18 Kasım 2024 Pazartesi

YENİDEN ASYA VE ASYA MİNÖR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

YENİDEN ASYA VE ASYA MİNÖR

            Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, geçen çalışma döneminin sonlarına doğru düzenlemiş olduğu bir basın toplantısı sırasında, toplantının yapıldığı salonun sahnesinin üzerine “yeniden Asya “ başlıklarını asarak, dünya ile birlikte Türkiye’nin de yepyeni bir döneme girdiğini ve bu değişim süreci içerisinde, Türk devletinin yeni dönemde eskisinden çok farklı koşullarda ortaya çıkan ve yeni koşulları dikkate alan eskisinden çok farklı yeni bir yaklaşım doğrultusunda içine girilen yeni dönemde, geçmişte ağırlıklı olarak batı yanlısı çizgide uygulanan uluslararası politikadan vazgeçildiğini, artık içine girilmekte olan zaman diliminin “Yeniden Asya“ dönemi olarak belirlendiğini, bu çerçevede dünya konjonktüründe en büyük kıta olarak harita üzerinde yerini alan Asya kıtasının, eskisi gibi sahip olduğu büyüklük nedeniyle “yeniden Asya “ adı ile adlandırılmaya çalışıldığı, dünya kamuoyunun gözleri önünde herkese gösterilmeye çalışılmıştır. İnsanlığın ilk dönemlerinden bu yana devam edip gelen yeryüzü hayatının anlamı üzerinde düşünülürken, ilk çağlar, orta çağlar ve modern çağlar olmak üzere başlıca üç aşamalı bir tasnif içinde insanlığın birikimi bugünlere taşınılmaya çalışılmıştır. Bilim, sanat ve kültür alanlarındaki gelişmeler böylesine ortaya konan tarihsel değerlendirmeleri dikkate alan tasnifler ortaya çıkan yeni bilim dalları aracılığı ile değerlendirme tablolarında öne çıkarılmaya çalışılmıştır. İnsanoğlunun geçirmiş olduğu çeşitli aşamalarda ulaşılan yeni bilgi birikimlerinin ortaya çıkardığı eskisinden farklı süreçlerde, insanların ilk kuşaklarının yaşam düzeni kurduğu Asya ve Afrika kıtalarının birlikte oluşturduğu ilk çağların yüzyılları, insanlığın kaderini belirleyen   daha sonraki gelişme dönemlerinde yaşamın başlangıç noktası biyolojik evrimin belirgin olması ile birlikte, hayat düzeninde bugünlere kadar uzanan bir yaşam çizgisi geçerlilik kazanmıştır.

            Binlerce yıllık geçmişe sahip olan insanlığın bilimsel yaşamın verileri çizgisinde  yaşamaya başlaması üzerine modern çağlar birbirini izleyerek büyük bir tarih yaratmaları sürecinde ilk yaşam belirtileri Asya kıtasında gündeme gelmiş ve bu nedenle de ilk insanların yaşam gücü kazanmalarıyla birlikte ilkel uygarlıklara giden yollar açılmış ve böylesine bir dönem ilk olarak Asya kıtasının toprakları üzerinde yaşandığı için, insanlığın ilk çağlarına  Asya dönemi adı verilmiş ve eski Çin bölgesinde başlayan ve daha sonra da Hint yarımadasında devam eden yaşam sürecine, insanlığın ilk dönemi olarak Asya dönemi olarak isim verilmiştir. İlk insanların kemikleri ve diğer kalıntılarının Asya ve Afrika topraklarının üzerinde bulunması yeni bilimsel tasniflerin öne çıkmasına yardımcı olmuştur. Tarihin ilk çağlarında Asya kıtasının üzerinde yaşayan insanlar ve diğer canlılar birinci Asya dönemini yaşarlarken, orta çağlar ve modern çağlar üzerinden bugünkü dünya düzenine ulaşılmış ve on bin yılı aşan bir zaman diliminin getirdiği  veriler ve bilgilerin katkılarıyla geçmiş yüzyılların birikimi bugünün dünyasını yeniden Asya merkezli bir yeni dünya arayışını öne çıkarmış ve tam bu noktaya gelindiğinde, Türkiye Cumhuriyeti hükümeti de ülke ve devlet için “yeniden Asya “dönemini başlatmıştır. Tarihin her döneminde devletler kuran ve bu doğrultuda yaşadıkları toprak parçalarını uygarlığın bir parçası haline getiren insanlık, sonraki aşamalarda uygarlığın gelişmesi sonrasında Asya ve Afrika dönemlerini geride bırakarak yer kürenin batısına doğru bir ivme kazanmıştır. İlk uygarlıkların tarih sahnesine çıktığı Asya dönemi geride kalırken, At merkezli bir yeni yaşam düzeni kurulmaya çalışılmış ve bundan sonra Türklerin atlı uygarlığının at sırtında yönlendirilmesiyle Asya kıtasının kuzey bölgelerinden Avrupa kıtasına doğru bir uygarlık yolu açılmıştır. Avrupa devletlerinin yaşadığı Rönesans sonrasında bu devletler diğer kıtalar üzerinde denizler üzerinden bütün dünya karalarına yönelen uygarlık rüzgârı yer küreyi çevreleyerek, Avrupa üzerinden Amerika kıtasına doğru siyasal gelişmeler birbiri ardı sıra belirleyici olmuştur.

            Asya’dan Avrupa’ya geçen uygarlık zaman içerisinde dünyanın diğer bölgelerine de yayılarak tüm yer küreyle bir uygarlaşma sürecine doğru dönüştürürken, önce Avrupa ve daha sonra da Amerika kıtaları öne geçerek, yeni uygarlık bölgeleri çizgisinde merkezileşmeye başlayınca, bu iki kıta çağdaş uygarlığın yeni merkezleri coğrafya alanında yeni yapılanmanın öncüsü konumuna gelmişlerdir. Orta çağ sonrası ve de modern çağlarda da böylesine bir durum devam ederek post-modern dönemin ilk belirtileri ortaya çıkana kadar süreç hareketini tamamlamıştır. Bugün içine girilmiş olan elektronik devrim oluşumu içinde uygarlığın artık dünya merkezli olmaktan çıkarak, küreselleşmenin uzaya doğru uzanması üzerinden artık diğer gezegenler ile ortak bir yaşam düzeni uzay çağının getirdiği bilgi ve veriler aracılığı ile yer küre  yeni dünya düzeni görünümünde gerçekleştirilirken, bu yeni sürecin adı, ortaya çıkışı ve zamanı  gibi kronolojik bilgilerin yeniden tasnif edilmesi gibi bir  arayış ve çabaların birbirini izleyerek gündeme geldikleri görülmüştür. Türklerin Asya toprakları üzerinde başlamış olan tarihsel serüveni daha sonraki aşamalarda Avrupa, Afrika ve Amerika gibi kıtalara yayılarak, küresel bir dünya uygarlığının oluşumunda etkili olmuştur. Avustralya ile okyanus ve kutupların büyük adalarında en son aşamada uygarlık zincirine katılırken, uygarlık çemberinin bütün dünyayı sarıp sarmalaması işlemi tamamlanmıştır. Dünyanın çevresi uygarlığın kucaklaması üzerine insan uygarlığı bütün kıtaları, son beş yüz yıllık zaman dilimi içinde sentezci bir yaklaşımla bir büyük dünya uygarlığı hedefi aşılmaya çalışılmıştır. Ne var ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin tam ortasında yer aldığı beş büyük karasal kıtanın ulaşım ve iletişimin hızla yayılarak gelişmesi gibi yenilikler aracılığı ile önce yakınlaşma daha sonra da sağlanan hareketlilik içinde  bütünleşmeye doğru yol alındığı gözlemlenmiştir. Dünyanın etrafında bir küreselci entegrasyon giderek tamamlanırken, uygarlığın çıkış noktası olan Asya kıtası yeniden önem kazanarak böylesine bir sürecin ilk çıkış bölgesi olduğu gibi, yeni gelinen aşamada aynı zamanda yer küre üzerindeki son hedef olan küreselleşme oluşumunun da aynı zamanda son noktası haline gelmiştir.

            Üç kıtanın tam ortalarında yer alan Türkiye Cumhuriyeti önce Asya döneminin sonra Avrupa ve Afrika kıtalarının öne geçmesiyle birlikte, bu kıtaların hem yanında hem de içinde yer almıştır. Merkezi bir devletin kıtalar arasındaki köprülük görevini tam olarak gündeme getirerek bütün dünya kıtalarının ve devletlerinin “Yeniden Asya “döneminin içinde yer alarak tarihin tekrarlarından oluşan içeriğinin tamamlanması doğrultusunda, Türkiye’de diğer devletler ve  topluluklar gibi tarihin çıkış noktası olan Asya  kıtasını yeniden güncelleştiren küresel daireleri kendi açısından tamamlayarak “yeniden Asya “siyasetinin devreye girmesi hedefinde, gerekli olan misyonu tamamlamaya çalışmıştır. Bu yüzden uzun yıllar yüzünü batıya dönerek batı hegemonya düzeni içinde kendisine yer arayan Türk devleti, bugün eski yıllarında olduğu gibi bir körü körüne batıcılık yapmamış ama bütün dünya konjonktürünün küreselleşme aşamasında öne çıkarak, yeni bir Asya dönemini öne çıkarmasıyla birlikte, Türkiye’de böylesine radikal bir değişimin ilk hedefi olan yeniden Asya dönemini, küresel sürecin ana gündem maddesi haline getirmiştir. Ülkeler coğrafyası ya da atlasları gibi rehber kitap ve kaynaklara bakıldığında, Anadolu yarımadasının Türk devletinin üzerinde kurulu bulunduğu devletin ülkesi olarak bilim çevrelerince “Küçük Asya” adı ile Türkiye’nin anıldığı gözlere çarpmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin uluslararası yayınlarda, Küçük Asya adı ile anılan bir yarımada üzerinde  yer alması ile şimdiye kadar izlenen politikalarda, Avrupa ve Amerika merkezli bir çizgide belirlenen uluslararası politikalarda, Türkiye kendi konumunun Asya kıtasının merkez ülkesi olduğunu unutarak ve yıllarca yüzü batıya dönük bir tutum çizgisinde  batı merkezli bir politik çizgi izleyerek, kendi jeopolitik merkezi konumu ile tamamen çelişkili ve karşıt bir düzeyde siyasal çizgiyi takip etmek zorunda kalmıştır. Kendi coğrafi konumuna ters düşen böylesine çelişkili politikalara yıllarca uyum sağlamak zorunda kalan Türkiye, soğuk savaşın bitmesinden sonraki, merkezi konumda eskisine oranla daha serbest bir siyasal duruma gelebilmiştir. Bu aşamadan sonra yenilikçi yaklaşımlar öne çıkartılmıştır.                                                                                                                                                                                                                                                                                                 Bugün gelinen yeni noktada güneşin doğal olarak doğudan doğduğu hatırlanarak, Amerika ve Avrupa merkezli batı politikaları geride bırakılırken, Asya merkezli doğu politikaları giderek en ön plandaki yerlerini almaktadırlar. Avrupa ve Afrika kıtası ile Asya kıtasının harita üzerindeki konumları merkezi bir noktada bir araya gelmek gibi yeni bir jeopolitik kesişme bölgesi yaratması, yer küre üzerindeki dengeleri değiştirdiği gibi aynı zamanda jeopolitik açıdan farklı oluşumların da önünü açmıştır. İlk çağlarda herkes kendi doğduğu bölgede bir yaşam düzeni kurmaya çalışırlarken, hareketsiz toplulukların yaşam düzenleri dikkate alınarak durum tespitleri yapılıyordu. Hayvanlarla birlikte hareket eden diğer canlıların da toplamacılık ve avcılık dönemlerinde kırsal alanlar üzerinden ormanlara ve tarımsal üretim yapılan alanlarına doğru uzanmalarıyla, doğadan beslenen canlıların yer değiştirmeye başladıkları ve üzerinde yaşamaya başladıkları, bir süre sonra da yer yüzü karaları üzerinde hareket ederek, canlı organizmaların insanlar için çok daha geniş yaşam alanları ortaya çıkardıklarının farkına varmışlardır. İlk ve orta çağ dönemlerinde kendiliğinden içgüdüsel olarak ortaya çıkan bu gerçekler daha sonraki aşamalarda insanoğlunu yaşadıkları yeryüzü karaları üzerinden dünya ile doğal bir kaynaşmaya götürdüğü farkına varıldığında, doğada var olan canlı hayvan ve de bitkilerin insanların gıda sorunlarının çözümüne yaradığı anlaşılınca avcılık ve toplayıcılık devirleri biterek, insanların kendilerinin içinde yer aldıkları tarım ve üretim çağlarına geçildiği görülmüştür. Doğada kendi halinde var olan bitkilerin, meyve ve sebzelerin taşıyıcılık aktiviteleri yolu ile doğal alanda uygun yerlere yerleştirildikleri, bu gibi faaliyetlerin zaman içinde sürekli olması ve daha düzenli bir ekme biçme düzenine kavuşturulmalarıyla da tarımsal çalışmalar üzerinden eski insanların dile getirdiği gibi, her türlü ziraat hareketlilikleri programlı ve planlı bir düzen içinde insanların biyolojik varlıklarının ve yaşamlarının yeniden daha sağlıklı bir biçimde örgütlenmesiyle de tarımsal etkinlikler aracılığı ile insanoğlunun çağdaş uygarlıklara dönüşen yaşam biçiminin yaşamsal süreç içinde daha gelişmiş bir düzeye insanları taşıdıkları ve de tarım ürünleri olarak ortaya çıkan gıdalar aracılığı ile açlık sorununu  çözmüşlerdir.

            Türk tarihi incelendiği zaman ilk Türk devletlerinin sürekli olarak Asya kıtası topraklarında kurulduğu görülmüştür. Türklerin Asya kıtasında devletler kurmadan önce Büyük Okyanusun tam ortasında var olan MU kıtasında yaşadıkları ,daha sonraları bu büyük kıtada devlet ve uygarlık kuran Türklerin tıpkı Atlantis kıtasının okyanusun üzerine batması gibi, Mu kıtasının da geçmişteki bir zaman diliminde bugünkü Büyük Okyanus sularına gömüldüğü ve bu yüzden de bu kıtada yaşayan insan topluluklarının bugün Asya kıtasının doğu kıyılarında yer alan Çin üzerinden, Uygur devletinin toprakları üzerinden yeni bir devlet ve uygarlık düzenini kurdukları görülmüştür. Asya kıtasının zamanla nüfusunun artması ve yeni oluşan insan topluluklarının da bu çok büyük kıtanın toprakları üzerinde zaman içinde daha da kalabalıklaşarak yaşayan bölgesel yeni toplulukların, giderek devletleşerek yeni devletlerin tarih sahnesine çıkışına aracı oldukları anlaşılmaktadır. Böylesine bir tarihsel süreçte Mu kıtası sonrasında Türk toplulukları devletleşerek tarih sahnesine çıkarken, Uygur bölgesinden orta Asya’ya doğru bir çıkış yolu aramışlardır. Bu arayış döneminde önlerine çıkan uçsuz bucaksız orta Asya topraklarında Mu kıtası ile Uygur devletinin halkları birbirini izleyerek siyasal yapılanma içine girmişlerdir. Büyük Okyanus kökenli MU kıtası çökerken, bu kıtanın nüfusu Asya kıtası üzerinden Orta Asya derinliklerine doğru gelişmeler gösterirken, Asya üzerinden Avrupa ve Afrika kıtalarına da dağılarak yayılan Türk toplulukları, önce Asya topraklarında Büyük Hun İmparatorluğunu kurarak üç büyük kıtaya merkezi olarak egemen olmuştur. Bundan sonraki aşamada ise Batı Hun ve Avrupa Hun imparatorluklarından sonra Akhun imparatorluğu gene Asya kıtasının batı ve güney bölgelerinde kurulmuştur. Hun devletlerinin bir süre sonra dağılması üzerine bu devletlerin uzantısı olarak Avar İmparatorluğu kurulmuştur. Tarihsel dönüşüm süreci sonucunda Avar imparatorluğu halkları kuzey Asya bölgesine gelerek burada Göktürk imparatorluğunu kurmuşlardır. MU kökenli halkların bir Türk devleti çatısı altında bir araya gelirken “GÖK” başlıklı bir devlet vatandaşları olmaları MU kıtası halklarının uzaysal kökenini göstermektedir.

            Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Türklerin kökenleri üzerine araştırmalar yaparken ve tarih kitaplarını okuyarak incelerken, Uygur ve Göktürk kökenli toplulukların tarihlerine ağırlıklı yer vermiş ve bazı bilim adamlarıyla diplomatlara görevler vererek bilimsel raporlar getirtmiştir. Göktürk devletinin gök kavramı ile adandırılmasının Türklerin gök kavramına ağırlık veren uzaysal kökenlerini ortaya koyduğunu gören Türk devletinin kurucusu Atatürk, bilimsel araştırmaları örgütleyen Tarih ve Dil kurumları aracılığı ile toplanan bilgilerin tasnif edilerek Türkiye Cumhuriyeti  kütüphanelerine ve devletin araştırma merkezlerine gönderilmelerinin talimatlarını bizzat Atatürk vermiştir .Daha sonraları Türkiye Cumhuriyeti başkanlık makamının simgesi olarak belirlenen 16 yıldız ,geçmişten gelen tarihsel süreçte 16  adet Türk imparatorluklarının egemenliğini tarih kitaplarına konulmuştur. 16 büyük devletin imparatorluk olarak egemenlik sürecinde tarih sahnesine çıkışı belgelenmiştir. Göktürk imparatorluğu sonrasında Avarlar, Hazarlar, Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliller, Harzemşahlar ve daha sonra Altınordulular, Timurlular, Babürlüler, Selçuklular ve Osmanlılar olarak haneden imparatorluklarını devlet kuran hanedan beyinin sultanlığında büyük devletleri temsil eden imparatorluklara dönüştürmüşlerdir. Türk boyları bölgesel halklar olarak birbirlerinden ayırılmışlar ama üzerinde yaşadıkları ülkeler daha çok Asya kıtasının önde gelen bölgeleri olarak tarihteki yerlerini almışlardır. Türklerin tarihleri kavimler ve boylar üzerinden incelendiği gibi aynı zamanda devletler, imparatorluklar, beylikler, hanlıklar, atabeylikler ve cumhuriyetler olarak da tasnif edilmektedirler. Balkanlar’da ve doğu Avrupa bölgeleri ile kuzey Afrika Asya topraklarında yer alan bölgeler de kurulmuş olan Türk devletlerinin büyük çoğunluğu Asya kıtasının farklı bölgeleri olarak tarih kitaplarında yer almaktadır. Birbiri ardı sıra kurulan devletler ve imparatorluklar açısından bakıldığı zaman Türkiye’nin kaynağının ve Türklerin tarih sahnesine çıktığı sahnenin kara kıtası olarak, Asya kıtası öne çıkmaktadır.

            Türkiye’nin üzerinde devlet olarak yer aldığı Anadolu yarımadası, aslında Asya kıtasının bir yarımada konumunda Avrupa kıtasına doğru bir giriş yapan doğal konumda uzanarak coğrafya haritasında yer almaktadır. Anadolu yarımadasının çıkış yeri Kafkasya bölgesidir. Orta Asya bölgesinin batı yönünde devamı olarak öne çıkan Anadolu yarımadası, aslında Asya kıtasının Avrupa kıtasının doğru yer aldığı bir yapılanmadır. Günümüzde yeniden ASYA dönemi olarak ilan edilen Türk devletinin uluslararası siyasetinde, Türkiye’yi yönetenler ve diğer Türk devletleri ya da örgütleri Türk tarihini iyi bilmek zorundadırlar. Ortaya çıkış yeri ile birlikte Türk devletlerinin her birisinin dünya sahnesine çıktığı alanlarda Türk devletlerinin hem toplumlarıyla hem de ülkeleriyle birlikte ele alındığı bir toplu Türk varlığı incelemesi, bugünkü gelişmelerin uzantısı olarak ele alınmalıdır. Türk tarihinin her aşaması iyice incelenirse, neden Anadolu yarımadasına “ASYA MİNÖR “ adının verildiği daha iyi anlaşılacaktır. Tarih boyu değişik dönemlerde kendi özel konumuna göre yeni yapılanmalar kazanan Anadolu yarımadası Asya’dan çıkan bir burun olarak dünyanın merkezi bölgesinde, Avrupa kıtasının içlerine doğru uzanmakta ve böylece Asya ve Avrupa kökenli uygarlıkların zaman içinde birbirine yaklaşması sağlanmaktadır. Asya kıtasında kurulmuş olan bir devlet kuruluşundan sonra, genişlerken Avrupa kıtasına doğru genişlemekte, bu durumun tamamen tersi olarak da Avrupa kıtasında kurulmuş olan bir imparatorluk Asya topraklarında genişleyebilmektedir. Bu durumlardan birincisine örnek olarak Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğu ikincisine örnek olarak da Roma, Bizans ve İskender imparatorlukları örnek olarak gösterilebilir. Üç kıtanın birleştiği kesişme noktasında, bir araya gelirken bazen Avrupa ve Asya kıtalarının arasına Afrika kıtası da eklenmektedir. Bugün gelinen yeni aşamada Asya ve Avrupa kıtalarının birlikteliği AVRASYA olarak tanımlanmaktadır. Afrika ve Asya kıtalarının birlikteliği ise, AFRASYA adları  ile bazı projelerin ve siyasal yönelimlerin adları olarak merkezi üç kıtanın birlikteliğini, dünyanın merkezi birlikteliği olarak  öne çıkarmaktadır. Avrasya ve Afrasya üç kıtanın birliğinde ortaya çıkan merkezi birlikteliklerin ortak adı olarak kullanılmaktadır.

Doğu ve batı gibi yön gösteren kelimelerin bir araya gelmesi de Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birlikte oluşturdukları merkezi alanın tanımlanmasında değişik konular ya da tasniflere uygun bir biçimde ele alınmaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman Orta Doğu, Yakın Doğu ve Uzak Doğu gibi kavramlar Asya, Avrupa, Afrika ekseninde üç kıta arasında bir araya getirilirken, bazan iki kıta birliktelikler gündeme geldiği zaman üçüncü kıtanın dışlandığı göze çarpmaktadır. Tarihin son dönemlerinde ulusal devletler, uluslaşma, devletleşme, siyasallaşma gibi halkçı süreçleri tırmandırırken, soğuk savaş dönemin koşullarında bunların üstüne çıkan yeni görüşler olarak tekelci şirketler bölgeselleşme, küreselleşme, pazarlama ve  şirketleşme gibi diğer emperyalist vizyonlar uygulayarak öne geçerken, dünya bölgeleri arasında yapılar, konjonktürler ve jeopolitik dengeler değişmektedir .Böylesine bir aşamada Asya, Afrika ve Avrupa üçgeninde doğu, batı, kuzey ve güney yönleri değişiklik arz etmekte ve bu durum dünyanın jeopolitik merkezine yansıdığı zamanda  bugüne kadar sömürge imparatorlukları olmuş olan doğu devletleri dünyanın doğusunda yer alırken, Orta Doğu, Yakın Doğu ve Uzak doğu kavramlarının yer ve yön değiştirerek dünyanın sahip olduğu geleneksel dengelerin daha farklı çizgilere doğru değiştiğini göstermektedir. Merkezi konum, yakınlık ve uzaklık kavramları böylesine bir aşamada yer ve anlam değiştirerek ve küresel harita üzerindeki devletlerin yeni konumlarına doğru hareket ederek, yeni dengelere göre oluşan, jeopolitik siyasetler yönünde hareket ettikleri görülmektedir. İnsanların bir yönün adı olan doğu kavramından hareket ederek yakınlık, uzaklık, ortalık ya da merkezlik gibi kavramların içeriğini doldurmaya çalıştıkları gündeme gelmektedir. Dünyanın batısında yer alan Avrupa kıtası, yön belirleme ya da jeopolitik koşulları öne çıkarmaları gibi durumlarda, dünyanın merkezi alanı konumundaki Orta Doğu bölgesini dünyanın doğusunda gösterebilmektedir. Benzeri bir biçimde Asya’da yaşayanlar da Avrupa kıtasını dünyanın batı bölgelerinden birisi olarak tanımlayabilmektedirler.

Top’un yuvarlak olması gibi durumlar nasıl yönlerin durumunu kesin tespit edemiyorsa aynı biçimde yer küre üzerindeki yerlerin yönlerini tespit edebilmek son derece zordur. Top’un dönerek kaleye girişi gibi küresel dünyanın her dönüşünde de nasıl bir hava ya da jeopolitik denge ile karşılaşılacağı önceden belli değildir. Dünyanın yuvarlak bir top biçiminde olması yüzünden jeopolitik dengeleri oluşturan koşullar her zaman değişmektedir. Yirminci yüzyılın en büyük ekonomik gücünün Amerika Birleşik Devletleri olması yüzünden, dünyanın merkezi olarak Amerika gösterilmiştir. Bugün ise ABD dünyayı yönetme gücünü kaybettiği için dünyayı yönetme şansını yitirmiştir. ABD bu durumda merkez ülke konumunu yitirmekte ve dünyanın yönetimi yeni güç merkezi sahibi olma konumundaki büyük devletin üzerine geçmektedir. Batı merkezli bir dünya oluşturan batı ülkeleri bu yüzden Avrupa’yı merkeze koymuşlardır. Bu durumda Avrupa’yı merkeze koyanlar Avrupa’nın batısına batı, doğusuna da doğu adını vermişlerdir. Doğuyu yakın ya da uzak olarak tasnif edenler, Balkanları yakın doğu olarak tanımlarken ve Asya’nın batı kıyıları yakın doğu kavramı kapsamında yakınlıkla ölçülürken, aynı Asya kıtasının doğu kıyıları da uzak doğu olarak tanımlanmıştır. Kıtaların kesişme noktası orta dünya olarak kabul edilirken, Asya ya da Avrupa gibi kıtasal merkezler kendilerini merkeze koymaktadırlar. Dünyanın merkezi gücü olmak büyük devletler arasındaki siyaset yarışlarına bağlıdır. Bu tür yarışları kazanan devletler harita üzerinde bulundukları kıtanın konumunu değiştirebilmektedirler. ABD devleti güçlü iken Amerikan kıtası merkez olarak benimsenmekte, ama aynı ABD zayıflayarak güç kaybettiği zaman, dünyanın merkezi ya yeni süper güç olan devletin bulunduğu kıtaya ya da jeopolitik dengeler üzerinden süper güç konumundaki devletin ülkesinin bulunduğu bölgeye kaymaktadır. Orta Doğu denilen merkezi bölge süper güçler arasındaki rekabet ve yarışlar sonucunda belli olur. Orta Doğuya merkez kaydığı zaman, diğer bölgeler merkez olma konumunu yitirdiğinden Orta Doğu devletleri kendiliğinden merkezi devlet konumuna gelmektedirler. Merkezi bölge ya da merkez ülkeler zamanla uluslararası sorunların odak noktası haline gelerek belirleyici olmaktadırlar. Süper güç konumuna sahip olan devletler dünyayı bu bölge üzerinden yönetirlerken, Orta Doğunun merkezi durumunu güçlendirirler.

Dünyanın önde gelen en merkezi ülkelerinden birisi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin böylesine bir konuma sahip olması nedeniyle, gerginlik, çatışma ve savaşların çıkmaması için doğu ve batı ülkeleriyle olan ilişkilerin iyi izlenmesi ve merkezdeki diğer devletlerin dünyanın merkez dengelerine dikkat etmesi gerekmektedir. Türkiye’nin bu konudaki önceliği sınır komşusu olan ülkeler ile sıcak çatışma ya da savaşlara girmemek olmalıdır. Ne var ki, Prof. kimlikli bir öğretim üyesi dışişleri bakanı olduğu aşamada, hemen Türkiye’yi komşularıyla savaşlara yönlendirerek ve çok büyük çelişkiler yaratarak tehlikeli olmuştur. Uzun süre batılı ülkelerin kontrolü altında tutulan Türk devleti, batılı ülkeler tarafından gönderilen uzman görünümlü siyasal kadroların hegemonyası altında batı blokunun çıkarlarına uygun düşen çizgilerde kontrol edilmiştir. Türkiye’nin komşuları ile ilişkilerini bozan ve bu doğrultuda komşu ülkeleri Türkiye ile savaşa sürüklemek gibi bölge barışını tehdit eden olumsuz ve kışkırtıcı girişimler yüzünden, Türkiye Cumhuriyeti, kurucu önder Atatürk’ün bizlere emanet ettiği cumhuriyet devletini korumak ve bu hedefte yurtta ve dünyada kalıcı bir barış düzenini gerçek boyutlarda harekete geçirmekle görevli olan Türk devleti ve Türk milleti, önümüzdeki yakın dönem içinde Orta Doğu merkezli bir barış düzenini, merkezi orta dünyanın içinden acilen devreye sokarak doğusuyla batısıyla birlikte kenetlenmiş bir yapıda, kalıcı ve kurumlaşmış bir uzlaşma ortamı yaratacak bir doğrultuda dünya ve bölge barışı için sonsuza kadar mücadele edilmesi gerekmektedir. Sonsuza kadar devam edecek bir çağdaş cumhuriyet devletini emperyalizme karşı kurmuş olan Türk ulusu, önümüzdeki kritik çatışma ve savaş ortamında gereken tavrı göstererek, çağdaş Türk Cumhuriyetine karşı girişilen her türlü saldırı ve tehdidi önleyecek bir savaşı göze alarak sonuna kadar direnmek ve bir büyük dünya barışını gerçekleştirmek amacıyla, komşu devletler arasında bölge dışı devletlerin saldırılarının önünün kesilmesi gerekmektedir.

Türkiye Birleşmiş Milletler üyesi bir devlet olarak acilen hem doğu hem de batı ülkelerini harekete geçirerek merkezi alanda dünya çapında bir barış düzeninin mimarı olmak zorundadır. Dünyadaki batı emperyalizmi sona ererken Avrupa ve Amerika ikilisinin dünya hegemonyası sona ermektedir. Yeni dönemin hegemonya düzeninin önce Asya kökenli bir gücün ortaya çıkmasıyla merkezi dünyada egemen olacağı ve sonra da orta dünya üzerinden küresel hegemonya düzeninin hem doğu bölgesinde Asya kıtasında hem de batı dünyasında gene Avrupa ve Amerika gibi kıtaların önde gelen büyük devletleri üzerinde eskisine benzer bir biçimde devreye gireceği bugünün koşullarında söylenebilir. Coğrafya atlasları ve kitaplarında asıl adı Asya Minör ya da küçük Asya ismi  ile dile getirilerek ifade edilen Anadolu yarımadası ile bu toprakların üzerinde devlet kurarak hegemon güç haline gelen Türkiye Cumhuriyeti’nin önümüzdeki yakın tarihli zaman dilimi içinde, dünyanın en büyük kara kıtası olan Asya toprakları üzerinde yüz yıllarca batı bölgesinden gelen emperyalist saldırıların önlenmesi, bugünün koşullarında  güncel önem kazanarak, koruyucu savunma savaşlarının bu aşamada öne çıkarılmasıyla her türlü emperyalist ve Siyonist hedefler yıkılarak ortadan kaldırılabilecektir . Dünya son beş yüzyılda öne çıkan batı emperyalizmi ile bunun uzantısı olarak merkeze gelen İsrail Siyonizmi ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Üçüncü bir dünya savaşını ortaya çıkararak kutsal kitaplardaki Armegeddon senaryolarına inanan toplum kesimleri, artık daha dikkatli ve sistemli savunma mekanizmalarıyla harekete geçerek, bir an önce savaş alanı ilan edilen orta dünya toprakları üzerinde, bölge devletlerinin dayanışmalarıyla kurulacak olan bir güvenlik ve saldırı mekanizmasına olan gereksinme giderek hızla artmaktadır. Asya, Avrupa ve Afrika ülkeleriyle sınır komşusu olan bir merkezi bölge devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, önümüzdeki günlerde kaos ve savaş ortamları arasında sıkışıp kalmamak için daha aktif bir savunma ve gerekli bir kamu düzeni gündeme getirecek biçimde örgütlenmesi giderek zorunluluk kazanmaktadır. Türkiye gerçekçi bir barış düzeni ortaya çıkarabilmek için sınır komşusu devletler ile Asya kıtasının büyük devletlerinin katılacağı yeni bir güvenlik örgütünü oluşturmak amacıyla “Yurtta ve dünyada barış hareketini” acilen örgütlemek zorundadır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

31 Ekim 2024 Perşembe

NEDEN TÜRK İSTİKLAL HAREKETİ? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

NEDEN TÜRK İSTİKLAL HAREKETİ?

            TÜRK İSTİKLAL HAREKETİ, büyük taarruzun yıldönümü olan 26 Ağustos 2024 tarihinde kuruluş hazırlıkları tamamlanarak ve kuruluş için başvuru dilekçeleri dosyalanarak, Türkiye Cumhuriyeti yasaları ile uluslararası hukuk kuralları dikkate alınarak ve resmen yeni bir hukuk tüzel kişiliği var olan usullere uygun biçimde oluşturularak kurulmuştur. Emperyalizme karşı kurulmuş olan Kuvayı Milliye hareketi ile yüz yıl önce bağımsızlığını kazanmış olan Türkiye Cumhuriyeti devleti ile birlikte, Türk ulusu da bir ölüm kalım savaşı sonrasında tam anlamda bağımsız ve özgür bir yaşam düzenini kurarak varlığını birinci İstiklal Hareketi ile güvence altına alabilmiştir. Birinci İstiklal savaşı ile özgürlüğünü kazanmış bulunan Türk ulusu, aradan tam bir yüz yıllık zaman dilimi geçtikten sonra bir asırlık süreç içinde kendisini kurumlaştırırken, siyasal hareketin temelini oluşturan halk kitlelerinin de tam bağımsızlık statüsü içinde özgürlüklerini elde etmesini sağlayan dönüşümleri ,yirminci yüzyılın başlarında merkezde oluşturulan hukuk  düzeni çatısı altında cumhuriyet devletinin varlığı ve yaşamı her türlü tehlikelerden uzak tutularak, yirmi birinci yüzyıla uzanan bir çizgide korunabilmiştir. Akıp giden zaman sürecinde ortaya çıkan ilk İstiklal hareketi olarak Kuvayı Milliye mücadelesi, Türk devleti ile birlikte aynı zamanda Türk ulusunu da bütün kazanımlarıyla birlikte kucaklayarak, bu iki kutsal varlığın gelecek yüzyıllara doğru korunmalarını gerçekleştirmiştir. Altı yüz yıllık çok uluslu imparatorluk sahip olduğu büyüklük ile birlikte emperyalist saldırılara karşı uzanıp giden devletin sınırlarını koruyamamış ve merkezi coğrafyanın tam ortalarında tarihin birikimi olarak oluşturulan çok uluslu imparatorluğun devleti ve toprakları, kazanımları ile birlikte korunarak yirminci yüzyılın başlarına kadar ayakta tutularak korunmuştur. Bugün gelinen noktada Türk devleti ve ulusu halk kitlelerinin zayıf bırakılmaları çizgisinde yeterince korunamadığı için düşman Türk ulusunun içine girerek, var olan her topluluk ya da merkezin inisiyatiflerini ele geçirerek dışa karşı savaş ve mücadele yöntemlerini birbiri ardı sıra kullanarak, Düveli Muazzama’ya denilen en büyük emperyalist yapılarla boğuşarak bir hayat kavgasına düşürülmeye çalışılmış ama Türk gücünün direnmesi sayesinde buna izin verilmemiştir.

            Türkçe sözlüklere bakıldığı zaman. İstiklal kelimesi ülkelerin, tüzel kişiliklerin dernek ve vakıfların birbirleriyle rekabet etmesi olarak kendi varlıklarını koruması ya da geleceğe dönük bir biçimde mücadele edilmesi nedeniyle bir güç çekişmesi olarak da açıklanabilmektedir. Bu doğrultuda kavram ele alındığında, bir başka gücün ya da küçüklerin büyüklerin arasında kalması gibi bir anlam boyutu da ortaya çıkabilmektedir. İstiklal kavramının öz Türkçe içinde tam anlamıyla bağımsızlık, dokunulmazlık ya da serbestiyet statüsü kazanmak biçiminde anlam boyutları kazanabildiği anlaşılmaktadır. Dünya tarihine bakıldığı zaman emperyalizm ve işgal girişimlerine karşı çıkan ulusal kurtuluşçu çizgide mücadele eden ya da savaşan kişilere verilen madalya ya da plaket ve benzeri anı armağanlarına da, İstiklal madalyası ya da brövesi gibi batı dillerinde yer alan farklı kavramlar kullanılmaktadır. Tarihin her döneminde farklı devletlerin çatısı altında var olan Türklerin, sürekli savaşan ya da insanlık için mücadeleye yönelen Türklerin, gene plaket ya da madalya gibi armağanlara layık görülmeleri de gene İstiklal adını taşıyan hediyelerle taltif edilmelerini gündeme getirmektedir. Her türlü bağımsızlık ya da özgürlük mücadelelerinin İstiklal  hareketi başlığı altında  madalyalara konu edilmesi de karşılığını fedekârlık ya da armağan takdimi ile tanımlamaya çalışmak da gene  İstiklal mücadelesi ya da madalyası çizgisinde değerlendirilecek bir konu olarak  da ele alınmaktadır. Sözlüklerde aynı sayfalarda yer alan İstiklal kavramı ile birlikte İstikbal kavramı gelecek anlamını taşırken, aynı zamanda  her türlü bağımsızlığı içeriğinde taşıyacak bir  çok yönlü bir  serbestiyeti ifade etmektedir.

            İstiklal kavramının açıklığa kavuşması sırasında, öne çıkarak çok kullanılan kavramlardan birisi de İstiklal Mahkemeleri konusudur. Dünya tarihine ve coğrafyasına bakıldığı zaman beş büyük kıtanın haritalarında büyük devletlerin işgale yönelen saldırılarına karşı bu toprak parçaları üzerinde yaşam kavgası verenler, aynı zamanda Kuvayı Milliyeci ya da İstiklal savaşçısı gibi isimlerle adlandırılmışlardır. Saldırı ve işgalleri önlemeye çalışan direnişçilerin uzun süreli mücadeleye yönelmek zorunda kalmalarıyla sürdürülen kavgaların, bu tür aşamalarda İstiklal savaşçısı ya da İstiklal savaşı gazisi gibi yeni ünvanlara sahip olmaları da mümkündür. Fas gibi Müslüman ülkede sömürgecilere karşı savaş amacıyla kurulan milliyetçi partinin adı İstiklal Partisi olarak ilan edilmiş, Fransa gibi bir büyük emperyalist ülkeye karşı Fas devleti İstiklal partisinin sürdürdüğü uzun süreli mücadeleler sayesinde bağımsızlığını kazanarak, Birleşmiş Milletler örgütünün tam üyesi olabilmiştir. Türkiye ulusal kurtuluş savaşı sırasında İstiklal Mahkemeleri aracılığı ile asker kaçakları ve vatan hainlerini cezalandırmaya yönelerek, ülkeyi kontrol altında toplamaya çalışmıştır. Olumsuz kişiler İstiklal mahkemeleriyle cezalandırılırken, olumlu kişiler ve vatansever insanlar da zaman içerisinde İstiklal madalyaları verilerek devletin manevi koruması altında oldukları açıkça ifade edilmiştir. Türk kurtuluş savaşı çok ağır koşullar arasında sürdürülürken, vatan hainleri ile birlikte vatanseverler de eşit koşullarda değerlendirilerek geleceğin tam bağımsızlık devleti olarak belirlenecek, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir özgürlükler adası olarak merkez alınmasına dikkat edilmiştir. İstiklal hareketi işte bu nedenlerle bir ulusal kurtuluş hareketi olarak doğmaktadır.

            İstiklal kavramının zihinlerde yer etmesi ve zaman içinde bir ulusun ya da devletin geleceğinin belirlenmesinde de her ülkenin bağımsızlık savaşının göstergesi olarak bestelenen İstiklal Marşlarının simgesel anlamları da çok önem kazanmaktadır. Zaman içerisinde İstiklal marşı açısından İstiklal hareketine gereken siyasal anlam verilmeye çalışılmıştır. Bu doğrultuda bir İstiklal marşı aracılığı ile de böylesine özel konuma var olan bir marşın, Türk halk kültürüne kazandırılması cumhuriyet devleti tarihi içinde her zaman için devletin ulusal yapısının ve ulusun ulusal kimliğinin belirlenmesi açısından yarar sağlamaktadır. Bu gibi konuların Türk devleti çatısı altında fazlasıyla ele alınması, hem Türkiye’nin sahip olduğu coğrafyanın özel konumu hem de geçmişten gelen güçlü Türklük birikiminin önemli bir rolü var olan özelliklerin, bir araya geldiği durumlarda etkili rol oynamaktadır. Cumhuriyet devletinin ilk kuruluş aşamasında açılmış olan yarışmalarda, Türk edebiyatının önde gelen kesimlerinin temsilcileri ulusal marş yarışmasına katılmışlar ve sonunda en iyisini seçerek Türk devletine ve ulusuna ulusal bir milli marşı kazandırırken bu marşın resmi adı olarak da tam anlamıyla bağımsızlığı ifade eden İstiklal Marşının toplum içinde yeterince örgütlenebilmesi açısından, Türk yasaları doğrultusunda bir İstiklal Marşı adı altında edebiyatçıların ve sosyal bilimcilerin katılmasıyla İstiklal Marşı Derneği, bu derneğin ana konusu olan kültür ve müzik alanındaki birikimin bugünün koşullarında değerlendirilmesi ile  yeni yetişen cumhuriyet kuşaklarının ve bugünün gençlik kesimlerinin Kuvayı Milliye adı ile gerçekleştirilen birinci İstiklal Savaşı sonrasında gelmekte olan ikinci İstiklal hareketinin devreye girmesinin önü açılmaya çalışılmıştır. Kuvayı Milliyenin ulusal kurtuluş savaşı ile, bugünün koşullarında gündeme gelmekte olan ikinci Müdafai Hukuk mücadelesinin tarih önünde birbirini tamamlayan yanlarını da dikkate alarak yeni bir değerlendirme yapıldığı zaman, Türk devleti ve ulusunun eskisine oranla daha güçlü ve bütünleşmiş bir çizgide varlığını geliştirerek koruduğu göze çarpmaktadır. İstiklal Marşının bestecisi olan Mehmet Akif Ersoy, kurtuluş savaşları zaferlerinin öncüsü olan Türk Ordusuna armağan ederken, devlet ve millet kaynaşmasının giderek bütünleşmesine giden yolda ulusal bir müzik bağlantısı Türkiye’nin iç çatışmalardan uzaklaşarak dışa karşı taş gibi bir sertlikte direnme bilincinin toplumsal taban kazanmaya başladığı görülmüştür. Mehmet Akif’in öncülüğünde öne çıkan İstiklal Marşı hareketi, bu açıdan marş aracılığı ile yeni bir bütünleşme girişiminin gene İstiklal hareketi ile giderek hızlanan bir çizgide, artık Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kendi ülkelerine ve devletlerine sahip çıktıkları görülmektedir.

İstiklal hareketi hem İstiklal marşının hem de İstiklal madalyalarının bir araya geldiği bir ulusal konudur. Çok uluslu imparatorluktan tek uluslu ulus devlete yönelirken, Türkiye Cumhuriyeti imparatorluk kalıntılarından temizlenmek üzere, bir bağımsızlık arayışı içine girerek her türlü baskı, müdahale ve saldırılar gibi dışarıdan gelebilecek sınırlayıcı etkiler ile bunlara karşı gelişecek olan tepkilerden de uzak olmanın arayışı içine girmiştir. Büyük  şairlerin deyimi  ile gerçek anlamda tam bağımsızlığın hedeflendiği ulusal kurtuluş savaşı ve bu savaşın getirdiği ulusal kazanımlar korunmaya muhtaç olduğu için, böylesine bir savaş döneminde her türlü baskı, zorlama ya da komplolar gibi sosyal organizasyonlara karşı toplu bir biçimde  her çeşit dışarıdan gelecek riskli ve tehlikeli girişimlere öncelikle dikkat edilmeli ve bu doğrultuda öne çıkarken “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış  şaşarım “gibi bir büyük kararlılığın İstiklal hareketi gibi öncü bir siyasal direniş cephesinde dile getirilerek, her alanda kararlı mücadele anında karşı taraflara doğru yönlendirilecek çıkışlara doğru bir zemin hazırlamalıdır. Plansız ya da programsız bir ulusal kurtuluş mücadelesi olamayacağı, tarihten gelen çeşitli örneklerle ortaya çıkmıştır. Yirminci yüzyılın başlarında ulus devletler kurulurken, ulusal kurtuluş savaşları birbiri ardı sıra görülmüştür. Ulus devletlerin yüz yıllık gelişimlerinden sonra bölge devletlerine geçiş amacıyla eski imparatorluk devletleri yeni organizasyonlara yönelirken, ülkelerin haritaları değiştirilmeye çalışılmaktadır. Bir ulus devletin vatandaşı olarak ulusal vatandaşların, kendi kimliklerini ulus devletler üzerinden belirlemesi gerekmektedir .Bugün gelinen yeni noktada güç merkezleri daha güçlü hegemonya arayışlarına yönelirken, ortaya çıkan eskisinden farklı devlet modelleri çerçevesinde gene ülke, devlet ve millet gibi kutsal kavramların her türlü olumsuz gelişmelerin ötesinde tutulması gerektiği, gene bir bağımsızlık arayışı olarak İstiklal kavramı çerçevesinde dile getirilerek, her ülkenin ya da devletin tam anlamıyla bağımsızlığına kavuşabilmesi açısından önemli ağırlık taşıdığı için, geleceğin tam güvenilir kamu düzeninin oluşturulması ve  güvencesi  sorunun her açıdan ele alınması ile mümkün olabilecektir.

           Tam bağımsızlık yolunda bir ulus ya da devlet harekete geçtiği zaman bu tür bir çıkışın sonuç verebilmesi için gerekli olan alt yapı, toplumsal taban ve harekete omurgalı bir bünye kazandırılması gerekmektedir. Bu tür dayanak noktaları oluşturulduğu zaman iyi bir kadroya dayanan sosyal ya da siyasal örgütler öne çıkarak tam bağımsızlık için öncülük yapabilmektedirler. Yeryüzünde var olan bütün devletler kendilerini güvence altına alacak önemli adımları atarak güvenlik arayışlarını yükseltirken, büyük ve zengin devletlerin daha çok küçük ve orta boy devletler üzerinde daha sıkı ve katı önlemler alarak yönlendirme yapmaya çalıştıkları görülmektedir. Bu tür politikalar ya da siyasal girişimler devletler arası çekişmeleri ve rekabet yarışını doğrudan etkileyerek genel olarak dünya barışını açıkça tehdit etmektedir. Her devlette olduğu gibi herkes tam bağımsızlık düzeni içinde kendisine daha özgür ve güçlü bir ortam yaratmaya çaba gösterirken, büyük ve güçlü devletler dünya haritasının her bölgesinde mutlak hegemonya arayışlarını sürdürerek mücadele ederken, onların saldırılarda bulunduğu küçük ve orta boy devletler kendilerini her türlü saldırılara karşı koruyabilmek üzere harekete geçebilmektedir. Güç sahibi büyük devletler dünya haritasındaki hegemonyalarını geliştirmek için uğraşırlarken, dünyanın küçük ve orta boy devletleri de kendi bağımsızlıklarını korumak ya da her türlü  tehlikeden uzak durabilmek üzere başlatmış oldukları istiklal savaşlarını kazanmak için her gün ve her dakika kendi çıkarları ya da bir parçası oldukları milli toplumun ulusal çıkarlarını ve birikimini kurtarabilmek uğruna antiemperyalist direnişler, devam ederken, yeni bir dünya düzeni ardında koşarak daha geniş bir alanda mutlak egemenlik peşinde koşmaktadır. Bugün yeni geliştirdikleri eskisinden çok farklı emperyalist politikalar ile elektronik devriminin ve sahip oldukları büyük birikimin getirdiği zenginliklerin sağladığı olanaklar yeni emperyalizmi güçlü kılarken, yıllarca okuyarak ve çalışarak ortaya konan dünya toplumlarının entellektüel birikimini bugünkü insanlık toplumlarını daha geniş olanaklarla donatmak gibi yeni gelişmeler, eskisinden çok farklı bir dünya ve makinalaşma çıkmazlarını bugünkü dünya gündeminin ana  maddelerini oluşturmaktadır.

Üç büyük kıta arasında jeopolitik açıdan önemli bir konuma sahip olan bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti tarihin her döneminde önemli bir konuma sahip olmuş ve bu durumu değişen yüzyıllara ve dünya haritalarına göre de korumasını bilmiştir. Dünya tarihi açısından orta doğu ve orta Asya bölgeleri incelemeye alındığı zaman, Asya, Avrupa ve Afrika gibi üç büyük kıtanın kesişme noktasında Orta Asya ile Orta doğu bölgeleri birbiri içine girmektedir. Her üç kıta jeopolitik konumlarıyla öne çıkarken dünya haritasında Türkiye’nin işgal ettiği merkezi alan, küresel dünya yapılanmasında kilit bir durum yaratarak dünya yapılanmasında anahtar bir rol oynamaktadır. Emperyalistlerin bütün dünya kıtalarını ve ülkelerini teslim almaya çalıştığı son beş yüzyıl içinde kendilerinin merkezinde yer aldığı yeni siyasal düzenler kurmuşlardır. İlk ve orta çağlar geçtikten sonra modernizmin öne çıktığı sömürge imparatorlukları ortaya çıkmış, İngiltere ve Fransa gibi sömürge imparatorlukları birkaç yüz yıllık dönemlerde dünya kıtaları üzerinde birbirine paralel sömürge imparatorluklarını yirmi birinci yüzyılın ilk yarısına kadar devam ettirmişlerdir. Emperyalistlerin sürdürdükleri fiili işgal ve kültürel emperyal düzenleri ile dünyaya açılarak modern çağların devlet ve toplum modelleri ortaya çıkartılmıştır. Yaşanan yüzyıllar boyunca bilimsel ve teknolojik devrimler, birbirini izledikleri sürece emperyal imparatorluklar daha da güçlenerek yollarına devam etmişler ve insanlığın toplam birikimini daha gelişmiş bir yaşam düzeni uğruna kullanarak, uygarlık alanındaki çağdaş atılımların öncüsü olmuşlardır. Bir yandan imparatorluklar yükselirken insanlık eskisinden çok daha farklı yönlere doğru çekilerek küresel dünyada çok kültürlü ve aynı zamanda çok devletli siyasal yapılar öne çıkartılmıştır. İmparatorluklar, kralların ya da otoriter yönetimlerin uzantıları olarak bugünlere kadar devam ederek geldiği için, küçük ve orta boy devletler ile büyük ve zengin devletler arasında çekişmeler yaşanmıştır. Böylesine bir çekişme ortamında küçük ve orta boy devletlerin bağımsızlıkları elden gitmiş ve büyüklük ölçüsüne göre İstiklal yani tam bağımsızlık statüsü tehlikeye girmiştir. Tarih boyunca Kurtuluş savaşları ve İstiklal hareketleri böylesine çıkmazlardan kurtulabilmek için örgütlenmiştir.

           Devletler arası konumun ötesinde her devlet kendi yapısı ve çıkarlarının doğrultusunda hareket ederken, yeni kurulmakta olan Türk İstiklal Hareketi Türk kamuoyuna Türkiye Cumhuriyeti de kendi yolunda giderek ve doğru yolunu bularak böylesine bir rekabet düzeni içinde, Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Türk milletinin bazı yenilikleri kendi bünyesinde oluşturarak, aşağıdaki önerileri acilen yerine getirilmesi gerekmektedir.

1-6 ok olarak benimsenen ATATÜRK ilkeleri yeniden uygulamaya getirilmelidir. 

2-Türk parasını koruma kanunu yeniden çıkartılmalıdır.

3-Devletin babalık yapması için kamu hizmetleri devletleştirilmelidir.

4-Yabancılara verilen her tür teşvik ve destek kaldırılmalıdır.

5 -Gümrükler yeniden eskisi gibi devletin denetiminde düzenlenmelidir.

6-Bütün madenler devletleştirilmeli ve kontrol altına alınmalıdır.

7-Bir insan hakkı olan suyun özelleştirilmesi önlenmelidir. Su hayattır.

8-Türk vatandaşı olmak için en az 100 yıl ailece Türkiye’de yaşanmalıdır.

9-Son yıllarda Türkiye’ye zorla getirilen göçmenlerin hepsi geri gönderilmelidir.

10-Emperyalist yabancı misyonerlik okulları kapatılmalıdır.

11-Türkiye kendi güvenliği için NATO dışında alternatifler üretmelidir.

12-Ödemeler dengesinde Türk parasına öncelik verilmelidir.

13-Yeni kurulmakta olan savunma sanayii yatırımları desteklenmelidir.

14-Siber güvenlik merkezleri bir an önce kurulmalıdır.

15Tarımsal üretim devlet desteği ile genişletilmelidir. Yerli tohum üretimi yapılmalıdır.

16-Biyolojik savaşa karşı koyma kurumu acilen kurulmalıdır.

17- Milli bilimsel koordinasyon kurulu oluşturulmalıdır.

18-Milli Güvenlik kurulu yeniden eski sisteme benzer biçimde kurulmalıdır.

19-Kuvvetler Ayrılığı sistemi yeniden getirilmelidir.

20-Küresel sermaye kuruluşlarına karşı ulusal sermaye kuruluşları güçlendirilmelidir.

21-Ulusal hukuk düzeni yeniden öncelikli olarak uygulanmalıdır.

22-Uluslararası hukuk uygulamaları ikinci planda yer almalıdır.

23-Devlet ve toplum yeniden laiklik ilkelerine göre düzene konulmalıdır.

24- Devlet Deprem Kurumu acilen öncelikli olarak kurulmalıdır.

25-Devletin bozulan kadroları Devlet Liyakat Enstitüsünce yeniden düzenlenmelidir. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

22 Ekim 2024 Salı

CUMHURİYET’İN KAZANIMLARINI KORUMAK - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

CUMHURİYET’İN KAZANIMLARINI KORUMAK

            Cumhuriyet’in Türkiye gibi dünyanın tam ortasında yer alan ve her türlü siyasal gelişmenin siyasal ve ekonomi yönleriyle birlikte, üç kıtanın kesişme noktasında devreye girdiği ve bölgeye yansıyan çeşitli olaylar ve gelişmeleri etkileyerek, merkezi coğrafyanın ciddi olarak karışıklıklara maruz kalmasına yol açmaktadır. Üç kıta üzerinden siyasal rüzgarlar esmeye başladığı zaman bütün rüzgarlar karışmakta ve her aşamada ortaya çıkan kaotik ortamlar merkezi coğrafyanın konumunu içinden çıkılmaz bir duruma getirmektedir.  Bu nedenle orta dünyaya doğru esen rüzgarların kıtalar üzerinden genel olarak yönlendirme yaptığı açıkça görülmektedir. İnsanlık tarihi incelendiği zaman tarihin her döneminde yeryüzündeki siyasal gelişmelerin birbirini etkileyerek, merkezi coğrafya üzerinden orta dünyaya doğru yön verdikleri görülmektedir. Her dönemde tarihin ve kavimlerin geçiş kapısı konumunda olan bu yerin her dönemde değişen ve yeni ortaya çıkan çevre ve dış koşullara bağlılık göstererek, ortaya her dönemde yeni gelişmeler getirilmekte ve bunların yansımaları üzerinden de merkezi yapılanma oluşumlarının birbirini takip ederek öne çıktıkları anlaşılmaktadır. Böylesine hareketli ve değişken bir yapıya sahip olan yeryüzünün odak bölgesinde, kıtalar arası hava ,iklim ve toplumsal değişkenliklerin sonuna kadar oynak olması nedeniyle, büyük bölgenin önde gelen devleti olarak Türkiye, her zaman için hareketli bir biçimde rahatsız edilerek, kısa aralıklarla her zaman için öne çıkan iç ve dış gelişmelerin yönlendirdiği bir ülke olarak, bugüne kadar var olmuş ve bu var oluşunu da geleceğin yeni dünya düzeni çizgisinde güvence altına almaya karar vererek, yeni dönemin yapılanmalarına doğru yeni yönünü belirlemeye başlamıştır.

            Merkezi bölge ile ilgili tarih ve coğrafya atlaslarına bakıldığı zaman birbirinden çok farklı sayfalar ve haritalar ortaya çıkmakta, değişen koşullara ve yeni gündeme gelen ortamlara göre var olan ve zaman içinde değişkenlik gösteren yeni yapılanmalara göre, dünyanın merkezi alanı biçim almış ya da yenilikler ile eskisinden çok farklı yapılanmaların etkileri altına girerek, gelecek dönemin koşullarına göre geçmişten gelen biçimler doğrultusunda yeni yapılanmalar devreye girmektedir. Aslında insanlığın üzerinde yaşamakta olduğu dünyanın kalıcı koşulları ve bunlara bağlı yeni yapılanmalar geleceğin farklı oluşumlarının önünü açarken, geleceğin yüzyılları geçmişin yüzyıllarından çok farklı olarak öne çıkabilmektedir. Bugün Türk devletinin bir çağdaş cumhuriyet olarak var olması kendiliğinden ortaya çıkan bir sonuç değil aksine geçmişten gelen koşulların dayatmış olmasıdır. Bugün Türk devleti geçmişte başlayan konjonktürel süreçlerin bir araya gelmesiyle oluşan bir bütündür. İlk çağlardan bu yana doğru tarihsel ve coğrafi değişim süreçlerinin birlikte oraya çıkardığı bir sürekliliğin bugüne kadar ulaşan yansımasıdır. İlk çağlarda ilkel topluluklar, orta çağda din ve şehir devletleri, sonraki aşamada şehirler arası çekişmelerin savaşlara doğru yönelmesi ile galipler önce kendi şehir devletlerini kurmuşlar, daha sonraki aşamada savaşları kazanınca kendi şehir devletini merkez yaparak, diğer şehir devletlerini kendilerine bağlamışlardır. Şehir devletini savaş kazanarak büyüten kent prensleri kendilerini kral ilan ederek, yendikleri komşu şehirlerini, kendi merkezlerine bağlayarak kendi merkezi şehirlerini başkent ilan etmişlerdir. I6.yüzyıl sonrasında Avrupa’da şehir devletleri krallıklara dönüşürken, savaşı kaybeden şehirler krallık devletinin merkezine bağımlı hale gelerek ve kazanan şehir devletinin himayesi altına girerek, galip gelen kentin kralının koruması altına girmişlerdir. Şehirler yeni başkentlere bağlanırken, galip gelen şehirlerin başkentinin kralı ya da prensinin isimleri, ülke toplumunun yeni düzenin merkeze bağlanmaları sırasında, ulus olarak kabul edilmiştir. Merkezi şehirler devletin ana gövdesi olarak kabul edilirken, Vestfalya antlaşması ille krallıkların ulus devletlere dönüştürülmesinin önünü açmışlardır.

            İnsanlık tarihinde ilkel toplumdan modern topluma doğru geçilirken, yukarıda belirtilen şehir devletleri kral devletlere dönüşmüş ve daha sonraki aşamada da kral devletler büyüyerek güçlenince, önce ulus devletlere ve daha sonra da sömürgeciliğin bütün dünyaya yayılması ile birlikte de hegemonya emperyalizmine yönelmişlerdir. Bu doğrultuda yirminci yüzyıla girerken yirmi imparatorluktan oluşan dünya  devletleri haritaları önünde, insanlık yirminci yüzyılda yeni bir dönüşüme yönelerek, iki yüz ulus devlete doğru zorla yönlendirilmeye doğru dış baskılarla  dönüştürülmeye çalışılmıştır .İki dünya savaşı arasında yirmi imparatorluktan iki yüz ulus devlete dönüştürülen uluslararası devletleşme konjonktürü çizgisinde yer alan siyasal kadrolar imparatorluklardan ulus devletlere doğru koşulları zorlarken, daha sonraki aşamada da eski imparatorlukların içinde yer alan bazı etnik grupların içinde bulundukları bölgelerdeki ulus devletlerin farklı sosyal ve yerel koşullarını sarsarak, onları ya bölgesel federasyonların yeni eyalet devletleri ya da bir kaç milyon nüfusa sahip olan büyük devletlerin sınırlarını genişleterek ve de devlet düzenini güçlendirip geliştirerek, çevrelerinde bulunan küçük yerleşim merkezlerini buralara bağlayarak, dünya haritasını gelecek yüzyıla kadar iki yüz devletten iki bine doğru geliştirmeyi hedeflemektedirler. Şirketler büyürken devletlerin küçültülmesi ayrıca çağdaş demokrasilerin vazgeçilmez kurumları olan siyasal partilerin zayıflatılarak ve tabandan dini grupların devreye girmesi ile, siyasal partilerin toplumsal tabanlarını kaybetmeleri gibi bir yeni sonuç ortaya çıkmaktadır. Küresel tekelci şirketler ile emperyalizmin güdümünde bazı dini grupların siyasal alana ortak girmeleri, hem tarikat damgaları ile ulusal toplumları ortadan kaldırmakta hem de emperyalizmin babası büyük tekelci şirketlerin partileri, sivil toplum kuruluşlarını ve meslek kuruluşları ile kamu kurumlarını rüşvet trafiği ile satın almaları gibi yolsuzlukları öne çıkarmaktadır.

            Bir asırlık cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken, yüz yıllık uzun bir süre geride kalmakta ve bu yoldan Türkiye Cumhuriyeti devletinin gelecek yüzyılda birinci yüzyılda yaşanan olaylardan ders alması, zorunlu olarak gündeme gelmektedir. Siyasal tarih iyi incelendiği zaman birçok siyasal devletin ya da örgütün geçmişten dersler alarak, yola devam ettikleri ortaya çıkmaktadır. Yirminci yüzyılın bitimi ile birlikte ulus devletlere sırtını dönen küresel sermaye ve tarikat ortaklıkları, her geçen gün ortaklıklarını pekiştirerek ulusları ve ulus devletleri çökertmeye ve bu doğrultuda bütün devletleri parçalayarak ya da bölerek, dünyanın siyasal gündeminde geçmişten gelen bir çizgide eyalet ve şehir devletleri yaratarak, ulusal ve üniter yapılar ile ulus devletlerin içinden yeni yeni devletler çıkartmaya çaba göstermektedirler. Avrupa’nın küçük devletlerinin birleştirilerek bir kıtasal devlet oluşturulmasını engelleyen ABD emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i şimdi merkezi coğrafya da çıkardıkları savaşlar üzerinden, devlet sayısını artırmaktadırlar. SSCB parçalanınca yeni on beş devlet devreye girmiştir. Şimdi Hindistan’dan yirmi beş devlet, İran’dan on devlet, Türkiye’den on devlet Rusya’dan on devlet çıkarmaya çabalayan batı emperyalizmi, bugün hem dünya haritasını Balkanlar ve Kafkaslar gibi paramparça yapmaya ve bu doğrultuda büyük ulus devletleri bölgesel savaş senaryolarında öne çıkararak savaş cephelerine sürmektedirler. Bu doğrultuda Akdeniz ve Karadeniz üzerinde siyasal savaş girişimleri her gün tırmanırken, şimdi bölgedeki dörtgen merkezli coğrafyayı öne çıkaracak biçimde, Balkanlar ve Kafkaslarda ki küçük devletçikler birbirlerine karşı eskiden olduğu gibi kışkırtılmaktadır. Yeni bir cihan savaşını merkezi coğrafyada çıkartmayı hedefleyen emperyalizm ve Siyonizm bu hedefi doğrultusunda hem dünya devletlerini hem de bölgesel güçleri birbirlerine karşı çıkartarak, bir an önce üçüncü dünya savaşının dünyayı batırmasına çaba gösterenler, son yıllarda ve aylardaki gelişmelerden yararlanarak kendi devletleriyle ve milletleriyle harekete geçerek, insanlığı üçüncü bir dünya savaşı belasından uzak tutmak zorundadırlar. Önümüzdeki dönemde bütün ulus devletler iş birliğine giderek ulusların ve devletlerin emperyalist amaçlar uğrunda savaştırılmalarına izin vermemelidirler. Her devlet ve her millet varsa eğer harekete geçerek küçük ulus devletler ile ve orta boy kenar devletleri, karşı karşıya getiren savaş senaryolarına karşı son derece katı bir mücadele içinde olmalıdırlar.

            Türk devleti, Türkiye Cumhuriyeti adı altında çağdaş bir modern cumhuriyet devleti olabilmenin bütün özelliklerine sahip olarak hem bölgesinde hem de dünyanın önde gelen bölgelerindeki büyük ulus devletlerin hem de büyük ve orta boy devletlerin sahip olduğu koruma ve güvenlik sistemlerini barındıran sistemlere de sahip bulunmaktadır. Her devlet geçmişten gelen yapıları ile yüzyılların dönüm noktalarında dünya koşullarına uygun bir biçimde dönüşüme doğru yönelirken, yeryüzünün her bölgesinde yeni siyasal düzenler ya da uluslararası oluşumlar her dönemin kendi koşullarına paralel çizgide öne çıkmaktadır. Yüzyılların dönemeç noktalarında her devlet kendi büyüklüğüne ya da modellerine göre dönemeci dönerken, bazen uluslararası konjonktürün, bazen da beklenmeyen olayların etkileri ile hiç beklenmedik bir biçimde farklı yönlere doğru harekete geçebilirler. Hiçbir parti ya da siyasal güç geleceğe dönük bir arayış içine girdiğinde farklı durumlar ile karşı karşıya kalıyorsa ya da diğer ülkeler veya bazı farklı yenilikler beklenmedik yeniliklerin önünü açabilir. Bilimsel ya da kültürel yeniliklerin ortaya serdiği farklılıklar siyasetin ve yeniliklerin öne çıkmasında, her açıdan farklı ve dolaylı çıkışlara yararlı ortamlar ile fırsat ve yenilikler yaratabilir. Geçen yüzyıllardan gelen birikimin bugünün koşullarında ele alınması ve günümüz koşullarında incelenmesi, bugünün dünyasında öne çıkabilecek bir yaklaşım olarak görülmektedir. Dünya tarihine bakıldığında her bölge, ülke ya da kıtalar üzerinde değerlendirmeler yapılabilmektedir. Normal koşullarda devletler kurulu bulundukları topraklar üzerinde ayakta kalmaya çalışmaktadır. Bazen bir tek adam, ya da bir siyasal hareket öne çıkarak, ülke, dünya ya da bölge koşullarını zorlayarak devletlerin yeni düzenini kurmaya çalışırlar. Tarih bu açıdan çok zengin bir kaynağa sahiptir. İşlerin düzgün gitmediği doğu ülkelerinde böylesine durumların sık sık öne çıktığı ve siyaset alanında istikrarlı gelişmeleri önleyerek bu ülkelerin uluslararası yarışta gerilerde kaldığı görülmektedir.

            Türkiye Cumhuriyeti harita üzerinde hem Asya hem de dünyanın batısı ve doğusu ile ilişkili bir konuma sahiptir. Ayrıca Avrupa kıtasında da toprak sahibi olduğu için batı merkezli bilimsel ya da kültürel gelişmeler, gündeme gelmektedir. Yirmi birinci yüzyıla doğru ülkemizi açarken Türkiye’nin çok önemli jeopolitik konumu açısından kendini sınırlamaması, zorunlu olarak gündeme gelmektedir. Özellikle özel durumların söz konusu olduğu durumlarda geleceğe dönük girişimler görülebilir. Uluslararası ortamda normal koşullardaki bilişim ve iletişim kanalları uluslararası alanlarda elektronik devriminin getirdiği yenilikler aracılığı ile sınır içi haberleşme öncelikle hazırlanmakta ve daha sonra da ulusal ve uluslararası haberleşme giderek öne çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti günümüzün modern devletlerinden birisi olarak her zaman için uluslararası elektronik haberleşme ağının içinde olmuştur. Bu açıdan Türkiye küreselleşme sürecinin getirmiş olduğu olanaklardan yararlanmasını bilmiş ve bu doğrultuda erken haber ya da hızlı iletişim ile, var olan sistemlerden en üst düzeyde yararlanarak, zamanı en iyi biçimlerde değerlendiren bir merkez ülkesi olduğunu bütün dünya ülkelerine göstermiştir. Yeni dönemin giderek tırmanan elektronik atılımları, devletlerin içinde bulundukları elektronik dönüşüm projelerine uygun düşecek bir tarzda yönlendirilmektedir. Elektronik alanda çalışan devletlerin artık elektronik çağına girildiğini göstermesi, yakın gelecekte bütünüyle bu tür örgütlenmelerin devletler kadar toplumları da öne çıkarmaktadır. Eğitim, haberleşme, eğitim gibi alanlarda topluca devlet üzerinden kullanılan elektronik sistemlerin, yeni dönemde bütünüyle devlet düzenleri içerisinde de uygulama alanına getirilen yeni yaklaşımları, e-devlet sistemleri içerisinden günlük yaşama doğru entegre edilmesinin gerçekleştirilmesine yardımcı olmaktadır. Elektronik kütüphaneler ile dünya bilgi merkezlerine girerek her açıdan depolanmış bilgilerin sergilendiği merkezlerde hem insanların günlük gereksinmelerinin hem de yüksek öğretim kurumları üzerinden yurt dışı ile birlikte kurulan iletişim ve bilişim köprülerinin en hızlı bir biçimde yönlendirilmesi yapılan çalışmaların gelmekte olduğu öne çıkarılmaktadır. Elektronik devlet bir yandan kurulurken, diğer çalışma alanlarında da bu atılıma paralel uyum sağlayacak adımların atılması bir büyük plan çerçevesinde gerçekleştirilecektir. Yeni dünya düzeni ve insan gereksinmeleri, küresel düzenin eski ulus devletleri desteklemesini zorunlu kılmaktadır.

            Bugünün dünyasında küresel düzen bir yerlere doğru akıp giderken, zaman da ilerlemekte ve bu doğrultuda bazı hazırlıklar gündeme gelirken, geçen yüzyıllardan bu yana görülmekte olan yeni yapılanmalar da bazen öne geçerek sıraya girmekte ya da yoğunlaşan iş trafiği öne alınarak normal işleyen saat trafiğine hız kazandırmaktadır. Yeni yapılanma süreci içinde iş hayatı, devlet düzeni ve çalışma alanları sırasıyla devreye girerek geçmişten gelen sıralı çalışma düzenlerini eskisi gibi uygulamaya çalışmaktadırlar. Elektronik düzenlerin tümüyle değiştirdiği yaşam biçimi ve çalışma düzenlerinin daha katı ve kalıcı olarak düzenlenmesiyle geçmişten gelen çalışma düzeninin yeni atılımlar ile geliştirilmeye dönük bir atılımın geleceğe dönük olarak gerçekleşme aşamasına getirildiği görülmektedir. Bir devlet düzeni içinde yenilik arayanların var olan devlet düzenleri ile bu doğrultuda arayışlara kalkıştığı aşamalarda, yeni bazı konular eskisinden farklı olarak öne çıkabilirler ve bu gibi durumlarda çalışma ve üretim düzenleri farklılıklar içinde bir çıkışa yönelebilirler. Geçmişten gelen iş gücü ve iş düzeni ile devletleri diğer kurumlara göre öncü misyonlara yönlendirerek çalıştırmak devletin varlığını tartışma konusu haline getirmektedir. Devletlerin saat ayarları ile hareket ederek çalışma düzenine ayak uydurmaları bazen mümkün olabilmekte, ama bazen da yenilikler öne geçerek cumhuriyet devletinin eskisinden çok farklı bir duruma gelmesini göstermektedir. Ortaya çıkan yeniliklerin devlet ve makina düzenlerini sarsması ya da daha da geliştirerek daha yüksek aşamalara getirilmesi gibi olumlu gelişmeler, geçmişin geride kalmış ya da teknolojisi eskimiş destek sağlayıcı yeni makinalar döneminde, devletlerin eskisine oranla daha güçlü bir yapılanmaya yönelik çalışmalara yönelebildiği görülmektedir.

            Bir Cumhuriyet devleti olarak Türk devleti imparatorluk dönemi sonrasında harekete geçerek, Orta Çağ döneminden kalma bir geri düzeni yaşarken, tarihin ilk dönemleri ile son dönemlerini karşılaştırmak durumunda olmuştur. Orta Çağ sonrası dönemde eski yapı ve geleneklerin yeniden devreye sokularak yeniden eski bir devlet modeline  yönelmesi, sonraki dönemler için ön açıcı olarak yapılanmaların devreye girmesinde olumlu sonuçlar getirmiştir .Yaşamın son derece hareketli olması ve böylesine bir durumda da çalışma düzenlerinin kurulması, yaşatılması ve geleceğe dönük olarak yeni koşulların belirleyici bir biçimde öne çıkması iş hayatı sırasındaki önemli değişikliklerin de öne çıkmasında önemli roller oynamaktadır  İş hayatı ve yeni düzenlemeler her zaman için kayıt altında olmak ve makinaların bağlantısından kopmayarak yeni bir düzenleme arayışlarına her zaman için hazır olmak  ve  devrede olmak gibi arayışların karşılıksız kalmaması gibi gereklilikler öne geçmektedir. Bir devletin her aşamada ve her türlü şans ve hedefi dikkate alacak bir ayar içinde olmak gibi bir zorunluluğu vardır. İş yerleri ve ayarlarının fabrika, işyeri, okul ya da sınıflar esas alınarak ayarlarının yapılması, gene her zaman için çalışan halk kitlelerini çalışan makinaların birer uzantısı olarak öne çıkarmaktadır. Dünya tarihine bakıldığı zaman her dönemde çalışma hayatı ve düzenlerinin yeniden düzene konulduğu söylentileri ile hareket eden, herkes için ideal bir düzen kurmaya çaba göstermişlerdir. Cumhuriyet devleti olarak kurulup daha sonraki dönemlerde de öne çıkarak halk kitlelerine yön gösteren devlet ve toplum kesimleri, barış içinde birlikte yaşama ve hak ile özgürlüklerin uluslararası hukukta toplumun önde gelen kesimleri için usulüne uygun kalmaları gerektiği, her zaman için tüm insan hakları ile ilgili kesimlere dikkatli bir biçimde yansıtılmıştır. Cumhuriyet devletinin çatısı altında harekete geçen özel ve kişisel inisiyatifler devlet ve anayasa düzenleri içinde hak ve özgürlükleri görmek zorunda oldukları gibi, yeni dönemin koşulları içinde de anayasal hukuk düzenleri varlıklarını koruyarak ve devletlerin hukuklarına da saygı göstererek, siyasal ve hukuksal dengeleri kurarak hareket etmek zorundadırlar. Dünyayı modern yaşamın merkezi yapan batı uygulamaları gelecekte bütün dünyayı sarar gibi davranarak, yeni bir insanlık açılımını bugünün sorunlarını çözmek yolunda  gündeme getirmelidirler. Bir toplumu siyasal bir bütün yapan sosyal gerçeklik ve siyasal toplumsallaşma devletleri siyasal gerçekliğe dönüştüren olumlu bir süreçtir.

             Cumhuriyet devletleri ilkel çağlardan bu yana tarihin her döneminde ortaya çıkmış ya da kurulmuşlardır. Eski çağlardan gelen demokrasi rüzgarları çeşitli dönemlerde etkili olarak batı tipi toplumlarda belirleyici yönler ortaya koyabilmiştir. Cumhuriyetçilik akımları uzun süreli etkinliklerde bulunduktan sonra orta çağ şehir devletleri ya da bugünün koşullarında ortaya eski şehir devletlerine benzer bir yapılanmanın arayışı içine girilmiştir. Cumhuriyet devletleri ya da siyasal rejimleri ilk ve orta çağ dönemlerinden geçtikten sonra, yeni ve yakın çağlara erişmiş ve yeni dönemin cumhuriyet devletlerinde belirleyici roller üstlenerek, demokrasi ya da demokratik rejimlere karşı yeni bir denge unsuru olarak ortaya çıkmıştır. İlk çağlardan bu yana gelen tartışmaların daha çağdaş bir cumhuriyeti gündeme getirmesi çizgisinde sonuçlanması istenmiştir. Ne var ki ,bir çok dillerin bilgisayar düzeni içinde yer almasıyla birlikte elektronik devrimi, hem evlere hem de iş yerlerine dağılarak belirleyici olmuştur. Bu çerçevede ortaya çıkan yenilikler hem yaşam biçimini hem de çalışma düzenlerini geleceğin dünyasına doğru belirlerken, ev ve iş yerlerindeki düzenleri korumaya çalışmışlar ama koruyamadıkları zamanlarda da diğer yollara başvurmaktan kaçınmayarak geleceğin dünyasını daha açık ve net çizgilerde açıklamaya çalışmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti bir halk devleti olarak gündeme gelen yüzyıllık bir zaman dilimini geride bırakarak, başarılı bir yeni yüz yıl ile öne çıkmaktadır. Tarih boyunca Cumhuriyet devletlerine cumhuriyetçi akımlar yön gösterince, küresel alanda demokrasilerle cumhuriyetler tek bir rejimin güvencesi altında bir elmanın iki yarısı konumunda yaşayarak demokratik cumhuriyet ya da cumhuriyetçi demokrasiler sentezi öne çıkarılarak, batı tipi rejimlerde bir denge arayışı her zaman için ön planda olmuştur. On dokuzuncu asır içinde cumhuriyetler ve demokrasiler kendi başlarına siyasal mücadeleyi yaparken, siyasal süreç içinde birbirlerine yardımcı olmak zorunda kalmışlardır. Liberalizm ve sosyalizm yeniden tanımlanırken, liberalizm ve sosyalizm birbirlerine destek olmaya çalışan yeni bir üçüncü yol arayışına doğru yol almaktadırlar. Çağdaş cumhuriyetler aynı zamanda demokratik ülkeler olduğu içinde demokratik cumhuriyetler yirminci yüzyılın siyasal sentezi olarak devreye girmektedir. Bu aşamada çok kültürlülük yeni bir demokratik çıkış gibi görünmekte ve bu doğrultuda demokrasi ile cumhuriyet arasında sentez arayışları daha da öne çıkmaktadır.

            Çok kültürlülüğe yönelen cumhuriyetler demokrasi dengelerine her zaman için bakmak ve yeni koşullar ile birlikler ve insan grupları arasındaki ilişkiler düzeyinde ortaya çıkan yeni toplum yapısını öne çıkararak çalışmalara devam edilebilir. Bugünün dünyasında artık iki partili değil ama çok partili demokrasilere gidiş öne çıkmaktadır. Çok kültürlü demokrasiler incelenirken demokratik rejimlerin de gündeme getirdiği demokratik rejimler ele alınırken ve incelenirken cumhuriyetçilik bugün gelinen yeni aşamada çok partili demokrasiler de gündeme gelmektedir. Çok kültürcülüğe açık yeni bir demokratik cumhuriyetçilik anlayışı önümüzdeki dönemde etkili olursa, çağdaş demokrasilerin yaşadığı cumhuriyet ve demokrasi kavgaları sona erebilir olarak görülmektedir. Özellikle cumhuriyet devletleri ve rejimleri birçok konuda batı blokuna paralel bakış açıları çizgisinde siyasal tartışmaları ele alarak hareket etmektedirler. Cumhuriyet devletleri ve ülkeleri uluslararası alanda daha etkin bir konuma sahip olarak hareket etmektedirler. Dünya konjonktüründeki gelişmeler hemen hemen her açıdan bu konudaki tartışmaların önünü açmakta ve geçmişin birikimlerinden gelen önemli düşünce açıklarının daha ileri düzeyde ele alınmalarını gerçekleştirmektedir. Türkiye Cumhuriyeti asırlık bir halk ve orta boy bir devlet olarak, uluslararası alanda üzerine düşen misyonlara ve yeniliklere dünya barışı için siyaset sahnesinde sahip çıkmak zorundadır. Yeni yollar ve girişimler geleceğin tartışma ortamında ortaya çıkmaktadır. Yenilik, değişim ve dönüşüm kelimelerinin sihirli bir kurtarıcı gibi gösterilmesiyle 100 yıllık Türkiye Cumhuriyeti karalanmaya çalışılmaktadır. Bu doğrultuda yaşanan küresel emperyalizm sürecinde ise emperyalizm ve Siyonizm, Türkiye’nin merkezinde yer aldığı orta dünyayı küresel emperyalizmin eyaletler federasyonu ya da yeni orta çağ şehir devletlerinin bölgesel birliğine doğru sürüklemeye çalışmaktadırlar.

            Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, yıllarca uğraştıktan sonra Çankaya köşküne çekilerek yapılan devrimi geleceğe dönük bir biçimde örgütlerken, en büyük eserim dediği Cumhuriyet rejimini Türk gençliğine emanet etmiştir. Ulusal kurtuluş için çeyrek asır mücadele ederek kurmuş olduğu kendi partisi varken, cumhuriyetin geleceğini partisine değil ama Türk gençliğine emanet etmesi, sonraki dönemlerde ortaya çıkan siyasal gelişmeler açısından değerlendirilmesi gereken bir siyasal meseledir. Atatürk kurmuş olduğu çağdaş cumhuriyet devletini çok kültürlü Türk milletine ya da kendi partisine değil ama Türk gençliğine emanet ederken, kendi partisine ve Türk milletinin çok kültürlü yapılarına güvenememiştir. Gençliğin temiz ve dinamizm dolu yapılanmasına umutla yaklaşarak, en büyük eseri olan Cumhuriyetin emin ellerde kalmasını ve böylece Türk gençliğine güvenerek pasif kalan toplum kesimlerini harekete geçirmeye çaba göstermiştir. Cumhuriyeti kurarken, en gerçekçi yol gösterici olarak bilimi ve fenci görüşü esas alan Atatürk, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin özünde de kültürün bulunduğunu konuşmalarında dile getirmiştir. Cumhuriyet devletimizin kurucusu Türkiye Cumhuriyeti’nin ancak çağdaş bir cumhuriyet olarak bilim ve kültür gibi dünya bilgi birikiminin iki ana temeline dayandığını her zaman açıkça dile getirmiştir. Bilimsel ve kültürel alanda dünyanın önde gelen büyük devletleri ile yarışarak, uygar aileler topluluğunun önde gelen bir üyesi olmayı hedefleyen Atatürk önderliğindeki Türk gençliği, günümüzde Z kuşağı gibi alfabenin son harfi ile açıklanmaya çalışılan bir emperyalizm iş birlikçisi pasif bir toplumsal kesim konumuna doğru sürüklenmeye çalışılmaktadır. Küresel emperyalizm bir ulus olan Türk toplumunu, bir çağdaş devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ni yok etmek üzere harekete geçerken Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkılmalı ve Türk ulusu ile Misakı Milli sınırlarına güvenlik sağlanmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti’ne Türkiye adına sahip çıkılmalı ve yıkılmak istenen devlet düzeni yani siyasal rejim olarak cumhuriyet korunmalıdır. Atatürk’ün gerçekleştirdiği Kemalist devrim yaşatılmalı ve yarıda bırakılmayarak tamamlanmalıdır. Emperyalizmin Türkiye’ye içeriden girmesi yüzünden yarım bırakılan devrimler gerçek anlamda ulusalcı, cumhuriyetçi ve Atatürkçü toplum kesimleri tarafından tamamlanmalıdır. Emperyalizme karşı ilk ulusal çıkış olan ve mazlum milletler dünyası içinden ilk olarak emperyalizme karşı çıkan Kemalist devrim, bugün bilim dışı ve işbirlikçi kesimlerin kontrolü altına girmiş görünümü vermektedir. İki yüz civarında üniversiteleri olan, ilk ve orta okullarında cumhuriyet eğitiminin okutulduğu Türkiye’de ,geleceğin gençliğinin yeniden Atatürkçü çizgide yetiştirilebilmeleri için  yeni çağdaş ve ulusal programlar hazırlanarak işbirlikçi ve bilim dışı çevrelerin dışarıdan destekli cumhuriyeti tasfiye programlarına Türk ulusunun alet olması kesinlikle önlenmelidir. Atatürk çizgisinde yeni bir Türkleşme programının hazırlanarak uygulamaya konulması gerekmektedir. Altı ilke ile sistemleştirilen Atatürk devriminin yeniden uygulamaya aktarılması çizgisinde devlet ve toplum içinde örgütlenme yolları geliştirilmelidir. Güçlendirilecek Türk gençliğine Atatürk’ün verdiği görevlendirme talimatları dikkate alınarak, bu doğrultuda yarım kalan devrimlerin tamamlanması gerçekleştirilmelidir. Çağdaş eğitim çizgisinde yenilikler Türkiye’ye getirilmelidir. Ekonomik alanda halk kitlelerini yoksulluktan kurtaracak, Türk halkına gerçek anlamda çağdaş bir yaşam düzeni kazandıracak bir kamusal alan örgütlenmesine acilen gidilmelidir. Türkiye Cumhuriyeti doğru kurulmuş ama işbirlikçi ve bilim dışı kadrolar tarafından yanlış yönetilen bir devlet durumundan kurtarılmalıdır. Atatürk devrimi tamamlanırsa, doğru kurulmuş olan Kemalist devlet kendi çizgisinde doğru bir yönetim düzenine sahip olabilecektir. Türkler önümüzdeki süreçte ulus devletlerini ve cumhuriyet rejimini yürütebilmek için bölgesel ve küresel iş birliklerine girerek daha güçlü bir devlet rejimine doğru yönelmelidirler. İstiklal hedefli Türk devleti her yönü ile tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin çatısı altında kurulmalıdır. Türkiye yeni dönemde emperyalist ülkeler, şirketler ve dinsel yapılanmaların ötesinde bilim ve kültür yönetimi oluşturacak bir yapılanmaya kavuşturulmalıdır. Dinci –iş adamı ittifakına karşı ulus devletler enternasyoneli kurulmalıdır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

5 Ekim 2024 Cumartesi

TÜRKİYE VE AFGANİSTAN - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

TÜRKİYE VE AFGANİSTAN

      Türkiye Cumhuriyeti ve Afganistan devleti iki ayrı Türk devleti olarak dünya haritasının ortalarında yer almakta ve birisi Orta Doğu’nun merkezi coğrafyasında, diğeri de Orta Asya bölgesinin ortalarında varlığını sürdürerek, tarihsel süreç içerisinde yollarına devam etmektedirler. Yirminci yüzyıla girerken yeryüzü haritalarının merkezinde yer alan bu iki devlet var olan yirmi bağımsız devlet arasında yerlerini alarak, geleceğe dönük bir yirmi birinci yüzyıl sıçraması içine girerek ve çağ değişimi dönemecini başarıyla dönerek geleceğin dünyasında da var olabilmenin mücadelesini kazanıyorlardı. Bugün gelinen noktada yeryüzü devletlerinin sayısı yirmilerden iki yüzlere doğru tırmanırken Anadolu ve Afgan Türkleri var olabilme gücünü pekiştiriyorlardı. Soğuk savaşın en zor günlerinde varlıklarını koruyabilen bu iki Türk devletinin her şeyin alt üst olduğu bugünlerde karşı karşıya gelmesi ve her iki devleti birbirine karşı kullanmaya çalışan çeşitli emperyalist komplo ve senaryolarda isimlerinin ön plana çıkartılması her açıdan Türk dünyası açısından son derece tehlikeli ve riskli oluşumların önünü açmaktadır. İslam coğrafyasının tam ortalarında bir Yahudi devleti  kurmak için çizilen yeni senaryolarda İslam dünyasının tam ortasında farklı bir ideolojik  büyük devleti Türk dünyası üzerinden gerçekleştirirken, Türk dünyası içinde yer alan bütün Türk devletleri etrafa saçılmış ve dünya tam ortasından ikiye bölünürken ve Türkiye demokratik batı bloku içinde yer alırken, Afganistan devleti ise Müslümanların tam tepesinde onların siyasal büyüklüğünü dengeleyecek bir biçimde örgütlenen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin etki alanı içine düşerek diğer Türk devletleri gibi batı blokuna karşı oluşturulan soğuk savaş dengelerinin etki alanına doğru sürükleniyordu.

Hristiyan ve Musevi güç merkezleri dünya hegemonyası için çalışırlarken Müslümanlar arada kalıyor ve İslam ülkeleri de bu tür gelişmelerin etki alanları içinde geleceğe dönük bir biçimde kendilerine yeni yerler arıyorlardı. Yirminci yüzyılın başlarında var olan harita üzerinde kendilerine yeni yerler bulmaya çalışan Türk devletleri, Sosyalist ideoloji çatısı altında yirmi beş  devletten oluşan bir kuzey doğu federasyonunun içinde baskı ile yer bulmaya çabalarken, Asya’da batı emperyalizminin  Hristiyan ülkelerde sosyalizmini, Müslüman ülkelerdeki İslam hegemonyasını ortadan kaldırmak üzere devreye soktukları görülüyordu. İslam dünyası içinde Müslüman olmayan bir Yahudi devleti kurmanın son derece zor bir iş olduğunu on beşinci yüzyıl sonrası gündeme gelen siyasal gelişmeler ortaya çıkarırken, Avrupa üzerinden gelişen sosyalist hareketlerin SSCB başlıklı bir büyük federasyon ile yönlendirilirken, Türkiye ve Afganistan’ın iki ayrı Türk devleti olarak, böylesine büyük oluşumların yarattığı yeni sınırların tam ortasında kaldıkları görülmüştür. İran ve Azerbaycan üzerinden Orta Asya ve Orta Doğu doğu bölgesinin merkezinde yer aldığı Türk dünyası, üç büyük kıta üzerindeki siyasal gelişmeler ve yeni devlet oluşumları ile yeni yapılanma oluşumlarına doğru gelişmeler gösterdiği aşamalarda zaman zaman sınırların değiştiği ya da Türk devletleri arasında eskisinden çok daha farklı yeni yapılanmalar görülmektedir. Asya kıtasının doğusundan başlayan uygarlıklar içinde yer alan ve giderek üç kıta üzerinde yaygınlık kazanan Türklerin yaşadıkları devletler birbirini izleyerek tarih sahnesine çıkarken, yeryüzü coğrafyası bazı noktalarda alt üst olarak eskisinden çok farklı yönelimlere doğru yol almıştır. Orta ve Kuzey Asya bölgelerinde tarih sahnesine çıkan Türkler at sırtında yayılarak gelişen bir uygarlık modeli sayesinde üç büyük kıtanın hemen hemen her bölgesinde hükümran olabilmişlerdir. Orta ve Kuzey Asya topraklarının üzerinde tarih boyunca büyük devletler kuran Türkler, İran, Azerbaycan ve Kafkasya üzerinden geliştirdikleri geçiş koridoru üzerinden dünyanın merkezi olarak görülen Anadolu yarımadasına gelerek, bu merkezi bölgede yerleşik bir devlet düzenini kurabilmişlerdir. Türklerin Anadolu’ya geliş yolu bugün Orta Asya ve Orta Doğu bölgelerinin bir araya gelme köprüsü olarak yeniden öne çıkmaktadır.

Türkiye ve Afganistan her zaman düzenli bir birlik içinde olamazken, uluslararası siyasal ve ekonomik konjonktürlerin bu iki ülkeyi bir araya getirdiği ya da kıtalar arasında geliştirilen geçiş yollarının üzerinde bir araya gelerek, farklı birlik ya da siyasal oluşumların öncüsü olabildikleri anlaşılmaktadır. Yeniden doğu batı ekseninde gündeme getirilen Zengezur geçiş yolunun, hem Afgan halkının merkezi alana doğru harekete geçmesini hem de merkezi alanda yaşamakta olan Türklerin ise tarihsel anlamda ortaya çıkış merkezleriyle yeniden bir araya gelerek dünyanın tam ortasında yer alan hegemonya alanlarında, eski dönemlerde olduğu gibi geniş alanlarda büyük devletler kurma gibi büyük misyonlara yeniden kalkıştıkları ortaya çıkmaktadır. Asya-Avrupa – Afrika ekseninde gündeme gelen büyük devlet yapılanmalarında  görüldüğü gibi daha önceki dönemlerde kıtaların birleştiği bölgelerde yerleşen ya da sahip oldukları egemenlik gücü ile bu bölgeleri kendi merkezlerine bağlayan Türk devletleri, bazen sınırdaş bazen da ortak bir sınıra sahip olmayan siyasal yapılanmalar içinde yer alırlarken, birbirlerinin izledikleri yol ve politikaları izleyerek yeni oluşumlara açık olmak ve bu doğrultularda ortaya çıkan yeni yapısal kurgulara da yakın olmak ve böylece Türk devletleri arasında çekişme ya da çatışmalara gidebilecek yeni yaklaşımları geliştirerek, yeni dönemin koşullarına uyum sağlamak zorunda olmuşlardır. Bunalım ve geçiş dönemlerinin olumsuz koşulları üzerinde Türk devletleri uzak kalsalar ya da karşı karşıya gelseler bile Türk kökenli birliktelik geliştirilerek aynı ulus kökeninden gelen bir hoşgörü ve dayanışma tutumları ile var olan anlaşmazlıklar çözüm noktasına doğru geliştirilebilir. Bu gibi gelişmelerin birçok örneği gündeme geldiği gibi tersliklerin giderek arttığı ve bu çizgide olumsuz koşulların tırmanma gösterdiği en olumsuz koşullarda bile Türklük dayanışması üzerinden barışçıl adımların atılması gerçekleştirilebilmiştir. Üç kıtaya dağılarak ayrı devletler kurmuş olan Türk asıllı devletlerin zor koşullar, önlerine çıkan engelleri ya da var olan devlet yapılarının üzerlerine gelen her türlü olumsuzlukları devre dışı bırakacak derecede, güç ve dayanışma gösterebilmesi için her zaman için hazırlıklı olmak zorunluluğu vardır. Türkiye ile Afganistan devletlerinin değişen konjonktürde yeniden Asya ve Avrupa arasında gündeme gelen Zengezur koridoru üzerinden yakınlaşma ve dayanışma hareketlerinin, devletlerarası ilişkiler düzenine göre düzenlenmesi gerekmektedir.  Bu gibi gereksinmeler karşılandıktan sonra Türk devletleri diğer büyük devletlere karşı kendi aralarında birlik sağlayarak, antiemperyalist bir siyasal çizgiyi disiplinli olarak ortaya koyabilirler.

Bugün gelinen yeni dönemde, Sovyetler Birliği sonrası dönemin koşullarında daha çok Orta Asya Türk devletlerini bir araya getirecek bir düzeyde, Türk Devletleri Teşkilatı adıyla yeni bir bölgesel yapılanma gerçekleştirilmiştir. Bu doğrultuda adım atılınca, Orta Asya bölgesi dışında kalan Türklerin böylesine bir yeni birlik çatısı altında bir araya bütünüyle bir araya getirilmeleri mümkün olamayınca, Afganistan gibi nüfusunun büyük çoğunluğu Türk kökenli topluluklardan meydana gelen diğer devletlerin böylesine olumlu bir atılımın içinde yer almaları Orta ve Kuzey Asya bölgelerinde geride kalmıştır. İran gibi nüfusunun dörtte üçü Türk asıllı olan bir büyük devletin Kafkasya ve Orta Asya sınırları boyunca uzanıp giden sınırları dikkate alınmamıştır. Türkiye ile Afganistan devletlerinin yer aldığı merkezi Türk dünyası yanında yer alan İran gibi bir büyük devletin Türkiye ile birlikte içinde yer alabileceği bir Türk Devletleri Teşkilatı yeni dönemde daha geniş katılımlar aracılığı ile yeniden kurulması, şimdiye kadar atılan yanlış adımların düzeltilmesiyle mümkün olabilecektir. Kore, Japonya, Pakistan ve Asya kıtasının diğer bölgelerinde yer alan Türk asıllı toplulukların da Türk asıllı halkları dolayısıyla böylesine bir teşkilatın içinde yer almaları, gelecekte Asya kıtası üzerinden doğu uygarlığının merkezi patronluğunu yapabilecek bir Türk Devletleri Teşkilatı acilen oluşturularak, Rusların Hintlilerin ve de Çinlilerin bütün nüfuslarıyla bir büyük imparatorluk coğrafyası  birlikteliği çatısı altında Türklerin de tıpkı Rusların, Hintlilerin ve Çinlilerin yaşadıkları gibi, Türklerin de kendi millet imparatorluklarını kurarak böylesine bir büyüklük içinde Asya kıtasının süper büyük devletlerine karşı ortaya çıkarak, Türk Devletleri Teşkilatının büyük millet imparatorluğu olarak yeni bir denge unsuru olarak devreye girmeleri doğu hegemonyasını önleyecektir.

Yeni bir dünya düzeni amacıyla yer kürenin birçok bölgesinde sıcak çekişme ve çatışmalara sahne olan yeryüzü coğrafyasında kendini bilen ve yüzyıllardır insanlık tarihi boyunca birçok siyasal olay ya da gelişmelere tanık olan büyük devletler, bugün artık kendi büyüklükleriyle ulaştıkları millet imparatorlukları yapılanması içinde yollarına devam etmektedirler. Yeni dönemin siyasal oluşumları içinde Türkler, Araplar, Şiiler, Zenciler ve Latinlerin çeşitli devletlerin çatısı altında dağınık bir biçimde dağılarak yaşamakta olan insan topluluklarını, Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya ve Afrika’nın Zencilerinin bir araya gelerek Nijerya gibi yeni dünya dengelerini, bugünün siyasal ve ekonomik koşullarına uygun bir biçimde sistemleştirilmesi sağlanabilmelidir. Yeryüzü kıtaları üzerinde küçük devletlerin büyüme mücadelesi verilirken ayrı devletlerin çatısı altında dağınıklık içinde yaşam kavgası veren Türklerin, Arapların, Şiilerin, Zencilerin ve Latinlerin Rusya, Çin ve Hindistan ‘da var olan büyük devletlerin konumlarını dengeleyerek, bugünkü dünya düzeninin barış içinde devam etmesi sağlanabilmelidir. Bugünkü dünya düzeni içinde var olan Birleşmiş Milletler gibi bir örgütün çatısı altında bir araya gelen beş büyük devlet büyüklük açısından çeşitli sorunlara sahip olması ve İngiltere ve Fransa’nın sahip oldukları ancak sömürge toprakları sayesinde Rusya, Çin ve ABD gibi büyüklüğe sahip olabilmektedir. Küreselleşme sonrası yeni dönemde çok kutuplu bir yeni dünya düzenine girerken, batılı emperyalistler büyük devletleri parçalamaya çalışmaktadır. Var olan ulusal ve üniter devlet yapılarını parçalayarak, eskiden bu yana batılı emperyalistler açıkça yeni büyük devletler ile sahip oldukları egemenlik düzenini paylaşmak istememektedirler. Yeni büyük devletlerin de Birleşmiş Milletler deki Güvenlik Konseyi üyesi olması istenmekte ve bu konseyin üye sayısı yeni büyük devletlerin katılımı ile birlikte 10 ya da 15 olması istenmektedir. Böylece beşten büyük olan dünyanın yeni dönemde 10 ya da 15 büyük devletten gene büyük olması istenerek, tek kutuplu dünyanın çöküşü sonrasında çok kutuplu yeni bir model ile yeni küresel düzen arayışı karşılanmaya çalışılmaktadır. Türkler, Araplar, Çinliler, Latinler ve Zenciler gibi dağınık yaşayan halk kitlelerinin Çin, Rusya ve Hindistan gibi kendi büyük devletlerinde insan gibi yaşama hakları vardır.

Yeryüzü haritasında yer alan bütün devletlerin birer jeopolitik konumları bulunmaktadır. Dünya gezegeni uzayda yoluna devam ederken değişen koşulların getirdiği yeni jeopolitik koşullar ortaya çıkarak, gezegenin ana karasında ülkelerin ya da devletlerin jeopolitik konumlarını etkileyerek eskisinden çok farklı yeni durumların ortaya çıkmasının yolları açılmaktadır. Yüz binlerce ya da milyonlarca yıl önce gerçekleşen doğa olayları ile dünyanın oluşum ve değişim süreçleri başlarken, en sonunda küresel yapılanma bugünkü aşamasına gelmiştir. Uzay ve yer küre bağlantısındaki gelişmeler çeşitli zaman dilimleri içinde dünyanın da değişimine yol açmakta ve böylesine gelişen bir dönüşümler çerçevesinde eskisinden çok farklı yönlere doğru değişen dünya düzeni içinde her şeyin konumu değişmekte, hatta daha da ileri giderek her şeylerin toplandığı ve de bir bütünlük arz ettiği devletlerin merkezileştiği durumlarda da toptan bir jeopolitik konum değişikleri yaşanabilmektedir. Binlerce yıl geriden gelen doğa olayları yeryüzünde jeopolitik dengeleri ve yapıları bozarak yenisinin önünü açarken, bütün doğa olayları bir bilimsel bakış içinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Asya kıtasının tam ortalarında yer alan Afganistan ülkesi İngiliz emperyalizmi ile Rus emperyalizminin kesişme noktalarında ortaya bir harita çıkarmıştır. Afganistan‘daki  Sovyet işgali ile son değişim dönemine giren jeopolitik yapılanma batı devletlerinin yeniden devreye girerek yıkılmış olan bu ülkeyi inşa etmesiyle birlikte küresel bir üstünlük yarışı başlamıştır. Devletlerin ulusal çıkarları doğrultusunda hareket etmeleriyle birlikte değişen koşullar, daha sonraki aşamada yeni bir jeopolitik konumun devreye girmeye başlamasıyla harita üzerindeki bütün devletleri ve kamu düzenlerini yeniden yeni koşullara göre yapılandırılmasını sağlamaktadır. Dünya haritasının kesişme noktasında olan Afganistan devleti tarihin her döneminde birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve bu sayede geçmişten gelen büyük bir kültürel birikimin ülkesi olmuştur. Birbirinden çok farklı devletler dünya uygarlığı ortamında ortaya çıkmışlardır.

Afganistan coğrafi konumu ile emperyal devletlerin hegemonya girişimleri için elverişli bir konumdadır. Bu devletin bulunduğu bölgedeki güç boşluğu doldurulmayı beklemekte ve aynı yüzyıl içinde hem Rus hem de Amerikan emperyalizmleri bu ülkeyi resmen işgal ederek, bütün kıtalar üzerinde mutlak bir iktidar arayışı içinde olmuşlardır. Afganistan yer olarak merkez alan ile kenar kuşak arasında yer alan bir ülkedir. Dünya egemenliği için merkez hegemonyasının yanı sıra kenar kuşak bölgelerinin de ele geçirilmesi gerekmektedir. Dünya imparatorluğu kurmuş olan İngiltere Afganistan devletini Asya ve Afrika’nın gözetleme kulesi olarak ele aldı. Afgan devleti güneye ya da kuzeye saldırırken, bu tür hareketlere karşı set çekmenin merkezi olmuştur. Yeni bir dünya düzeni kurmak için oluşturulan yeni büyük oyun isimli plan ve projeler Afganistan’ı en önde gelen merkezi yerlerden birisi haline getirmiştir. Büyük Rusya ideolojik imparatorluğun çöküşü ile birlikte ortadan kalkarken, Rusya’nın yerini almak üzere gelen Amerikan emperyalizmi daha olumsuz koşullarda çalışmak zorunda kalmıştır. ABD’li bilim adamları Avrasya bölgesinin hegemonik anlamda ele geçirilmesi gerektiğini açıkça dile getirmişlerdir. Doğu bölgesinin dev ülkeleriyle Hazar bölgesinin enerji kaynaklarının bir araya getirilmesine, batılı emperyalistler karşı çıkmışlardır. Bu çizgide batılı ülkeler Afganistan’ı kendi yanlarına çekerek, Hazar bölgesindeki enerji kaynaklarının batı blokunun elinde toplanmasını sağlamışlardır. Rusya yeni büyük oyunda öne geçmeye çalışırken batılı büyük devletler Hazar bölgesindeki enerji kaynaklarının doğu ülkelerinin eline geçmesine izin vermemişlerdir. Doğu ile Batı bölgeleri arasındaki Hazar’a egemen olma yarışında Afganistan kilit ülke konumuna gelerek uluslararası alanda küresel dengelerin barış sağlamasına ve enerji savaşları açılmasını da önleyebilmiştir. Afganistan bu gibi gelişmeler sonucunda dünya siyasetinde daha çok önem kazanarak dünya barışının korunmasında fazlasıyla etkin olmuştur. Rusya’nın kendi arka bahçesi olarak tanımladığı Hazar bölgesinin bir çekişme konusu olmasına izin verilmemiştir.

Afganistan büyük Türk imparatorlukları sonrasında İngiliz İmparatorluğu ve de Rusya devletinin Asya kıtasının güney kısmında bir karşı karşıya gelme noktasında ortaya çıkmış olan bir devlettir. Orta Asya Türk egemenliği dönemi devam ederken Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarının uzantıları merkez Asya topraklarına kadar uzandığı aşamada orta Asya bölgesine giriş ve çıkışlar için Afganistan ülkesinden yararlanılmıştır. Özellikle Asya topraklarında ortaya çıkan ya da kurulan Türk devletlerinin yayılması sayesinde Afganistan oluşumu Asya’nın merkezi toprakları üzerinde meydana gelmiştir. Milattan sonraki üçüncü yüzyılda oluşturulan Afgan devleti yapılanmasının Sasanilerin topraklarından koparak ayrı bir devleti gündeme getiren Türk boyları, Asya’nın güneyine doğru uzanan yeni bir devlet için hazırlıklarının tamamlamalarıyla, Babür İmparatorluğundan Afgan imparatorluğuna doğru uzun süren bir geçiş aşaması yaşanmıştır. Asya kıtasının kuzey toprakları üzerinde kurulan Rusya devleti ile Hint okyanusunu gemileriyle geçen Büyük Britanya imparatorluğunun donanması Hindistan yarımadası civarında karşılaşınca, iki imparatorluk arasında kalan merkezi yerde Afganistan devleti kurulmuştur. Sasanilerin bu bölgede yaşayan insanlara Afgan adını vermesi üzerine devletin adında Afganistan kavramı kullanılmıştır. Büyük Asya kıtasının orta ülkesinde Türk kökenli kavimlerin yeni bir Türk devleti kurmalarına kadar uzanan bir yol üzerinde yirminci yüzyılın bağımsız devleti olarak Afganistan krallığı kurulmuştur. Daha sonraki yıllarda ise Rus imparatorluğu ile Britanya imparatorluğu arasındaki çekişmeler ve savaşlar birbirini izlemeye başlayınca Afganistan ülkesi zaman zaman savaş alanı haline dönüşmüştür. İran ile üç yüz yıllık sınır komşuluğu bulunmasına rağmen Osmanlı devleti ya da Türkiye Cumhuriyeti ile hiç bir sınır komşuluğu bulunmayan Afganistan, Asya kıtasını paylaşmak isteyen büyük devletler ile ya savaşarak çarpışmış ya da bunların sürdürdüğü çatışma çekişmelerin ortasında kalarak zaman içinde bir çok kayıplara hedef olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Asya toprakları üzerinde kurulurken İran ve Afgan şahları Anadolu yarımadasına gelerek ve sömürgeci batı blokunun saldırgan atakları ile karşı karşıya kalarak bazı savaşlarda yenilgiye uğramıştır.

Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde dünya düzeni yeniden kurulurken İngiltere ve Amerikan emperyalizmleri ortaklaşa sömürgecilik hedefinde bir araya gelerek, batıdan doğuya doğru yeni sömürgecilik akımını başlatmışlardır. ABD NATO örgütlenmesi ile doğu bölgelerine doğru yayılırken geçmişten gelen İngiliz imparatorluğunun plan ve programlarına uygun davranarak, Türkiye ile birlikte Afganistan’ı da sömürgeleştirebilmenin yol ve yöntemlerini araştırmıştır. Asya kıtası çevresinde bu tür kullanım için elverişli topraklar ve bölgeler bulunduğu için, batılı emperyalistler daha kolay yayılma politikaları geliştirebilmişlerdir. Türk ve Afgan dayanışması on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkarılarak kullanıldığı için savaş sonrası dönemde küresel alanların yeniden tesis edilmesinde, Afgan halkı ve devletinin olumlu destek ve katkılarda bulunabilmişlerdir. Bir yeşil kuşak oluşturarak eski sosyalist sistemi başarıyla yıkan batı emperyalizmi geleneksel sömürgeciliğini sürdürerek yoluna devam etmek istediği aşamada Asya ülkeleri ile doğu devletlerinin sert tepkileri ile karşı karşıya gelerek zaman içinde bir ulusal ve ülkesel dayanışma içerisine girebilmişlerdir. Sovyetler Birliğinin Rusya adına yaptığı saldırı hareketi Afganistan’ı bir Sovyet cumhuriyetine dönüştürürken ülke tam anlamıyla bir çöküntü sürecine doğru kaydırılmıştır. SSCB’nin Afgan işgali sonrasında dağılma aşamasına gelmesi üzerine, Amerikan emperyalizmi tıpkı İngilizlerin yaptığı gibi sömürgecilik yolunda epey yol almıştır. Sovyetler Birliğinin dağılması aşamasında Afgan ülkesinin önce bir saldırıya uğraması ya da yeni silahlar ile güçlendirilmiş bir işgal olayı ile saldırının sürdürülerek, Afganistan üzerinden Türk dünyasına Atlantik emperyalizminin yönlendirilmesi ile, geleceğin tek kutuplu dünya düzenine geçiş hedef alınmıştır. Afganistan işgalinin Rusya’dan Amerika’ya doğru kaydığı bir aşamada Rusya’nın iflas eden işgalinin Amerika’ya da yansıdığı görülmüştür. Asya kıtasını teslim almak isteyen büyük emperyal saldırıların birbiri ardı sıra başarısızlık çizgisinde bozulması ile saldırılar kesilmiştir.

Kendisini demokratik uygarlığın yaratıcısı gibi gösteren ABD emperyalizminin aslında sömürgeciliğin en büyük şahı olarak tüm yeryüzü kıtalarını ele geçirme planları vardı. Bu doğrultuda iki büyük cihan savaşlarını kazanarak bütün dünya karalarında ABD merkezli bir yeni emperyal düzeni geçerli kılarak hegemonya çekişmelerinde İngiltere’yi geride bırakarak geleceğin sömürgeleştirilmiş dünya yapılanmasını tamamlamaya çaba gösteriyordu. ABD’nin iki kutuplu dünyada SSCB ile rekabet yarışına yönelmesi aşamasında iki kutup başı ülkenin yanında ya da yakınında yer alan devletlerin eskisinden çok farklı yeni jeopolitik konumlara dönüştükleri gözlemlenmiştir. Bu aşamada Asya kıtasının merkezi konumunda yer alan Afgan devletinin iki kutuplu dünya yapılanması içinde sosyalist sistemin komşusu gibi yeni bir konumlanmaya kaydığı görülmüştür. Afgan devleti böylesine bir konum değişikliği içine girerken, Türk dünyasının diğer temsilcisi olarak Türkiye Cumhuriyeti ele alındığında eski Orta Doğu merkezli yapılanmadan hareket ederek Sovyetler Birliğinin sınır komşusu gibi yepyeni farklı bir bölgesel bir varlık ortamına doğru kayma gösterdiği görülmektedir. Orta Doğu ve diğer doğu bölgelerinin, ele alınarak değerlendirilmesinin bilimi olarak ortaya çıkartılan oryantalizm açısından konu ele alındığında hem Türkiye’nin hem de Afganistan’ın eskisi gibi sahip oldukları merkezi konumlarından uzaklaşarak, kutup başı ülke ve bölgelerin yanında yer alan komşuluk ilişkileri çerçevesinde yer alarak, eskisinden çok farklı jeopolitik konumlarda yön değişikliği konumuna sahip olmuşlardır. Önceden sömürgecilik ve emperyalizm ilişkileri çerçevesinde ele alınan her iki ülkenin, geçmişten bu yana gelen konumunun iki kutuplu dünyanın gündeme getirilmesi, çizgisinde emperyalizm ve bağımlı sömürgeler olarak değerlendirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Batı bloku emperyalizm kavramını gözlerden kaçırırken büyük devletlerin öne geçtiği kutup merkezi konumunun eskisinden çok daha fazla etkin bir duruma getirildiği öne çıkarılmıştır. Soğuk savaş döneminin koşulları altında öne çıkan Afganistan’ın parçası olduğu Türk dünyasının içindeki eski konumunun yeni bir komşuluk ilişkisi ile açıklanmaya çalışıldığı görülmektedir. 

Soğuk savaş yıllarının Afganistan başlığı altında incelenmesi sayesinde Taliban adı verilen bir öğrenci isyan hareketi olarak, bu ülkenin terör olaylarına doğru yönlendirildiği ortaya çıkmıştır. Sosyalist sistemin çöküşü ile birlikte batı merkezli terör hareketlerinin bütün Asya kıtasını kapsadığı görülmüştür. Ülke içindeki yoksulluk emperyalizmin sömürgeleştirilmesine doğru sistemi dışa bağımlı bir hale getirmiş ve bu amaçla ülke içindeki yoksul ve işsiz ailelerin üniversite çağına gelmiş olan çocuklarını, ülke gençliği olarak isyancı ve talipci bir karaktere doğru sürüklenmesini gündeme getirmiştir. Ülkedeki siyaset yeni dönemin ideolojisi ile açıklanmaya çalışılırken çöken sosyalizme alternatif olarak terörizmi öne çıkarmışlardır. Afgan devletinin terör olaylarının sahası haline getirilmesi ile birlikte Rusya’dan sonra Amerika’yı da Afganistan ülkesinde yenilmiş bir konuma getirmiştir. Amerika’nın Afganistan yenilgisi küresel sistemde bir kırılma noktasının başlangıcı olmuştur. Sosyalist sistemi çökerten ABD kendisinin içine sürüklendiği demokrat görünümlü sömürgecilik yüzünden, kendi halkına ve gençliğine bir şey veremez duruma düşerken içinde bulunduğu çelişkili ortamın ortaya getirdiği demokrasi ya da terör ortamında Rusya’nın işgalini Amerikan işgali izlemiş ve bu bağlantı çerçevesinde Afganistan ülkesi terör ortamına sürüklenirken aynı zamanda terör kaynağı bir ülke olarak yeni dünya düzensizliğinin en önde gelen örneklerinden birisi olmuştur. Orta Doğu ve Doğu bölgelerinde terörün giderek yayılması konusunda Afganistan yeni bir merkez olarak öne çıkmıştır. Taliban’dan başlayarak El Kaide ve İşid gibi örgütlerle terörün genişlemesi olayında Afganistan çıkış noktası olarak öne sürülmüştür. Bu durumda dünya ülkeleri yeni bir terör oluşumunun hedefi haline gelmiştir. Ülkelerin karıştırılması ve bölünerek anarşiye itilmesi Taliban sonrası terörün ana hedeflerinden birisi olmuştur.

Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi olarak Türk devletini dünyanın ortasında kurarken, orta boy bir devlet olarak büyük güçlerle mücadele sırasında Türkiye’nin gücünün yetersiz kalabileceğini görmüş ve bu nedenle Orta Doğu’da Sadabat Paktı ve Balkanlar’da Balkan paktı gibi savunma ve güvenlik kuruluşlarının oluşumunu sağlamıştır. Atatürk böyle bir koruyucu şemsiye kurarken, sınır komşusu olmayan Afganistan’ı da İran ile birlikte kurulan bu ortaklığın içine alarak sınırların ötesindeki bölgelere ulaşmanın zorunluluğunu görüyor ve buna göre eski Osmanlı ülkeleriyle birlikte Afganistan’ı da Türk dünyasının bir parçası olarak bu yeni örgütlenmede Türkiye-Afganistan çizgisi oluşturmaya çalışıyordu. Batılı emperyalistlere karşı Balkan paktını kuran Atatürk’ün eski Osmanlı ülkelerini esas alarak Müslüman bölge devletlerini bir güvenlik örgütü içinde birleştirmeye çalışması onun ne derece geleceği gören bir önder olduğunu ortaya koymaktadır. Bugün yaşanan kaos ortamını emperyalistler kışkırtırken yeni dönemde çatışma, iç savaş, bölge savaşı ya da dünya savaşı gibi olumsuz gelişmelere karşı Türkiye’nin çok dikkatli olması ve komşu devletler ile bir araya gelerek bölgesel bir güvenlik örgütü çatısı altında çatışma, saldırı ve işgal gibi kaotik girişimlere karşı çıkması gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, Atatürk mazlum milletler için askeri savunma modelini gündeme getirmiş ve böylesine bir örgütlenme ile de batının büyük devletleriyle baş ederek, Türk ulusuna özgür ve bağımsız bir cumhuriyet kazandırmıştır. Bugün gelinen aşamada bölgeye getirilmek istenen savaş ortamını kışkırtmak üzere, Afganistan üzerinden binlerce insanın Türkiye’ye gelerek önce bir kaos ortamı yaratacağı ve daha sonrada alt kimlikler üzerinden önce bir iç çatışmalar ortamı daha sonra da iç savaş ve bölgesel savaş olarak merkezi coğrafyayı tümüyle yok edecek bir kaos planını emperyalistlerin destekleri ve yönlendirmesiyle uygulama alanına aktarılacağı fısıltı mekanizmaları ile deşifre edilmektedir. Türk devleti kurulurken Türk dünyası için başta Afganistan olmak üzere kardeş devletlere özgürlük ve bağımsızlık getirmeye çalışmıştır. Ne var ki bugün merkezi coğrafyadaki devletleri yıkmaya çalışanlar önce Türkiye’yi hedef alırken Türkiye’nin her zaman başta Afganistan olmak üzere tüm diğer Türk devletlerini korumaya çalışırken, Türk devletini tehdit eden emperyalistlerin Afgan kökenli bir terör dalgasına Türkiye’nin hedef yapılması, hiçbir zaman kabul edilemez. Taliban geride bırakılırken, bugün çağdaş cumhuriyete ve hukuk devletine sahip çıkılmalıdır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN