sokak konumuna getirildiği bir çok sosyalist ülkede görülmüştür. Çokluluk ilkesinin hedef olarak seçildiği bir ortamda tek yönlülük çizgisinin gündeme gelmesi sistemi çökertmiştir.

Bolşeviklerin Petrograd çekişmelerinden zafer elde etmeleriyle başlayan sosyalist devrim sürecinde, ülke içindeki bütün iktidarların ve merkezlerin Sovyetlere devredilmesiyle sosyalist bir federasyon doğrultusunda adımlar atılmaya başlanmıştır. Lenin’in öncülüğünde toplanan ikinci Pan-Rusya kongresi savaşa bütün ülkeler ile haklarla demokratik bir barış düzeni kurmak için devlet topraklarına el koyan ve daha sonra da kamunun elinde tutulan toprakların bütün ülkede millileştirilmesini çeşitli kararlar alarak ülkede yeni bir kamu düzeni arayışı ortaya konmaya çalışılıyordu. Lenin’in öncülüğünde Halk Komiserleri Konseyi oluşturularak devrimin merkezi örgütlenmesi daha da güçlendirilmeye doğru yöneliyordu. Petersburg ve Moskova’dan sonra Boşevizmin çekirdek örgütlenmesi olarak Halk Konseyleri devreye girerek Sovyetler Birliğinin kurulması yönünde önemli adımlar atıyorlardı. 2 Kasım 1917 tarihinde yeni Sovyet iktidarı Rusya Halkları Manifestosu yayınlanarak, büyük sosyalist federasyona katılan bütün ülkelerin sahip oldukları hak ve özgürlükler, eşit egemenlik statüsü içerisinde SSCB isimli büyük devlet tarafından güvence altına alınıyordu. Ayrıca kendi kaderini tayin hakkı doğrultusunda birlikten gerektiği zaman ayrılma hakkı da self-determinizm hakkının güvence altına alınmasıyla resmen tanınmış oluyordu. Devrimden bir ay sonra Rusya ve Doğu bölgelerinin Müslüman halklarına hitap eden bir genelge ile de her halk topluluğunun özel inanç ve törelerine saygı gösterileceğine dair güvence verildi. Kendi kaderini belirleme hakkı, bütün Sovyet ulusuna değil ama birliğe katılmış olan bütün ulus devletlerinin ayrı proleteryalarına yönelik bir işlem halinde güvence altına alınıyordu. Sovyet rejimi emin adımlar atarak güçlenmeye başlayınca, Rus devleti kökenli ordu ve donanma kızıl bir yapılanmaya dönüştürülerek, Rus devletinin merkezi yerinden ülkenin bütün sınır boylarına doğru mutlak bir egemenlik düzeni içinde uzanıyordu. Birliğin kurulmasıyla birlikte Sovyet rejiminin kurulması tamamlanıyordu.

Rusların kuramadığı ulusal devletin yeni dönemde Rus asıllı olmayan Bolşevikler tarafından örgütlenmesi, Sovyet devriminin diğer halklara ve kuruluşa katılan yeni ulus devletlere yönelen yepyeni bir yapılanma olarak öne çıkıyordu. Bolşevizm adı verilen Rus devrimi kökenli sosyalizm hareketine bakıldığında otuz civarında Amerikalı ya da Musevi asıllı kadroların çekirdek yapılanmayı oluşturduğu göze çarpmaktadır. Sosyalist devrimi Almanya kökenli Avrupa topraklarından devralarak Rus kökenli Moskova topraklarına getiren Bolşevizm kadrosu Rus asıllı olmadığı için, Avrupa ve Amerika arasındaki çekişmelerde daha çok yeni dünyaya yakın bir tutum izlenmiş ve Rusya ile Avrupa arasındaki yakın bağlar ve komşuluk ilişkilerinin etkin olması önlenmeye çalışılmıştır. Rus devrimini takiben Almanya’da hemen bir devrim beklentisi uzun sürmüş ama beklentiler gerçekleşmeyince, devrimci Rusya batının önde gelen gelişmiş büyük devletleriyle değil ama Çin’in merkezinde yer aldığı Asya ülkelerine doğru yeni gerçekleştirilen açılımlar, kızıl ordu ile başlamış olan Sovyet emperyalizmini Rusya’ya komşu olan bütün Asya ve Avrupa ülkelerine doğru yönlendirmiştir. Birinci dünya savaşı sırasında cephe konumuna gelen Kafkasya, Hazar bölgesi ve Karadeniz limanlarında yeni Rus yönetimi Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan geniş alanda dünyanın en büyük kıtası üzerindeki merkezi konumunu daha da güçlendirerek daha sonraları demir perde adı ile anılacak olan daha güçlü bir sınır yapılanmasını, Sovyet rejimi yakın çevre alanı içinde yer alan ülkelerde örgütlenmesini tamamlayarak dış dünyaya bütünleşmiş bir görünüm ile dışa açılmak istediler. Bazı katılımcı ülkelerde ortaya çıkan karşı çıkışlar ya da siyasal tepkilerin isyanlara ya da çatışmalara dönüşmesi uzun süreli bir zaman takvimi içinde tamamlanmaya çalışıldı. Devrimci atılımlar gerçekleştirildikten sonra hem merkezin güçlendirilmesi hem de komşu ülkelerin de birliğe katılmalarının sağlanması zaman aldığı gibi, bazı karşı çıkışların da zaman zaman gündeme gelmesi yüzünden, ciddi anlamda zaman kaybedilmiştir. Avrupa ve Amerika gibi gelişmiş ülke yapılanması ve koşulların bulunmaması nedeniyle, Sovyet Rusya büyük alanlara açılan siyasal yapılanmaları tam zamanında gerçekleştiremediği için bu durumda iki kutuplu dünya üzerinde Rusya sosyalist doğu blokunun kurucusu olarak, Atlantik kutbunun kurucusu olan ABD karşısında zorlanarak daha geç bir plan içinde toparlanabilmiştir.

1917 yılında başlayan devrim 1918’e kadar merkezi Rusya’da, Ukrayna’da, Baltık ülkelerinde, Beyaz Rusya’da, Ural dağlarında, Kafkasya, Orta Asya, Kazakistan, Sibirya, Kırım ve Türkistan ile diğer Asya ülkelerinde birbiri ardı sıra Sosyalist devrimler yapılmıştır. Bu ülkelerde sosyalist halk cumhuriyetleri kuruluyordu. Bolşeviklere göre Rusya’da zafer kazanan devrim bütün Avrupa’da daha sonra da bütün dünya ülkelerinde proleterya diktatörlüğünü kuracak devrim zincirinin ilk halkasıydı. Sovyetler Birliği’nin yöneticileri Rus devriminin kazançlarını koruyarak hareket etmesi sayesinde, devrimci yürüyüş yola devam edebildi. Kızıl ordu ve partizanlar asındaki çekişmeler devam ederken sürüp giden olaylar 1920 ve 1921 yıllarında Kafkasya, Urallar, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’da sürüp giderken bu ülkelerde sosyalist devrimler tamamlanarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği dünyanın beşte bir alanı kadar geniş topraklarda bir sosyalist doğu bloku kurulmaya çalışılıyordu. En son olarak Uzak Doğu Cumhuriyetinde devrimci girişimler tamamlanarak, tüm doğu bölgesini kapsayan bir büyük blok, batı bloku karşısında kuruluyordu. Sosyalist blok merkezi olarak eski Rusya toprakları üzerinde kurulurken, dünyanın kuzey bölgesinde birlik ve dayanışmayı sağlayarak, üç Baltık cumhuriyeti ve Polonya ile barış antlaşmaları imzalanıyordu. Kafkasya bölgesi ikiye ayrılarak kuzeydeki eski devlet tasfiye edilirken bölgenin güneyinde Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan devletleri kurularak yeni dönemde ortak devletleşme süreci tamamlanmaya çalışılıyordu. Ukrayna cumhuriyetinden sonra Beyaz Rusya da ayrı bir devlet olarak 1922 yılında sosyalist birliğe üye olarak katılırken, sosyalist devrimin ilk aşaması da bu aşamada tamamlanmış oluyordu. Çok geniş topraklara yayılarak örgütlenen SSCB dünyanın ikinci büyük bloku olarak siyasal alana çıkarak, iki kutuplu dünyanın tamamlayıcısı oluyordu.

Kuzey bölgesinin hemen hemen tüm devletlerinin yer aldığı üçüncü Sovyet kongresi 1918 yılında toplanarak ve Emekçi ve sömürülen halkların hakları manifestosunu kabul ederek devrimci düzen kurulmasını tamamlamaya çalışırken, 1920 yılına kadar devrimci kadrolara karşı suikastllar ve saldırılar karşıt güç merkezleri tarafından yapılarak bir anlamda karşı devrimci ataklar siyaset sahnesinde birbiri ardı sıra gündeme alınmaya çalışıldı. Beşinci Sovyetler Kongresi yapılırken 1918 yılında Sovyet Devletinin anayasası ilan ediliyordu. Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi Lenin’in önderliğinde devrimci atılımları adım adım tamamlamaya çalışken, devrimci devlet yapılanmasına katılan ülke ve devletlerin sosyalist oluşum sürecinin içinde yer alması çizgisinde önemli girişimler öne çıkarılıyordu. Kuruluş Sosyal Demokrat parti adı altında tamamlanırken 1919 yılında Rus Bolşevik partisi adı altında yola devam edilmek isteniyordu . Bu aşamada ülkede çok partili bir rejimin kurulması teklif edilirken, kurucu partinin merkezi yapısını güçlendirmek üzere parti yapılanması daha da büyütülerek hareket ediliyordu. Tek merkezli merkezileşmiş bir komunist parti yapılanması kongre üyelerinin tümü tarafından desteklenirken, 1920 yılında Komünist partinin ikinci “Demokratik Merkeziyetçilik“ adıyla ikinci bir resmi program kabul edildi. Sendikaların devrimci sürece girmesi ve bunlar aracılığı ile ülkede yayılan, işçi sınıfı muhalefetinin bir karşı devrime yönelmesi önlenmek isteniyordu. Sürekli devrim görüşünden yana olan Troçki, iş ve çalışma hayatının askeri bir disiplin düzenine bağlanması gerektiğini söyleyerek, devrimci partinin içindeki otoriter yönetimi açıkça eleştiriyordu. Parti içinde hiyerarşik bir otoriterliğe karşı çıkanlar ve ekonominin sendikalar aracılığı ile yönetilmesini isteyenler, yavaş yavaş siyasi muhalefet çizgisini daha üst aşamalara tırmandırıyorlardı. Komünist partinin üye sayısı yirmi bini geçince, merkezi yönetim üyeler arasında yeni bir tasnife yönelerek her üyeyi bulunduğu ikametgahının temsilcisi olarak kabul ediyordu. Parti içinde genel sekreterlik makamının kurulmasıyla birlikte bu göreve kendisini getiren Stalin, parti yönetimindeki siyasal boşluğu doldurarak devrimin güçlü yapılanmasını tamamlamaya öncelik verince, Sovyet Rusya’da tam anlamıyla bir merkezi otoriter yönetimin işbaşına gelmesi sağlanmış oldu. Lenin’in ölümünden sonra Troçki merkeze karşı muhalefete geçerek karşıt bir çizgi izlemeye başlayınca, parti yönetimini bütünüyle ele geçiren Stalin, Troçki’yi ülkeden kovarak resmi bir muhalefet oluşumunu önlüyordu.

I924 yılında Sovyet Rusya yeni bir anayasa çıkartırken, Sovyetler Birliği, Birlik Sovyeti ve Milletler Sovyeti adı altında iki başlı yeni bir statülü bir rejime getiriliyordu. Birinci dünya savaşı sonrasında Sosyalist Blok, dünya çapında yapılanmak üzere dışa açılırken var olan bütün devletler ile diplomatik ilişkilere girerek batı blokunun emperyalist saldırılarına karşı yeni bir karşı çıkışı yeryüzü bölgelerinde örgütlemeye çaba gösteriyordu. 1925 yılında batı devletleri ille Almanya arasında yeni bir yakınlaşma sürecine gidilirken, Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu yeni sosyalist doğu blokuna karşı açıktan örgütlenme gündeme geliyordu. Sosyalizmin tek ülkede kurulması düşüncesi devrime katılan bütün ülkelerde gündeme gelirken, ağırlık elde eden bu düşünce doğrultusunda merkezi devlet yeni bir atılım programına doğru adım atıyordu. Ülke içinde yaşayan herkes birer Sovyet vatandaşı statüsüne kavuşarak eşitlik ve özgürlükler alanlarında birlikte olmanın yeni yapılanmasını örgütlediler. Cahil ve yoksul kitlelere eğitim ve tarım programları çerçevesinde yaklaşımlar sergilenirken, hükümet fonlarından sağlanan yardımlar ile bazı yoksul köylü birlikleri büyük devlet mülklerine el koyma ve bunları paylaşma işlemlerini sürdürerek, ihtiyaç duyulan bölgelerde köylü direnişleri ve hareketleri aracılığı ile kollektif komünler oluşturularak, halk kitlelerinin işsizlik ve açlık sorunlarına sahip çıkılmaya çalışıldı. Ülkedeki tarımsal üretimin zengin çiftçilerin eline geçmesi üzerine sosyalist rejimin kuralları dışına çıkarak bazı özel şirketleşme girişimleri gündeme getirilmiş ama buna sosyalist devlet izin vermeyerek, ülkedeki sosyalist beklentilerin öne geçmesi çizgisinde hareket etme kuralı korunmuştur. Kapitalist sistemdeki serbest piyasa hareketleri sosyalist rejimler de bulunmaması yüzünden, devlet tek iş veren olarak hareket etmeye başlamış ve halk kitlelerinin hem işsizlik hem de açlık sorunlarına açıktan çözüm bulunması için her türlü girişimler yoğun bir biçimde sürdürülerek sosyalist blokun insanlarına ikinci bir alternatif model getirilmeye çalışılmış ama bütün bu girişimler yetersiz bir çizgide kalmış ve tam anlamıyla bir çözüm üretilememiştir.

Rusya’da sosyalist rejim girişimleri önce şaşkınlık ile karşılanmış daha sonra da artan tepkiler yükselmeye başlayınca, 1918-1919 tarihleri arasında ülkenin her tarafında iç savaş tırmanmaya başlayınca bu durumu önleyebilmek için kentlerin ve savaşan orduların ihtiyacı olan ikmal ve desteklerin artırılmasına çalışılmış ama sonuç alınamamıştır. Gelecekte ticaretin yerini almak üzere ürün dağıtımın düzenlemesi getirilerek, erzak ve gıda eksikliklerinin karşılanması sağlanmaya çalışılmıştır. 16-50 yaşlar arasında olan her Sovyet vatandaşı için çalışma yükümü getirilirken, zengin vatandaşların elindeki mal ve mülk gibi zenginlik kaynaklarına tümüyle el konulmuştur. Zamanla herkes için beslenme ve kişisel ihtiyaç olan malların tamamını devlete teslim etmek gibi zorunluluk, bütün toplum için bir ana düzenleme kuralı olarak yönetim kararı ile benimsenmiştir. 1919 tarihindeki iç savaş ve karışıklıklar üzerine 1920 tarihi itibarıyla devlet beyaz ordulara ve yabancı müdahale birliklerine karşı çıkarken savaş komünizmi önlemleri alınmaya başlanmıştır. Bu doğrultuda önce işletmelerin millileştirilmesi ile işe başlanmış ve daha sonra da bankalar merkezi yönetime bağlanarak sosyalist devrime uygun düşmesi beklenen bir yeni bir devlet bankacılığına kalkışılmıştır. Bu ikili ekonomi kararı sonrasında bu kez ticaretin ve piyasanın tümüyle millileştirilmesiyle sorunlar çözülmeye çalışılırken, yapılan girişimler tam aksi yönde karaborsa ve kaçakçılık girişimlerini beslemeye başlamıştır. Özellikle bu gibi durumların ortadan kaldırılması için bütün ürünlere el koyma ve devletin kayıtları içinde tüm mal varlıklarının yeniden düzenlenmesi için devletin kontrolu altında bir genel kayıt sistemi kurulmuştur. 1920 yılında hastalıkların kitlelere yayılması yüzünden 1920 yılında 8 milyon kişi ölürken bu duruma tepki gösteren birçok toplum kesimi bir araya gelerek ayaklanmaya gitmeye çalışmışlardır. Zaman içinde işçi ve köylü isyanları birbirini izleyerek ortaya çıkınca sosyalist rejim artık sorunları çözemez bir konuma doğru sürüklenmiştir. Bu gibi olumsuzluklar üzerine batı ülkelerinden gelen bazı iktisatçıların katılımı ile, 1921 yılında yeni ekonomi politikası adı altında açlık ve işsizlik sorunlarına acil çözüm getirecek alternatif bir program devletin önde gelen kurulları tarafından benimsenerek desteklenmiştir. Lenin’den kalan yeni ekonomi politikası genişletilerek iç ticaret düzeni yeniden kurulmuş ve böylece çözüm getirilmek istenmiştir.

Sovyet rejiminin tek bir amacı vardı: kapitalist toplumun maddi ve manevi engellerinden kurtulmuş gerçek anlamda bir enternasyonel proleter devrimci olacak yeni bir insan modelini geliştirmek ana hedef seçilmişti. Ne var ki geleneksel ailenin yıkılmasının gündeme getirildiği bir siyasal oluşum yeni tip bir insana ulaşmak amacıyla aile birliği yıkılırken, dinsel önyargıları da ortadan kaldırmak üzere vicdan özgürlüğü haklarını yeniden düzenlemeye yönelirken, klişeler ile okulların birbirinden ayrılması amacıyla yeni bir kanun metni hazırlayarak bunu merkezi yönetimin ilgilerine sundular. Bolşevikler Ortadoks kiliseler ile iş birliği yaparak halk kitlelerinin vicdani gereksinmelerini karşılamaya çalışıyorlardı. Parti genel sekreteri parti yönetimini ele geçirince, din ve bu alanda çalışan tarikatlar üzerinde çok büyük baskılar uygulanarak, dinsizlik amacıyla öne çıkmış olan sosyalist rejimin yürüyebilmesi için alternatif modeller getirilmeye çalışılmış ama istendiği gibi bu konudaki boşluklar doldurulamamıştır. Rusya’da Hristiyanlık can çekişirken, Müslümanlık belli bir hoşgörü ortamından yararlanarak geçmişten gelen varlığını sürdürebilmiştir. Tanrıtanımazlık lehinde verilen mücadele, bilimsel maddeciliği ve Marksizm ile Leninizm’i yaygınlaştırmaya yönelik çok geniş bir halk eğitimi çabaları çerçevesi içinde yürütüyordu. Okuma yazma kampanyaları ile Rus halkı okur yazar bir toplum olmaya doğru yönlendiriliyordu. Yetişkin insanların hızla okur-yazar olması destekleniyordu. Böylece Rus toplumunun ve sosyalist halk kitlelerinin entellektüel bir çizgide batı standartlarına yakın bir seviyeye gelmesi sağlanmak isteniyordu. Ekonomik alanda sanayileşme batı dünyası ile rekabet çizgisinde gündeme getirilirken, ayrıca yeni ekonomik düzen kollektifleştirilerek Sovyet halkı yoksulluktan kurtarılmaya çalışılıyordu. Planlama ve sanayileşme ülke ekonomisini kollektifleştirmek hedefi ile kullanılırken 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği ekonomisi dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olarak öne çıkıyordu.

Lenin ve Troçki’den kurtulan Stalin hızla otoriter rejime yönelerek bu ideolojik imparatorluğu dünyanın en güçlü devleti yapmaya hazırlanıyordu.1936 yılında kabul edilen anayasa ile Sovyetler Birliği biraz daha batılı devletlerin yapılanmasına yakınlaşma adımları atıyordu. 1940 lı yıllara doğru dünya giderken ortaya bir Hitler faktörü çıkıyor ve Nazizim dünya hegemonyası peşinde koşarken Stalin böylesine bir emperyalist saldırıyı önlemiş ve dünya tarihinin yön almasında birinci derecede rol almıştır. Uzun yıllar İngiltere ile rekabet eden Almanya yirminci yüzyılın ortalarında Rus orduları ile karşı karşıya kalmış ve bu aşamada ikinci bir cihan savaşı yaratılarak, Ruslar Almanya ile kapıştırılmış ve böylesine bir sonuç yıllarca uğraşılarak hazırlanırken, İngiltere’nin yerine Rusya Almanya ile kapıştırılmıştır. 1934 yılında Birleşmiş Milletlere üye yapılan Sovyetler Birliği, Almanya gibi dünyanın en güçlü ordusunu yenerek evrensel alanda en güçlü devlet olduğunu kanıtlamıştır. Stalin 1943 yılında komünist enternasyoneli feshederken açıktan diktatörlüğünü öne çıkarmıştır. İkinci dünya savaşı sırasında Almanya ile tüm cephelerde Rusya savaşırken, Sovyetler Birliği çatısı altında toplanmış olan sosyalist devletler birlikteliğinden fazlasıyla yararlanmıştır. Rusya’nın ekonomik gücünü temsil eden büyük fabrikaların doğu bölgelerindeki batı dünyasından uzakta kalan bölgelere taşınmaları konusunda hükümet aldığı kararları uygulamaya geçerek taşınma işini savaş öncesinde tamamlamıştır. Büyük Anayurt Savaşı adının verildiği ikinci dünya savaşına Rusya çok iyi hazırlanarak bu büyük savaşı kazanmıştır. Savaşı kazanan Rusya savaş sonrası yıllarda toparlanmaya öncelik veren Sovyet Rusya 20 milyon insanını cephelerde kaybederken beşinci kez bir beş yıllık planı devreye sokarak, ülkeyi savaş izlerinden temizleyecek bir kalkınma programını merkezi devletin yönetiminde uygulama alanına getirmiştir. Sovyet hükümetinin kararları ve politikalarına karşı çıkan Rus vatandaşları, sonraki yıllarda Orta Asya steplerine sürgüne gönderilerek sorunlar çözülmeye çalışılmıştır. Cihan savaşları sonrasında soğuk savaş yıllarında Sovyetler Birliği küresel barış arayışı içinde olmuş ve bu yoldan giderek bir yeni dünya düzeni arayışı içinde, üçüncü dünya ülkelerinin çoğuna SSCB üyesi olmayan devletler de da dahil olmak üzere, iki büyük dünya savaşıyla Rusya’nın önü kesilmiştir.

Batının emperyalist imparatorluğuna karşı çıkacak yeni bir sosyalist toplum projesini gündeme getiren Sovyet Rusya, iki büyük dünya savaşı ile karşı karşıya geldiği zaman tükenme noktasına gelmiş ve bu aşamadan sonra ciddi bir çöküş ve dağılma konjonktürü ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Brejnev sert bir yönetim ile Sovyet Rusya’yı ikinci büyük kutup olarak muhafaza etmeye çaba gösterirken, Kruçev gibi bir Ukraynalı bir Sovyet önderi çıkarak Kırım’ı Yahudilere vererek, savaşlara giden yolların önlenmesini dünya kamuoyunun dikkatlerine sunmuştur. Yahudilere İsrail’e gitme hakkı tanıyan KRUÇEV, çeşitli yönlerden barıştan yana bir yol izleyerek Rus halkı içinde bir kaynaşma ve birliktelik girişimlerinin öncüsü olmuştur. Yeni bir dünya düzenine küreselleşme ile yönelen birçok ülke ve toplum yumuşama süreci içine girerken, Sovyetler Birliği de böylesine bir oluşuma olumlu bakarak yakın durmuş ama sonunda kaybeden tarafın içinde kalmıştır.1989 yılında Yeltsin Rusya Federasyonu’nun kurucusu olduğu Sovyetler Birliği başkanlığından çekilmesi üzerine, dünyanın ikinci büyük gücü olan sosyalist blok çökmüştür. Önce açıklık diyerek yola çıkan Gorbaçov GLASTNOST adı altında yaklaşım geliştirmiş ama bu tutum imparatorluğun içindeki siyasal ve sosyal bağları kaldırdığı noktada, Sovyet Rusya’nın çöküşü başlamıştır. Sovyet blokunun yıkıcısı olan GARBAÇOV yoluna devam ederken ikinci aşamada bir de PERESTROİKA politikasına yönelince, RUSYA bir türlü yeniden adım atılarak yapılanamamıştır. Yeniden yapılanma adı verilen ikinci adımın etkisiyle bu doğrultuda atılan adımlar aracılığı ile yeniden bir yapılanma gerçekleşememiş ama var olan büyük bir düzenin çökertilmesi sağlanabilmiştir. Bu nedenle Sovyet Rusya dağılmaktan kurtulamamış ve dünya ülkelerine çok olumsuz bir görünüm verdiği için, Garboçov Lenin’in kurduğu çok uluslu, çok dinli ve kültürlü bir imparatorluğun yıkıcısı olarak tarihteki yerini almıştır. Yanlış bir yaklaşım doğrultusunda ele alınan ikinci blok dönemi geride kalmıştır. Sovyet modeli ile yeniden örgütlenen Rusya, Sosyalist bir rejim altında yirminci yüzyılda dünya ülkelerine örnek olurken, çeyrek yüzyıl önce çöktüğü için bugün tarihi bir olay görünümünden başka bir mesaj vermemektedir. Doğu ve batı bloklarının tam ortasında ve arasında ayrı bir örnek olarak varlığını koruyan Türkiye’nin, küresel emperyalizmin doğu ve batı örnekleri karşısında merkezi örnek olarak varlığını geliştirmek gibi, bir misyona her zamankilerden daha fazla gereksinmesi bulunmaktadır. Garbaçov dönemi tam anlamıyla Sovyet sisteminin çöküşü olmuştur. Sovyetler Birliğinin dağılması bütün dünya ülkelerindeki sosyalist hareketlerin önünü keserek bunların zayıflamalarına neden olmuştur. Ayrıca ikinci bir kutup olarak batının emperyalist politikalarına karşı çıkış sağladığı için, dünya dengeleri açısından bugünkü dünya ülkelerini böylesine bir karşıt kutbun ortaya koyacağı dengelerden mahrum ederek siyasal alanda dengesizliklerin daha da artmasına yol açmıştır. Dünya iki kutuplu bir siyasal modelden çok kutuplu yeni bir yapılanmaya doğru yönelirken, tek kutuplu dünyanın önüne geçilmesi gerektiği konusunda, dünya devletleriyle küresel bir uzlaşmaya gereksinme duymaktadır. Önümüzdeki dönemde dünya yeni bir yapılanmaya doğru giderken yirminci yüzyılda yaşanmış olan Sovyetler Birliği deneyinden çıkan çok fazla ders bugünün kuşaklarına yön göstermektedir. Bugün küresel emperyalist şirketlerin yapmaya çalıştıklarını o dönemde şehir devleti konumundaki Sovyet yapılanmaları temsil ediyordu. Onlar da sosyalist bir ideolojinin öncülüğünde bir dünya devleti kurmaya yöneliyorlardı. Bugün de devletlerin yapamadığı dünya devleti modelini, küresel şirketler şehir devletleri üzerinden yaparak, dünya halklarını bir avuç zengin kişinin keyfine ve çıkarlarına doğru yönlendirmeye çalışmaktadırlar.

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 

25 Mart 2024 Pazartesi

ATATÜRK “KEŞKE İSRAİL AVUSTRALYA’DA KURULSAYDI“ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

ATATÜRK “KEŞKE İSRAİL AVUSTRALYA’DA KURULSAYDI“

          Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’e bir gün yabancı gazeteciler bir soru yönelterek, İsrail devletinin nerede kurulması gerektiğini sordukları aşamada Türkiye’nin kurucu cumhurbaşkanı “Keşke İsrail Avustralya’da kurulsaydı” diyerek gerçekçi bir cevap vermiştir. Yirminci yüzyılın başlarında Türkiye Cumhuriyeti adı ile yeni bir devlet, merkezi coğrafya topraklarında kurulurken aynı zaman dilimi içinde gene Orta Doğu toprakları üzerinde bir başka yeni devlet İsrail yapılanması olarak gündeme getiriliyordu. Bütün dünya ülkeleri merkezi coğrafya bölgesinde gündeme gelen yeni yapılanma hedefine doğru kilitlenirken, imparatorluk devletleri savaş sürecinde bölünerek yeni yüzyılın devlet modeli olan ulus devletlere dönüştü. Bu aşamada Osmanlı İmparatorluğu dağılarak ortadan kalkarken bu büyük devletin kalıntıları içinde canlanan bir Türklük duygusu, çok uluslu bir büyük devletten tek uluslu bir ulus devlete doğru bir yapı değişikliğine yönelmek zorunda kalıyordu. Türk devleti uluslararası bir çekişme ve çatışma aşamalarından geçerek kurulurken geçmişe doğru bakıldığında beş yüz yıllık bir birikimin sonucu olarak, dünyanın tam ortasında bir Musevi devleti kurulması konusu da yeniden gündeme geliyordu. Son beş yüz yılın imparatorluk devleti olarak dünya politikasında ana yönlendirici devlet olarak İngiltere, merkezi coğrafya üzerinde iki bin yıl önce kurulmuş olan İsrail devletinin üçüncü kez kurulmasına izin vermezken, yıkılan bir imparatorluğun içinden çıkan Türk halkının bağımsız bir ulus devlet çatısı altında yaşama hedefi doğrultusunda öne çıkardığı ulusal kurtuluş savaşı, açıktan bir Türk ulus devletinin kuruluşunu açıkça öne çıkarırken, diğer yandan uluslararası diplomasi yöntemlerinin kullanılmasıyla, dolaylı ve gizli yollardan İsrail devletinin kuruluşuna giden yol batı dünyasının içinde var olan Siyonist lobilerin işbirliği halindeki ortak mücadelelerinin sonucunda gerçekleştiriliyordu. 

            Türkiye Cumhuriyeti birinci dünya savaşı sonrasında açıkça kurulurken, kökleri iki bin yıl ötesine giden Musevi devleti olarak İsrail, ancak ikinci dünya savaşı sonrasında ki bir dönemde kuruluyordu. Cihan savaşını kazanan İngiltere merkezi coğrafya yönetimini elinde tutabilmek için İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkıyordu. Yirminci yüzyılın ortalarında ABD ve NATO’nun merkezi alana gelmeleriyle birlikte bu bölgede yepyeni bir siyasal düzen oluşturulmaya çalışılırken, iki bin yıl öncesinin İsrail devletinin üçüncü kez kurulması gündeme geliyordu. ABD isimli dünya devletinin kurulmasını kendi çıkarları doğrultusunda iyi kullanan bu yeni süper gücün potansiyelini kullanarak ve yeni Siyonist örgütlenmenin önü açılarak, yola devam edilmek isteniyordu. İmparatorluklar döneminin son yıllarında Yahudi devletinin dünya kıtaları üzerinde nerede ve nasıl kurulacağı tartışma konusu yapılırken, Siyonistler Musevi lobilerini de yanlarına çekerek, yirminci yüzyılın ulus devletler haritasını kamuoyuna açık bir biçimde uygulamaya açık bir duruma getiriyorlardı. On altıncı yüzyılda başlayan Siyonist devlet tartışmalarının zamanla dünya devletleri arasında yayılmasıyla, İsrail devletinin kuruluşu ulus devlet olarak gerçekleşme aşamasına geliyordu. İngiltere’de savaş dönemi başbakanı olarak birinci dünya savaşının galip tarafını Churchill temsil ederken savaş sonrasındaki seçimleri kazanamamış olmasını Musevi lobilerinin engellemeleri sayesinde başardıkları görülmüştür. Ne var ki, Siyonist lobilerin Musevi merkezlerini harekete geçirmeleri sonrasında büyük sömürge imparatorluklarının bazı yerlerinde bir Yahudi devleti olarak İsrail’in kurulması plan ve programları gündeme getirilmiştir. Merkezi alanda bir Siyonist devletin kurulmasını istemeyen batı dünyasının önde gelen emperyalist devletleri, zamanla dünya haritalarının Siyonizm’e uygun düşen bölgelerini Yahudi örgütlerine teklif ederek, beş büyük kıta üzerinde bir İsrail devletinin kurulmasına giden yolda önemli çabalar göstermişlerdir. Türkler imparatorluk sonrasında bir ulus devlete yönelirken, Orta Doğu bölgesinde İsrail’den önce kendi düzenlerini gerçekçi bir bakış açısıyla kurabilmişlerdir.

            Eski Osmanlı toprakları üzerinde Türkler kendi ulus devletlerini kurarken ikinci dünya savaşı sonrasında da önceden gizli yürütülen Siyonist örgütlenmenin kesinlik kazandığı görülmüştür. Batı dünyasının merkezi olan Avrupa kıtası üzerinde Hristiyanlar ile Musevilerin çekişmeleri bir Yahudi devletinin arayışını ve daha sonrada kuruluşunu öne çıkarmıştır. Böyle bir ortama geçilmesiyle birlikte, İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya gibi büyük devletler dünyanın çeşitli bölgelerinde Yahudi devletinin kuruluşunu önemsemişlerdir. Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de başlayan Siyonizm örgütlenmesinin bu devletin toprakları ve kentleri içinde örgütlendikleri görülmüştür. Siyonizm Macaristan dönemini tamamladıktan sonra yeni aşamada Avrupa kıtasının tam ortalarında yer alan ve Almanya, Fransa ile birlikte İtalyan bölgelerinden oluşan bir yeni devleti İsviçre Federasyonu olarak kurmuşlardır. Daha sonraki aşamalarda İsviçre devleti büyüdükçe batı sermaye birikimi dünya ülkelerine yayılmış ve daha sonraları da Orta Doğu bölgesine gelerek burada iki bin yıl öncekine benzeyen bir Yahudi devletine giden yolu açmışlardır. Siyonizm böyle bir aşamaya gelirken İsviçre bölgesindeki eyaletlerde öne çıkarak, Avrupa ülkelerindeki önde gelen Musevileri İsviçre’nin Basel kentinde toplayarak geleceğin dünyasında bir Siyonizm hegemonyası oluşturabilmek çizgisinde Siyonizm’in önemli konularını görüşerek, kendileri için Büyük İsrail olarak nasıl ve nerede kurulabileceği konularında geniş tartışmaları tamamlayarak, yirminci yüzyıla girerken 1898 yılında ilk Siyon toplantısını bu ülkede yaparak resmen harekete geçmişlerdir. Basel kentinin yanı sıra bir de Siyon kentini kurarak büyüyen İsviçre bankalarının patronu konumundaki zengin toplum kesimleri, Avrupa ortalarındaki Basel ve Siyon örgütlenmelerini Türkiye üzerinden merkezi coğrafya alanlarına taşımaya yönelmişlerdir. Macaristan’da başlayan İsviçre üzerinden küresel bir dünya yapılanmasına yönelen Siyonist lobilerin dünyanın ortalarında bir Siyonist devlet oluşturma planı olarak Büyük İsrail arayışına girmişlerdir. Macaristan’dan hareket ederek İsviçre eyaletlerinde örgütlenerek öne çıkan Siyonizm'in ana hedefi olan Büyük İsrail imparatorluğuna kavuşmak için iki büyük dünya savaşı çıkartılmıştır.

            İsviçre bankalarını kullanarak dünyanın en büyük sermaye yapılanmasına yönelen Siyonizm, geleneksel Musevi örgütlenmesini de kontrolü altına alarak eski Osmanlı toprakları üzerinden merkezi bir imparatorluk oluşturabilmek için çok yoğun bir yapılanmaya öncelik tanımışlardır. İlk Siyonist kongrenin 1898 yılında Basel kentinde toplanmasından sonra  batı Avrupa’da Yahudi karşıtlığı giderek tırmanırken, Orta Doğu ülkelerine böylesine bir süreç içinde Yahudi toplulukları göçler yolu ile gelerek ikinci dünya savaşı sonrasında tarihsel bir proje olan İsrail devletinin kuruluşu resmen ilan edilmiş ve eksik kalan hukuksal yapılanmalar, Birleşmiş Milletler örgütünün kurulması sonrasında bu büyük evrensel örgütün aldığı kararlar aracılığı ile kuruluş ile ilgili diğer detay çalışmalar tamamlanmıştır. Birinci kongresi İsviçre’nin Basel kentinde yapılan toplantılar aracılığı ile tamamlanan Siyonizm birinci dünya savaşı sonrasında ikinci büyük kongresini 1925 yılında Avustralya’nın batı bölgesindeki bir şehirde Amerika Birleşik Devletleri’nin destekleriyle tamamlayabilmiştir. Geçmişe dönük bir on bin yıllık tarihi geçmişle öne çıkan İsrail devleti projesi, ikinci dünya savaşı sonrasında uygulamaya konulmadan önce bütün dünya devletleri arasında çok yoğun tartışmalara sahne olmuştur. İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi olan Atatürk’ün Siyonist projeleri yakından izleyerek tarih boyunca Türklerin anayurdu olarak gördükleri Anadolu yarımadasını korumaya öncelik vermişlerdir. Türklerin önderi Atatürk, İsrail devletinin Avustralya gibi bir dış kıtanın içinde kurulmasını dile getirmesinin nedeni, daha önceleri kurulmuş olan iki büyük İsrail devletinin Orta Doğu ve merkezi bölgede çok büyük çatışma ve gerginliklere neden olduğunu bilerek Avustralya kıtasını üçüncü İsrail devletinin kuruluşu için yeni bir adres olarak dile getirmiştir. Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken geçmişten gelen Osmanlı toprakları üzerinde bir Türk devletine karşı çıkacak bir biçimde Yahudi imparatorluğu kurulmasına olumlu bakmıyordu. Bu nedenle de Churchill gibi Atatürk’te merkezi alanda bir İsrail devletinin kurulmasına karşı çıktı.

Yirminci yüzyılı geride bırakan dünya bugünün dünyasında yeni bir İsrail devletine sahip bulunmakta ve tarihin en eski dönemlerinden gelme bir siyasal birikim bugünün Siyonist devletinin yeniden bir farklı döneme yönelmesiyle birlikte, yeni dönemin koşullarında üç büyük dini yeni bir çekişme sürecine getirmiştir. Basel’de toplanan ilk Siyonist kongre de elli yıl sonra bir Yahudi devletinin öncelikle kurulmasına karar verilmiştir. Bu kararı izleyen ikinci aşamada ise dünyanın tam ortalarında yer alacak bir Büyük İsrail imparatorluğunun da yüz yıl sonra kurulması karar altına alınmıştır. İlk olarak Basel kentinin öncülük ettiği Siyonist kongrelerin ikincisi 1925 yılında Avustralya’da yapılması, İngiltere’nin olumsuz tavırları nedeniyle sorunun doğu bölgesine taşınması çizgisinde bir etki yaratmıştır. O nedenle Atatürk İsrail devletinin kurulmasının bir üçüncü dünya savaşı yaratmaması için, bu din devletinin dünyanın doğu bölgesinde kurulmasını düşünerek dünya kamuoyunu yeni bir doğu bölgesi barışına hazırlamaya çaba göstermiştir. Bu çerçevede Atatürk’ün bir lider olarak sahip olduğu   konumunun İsrail devleti projesini dünyanın doğu bölgelerine taşınması açısından yeterli olması için çalışılmıştır. Büyük İsrail projesinin Osmanlı devletinin Balkan’lar, Kafkaslar ve Anadolu topraklarını içine aldığı için Atatürk Türk devletinin kurucu önderi olarak emperyal İsrail’i Avustralya’nın geniş topraklarında kurulması doğrultusunda bir yaklaşımı, barışçı bir çözüm olarak dile getirmiştir. Atatürk tarihi ve coğrafyayı çok iyi bildiği için son derece stratejik kararlar alarak Osmanlı devletinin yerine kurulmak istenen Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail gibi Hristiyan ya da Musevi bir devletler birliği değil, bunların yerine Türkiye’nin öncülüğünde ve merkezi konumunda Büyük Türkiye denebilecek bölgesel bir alan yapılanmasını, Türklerin rehberliğinde dünyanın merkezi toprakları üzerinde bağımsız bir devletleşmeye doğru örgütlemeye çaba göstermiştir.

Yirminci yüzyıla doğru siyasal çekişmeler fazlasıyla hızlanmaya başladıkça, Siyonizmin yönlendiricisi olan para babaları İsviçre ya da Macaristan gibi orta Avrupa ülkelerinden çıkarak batılı sömürge imparatorluklarının dünya kıtaları üzerindeki sahil kentlerinde yerleşmeye başlamışlardır. Bu aşamada Museviler kendi ulus devletlerini kuramadıkları için sömürge imparatorluklarının dünyaya yayılan topraklarını yeni yapılanmalar için kullanmaya başlamışlardır. Özellikle deniz kenarı şehirlerin, orta çağ döneminde olduğu gibi devletleştirilmesi bugün gelinen yeni aşamada imparatorluklardan ulus devletlere geçiş aşamasında Yahudiler ekonomik düzen açısından dünyanın önde gelen büyük sahil kentlerini öne çıkarınca, uluslaşma süreçleri durdurulmuş ve yeni dönemde sahil kentleri üzerinden bir küresel süreç  örgütlenerek kara ülkeleri üzerinden kurulamayan küresel birliktelik arayışı öne çıkarılmış ve İngilizce Pervane adı verilen örgütlerin sahil kentleri üzerinden uluslararası bir dayanışma seferberliğine yönelmeleri ile de dünya kıtaları üzerindeki şehir yerleşimleri küresel bir işbirliğine dönüştürülerek, yerleşik bir Yahudi nüfus yapılanması, denizler üzerinden yeni bir düzene doğru  gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. On milyar insan nüfusu barındıran dünya emperyal ülkelerinin önümüzdeki dönemde, Büyük İsrail ya da Büyük Orta doğu gibi ya da Avrupa Birliği gibi sömürgeci imparatorluklar çatısı altında toplanamaması deniz yollarının kullanılmasını gündeme getirmiştir. Kıtalar üzerinden yeni dönemde yeni bir ipek yolu projesi öne çıkarılırken, Atlantik emperyalizmi İngiltere ve Çin arasında çizilen yeni bir yol olarak “bir yol –bir kuşak” adıyla yeni emperyalizm yoluna yönelerek, büyük devletlerin sınır boyları üzerinden bütünleşme girişimleri uluslararası gelişmeleri geleceğe doğru yönlendirmiştir. Yeryüzüne insanlığın yerleşimleri zamanla kıtaların üzerini doldurmuş ve bu nedenle bir merkezi coğrafya sorunu diplomasinin önüne gelmiştir. Siyonizm’in dünya devleti olma öyküsü bugünün siyasal sorunlarını gererken, insanlık hem karalar hem de denizler üzerinden yeni bir dünya düzeni kurabilmenin çabası içinde olmuştur. Avrupa tarihi içinde yer alan iki bin yıllık bir zaman dilimi içinde bir Yahudi devleti Avrupa kıtası üzerinde kurulamamış ama Balkan savaşları sonrasında doğu Avrupa üzerinden bir nüfus kaydırması gerçekleştirilerek Doğu Akdeniz kıyılarında ve Orta Doğu toprakları üzerinde kurulmuştur.

Dünya nüfusu arttıkça ve bu doğrultuda nüfuslar çeşitli kara parçalarını yurt edinerek dünya topraklarına yerleşmeleriyle, Avrupa kıtasında kurulamayan Yahudi devletinin hangi ülkede kurulmasının mümkün olabileceği tartışma konusu olmuş ve kıtalar üzerine yayılmakta olan insan topluluklarının kontrolü amacıyla dünya sermayesini kontrol eden, Siyonist lobilerin denetim altına alınabilmesini hedefleyen bir yeni açılım yeni dönemde güçlenerek öne çıkınca batılı emperyalist imparatorluklar kendi kontrolleri altındaki dünya topraklarının Siyonizm’e devredilerek küresel bir dünya devletinin merkezi olabilecek Yahudi devletinin vatansızlıktan kurtulmasını sağlayacak devlet projeleri, on dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren teker teker ele alınarak değerlendirilmiştir. Dünya çapında bir siyonist yapılanmanın merkezi olabilecek düzeyde gündeme getirilen Yahudi devleti önerileri, emperyalist imparatorlukların girişimleriyle şu şekillerde siyaset sahnesine yansımıştır.

1-DOĞU AFRİKA CUMHURİYETİ- Böylesine yeni bir devlet yapılanması İngiltere’nin öncülüğünde, KENYA, UGANDA VE TANZANYA devletlerinin birleşmesiyle meydana gelecek bir Doğu Afrika Federasyonu olarak gündeme getirilmiştir. ABD’nin Afrika üzerinde etkisi artınca İngiltere eski konumunu kaybederek Doğu Afrika Cumhuriyetinin kurulmasından vazgeçmiştir. Bunun yerine Victoria gölü ile Klimanjora dağının içinde yer aldığı UGANDA Toprakları bir Yahudi devleti olarak düşünülmüş ve İngiltere’nin önerileri doğrultusunda Afrika’nın Filistin’i olabilecek bir devlet yapılanması öne çıkarılmış ama yeterli destek ve ortak bir fikir birliği elde edilemeyince bu proje geçerli olamamıştır. İngilizler Filistin’de bir Yahudi devleti istemedikleri için Uganda planı doğrultusunda çalışmalarını sürdürerek, Yahudileri bir Afrika ülkesinin çatısı altında toparlayabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. İngiltere Uganda planı üzerinde de destek sağlayamayınca, diğer kıtalar üzerindeki sömürgelerinden Siyonistlere ülke teklifi yapmıştır.

2-MADAGASKAR PLANI- Dünyanın ikinci büyük sömürge imparatorluğu olan Fransız hegemonyası altındaki topraklara bakıldığı zaman, çok sayıda sömürgelere sahip olan Avrupa imparatorluklarından ikincisinin Fransa olduğu görülmektedir .Bugünün haritasında dünyanın üçüncü büyük adası olarak kabul edilen MADAGASKAR adasının sahip olduğu merkezi konumu üzerinden bütünüyle bir Yahudi adası olması ve bu doğrultuda Atlas ve Pasifik okyanusları arasında bir köprü görevi görmesi yüzünden bu büyük ada, Fransızlar Orta Doğu bölgesini İngilizlere bırakmamak üzere  Fransız sömürge imparatorluğu aracılığı ile Siyonizm’in ana merkezi yapılmak istenmiştir. Çin, Hindistan, İran ve Avustralya gibi büyük devlet alanlarının bulunduğu bu bölgede, Fransızlar İngilizleri denetlemek üzere, MADAGASKAR alternatifini yeni bir öneri olarak dünya kamuoyuna sunmuşlardır.

3- BİCOBİCAN –Sovyetler Birliği Avrupa ve batı ülkeleri üzerinden kurularak  Asya kıtasının tepesine oturtulurken, dünya Yahudi lobileri harita üzerindeki yerleri gezip görerek , geleceğin dünyasında kendilerine güvenli bir yer aramışlar ve batı bölgelerinin daha fazla güvenlik sorunlarına sahip olması nedeniyle doğunun önde gelen büyük devletlerinin topraklarından uygun bir yer seçerken, Kore ile Moğolistan arasında kalan  geniş toprakların bir Yahudi yurduna dönüştürülerek, yeni dünya düzeni oluşumunda bazı sorunların çözüme kavuşturulması  istenmiş ama böylesine bir yaklaşım batı ülkeleri nezdinde yeterli destek görmemiştir. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin kurulduğu ve çalışmalarını sürdürdüğü eski dönemlerde Bicobican isimli toprak parçasının bir endüstri ve üretim merkezi olarak Sovyetler Birliği devlet yapılanmasına olumlu katkılar sağladığı görülmüştür. Sovyetler Birliğini bir diktatörlük rejimine dönüştüren Stalin, ABD’nin İsrail projesine karşılık, doğu Asya bölgesi olan BİCOBİCAN ‘da bir Musevi devleti kurulabilmesi için Sovyetler Birliğinin politikalarını hazırlayarak geçerli kılmak istediği aşamada yaşamını kaybedince, bu proje de geride kalmıştır. Sovyet rejimini kuran Bolşeviklerin içinde var olan Yahudi kökenli üyelerin Stalin’i desteklemesine rağmen Bicobican bir doğu bölgesi olarak dünya kamuoyunca desteklenemeyince geride kalmıştır.

4- KIRIM – Bugün Rusya Federasyonu sınırları içinde var olmaya devam eden Kırım yarımadası geçmiş tarihine bakılırsa, bir Yahudi devleti olduğu ve bu nedenle de Musevi asıllı nüfus gruplarına sahip olduğu görülmektedir. Bu çerçevede Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının bir araya geldiği Avrasya bölgesinde geçmişten kalan Musevi asıllı toplulukların Rus imparatorluğu çökerken, Rusya ve Osmanlı topraklarını terk ederek Avrupa ve Amerika kıtalarının bazı bölgelerine yerleştikleri ama daha sonraki dönemlerde tekrar eski yerleşim yerlerine dönerek, kendi kontrolleri altında bir devlet yapılanmasına yöneldikleri anlaşılmaktadır. Bu çerçevede Hazar, Kırım ve bazı başka bölgelerde de geçmişin izleri doğrultusunda alt kimliklerin öne çıktığı görülmektedir. Sosyalist bir siyasal yapılanmaya sahip olan Sovyetler Birliğine bağlı bulunan birçok şehir ve bölgelerde Hazar İmparatorluğu döneminden kalma yapılanmaların devam ettiği göze çarpmaktadır. Odesa, Kiev ve Kırım gibi bölgelerde eski Hazar uzantısı topluluklar bulunmakta ve bunlar zamanla bu bölgelerde eskisi gibi hegemonya kurma arayışı içine girerek, Osmanlı devletinin çöküşüne neden olan Kırım savaşı gibi benzer bir yıkıcı savaşın arayışı içine girdikleri anlaşılmaktadır.

5-AVUSTRALYA- Atatürk’ün İsrail’in gerçek anlamda kurulabilmesi için en elverişli alternatif olarak Avustralya’yı seçtiği, bu makalenin başlığında işaret edilen Avustralya kıtasını gelecekte en elverişli seçenek olarak gündeme getirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Avustralya’nın eski bir İngiliz sömürgesi olarak Anglo-sakson dünyada yeri vardır, Yüz yıl önce on milyon civarında nüfusu olan bu büyük ama tenha kıta bugünün koşullarında bir İngiliz sömürgesi olmaktan çıkarak, ABD’nin Çin, Hindistan ve İran gibi büyük devletlere karşı kullandığı karşı büyüklük görüşünün uygulayıcısı bir Pasifik NATO’su devleti konumuna gelmiştir. ABD İngiltere ile Pasifik NATO’sunu kurarken, Atlantikçilere karşı bir Pasifik ordusunun en büyük ortağı konumuna gelmiştir. ABD Fransa ve Almanya ile yollarını ayırma noktasında İngiltere ve Avustralya ile Pasifik dayanışması kurarak dünya güvenliği için bir beş göz adı ile bilinen yeni bir savunma mekanizmasını geliştirmiştir. Ayrıca ABD son moda nükleer denizaltılarını da Avustralya kıtasının altındaki deniz garajlarında saklayarak, üçüncü bir dünya savaşı sırasında doğunun büyük güçlerine karşılık kullanmayı planladığı gibi çeşitli düşünceler tartışma konusu haline getirilmektedir. Atatürk iki büyük dünya savaşının cereyan ettiği merkezi coğrafya toprakları üzerindeki bir devletin  kurucu önderi olarak, Siyonist çizgideki bir Armegeddon savaşının Türkiye’yi tehdit etmesini önlemek üzere  Siyonizm’in devleti olarak İsrail’in Avustralya’da kurulmasını istemesi son derece doğal bir tavırdır. Ulusal bir Kurtuluş Savaşı verilerek kurulmuş olan bir ulus devletin kurucu önderinin, savaş konusu sorunları başka coğrafyalara taşıması yurtta ve dünyada barış ilkesine son derece uygun düşmektedir.

6- GRAND İSLAND - 1820 yılında Musevi lobilerine herkes yurt ararken, ABD’nin önde gelen gazetecilerinden olan Mordehay Noah isimli bir Yahudi, bir şehir devleti kurabilmek üzere Niagara nehri üzerinde yer alan çok büyük bir ada olarak GRAND İSLAND isimli adayı önce işgal etmiş ve daha sonra da parasını ödeyerek satın almıştır  Yahudi asıllı bir ABD vatandaşının Osmanlı devletinin çöküşünden sonra ABD’ye gelen Ermeniler için bir devlet kurarak, Wilson prensipleri doğrultusunda Ermenistan adı verilen devleti doğu Anadolu’da değil ama Kuzey Amerika’da kurmaya kalkıştığı görülmüştür. ABD’li bir Yahudi asıllı zenginin Ermeniler için ARMANİA adını verdiği bir yeni devlet yapılanmasına yönelmesi, Osmanlı devletinin içinden çıkan gayrimüslim azınlıkların Osmanlıya olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’ne de karşı ortak bir emperyalist mücadele yürüttükleri açıkça belli olmuştur. Ermeni devletini Yahudiler için yaptırmaya çaba gösteren Mordehay Noah, Yahudileri ARMANİA ismini verdiği küçük şehir devletinin çatısı altında daha güçlü bir biçimde toplanarak mücadelelerini sürdürmesi gerektiğini dile getirmiştir. Bu doğrultuda ABD eyaletleri içinde de Ermeni, Rum ya da Yahudi kimliğine dayanan eski Osmanlı gayrimüslimlerinin ortak çaba ve örgütlenmeleri zaman zaman ortaya çıkarak devam etmektedir.

7-  ETİYOPYA –  Eski adı Habeşistan olan bu orta Afrika ülkesi, Yahudi ırkının tarih sahnesine çıktığı  ana ülkelerden birisi olduğu için bu ülkenin zenci Yahudileri Falaşalar olarak Etiyopya’nın halkını oluşturmuş ve geçmişten gelen yaşam birikimlerinin çağdaş anlamda bir ulus devlete dönüşebilmesi için uzun mücadeleler verilmiştir. Önceleri İngiliz sömürgesi olan ama daha sonraki aşamada Mussolini’nin yönetiminde bir İtalyan sömürgesine dönüştürülen Etiyopya Afrika kökenli Yahudi nüfusun dünya sahnesine çıkmış olduğu en önemli Yahudi ağırlıklı bir devlettir. İtalyan faşizminin öncüsü olan Mussolini başbakan olunca Etiyopya’yı işgal etmiş ve bu ülkenin zenci nüfusları üzerinden ikinci dünya savaşındaki Yahudi sorununu, bu ülke sınırları içinde kalarak çözmeyi düşünmüş ama ikinci dünya savaşı çıkınca, Yahudi sorununa Etiyopya çözümü tamamlanamamıştır. Etiyopya halen Afrika kıtasındaki en fazla nüfusa sahip olan bir devlettir. Kıtanın tam ortasında bulunan konumu ile gelecekteki çözüm arayışlarında gene etkin bir konuma sahip olabilecektir.

8-JAPON’LARIN ZEHİRLİ BALIK- FUGU PLANI- 1934 yılında ikinci dünya savaşı sırasında Naziler ile Japonlar arasında diğer ülkelerden daha yakın ilişkiler gelişmeye başlayınca Avrupa’da yaşayan Yahudilere Japonya’daki adalardan birinin tahsis edilmesine karar verildi. Japonya’nın sahip olduğu bilim ve teknolojik birikimden yararlanmak isteyen Japonlar ile Japonların Zehirli Balıkçı Japon milliyetçileri bu iş birliğinden başarı ile çıkarak ikinci dünya savaşında Japonya’nın zafer sağlayacağını öne sürüyorlardı. Japon milliyetçileri Hitler ile dayanışma ittifakına girdikleri aşamada, 1941 yılında ikinci cihan savaşında teslim olma aşamasına geliyordu. Projenin adının bir Japon balığının adından alınmasının sebebi Fugu isimli balığın çok besleyici ve lezzetli bir gıda olduğudur. Bu balık iyi pişirilirse zafer sağlar, kötü pişirilirse de yiyenleri zehirleyen bir yapısının olduğu sonradan anlaşılmıştır. İtalyanlar teslim olunca Japonlar da teslim olmuştur. Başarısız bir iş birliği çökme ile birlikte dağılınca o zaman meşhur zehirli balık projesi de iflas etmiştir.

9-TASMANYA PROJESİ, Tasmanya adası da tıpkı diğer Avusturalya bölgeleri ya da adaları gibi geleceğin kıtası olarak açıklanan Avustralya kıtası da etrafını çeviren büyük ve orta boy adalar içinde Yahudilerin zaman içinde yerleşerek bir devlet kurabilmeleri, bir dönem için yirminci yüzyılın başlarında mümkün olabilmiş ama böylesine bir yapılanmayı Yahudiler adaya geldikten sonra tersine çevirdikleri görülmüştür. Avustralya Musevileri kıtanın hemen yanında bulunan Tasmanya adasına geçerek bir bağımsız Musevi adası yaratmaları beklenirken, bu durumun tersi bir gelişme ile Tasmanya üzerinden Avustralya kıtasının tamamının etkilenmeye çalıştığı görüldüğünde, İngilizlerin Tasmanya adası üzerindeki Musevi devleti yaratma projelerini devre dışı bırakılmıştır.

10- DİĞER PROJELER –Son beş yüz yıllık dönem içinde dünya ülkelerinin bir kısmında Yahudi nüfus için farklı düzenlemeler yapılmıştır. Bazı adalar ya da yarımadalar dünya ticaretinden yararlanarak ekonomik alanda zenginleşmeye başladıkları aşamada, Musevi lobileriyle ilişkiler kurularak daha gelişmiş ekonomi doğrultusunda adımlar atılmış ama her yeni küçük devlet projesi öne çıktığı zaman da bazı sosyal ve siyasal sorunlar çıkartılarak meselelerin çözümü engellenmeye çalışılmıştır. Akdeniz’deki büyük adalar Kıbrıs, Girit, Rodos, Sicilya, Sardunya ve Korsika gibi büyük adalar birkaç milyonluk Yahudi devletlerine dönüştürülmek istenmiş ama Hristiyan ve Müslüman devletlerin tepki göstermeleri ve karşı çıkmaları yüzünden merkezi deniz olan Akdeniz’de Yahudi devletleri bir türlü kurulamamıştır. Ayrıca Latin Amerika kıtasında bulunan bazı küçük devletler ile, bazı büyük devletlerin uygun görülen bölgelerinde gene Siyonist lobilerin destekleriyle küçük Musevi devletleri yaratılmak istenmiş ama uluslararası konjonktür bu tür sonradan olma şehir devleti ya da eyalet devletlerinin Siyonist hegemonya yansıması olarak kurulamamıştır. Ayrıca, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Ukrayna ve Makedonya gibi doğu Avrupa ülkeleri bir araya gelerek bir Doğu Avrupa Birliği kurabilirler.

İsrail devleti birinci ve ikinci Siyonist kongreler sonucunda bugün ilk Yahudi devletinin kurulduğu kutsal topraklar ya da vaat edilen topraklar olarak, kutsal kitaplarda belirtilen yerler de kurulmaya çalışılmaktadır. Ne var ki ,artık her şeyin bilindiği ve geçmişten gelen tarih, coğrafya uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi dallarının bugünlere taşımış olduğu bilgi birikimine artık herkesin ve her dünya devletinin sahip bulunduğunu yaşanan olaylar ve bunlara bağlı olarak öne çıkan gerekli bilgiler uluslararası alanlara dağıldığı gibi bugün gündemdeki gelişmelerin anlatılması ya da açıklanmasında yeteri kadar bilimsel dayanak noktaları meydana getirerek ,çıkmaz gibi görülen sorunların zamanla bir çözüm yoluna doğru yönlendiği, özellikle son yıllarda  gündeme gelen siyasal gelişmeler üzerinden her türlü tartışmanın ötesinde eskisinden daha barışçıl bir yeni dünya düzeni oluşumlarını gündeme getirmektedirler. Bu makalede belirtilen konular da böylesine bir birikimin içinden getirilerek, dünya barışını tehdit eden Siyonizm saldırganlığına karşı oluşturulmakta olan bir insanlık barışının öncüsü olmak durumundadır. Tarih boyunca yaşanan kötü olayların bugün de saldırgan Siyonizm akımları çerçevesinde gündeme zorla getirildiği ve bu yüzden son üç aydaki saldırılar üzerinden üç yüz bin Gazzelinin bombalı katliamlar aracılığı ile yok edilmeye çalışıldığı görülmüştür. Ulus devletlerin ortaya çıktığı son üç yüz yılın yarattığı bir sorun olarak gündeme gelen İsrail sorunu bir din devleti olmanın ötesine giderek ulusallaşamadığı için bugün modern dünyanın önde gelen ulus devletleri içinde yer alamamakta ama bir din devleti olarak şehirler üzerinden yeni bir orta çağ zihniyetinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Küresel şirketler ile dinci tarikatlar iş birliği yaparak bütün dünyayı yeni bir Ortaçağ dönemine doğru sürüklerken, uluslararası alanda şehir devletleri ile yerel yönetim birliklerinin, ulus devletlere ve her türlü ulusal yapılanmalara karşı çıkarak, Siyonizm hegemonyasına karşı çıktıkları açıkça görülmektedir.

Bugünün dünyasında İsrail oluşumu dünyanın önde gelen bir numaralı sorunu olarak her yönden ve de oluşturmaya çalıştıkları yerel yönetim birimleri aracılığı ile de geri dönülmez bir biçimde dünyayı Siyonizm hegemonyasına paralel bir biçimde köklü bir değişime dünya zorlanırken, yirmi birinci yüzyılın birikimleri insanlığa yön göstererek, küresel ve bölgesel barış ortamlarının örgütlenebilmesi için öncülük yapmaktadırlar. Yüz yılların birikimi ile bir modern dünya yaratabilmek başarısını elde eden bugünün insanlığı her türlü savaş ve hegemonya dayatmalarına karşı çıkarken, evrensel bir barış düzeninin Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşların öncülüğünde insanlığın uzun süreli geleceği için gerekli olan bütün adımların atılmasıyla birlikte her türlü yardımın Gazze halkına getirilebilmesi  için, insanlık her türlü özveriyi gündeme taşıyabilmelidir. İsrail’in son Gazze saldırısı tam anlamıyla bir soykırımın öncüsü olmuştur. Anglo sakson emperyalizmi destekli kurulan çete devleti olarak İsrail bugün her kesim için ciddi bir çıkmaz ya da sorun olarak varlığını korumaktadır. Dünya ülkelerinin düzenli bir uluslararası sisteme sahip olmasını önleyen Atlantik hegemonyası hem insanlık için hem de şehir devletleri ya da yerel yönetimler üzerinden bütün dünya devletleri için ciddi bir çıkmaz olarak öne çıkarak on beşinci yüzyılda Britanya imparatorluğu üzerinden İngiliz krallığını kurarken, on sekizinci yüzyılda ise Amerika Birleşik Devletleri üzerinden bir dünya federasyonunun temelleri atılmıştır. Hristiyan Avrupa Birliğine karşı yeni bir Atlantik hegemonyası oluşturabilmek için, okyanus üzerinden var olan adalar üzerindeki şehirlerin ayrı devletler haline gelmesi ya da yerel yönetimlerin eskisinden çok farklı bir yeni birlikteliğe sürüklenmeleri sayesinde, Birleşik Krallık, Birleşik Devletler aşamasından sonra şimdi de İsrail’in önderliğinde Birleşik şehir devletleri ya da yerel yönetimler birlikleri yaratılarak, yeni bir küresel bir bölgesellik modeli ortaya çıkarılmaktadır. Birleşik krallık sonrasında birleşik devletler aşaması geride bırakılarak, Birleşik şehirler ve yerel yönetimler yapılanması Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’inin ortaklığında yeni bir dünya düzeni arayışları sırasında öne çıkarak etkin olmaktadır. 

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN