16 Haziran 2025 Pazartesi

TÜRKİYE‘NİN İHTİYACI ANAYASA DEĞİL İDARİ REFORMDUR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

TÜRKİYE‘NİN İHTİYACI ANAYASA DEĞİL

 İDARİ REFORMDUR

       Türkiye Cumhuriyeti son günlerde yeni bir anayasa değişikliği süreci içinde yuvarlanıp bir yerlere doğru sürüklenmektedir. Uluslararası alandaki yeni ortaya çıkışlar böylesine bir durumun önünü açarken, iç ve dış merkezlerin anayasa konusundaki çıkışları yeniden Türk devletini ve Türk milletini yeniden anayasa sorunu ile karşı karşıya getirmiştir. Daha önceki dönemlerde Türk devleti tıpkı diğer devletlerin yeni anayasal süreç sorunlarını aşmaya çalışması gibi, zaman zaman böylesine bir dar boğazı Türkiye Cumhuriyeti de geçmek zorunda kalmıştır. Uluslararası bir düzen içinde var olan bütün devletler ve diğer siyasal ve hukuk kurumları, içinde bulundukları temel hukuk düzenlerinin bir hukuk devleti olarak geleceğe dönük bir biçimde varlığını sürdürmesi, bazen anayasalar bazen da diğer yasalarda değişiklikler getirmektedir. Dış dünyada meydana gelen değişikliklerin öne geçerek, yaşam düzenlerini ya da devletlerin yapılanmalarını bozmaya başladığı olumsuz gelişmeler çizgisinde devletler ile birlikte hukuk düzenleri de ciddi yıpranmalara hedef olmakta ve bu yüzden de kalıcı bir uluslararası ya da ulusal düzen oluşturulamamaktadır. Dünya tarihinin yakından incelendiği değerlendirme aşamalarında, bu gibi olumsuzluklar siyasal takıntılar yaratmakta ya da geleceğe doğru uzanıp giden siyasal yolların önünün kesilmesi gibi beklenmeyen gelişmeleri, toplumsal kamuoylarının önüne çıkarmaktadır. Devletler ile toplumlar arasındaki ilişkiler ya da sorunlar böylesine beklenmedik gelişmeler ile karşı karşıya gelirken, uluslararası rüzgarlar ile ulus devletlerin yeni yasal düzenlemeler üzerinden, eskisinden daha farklı kamu düzenleri içinde kendi geleceklerini belirlemeye çaba gösterdikleri anlaşılmaktadır.

         Devletlerin ve toplumların içinde bulundukları değişim  ve gelişim süreçlerinin her aşaması birbirinden çok farklı olduğu için atılan adımlar ve kat edilen mesafelerin dikkate alınarak, anayasa ya da hukuk devleti konumlarının gösterdiği yönelme ve de yönlendirme dinamiklerinin gösterdiği çizgilerde, her devlet modeli ya da siyasal rejim uygulamalarının beraberce ele alınarak, topluca değerlendirmeler yapıldıktan sonra hukuk ya da anayasa reformlarına kalkışılması, geçmişten bugüne gelen ya da bugünkü aşamadan sonra geleceğe doğru yön gösteren sosyal olayların ya da siyasal anlamdaki gelişmelerin etki ve tepkilerinin dikkatle izlenerek bir strateji belirlenmesi gerekmektedir. Her aşamada değişim ve dönüşümler kaçınılmaz biçimde birbirlerini etkiledikleri için daha sonraki aşamalarda yapılan çalışmalar ya da reformlar, geçmişten bugüne ve yarınlara doğru atılan adımların içeriğinin belirlenmesinde fazlasıyla etkili olmaktadır. Özellikle anayasa gibi bir toplumun ve devletin kendi siyasal mekanizmasının geleceği ile ilgili temel hukuk düzenlemelerinin yeterli bir çalışma düzenine gereksinme duyması hukuk ve siyaset tarihlerinin birbirini doğruladığı aşamalarda, açıkça söz konusu olabilmektedir. Her ülkenin, her devletin ya da milletin birbirinden farklı noktalarda hukuk ve anayasa alanlarındaki yenileşme girişimlerinin sonuç verdiği görülmektedir. Hukuk ve anayasa her zaman için bir temel yapılanmayı gelecekteki istikrar için kurallaştırmalıdır.

Değişim ve dönüşümün eşiğine gelindiğinde devletler ve toplumlar, yaptıkları çalışmaların sonunda nereye geldiklerini ve ülkedeki hukuk birikimine ne derecede egemen olabildiklerini anlayabilmek için, kendilerinin nasıl bir anayasa gereksinmesi içinde olduklarını iyice belirlemeleri gerekmektedir. Nasıl bir anayasa sorusunun yanıtları içinde devletin, toplumun ve yaşanmakta olan siyasal konjonktürlerin, her aşamada etkileri ve yansımaları olduğu için devletin ve toplumun daha iyi idare edilebilmesi için nasıl bir anayasa sorusundan önce, nasıl bir toplum ve devlet anlayışının benimseneceğine karar verilmelidir. Anayasaların temelinde var olan bütün konuların ve sorunların derlenip toparlanarak ve de gelecekteki her türlü ihtimal dikkate alınarak yoluna konulması, hesaplanmadan önce alandan alınan bilgilerin sağlam ve doğru olmaları gerekmektedir. Anayasal bir çizgide devletlerin ilerlemesi, kendi yollarının belirlenmesi açısından yararlı olmaktadır. Bugünün koşullarında ortaya çıkan anayasal gereksinmelerin çözüme kavuşturulabilmesi açısından, geçmişten gelen bilgi birikiminin ya da bu doğrultuda var olan deneylerin hemen istenen hedeflere ulaşması birlikte sağlanabilirse, nasıl bir anayasa sorusunun yanıtları da daha doğru bir biçimde karşılanabilir. İçinde bulunduğumuz ortamın özelliklerinin neler olduğunun iyice araştırılmasından sonra Türkiye için nasıl bir anayasa sorusunun cevapları verilebilir. Siyasetin içinden gelen kadrolarla siyasetin dışından gelen, meslek birlikleri ile demokratik kitle örgütlerinin farklı yaklaşımlar üzerinden anayasal sorunları ele almaları anayasal çalışmalarda destek sağlayarak ve yeni sorunları da gündeme getirerek çözümler üretebildiği gibi, aynı zamanda bu durumun tamamen tersi bir çizgide var olan çözüm önerilerinin de geçmişten gelen birikimlerine rağmen geçersiz kalmalarını da gündeme getirebilmektedir.

Türkiye’de nasıl bir anayasa sorusu son zamanlarda birçok açıdan sivil bir anayasa olarak cevaplandırılmaktadır. Anayasa kavramı ile sivil kavramının birlikte kullanılmasıyla öne çıkan sivil anayasacılık akımı her on senede bir batı emperyalizmi tarafından Türkiye’de planlanan ara rejimler ya da askeri yönetimlere karşı çıkmak üzere planlanmış bir demokratik tutumu gündeme getirmiştir. Ara rejimlerin planlayıcısı konumundaki bazı güç merkezleri, kendi çıkarları için siyasal alandaki her türlü yapılanmayı zorlayarak kullanırken, daha sonraki aşamalarda bunların demokratik görünümlü bir ara rejim cuntacılığına yönlendirildikleri göze çarpmaktadır. Bu nedenle bugünün Türkiye’sinde anayasa sorunu öne çıkarılırken, gerçek anlamda bir demokrasi arayışı gündeme gelmektedir. Askeri darbelerin tehdit ettiği Türk demokrasisi son zamanlarda kendini yenilemeye yönelirken, her türlü iç ve dış savaştan uzak, her türlü etnik ve alt kimlikçi çatışmalara karşı çıkan ve bu doğrultuda halkçı bir cumhuriyet devleti olmaya çalışan Türkiye cumhuriyetçiliği, her türlü savaş ve çatışmaya karşı çıkarken aynı zamanda yeni bir kavram olarak terörsüz Türkiye anlayışı gündeme getirilmiştir. Demokratik bir kamuoyu yapılanması ile örgütlenen batı dünyası ile otoriter doğu dünyasının devletleri arasında kalan bir orta dünya devleti olarak, Türkiye Cumhuriyeti yirmi birinci yüzyılın önde gelen demokratik cumhuriyetlerinden birisi olarak Türk devleti ulusal kurtuluş savaşı aracılığı ile kazandığı tam bağımsız ve ulusal egemenliğe dayanan Kemalist yapılanması ile, Türkiye bugünün koşullarında bütün dünya ülkeleri açısından önemli bir örnek model devlettir. Anayasa arayışı doğrudan devlet arayışını da gündeme getirdiği için, Türkiye’nin devlet modeli olarak Kemalist Cumhuriyetçilik, bu gün gene eskisi gibi  yön göstermeye devam etmektedir.

            Türkiye yerkürenin batı bölgesinde olmadığı için batılı devletler tarafından kendilerinden sayılmamış aksine dünyanın merkezi bölgesinde yer almasına rağmen batılı kaynaklarda sürekli olarak doğulu ülkeler arasında sayılmış ve böylesine bir tasnif içinde yeryüzü haritası ile değerlendirilmeye çalışılmıştır. Bugünkü haritalarda merkez ülke olarak yer alan Türkiye, geçmişten gelen yanlış değerlendirmelerin etkisiyle gene eskisi gibi doğulu bir ülke olarak yansıtılmaya çalışılmıştır. Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti batı dünyasının yanı başında bir jeopolitik konuma sahip bulunmasına rağmen, gene batının önde gelen emperyalist devletlerinin zorlamalarıyla çağdaş bir cumhuriyet devleti olarak ilan edilmesine rağmen batı blokunun yönlendirmeleriyle gene eskisi gibi doğulu devlet statüsünden kurtulamamıştır. Aslında 100 yıllık bir cumhuriyet devleti yapılanmasıyla bugünlere gelinmesi dikkate alınırsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin tam anlamıyla bir batılı devlet olarak dünya sahnesindeki asıl yerini aldığı görülmektedir. Her yönü ile batı dünyasına yakın bir komşu olan Türk devleti, ulusal kurtuluş savaşı sırasında çağdaş bir batılı devlet gibi hareket etmiş ve daha sonraki aşamalarda ülkede yeni bir siyasal yapılanmaya doğru yelken açılırken, batı tipi bir Avrupa ulus devleti kuruluşu tamamlanmıştır. Kurtuluş savaşı sonrasında devlet sahip olduğu Avrupa tipi ulus devlet sayesinde kuruluşunu tamamlamış ve daha sonraki aşamada da tam ortalarında yer aldığı Asya kıtasındaki sol ve sosyalist potansiyelleri dikkate alarak, Avrupa tipi ulus devletin yanı sıra bir de Asya gerçeklerinden yola çıkarak önem verilen Asya tipi bir halkçı cumhuriyet adımlarını da atarak, Avrupa tipi ulus devlet ile Asya tipi bir halkçı cumhuriyet oluşumunu öne getirerek Avrupa ve Asya arasındaki bir bağımsız devlet olarak Atatürk’ün öncülüğünde çağdaş bir  siyasal senteze yönelmiştir.

          Batı dünyasının önde gelen büyük burjuva devletleriyle yan yana bir komşuluk konumu geliştirilirken, sosyalist bir ideolojik imparatorluk içinde halkçılık anlayışı ile halk cumhuriyetçiliği yapılarak dünya ülkeleri arasında bir denge ve uyum düzenleri geliştirilmeye çalışılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti dünkü dünya düzeninin etkileriyle rejimin geliştirdiği milli burjuvazinin yönetimde etkili olduğu bir batılı devlet olarak yeni dünya dengelerine uyum arayışlarıyla, yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki soğuk savaş dönemini badiresiz atlatabilmiştir. Dünyanın doğu bölgelerinden gelen halkçılık ve devletçilik birlikteliği, daha önceki dönemden gelen ulusalcı ve millici bir yaklaşım doğrultusunda cumhuriyetin diğer ilkeleriyle kucaklaştırılarak ortaya çağdaş anlamda bir büyük devlet, var olan bölgesel koşulların dayatmış olduğu jeopolitik dengelere dikkat edilerek kurulmuştur. Dünyanın jeopolitik merkezinde yer alan bir ülke olarak bölgesel özellikler ciddi boyutlarda incelenerek ulusal siyasal sentez için çaba gösterilmiştir. Asya’nın doğusundan Avrupa’nın batısına kadar uzanan büyük kıtalar arası birlik, merkezde yer alarak bir doğu-batı sentezini öne çıkaran yeni yaklaşımın doğal hedefi haline gelmiştir. Avrupa’dan Asya’ya doğru bir açılım yapıldığı zaman batının özgürlükçü demokratik ülkelerinden başlayarak doğunun otoriter ve baskıcı yaklaşımlarına doğru kaymalar gösteren birçok devlet yapılanması, zaman içinde Asya ve Avrupa kıtalarında yer almış bulunan değişik devletler aracılığı ile öne çıkarılmıştır.  Bu gibi özel durumlar hem devletlerin kuruluş aşamasında ya da daha sonraki dönemlerde anayasa ve yasal alanlarda yeni düzenlemelerin uygulama alanına getirilmesiyle birlikte devletler aradan geçen zaman dilimlerinin getirdiği yıpranma, yıkılma, eskime ve çöküş olumsuzluklarının önlenebilmesiyle rejimler devam eder.

            Türkiye Cumhuriyeti devleti bugün gelinmiş olan bölgeselleşme sürecinin doğal uzantısı olarak kendi statüsünü yenileyebilmenin arayışları içine girdiği için daha önceki dönemlerde Avrupa-Asya ve Afrika gibi üç büyük kıtanın kesişme noktası olan merkezi coğrafya, bugün gelinen yeni bölgeselleşme sürecinde Türkiye ve komşularının sınır beraberliği içinde yer aldıkları bir orta dünya birlikteliğinin, yavaş yavaş siyasal gündeme getirilmesinin hedef coğrafyası konumuna getirilmiştir. Merkezi coğrafyanın kıtasal değil de bölgesel olarak belirlenmesi ile Asya-Avrupa-ya da Afrika kıtalarının adı kaynak olarak alınmamakta ama Orta Doğu, batı Asya, doğu Avrupa, Kuzey Asya ya da Güney Avrupa gibi yönlenmeler ile yerleri tespit edilmekte olan yeni dünya haritasının içinde yer aldığı bir yepyeni bir küreselleşme düzeninden gelen değerlendirmeler de bazen öne çıkabilmektedir. Bugün içinde bulunulan zaman diliminde, Orta Doğu bölgesinin merkezi coğrafya olarak öne çıkmasıyla birlikte ve merkezi coğrafya da yer alan eski Osmanlı ülkelerinin bir araya gelmesiyle yeni bir Osmanlı Hinterlandının öne çıktığı görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti eski Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı Hinterlandı olarak tarihteki yerini alan bu bölgede, devlet yapısının dışarıdan müdahaleler ile zorlanmaya başladığı anlaşılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin kurulmasıyla birlikte geride kalmış olan Osmanlı imparatorluğu devletinin yeniden Osmanlı toprakları üzerinde devreye girmesi gibi bir durum, Misakı Milli sınırları içinde kabul edilmektedir. Merkezi coğrafyada yer alan, bu bölgenin merkezi devletlerinin bir bölgesel yapılanma içine girmesiyle birlikte, bugünkü ulus devletten vazgeçilerek yeniden bir sultanlık ya da imparatorluk devletine doğru siyasal bir yönelme konjonktürünün içine girilmektedir. Eski Osmanlı toprakları yeni dönemde tekrar Osmanlı eyaletleri üzerinden Hinterland devleti olarak düzenlenmek istenirken, Misakı Milli sınırları içinde var olan Osmanlı damgası merkezi bölge üzerine tekrar Orta Çağ ve sonrası dönemlerde olduğu gibi getirilmektedir.

            Orta Doğu bölgesine bugünkü yapılanmadan çok daha farklı bir yeni anayasa  var olan devletlerin üzerinde bir yasal düzenleme ile getirilirken, Lozan’da bir antlaşma ile kabul edilmiş olan Osmanlı toprakları üzerindeki devlet yapılarının da devre dışı bırakılarak, geleceğin Orta Doğu’sunda şimdiden gelecekteki  bölgesel yeni devletin sınırları, ülke alanı, var olan ulus devletlerin parçalanışı, başkentler ile normal şehirler arasındaki bağlar ve ilişki düzenlerinin şimdiden konuşulmaya başlanması, başta Türkiye Cumhuriyeti olarak diğer komşu bölge devletlerinin geleceğini yok ederek, onların dışa  bağımlı bir büyük bölge devleti üzerinden uzaktan kumandalı bir elektronik düzen ile yeni devletin yapılandırılması sırasında, devletin yeni dönemde alacağı biçimler ve bunlar ile ilgili yasal kurallar ve kamusal alan düzenlemeleri gelecekte bir bölgesel federasyon devleti ile çözülmek istenmesi nedeniyle, önümüzdeki dönemde tıpkı ABD gibi( Amerikan Birleşik Devletleri )ne benzer bir biçimde(Orta Doğu Birleşik Devletleri ) Osmanlı Hinterlandı alanlarında bölgesel savaş ve de yeni bir Siyonist yapılanma emperyalist baskı ve zorlamalar aracılığı, merkezi alan devletlerine zorla dışarıdan dayatılmaktadır. Bir dinin içinden çıkarak bütün dünyayı, kendi imparatorluğuna çevirmek isteyen Büyük İsrail Projesi, Osmanlı ülkesini kendi merkezi ülkesi haline getirirken, Orta Doğu Birleşik Devletleri diğer Asya ve Avrupa ülkelerini de içine alarak küresel bir imparatorluk  oluşturma hedefi ile beş büyük kıta üzerinde imparatorluk sınırlarını genişleteceğini, daha şimdiden basın-yayın organları aracılığı ile dile getirmektedir. Geleceğin dünya devleti siyonist devlet olacak ve her devlet buna uyacaktır.

            Suriye devletinin çökertilmesiyle başlayan yeni dönemde etnik ve dinsel çatışmalara son verileceği açıklamaları sonrasında, insanlığın ihtiyaç duyduğu din ve toplumsal barış ilişkilerinin de düzeltileceği, bölge devletleri ve onların üzerindeki yabancı emperyalistlerin baskıları devam ettikçe merkezi coğrafya da büyük bir bölge devleti üzerinden bölge devletlerinin birleşmesi ile meydana gelebilecek küresel hegemonya yapılanması, ABD’nin Büyük Orta Doğu ya da İsrail’in Büyük İsrail ve de İngiltere’nin Büyük Yakındoğu hakkındaki plan ve projeleri ile dünyanın en merkezi toprakları üzerinde yeniden bir küresel emperyalizm dayatması yeniden gündeme getirilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı topraklarında kurulmuş olan merkezi devletlerin yüz yıl sonra yeniden bölgesel yapılanma ile karşı karşıya gelmesi yeniden savaş, çatışma ve kaos başlığı altında birçok karışık ortamları öne çıkarmıştır. Üç yüz milyon Arap birleşik bir Arap devleti çatısı altında toplanamazken, bir avuç siyonist ya da emperyalist insanlığın başına her yerde sorun çıkarmakta, sıcak çatışmalar aracılığı ile sürekli olarak insanların başlarını derde sokmaktadır. Böylesine tersine çalışan bir mekanizma içinde çatışma ve karışıklık senaryolarının önlenmesi istenmekte ama, uluslararası kaos yaratıcıları gene her yerde öne geçerek, mazlum milletlerin geleceğini yok etmek için saldırgan kitleleri ezme ve yok etme senaryolarını hemen devreye sokmaktadırlar. Başta ABD olmak üzere bütün emperyalist devletler Orta Doğu sorunlarına müdahale yapmaya yönelirken aslında savaşa gitmektedirler.

            Orta Doğu ülkelerinde birbiri ardı sıra bombalar patlatılırken, batıdan gelen bütün emperyalist ve siyonist örgütler açıktan bütün dünyayı bir üçüncü dünya savaşına doğru yönelen küresel emperyalist güçler, dış müdahaleler ile dünyanın merkezini kendi kontrolleri altına alırken, yeni bir dünya barışı için hem yeni bir Birleşmiş Milletler hem de uluslararası ekonomik kuruluşların yenilenmesi için küresel bir yeni yapılanma girişimi acilen tamamlanmalıdır. Başta Birleşmiş Milletler örgütünün harekete geçmesi ve diğer uluslararası kuruluşların da birlikte hareket etmesiyle, ulus devletlere dayanan uluslararası sistemin yeniden güçlendirilmesi sağlanmalıdır. Uluslararası kuruluşların yeniden güçlü bir biçimde öne çıkmasıyla birlikte, var olan ulus devletlere sahip çıkılarak geleceğin dünyasında ulus devletler ve ulusal toplumlar varlıklarını geleceğe doğru güvence altına almak için yeniden güçlü bir devleti yepyeni anayasa ve yasalar aracılığı ile kazanmak isteyeceklerdir. Bu doğrultuda harekete geçen bazı politik çevrelerin yeni anayasa isteyerek her türlü sorunları çözebileceklerini ifade etmekte ama emperyalist ya da siyonist müdahaleler nedeniyle bu gibi isteklerini gerçekleştirmekte ve kazanılmış haklarına sahip çıkmakta zorlanmaktadırlar. Uluslararası alandaki kuruluşların dünya barışını desteklemeleriyle, uluslararası hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması öncelikli biçimlerde gerçekleştirilmektedir. Emperyalistler seçimsiz ve muhalefetsiz bir otoriter rejim uğruna yeni kurucu bir parantez açılabileceğini empoze eden işbirlikçi siyasal kadroların dış destekler ile, demokratik rejimleri kaos ortamlarına doğru sürükleyebildikleri açıkça görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kurucu önder Atatürk’ün yolunda ilerlerken, Atatürk ilke ve kurallarının sonuna kadar korunmaları gerekmektedir. Yaşamın sürekli gelişmesi ve ilerlemesini dikkate alarak, Atatürk ilke ve devrimlerinin her zaman Türkiye Cumhuriyeti anayasası içinde korunmalıdır. Türkiye’nin Atatürk’ten gelen bir anayasası vardır. Ama son yıllarda yıkılan hukuk düzeninin onarılması için anayasadan önce acilen bir idari reform ve hukuk devleti örgütlenmesi sağlanmalıdır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

22 Mayıs 2025 Perşembe

ROMALILARIN ANKARA ANITI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

ROMALILARIN ANKARA ANITI

           Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olan Ankara daha önceki çağlarda da Anadolu’da hem bir imparatorluk başkenti, ama daha sonraları aynı zamanda orta çağ yıllarında bölgenin hem bir Cumhuriyet devleti hem de merkezi coğrafyanın orta yeri olarak, tarih kitaplarında merkezi yerini almıştır. Milat takvimi çizgisinde merkezi bölgenin başkenti hem de Eskişehir –Ankara ve Kırşehir hattı üzerinde de bir orta çağ halk yönetimi yapılanması olarak, tarihteki merkezi konumunu kazanan Ankara kenti bugün küreselleşme sürecinde merkezi coğrafya yeniden yapılanması sırasında da eski Roma krallığının geçerli olduğu, orta alanın merkezi kenti konumuna sahip kılınmaktadır. Özellikle merkezi alanın bir merkezi devletler birliği biçiminde yükseltilmiştir. Tarih öncesi dönemlerde birçok devletin kurularak egemen olduğu bu topraklarda, Birinci ve ikinci İsrail imparatorlukları ve Süleyman krallığı gibi büyük Musevi ve Yahudi imparatorluklar sonrasında Hazarlar, Romalılar, Bizanslılar, Oğuzlar, Altın Ordu, Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulmuştur  Bütün bu merkezi krallıklar ve de imparatorluklar gelip geçerken Türkler Orta, Kuzey ve Doğu Asya bölgelerinde kurdukları devletlerini karasal kıtalar üzerinde geliştirip yaygınlaştırırken, her dönem kendi yapılanmasını devreye sokarak eski dünya haritası üzerindeki merkezi coğrafyanın yeni dönemin koşullarına uygun bir biçimde, farklı devlet ve imparatorluk sistemleri öne çıkarılmıştır.

            Merkezi coğrafyanın her dönemde el değiştirmesi, hızlı bir biçimde ortaya çıkan siyasal göç dalgalarının eski siyasal yapıları yıkarak yeni rüzgarlar estirmesi nedeniyle tarihsel süreç birbirinin devamı konumundaki devlet ve imparatorluklar oluşumlarını tarihin not defterlerine kaydetmiştir. Roma devletinin başına geçen ilk imparator olarak AUGUSTUS böylesine hızlı bir trafik çemberinin içinde dönüp dolaşan merkezi coğrafya, sürekli olarak el değiştirirken dünyanın en büyük imparatorluğunun ilk imparatoru olarak başına geçen AUGUSTOS bir resmi devlet vasiyetini, kendisinden sonra devletin başına geçen VESTA rahibelerine teslim ettiği bu belge sayesinde, ülke ve devletin devamlılığını sağlayarak ve tarihin en büyük imparatorluğunun başındaki adam olarak Roma İmparatorluğunun sonsuza kadar devam etmesini sağlamak istedi ama tarihin dinamikleri iç ve dış döngüleri öne çıkararak bütün diğer devletler gibi sonsuza kadar egemen olacak bir büyük imparatorluğu tarihin kayıt defterlerine yazmak istemiştir. Kısaltılmış adı ile” Yapılan İşler“ olarak isimlendirilen resmî belgeyi Augustus isimli Roma imparatoru, bu belgeyi tunç levhalar halinde mozelyum denen resmi anıtın, her iki duvarına da asılmasını emretmiştir. Çoğaltmalar yolu ile sayısı artırılan bu metinin, Roma imparatorluğunun birçok yerleşim yerlerinde duvarlara asılması sağlanmış ve böylece bütün Roma vatandaşlarının bu tür bir imparator mektubunu görerek okuması sağlanmaya çalışılmıştır. Roma imparatorlarının halk kitleleri aracılığı ile dolaylı denetlenmesi açısından yararlı olan bu usul, Romalı imparatorların halk mektupları aracılığı ile devlet ve milletin sürekli olarak uyanık bir biçimde ülke yönetimlerini izleyerek ve bunları zaman içinde denetlemeleriyle, siyasal rejimlerin her türlü yolsuzluğunun önlenerek bir hukuk düzeni kurulmaya çalışılmıştır.

            Her devlet ve otoriter yönetim işbaşına geldikten sonra merkezi devleti eline alarak hegemonya düzenini kurduktan sonra, devlet gücünü kullanarak kendi altın çağını oluşturmaya çalışması ile, siyasal gücün artırılması üzerinden her imparator kendi altın çağını yaratabilmenin çabası içine girmiştir. Böylece Krallar ya da imparatorların halka yönelen siyasal mektuplar yolu ile, hem her gerçeğin halk kitlelerinin bilgisine sunulması sağlanmakta, hem de hesap veren yönetimler aracılığı ile denetlemeler yapılmakta, hem de var olan devlet yapısının zaman içinde kendini yenileyerek devletlerin içeriden çöküşleri önlenmeye çalışılmaktadır. Halka açık yöntemler ile siyasal yönetimler kendilerini halk kitlelerine denetlettirerek, siyasal rejimin ya da devlet yapısının meşru zeminde dolaylı yollardan denetim yapmasını gerçekleştirerek, var olan devletin bir hukuk gerçekliği olarak ayakta kalmasını sağlamaktadır. Yasal zeminde denetimlere devam edilmesi halk kitlelerinin uyanık ve bilgili olmalarını sağladığı için, var olan devlet düzenlerinde yasama, yürütme ve yargı gibi siyasal güçler yönetimlerin önünü keserek dikta yönetimlerine ve de sömürgeci yönetimlere fırsat vermeden önlerini kesmektedir. Roma imparatoru AUGUSTUS halk kitlelerine açık mektuplar yazarak, halk kitlelerinin kendi yönetimlerini ya da devletlerini izleyerek denetlemesini sağlarken, ortaçağ da başlatılan bu tür uygulamalar ile siyasal rejimlerin zaman içinde denetim mekanizmaları aracılığı ile kontrol edilerek, devlet ve halk kitleleri arasındaki dengelerin korunarak, baskı ve sömürü düzenlerine giden otoriter rejimlerin önü kesilmeye çalışılmıştır. Ne var ki her kral ya da imparator işbaşına geldikten sonra kendi yönetiminin özünü ortaya koyarken, zamanla Ankara Antantının levhaları eskiyerek deforme olmuştur. Levhaların sonsuza kadar asılı tutulamamasını yeni gelen krallar ya da yönetimlerin kendi kurallarını duvarların üzerine yapıştırması gibi siyasal oyunlar aracılığı ile de değiştirmeleri, siyasal yolsuzluklar ve keyfiliklerin yeniden devreye girmesine yol açarak siyasetin kirli yüzünü meydana getirmişlerdir.

            Coğrafya kitapları ve Atlas haritalarında Anadolu’nun tam ortalarında yer alan Ankara kenti, Asya Minör adı verilen Anadolu’nun tam merkezinde yer alan bir büyük kent olarak Ankara adı ile kentin daha önceki dönemlerde de dünyanın önde gelen önemli yerleşim merkezlerinden birisi olma şansını elde etmiştir. Tam bir Milat değişikliği döneminde Roma krallığının başına geçen AUGUSTUS( İÖ27 -İS14 ), yılları arasında imparatorluğun başına geçen güçlü bir imparator olarak, yarım yüzyıla yakın bir kritik dönemde merkezi alan imparatorluğunun başında milattan önce ve sonra olmak üzere tarihsel dönüşümün güçlü temsilcisi olarak gündemde yer almış ve ölmeden dört ay önce “ANKARA ANITI” “olarak tarihe geçen siyasal belgeyi hazırlayarak, Roma devleti içinde yer alan VESTA rahibelerine ANKARA BELGESİ başlığı altında yer almıştır. Üç rulo belgeden oluşan Ankara belgesinde sırasıyla, imparatorun cenaze töreni, ikincisinde Augustus’un halk ve ülke için yaptığı işler ve kamu hizmetlerini sırasıyla anlatan belgeyi de kral “Yapılan İşler “ adı altında her iki yanına asılacak yapılan işler ile ilgili belge, halkın göreceği bir biçimde duvarlara asıldıktan sonra 16.yüzyılda Latince ve Yunanca dillerinde yazılmış olan iki belge kaybolmuştur. Zaman içinde kaybolan Yunanca ve Latince bu mermer levhalar kaybolunca, bunun üzerine yeni bir girişimde bulunularak, Roma krallığının geleceği için harekete geçilmiş ama başarılı bir sonuç elde edilemediği için, imparator AUGUSTUS’un Yunanca ve Latince levhaları birileri tarafından yok edilmiştir. Roma devleti içindeki levhalar önce kaybedilmiştir ama sonra aranarak bulunmuş ve Akdeniz bölgesinde sergilenmiştir.

            Roma imparatorluğunun merkezinde kaybolan imparator levhaları, bir süre sonra ASYA MİNÖR olarak anılan Anadolu’nun merkezinde bulununca, bu levhalar daha sonra Ankara’ya getirilerek, (ANKARA ANITI – MONUMENTUM ANCYRANUM) adı altında kamuoyuna yansıtılmaya çalışılmıştır. İmparatorluğun Asya topraklarında ve Romalılar dan önce merkezi coğrafyayı ele geçirerek kendi krallığını oluşturan GALATYALILAR aracılığı ile Galatya devletinin başkenti olarak ilan edilmiş olan (ANCYRA- ANGORA) isimli bu büyük şehir, uygulamada imparatorluğun doğu toprakları üzerinde merkezi bir konuma sahip olmuş, daha sonraları da Roma İmparatorluğunun yıkılması üzerine de GALATYA devletinin başkenti olarak ilan edilmiştir. AUGUSTUS’un levhaları Galatya’nın başkenti olan ANCYRA’da ortaya çıkınca, eski dönem bitmiş ve yeni dönemde bu levhalar bağlı bulundukları Roma devleti ile değil, ama yeni taşınmış oldukları ülkelerinin, toprakları ve üzerinde bulunulan diğer devletlerin konumları ile değerlendirilmiştir. Romalılar kendileri ile ilgili bu levhaları gerektiği gibi koruyamamış ama merkezi coğrafyanın egemen siyasal gücü olan Türkler ve Türk devletlerinin tarihsel birikime riayet etmeleriyle, Roma imparatorluğunun levhaları yüzyılları aşarak halka sergilenmiştir. Sonraki dönemlerde Türkiye’nin başkenti olan Ankara şehrinin tam ortalarında yer alan Hacı Bayram Camii çerçevesi içinde koruma altına alınan AUGUSTUS LEVHALARI, önceleri Bizanstan kalma Hristiyan kiliseler aracılığı ile daha sonraları da Müslüman camiler aracılığı ile  koruma altına alınarak sonraki yüzyıllara dönük bir koruma sistemi ile bugünlere kadar korunmuştur. Geleceğin dünyası yeniden bugün gündeme getirilirken bu gibi arayışlarının içinde geçmişten gelen  birikimlerin de insanlığa sunulmasına dikkat edilmiştir. Tarihin her dönemindeki büyük olaylar ve gelişmeler, yazılan kitaplar kadar heykel ve anıtlar aracılığı ile günümüz dünyasının bilgi birikimine eklenmiştir. Bu doğrultuda en çok tarihi eserin üzerinde yer aldığı Anadolu yarımadası, tarihin içinden gelen kültür birikiminin bugüne ulaşan simgesi olmuştur.

            Augustus öldükten sonra vasiyeti yerine getirilerek hem anıt hem de belgeler Akdeniz coğrafyasının kentlerine dağılırken, tarihsel alanlarda Roma İmparatorluğunun yaygınlık kazanması sağlanmıştır. Ankara Anıtı ile ilgili belgeler beton sayfalar halinde getirilerek anıtların ilgili bölümlerine yerleştirilerek tarihsel birikimin geleceğin insanlığına sunulması sağlanmıştır. Ankara kentinin yanı başında inşa edilen Ankara Anıtı, Asia Minör denilen küçük Asya yarımadasının tam ortalarında sergilenmeye başlayınca insanlığın bu anıt aracılığı ile dünyanın en büyük imparatorluğu olan Roma İmparatorluğu tarihi daha gerçekçi ve elle tutulur birikimler ile sonraki yüzyılların sahnesi kurulmuştur. Tarihin gelişim süreci içinde öne çıkan devlet adamı ya da bilim adamı gibi kişiler için tapınaklar ve anıtlar yapmak geleneksel bir hal alınca, Romalılar her yeni imparator için birbirini izleyen heykel ve anıtları Akdeniz kıyılarında inşa ederek insanlığın uygarlık birikimini dünya kamuoyunun birikimine sunmuşlardır. Anadolu’nun tam ortasında yer alan Galatia şehri, sonraki dönemlerde bu coğrafyanın tarihsel birikiminin görünen yüzü olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır. Ankara yeni konumu ile Asya kıtasının en önde gelen kenti olarak tarihin sayfalarının aydınlatılmasına yardımcı olmuştur. Ankara Anıtı’nın iki bin yıllık bir birikime sahip olması, önceleri Hristiyanların Roma yapılanması ve daha sonra da 5.yüzyılda Osmanlı Türklerinin koruması altına alınması yüzündedir. Avrupa ülkelerindeki bilim kuruluşları daha sonraları Ankara Anıtını incelemek üzere sürekli ziyaretler gerçekleştirmişlerdir.

            Res Gastea yazıtı ile Roma imparatorluğunun tek adamı olduğu yıllardaki siyasal gelişmeler ve durumları dile getirerek bunları anıtlaştıran imparator Augustus, Roma Cumhuriyetini nasıl Roma İmparatorluğuna dönüştürdüğünü, Ankara Anıtı içinde 35 ayrı paragraf halinde anlatmaktadır. Ankara Anıtı’nın birincisi Galatia’nın başkentinde ortaya çıkarken, ikinci levha da Anadolu’nun kuzey topraklarında yer alan Bergama da görülmüştür. Anadolu yarımadasının batı topraklarından doğu bölgelerine, kuzey bölgelerinden güneydeki yerleşim yerlerine doğu Roma ordularının yayılmaları ile Asya Minör bölgesi Roma imparatorluğunun egemenlik alanına girmiştir. 19 yaşında bir ordu kuran Augustus 76 yaşına kadar imparator olarak devletinin başında kalmıştır. Sezar’ın cumhuriyet kavgası yüzünden öldürülmesi ile karışan Roma İmparatorluğu, sonraki yıllarda kaos ortamını ortadan kaldırmak üzere Augustus’un otoriter yönetimi ile yıkılmadan gelebilmiştir. Yıllar geçtikçe zayıflayan Roma İmparatorluğu kendini yenileyemediği için iç bunalımlara sürüklenmiş, zaman zaman askeri manevralar ile gücünü yenileyerek yoluna devam edebilmiştir. Cicero’nun arkasında toparlanan cumhuriyetçiler, Sezar’ın öldürülmesi sonrasında yönetimde ağırlıklarını artırarak imparatorluk merkezindeki merkezi yönetimi güçlendirerek, yollarına devam etmişlerdir. Roma’daki siyasal iktidar kavgaları süreklilik kazandığı için demokrasi giderek imparatorluk devletine meydan okuyan otoriter devlet yöneticilerinin baş vurduğu bir yol olarak öne çıkmıştır. Sezar eski askerlerden yeni bir ordu toplarken, Augustus yirmili yaşlarda genç ve dinamik kişilerden geleceğin ordusunu topluyordu. Cicero’nun arkasında bir araya gelen Cumhuriyetçiler Senato’da demokrasi mücadelesini yükseltirken Augustus, genç orduları ile bütün imparatorluk sınırlarını korumaya çalışıyordu. Ordular ve liderler arasında gündeme gelen çekişmeler giderek artarken, Augustus sahip olduğu imparatorluk yetkilerini devlet adına Senato’ya ve de halk kitlelerine devrederek, modern demokrasilerin zorunlu gördüğü devlet ve halk kaynaşmalarının önüne olumlu bir işbirliğini herkesin önüne koyuyordu Senatus imparatorluk devleti adına, Octavianus’a Princeps, İmparator,Konsül, Pontifeks gibi ünvanlar vererek devlet hiyerarşisini sürdürmüştür.

            Ankara anıtında mütevazi bir dil kullanan Augustus devletin yapılandırılması ve işleyişini anlatırken, halk kitleleri ile günlük devlet hareketliliğini açıklayarak, halk kitlelerine olabildiğince sade bir tarzda yaklaşan Augustus, halk kitleleri ve sosyal tabandan hiç kopmadığını, levhaların 34.paragrafında halka çok yakın durduğunu açıkça dile getirerek, gelecek yüzyılların modern devletinin ilk adımlarının kendi zamanında gerçekleştirildiğini dile getiriyordu. Senatus kararı ile Augustus unvanı verilen Octavianus evinin çevresinde Defne ağaçları ile süsleme yaparak başarılarını kutluyordu. Roma Cumhuriyeti ile Augustus devriminin düşünsel bağlantılarını inceleyen arkeologlar, dünyanın en büyük imparatorluğunun nasıl bir çağdaş cumhuriyet rejimine dönüştüğünü incelerken, Roma devletinin önde gelen devlet adamlarının düşüncesinden yararlanmışlardır. Augustus levhalarında sadece Roma için değil ama bütün insanlık adına hareket ettiğini açıkça beyan etmiştir. Augustus devlet ile halk kitlelerini en üst düzeyde bir araya getirerek, siyasal anlamda bir üstünlük duygusuna Nirvana gibi sahiplenilmesine çaba göstermiştir. Senato ve halk yığınlarının güvenini kazanmanın siyasal anlamda en önemli konu olduğunu Ankara Anıtı’nda dile getirerek, halkın kitlesel olarak yer almadığı siyasal rejimlerin uzun ömürlü olamadığını dile getirmiştir.

Augustos, devletin ve siyasetin en üst organı olarak Cumhuriyet’i gördüğünü ileri sürerken Cumhuriyetten imparatorluk çizgisine geçebilmenin son derece hassas bir konu olduğunu, levhalarında belirtirken, kendisinin yürüttüğü akıllı siyaset ile halk kitlesi arasında bir barış ortamı oluşturulmaya çalışılmıştır. Roma halkı ile sessiz ve derinden giderek ebedi bir barış düzeninin akıllı siyaset ile ülke içinde kurulması mümkün olmaktadır. İmparator, siyasal sorunlardan, sosyal karışıklıklardan, kıtlıklar ve yokluklardan iç savaşlar ve dış saldırılardan uzak durulması ve bunlara karşı akıllı siyaset uygulamaları öne çıkarılarak, oluşturulacak yeni siyasetler ve kamu düzenleri ile birlikte her türlü toplumsal sorunlara akıllı çözümler mümkün olmaktadır. Yüz yıllarca bir büyük imparatorluk düzeni içinde kendisine bağlı on milyon kilometre karelik bir büyük vatan toprağı uzun süre Roma imparatorluğu egemenliği altında kaldığı dikkate alınırsa, akıllı siyaset organizasyonları ile bin yıllık bir imparatorluk olarak yola devam edilmesi için çok yoğun girişimler örgütlenmiştir. Her sabah Barış Güneşi bütün dünyayı aydınlatmak için yerkürenin tepesine çıkarken, akıllı siyasetin oluşturulması ve böylesine bir aydınlık program ile de dünyanın geleceğinin daha güzel ve düzenli olması, genel çizgideki yeni adımların atılması ile mümkün olacaktır. Yeryüzünü bir insanlık lideri olarak yönetmeye talip olan imparator Augustus, kullanacağı akıllı siyaset ilkeleri aracılığı da dünya işlerini çevre koşullarına uygun bir biçimde yerine getirdiğini ve gelecekte de aynı yoldan giderek yeni atılacak adımlar ile yer kürenin yönetim sorunu kısa süreler içinde çözüme kavuşturulacaktır. Böylesine bir özveri ile insanlığın bütün sorunlarının çeşitli açılardan çözüme kavuşturulmalıdır. Tek adamın iktidarı sırasında kurumlarıyla birlikte devletin yeniden yapılandırılması mümkün olmaktadır. İmparator ile devlet bir araya gelerek bütünleştiği bir anda tanrısal akıl ile siyasal güç bir araya gelince, siyasal alandaki sorunların aşılarak geleceğin dünya düzeni için yeni programların uygulama alanına getirilmesi mümkün olmaktadır. Yenilmez cesareti ile bütün düşmanlarını ortadan kaldıran imparator, başarılı adımları ile bütün insanlığı sağlıklı bir yaşam düzenine getirecek durumdadır.

Roma’da yaşayan insanlar, imparatorun gücü ve başarıları sayesinde her türlü sorunlardan kurtularak uzun süren bir imparatorluk güvencesine sahip olmuşlardır. Bu aşamada artık siyasetin her yönü ile tartışma alanına getirildiği görülmektedir. Geçmişte yaşanmış olaylar ve gelişmelerin sürekli olarak değişim ve dönüşümleri bir araya getirildiğinden, bütün düzenlerin giderek çöktüğü ve zamanla estirilen rüzgarların etkisiyle, artık devletlerin ya da yaşam düzenlerinin kamusal alan ile birlikte bilinmeyen gelecek hedeflerine yönelmesi, gibi yeni durumlar ortaya çıkmıştır. Roma imparatoru Augustus bu devletin en etkili ve başarılı bir devlet yöneticisi olarak, ömrünü verdiği büyük krallığın gelecek yüzyıllarda da ayakta kalması ve yaşaması için gerekli olan bütün siyasal tedbirleri alması gerektiğini gördüğü için, sahip olduğu tanrısal üst akıl ve gücü kullanarak, her türlü sorunu çözebileceği ve gelecekte karşı karşıya kalınabilecek, herhangi bir siyasal çıkmazdan çıkabilmek üzere var olan koşullar içinde gereken önlemlerin alınması gerekmektedir. Seçimleri kazanan siyasetçilerin teknik gelişmeleri kullanarak iktidarda giderek çok uzun zamanlar ayakta kalması üzerine, ilkel çağlarda olduğu gibi yarı tanrı-yarı insan görünümünde politikacıların sayısı giderek artmaktadır. Roma İmparatoru Augustus bu durumun ilk örneği olarak tarihteki yerini almıştır. Bu durumdan örnek almak isteyenler, bütün otokratik ülkelerdeki liderlerin siyasal dönemlerini ve ANKARA – ANITINI ciddi bir biçimde okuyarak incelemek zorundadırlar. Ankara üç büyük kıta arasındaki jeopolitik konumu ile yeni dönemde herkesin önüne çıkmaktadır. Modern zamanlara geçerken Roma İmparatorluğunun bir parçası olarak Ankara ve civarındaki bölge dünyanın gündemine girmektedir. Üçüncü bir yüzyılın ortaya çıktığı yeni aşamada ANKARA –ANITI, eskiden Romalılara yön gösterdiği gibi bugün de Türk devleti ve Türk dünyasına yön göstermeye devam edecektir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

7 Mayıs 2025 Çarşamba

TÜRKİYE ARTIK TOPARLANMALIDIR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

TÜRKİYE ARTIK TOPARLANMALIDIR

             Sovyetler Birliği’nin çökertilmesi ve daha sonrada emperyalist baskılar ille dağıtılmaya zorlanması sonrasında, eski dünya düzeni yıkılmış ama bu olayların arkasından çeyrek yüzyıllık bir uzun dönem geçmesine rağmen, dünya haritalarının üzerinde yeni bir dünya düzeni kurulamamıştır. İki büyük dünya savaşı sonrası kurulan yirminci yüzyılın yeni dünya düzeni, bu yüzyılın başlarından itibaren kurularak yaşama geçirilmiştir. Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde kurulmuş olan soğuk savaş dönemi bu yüzyılın sonlarına doğru dağılmaya başlamış ve yeryüzünde sosyalist devletleri bir araya getiren Rusya Federasyonu’nun devlet başkanı olarak, Yeltsin ismini taşıyan başkanının batı blokunun karşısında var olan doğu blokunun önderliğinden çekilmesiyle birlikte dünya yeni bir döneme girmiştir. Eski dünya düzeni adı verilen soğuk savaş dönemi yirminci yüzyıl boyunca iki kutuplu bir siyasal düzen olarak uygulanmış ve bu yüzyılın son çeyreğindeki olayların gelişimi ile çökertilerek yıkılmıştır. Bu yüzyılın sonlarında dağılan sosyalist dünya imparatorluğu yirmi birinci yüzyıla geçememiş ve bu yıkım sonrasında yeni bir yapım olarak eskisinden farklı bir düzen kurulamadığı için, içinde bulunulan yeni yüzyıla dünya farklı bir düzen oluşturarak geçememiştir. Yirminci yüzyılın iki kutuplu siyasal düzeni dağıtılarak yıkılırken, küresel dünya yeni yüzyıl ile birlikte yepyeni bir düzene girememiş ve bu yüzden geçen asrın son yıllarında başlayan düzensizlik hareketleri ve var olan düzenlere yönelen yıkıcı ve çökertici siyasal baskılar, eski dünya düzenini dağıtarak kaos ortamı hazırlamışlardır.  Batının önde gelen emperyalist devletleri dünya kamuoyu önünde kaos yaratabilmek amacıyla ortalığı karıştırırlarken, yeni dünya düzeninin kaos ortamının içinden çıkacağını dile getirerek açıkça ve resmen kaos kışkırtıcılığının önünü çekmişlerdir. Bu nedenle eski dünya düzeninden yeni bir düzene geçilememiş ve bu yüzden yeni bir dünya düzeni ortaya çıkarılamamıştır.

           Dünya tarihi incelendiğinde genel olarak eski dönemler ile birlikte gelen eski düzenler de yok olarak silinip giderken, ortaya çıkan düzensizlik ortamlarında daha farklı bir yeni siyasal düzen zaman içerisinde yavaş yavaş devreye girmiştir. Ne var ki eski dönemlerde devletlerin ve toplumların sayıları artarken ve değişim ya da dönüşüm olguları daha hızlı bir süreç içinde gündeme gelirken, bugün on milyar insanın yaşadığı yeryüzü haritasının üzerinde de iki yüzden fazla devlet kurulmuştur. Önceleri az sayıda devletler içinde dönüşüm daha kolay yollardan gerçekleştirilerek, yeni siyasal düzenler birbiri ardı sıra gündeme getirilirken bugünün iki yüz devletli ve on milyar nüfuslu kalabalık kaotik manzarası karşısında birkaç yıl içinde bazı uzaktan kumandalı manipülasyonlar aracılığı ile sonuçlar alınmaya çalışılmıştır. İlkel toplumdan ortaçağa, ortaçağdan yeni ve yakın yüzyıllara geçiş süreçlerinde geçmişten gelen birikimlerden ve deneyimlerinden özellikle yararlanılmıştır. Böylesine bir birikimin sonuçlarından devirler değişirken, bunlardan en üst düzeyde faydalanılan bir çizgi içinde insanlar, gelecekteki yüzyılların yeni dünya düzenleri için hazırlanmalarına yardımcı olmuşlardır. Bu durumun aynısının günümüzde gerçekleştirilememesinin nedeni dünya nüfusunun çok artması ve şehirler ile devletlerin sayılarının çok fazlalaşmasıdır.

            Devletlerin ve milletlerin sayılarının fazlasıyla öne çıkması yüzünden, eskisi gibi karşılıklı iki grup hazırlayarak bunları karşı karşıya getiren bir yeni dünya düzenini eskisi gibi çift kutuplu bir yapılanma doğrultusunda kurabilmelerinin bugün için mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Son çeyrek yüzyıllık zaman dilimi içinde birbirini izleyen olaylar ve siyasal gelişmeler karşısında iyice belirginleşmektedir. Yeni dönemdeki küresel düzen iki kutuplu değil ama bunun yerini alacak bir biçimde çok kutuplu bir düzene doğru gelişmeler aracılığı ile kurulabileceği ortaya çıkmaktadır .İki merkez kutup esas kabul edilerek bu kutupların çevresinde ya da yakınlarında küçük ve orta boy devletlerin bu ana merkezlerin kontrol aracılığı ile yönlendirilmelerinin, eskisi  gibi kolay olamayacağı ve başta orta boy devletler olmak üzere, diğer küçük devletleri de bir araya getirerek bunların soğuk savaş yıllarında olduğu gibi merkez ve çevre ilişkileri açılarından ele alınmalarının pek de eskisi gibi mümkün olamayacağı görülmektedir. Eski dönemde iki kutuplu dünya düzeni devam ederken, kurulmuş olan merkez ülke ile çevre ülkeleri arasındaki bağlantıların yeni dönemde eskisi gibi normal koşullarda olamayacağı, ama eskisi gibi metotlardan uzaklaşarak yeni dönemin belirginlik kazanan yeni koşullarına göre, farklı yeni bazı yöntemlerin kendiliğinden devreye girdikleri görülmektedir. Dünya dengeleri değişirken aynı zamanda yeni koşullara uygun düşebilecek farklı tutumlar ve politikalar öne çıkarak yeni dünya düzeninin çok kutuplu oluşumuna katkı sağladığı öne çıkmaktadır. Yeryüzünde devlet olma statüsünü kazanmış olan her devlet, devlet olma hakkının diğer devletlere sağladığı kazanımlarına sahip çıkmak ve bunlardan etkin bir biçimde yararlanarak, yeni dünya düzeni içinde geçmişten siyasal birikimlerden de faydalanan yeni siyasal yaklaşımlar çıkmaktadır.

            Bugün gelinen aşamada dünya karalarının beşte birini temsil eden Rusya Federasyonu, ülke toprakları en geniş büyük devlet olarak varlığını sürdürmektedir. Bu kadar geniş alanda dünyanın en büyük devleti olma şansını elde etmiş olan Rusya devleti beş büyük kıtanın içinde en geniş topraklara sahip olurken, okyanuslar ve denizler içinde yer alan bazı adalar da bağımsız devlet olma statüsünü geçen asırda ele geçirdikleri için, bu kazanılmış haklarına da sahip çıkmaktadırlar. Bu durumda dünyayı çevreleyen kıtalar ile bunların kıyısına ya da köşesine sıkışmış olan adalar da diğer devletler gibi kazanılmış haklara sahip olmuşlardır. Geçmişteki siyasal rüzgarların bu küçük adalara kazandırmış olduğu bağımsızlık, kendi geleceğini tayin etme ve küresel dünya düzeninde kendi ulusal çıkarlarını korumak ve diğer devletler ile rekabet çatısı altında bunları uygulayarak geliştirmek gibi, devlet olma statüsünün getirmiş olduğu bazı hak ve özgürlüklerden bütün diğer devletler gibi yararlanmalarının asıl olarak kabulü, dünyadaki uluslararası hukuk düzeni gereği olarak benimsenmektedir. Yirminci yüzyıla girerken yirmi devletin bulunduğu dünya ile yirmi birinci yüzyıla girerken, ortaya çıkmış olan iki yüzden fazla devletin konumları birbirlerinden fazlasıyla farklı olmaktadır. Az veya çok devletli düzenler karşı karşıya getirildiği zaman uluslararası ilişkiler farklılık kazanmaktadır. Büyük devletler dünya nimetlerine el koyma hakkını kendilerinde fazlasıyla gördükleri için orta ve küçük boy devletlerin, devlet olma hakkı nedeniyle kazanmış oldukları haklarının gerçekleştirilmesine dikkat etmeyerek, onları zamanla uzaktan kumandalı yönetim bağlılıklarına yönlendirerek devletlerarası eşitlik statülerine karşı çıkmaktadırlar. Büyük ve emperyalist devletler orta ve küçük devletlerin haklarını görmezden gelerek karşı çıkmaları, uluslararası alandaki düzensizliğin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu durumu önlemek için Birleşmiş Milletler uluslararası bir örgüt olarak kurulmuş ama sonuçsuz kalmıştır.

            Birleşmiş Milletler çatısı altında birlik ve düzen kurulamadığı aşamada, dünyaya yön vermek üzere kurulmuş olan bu uluslararası örgüt, evrensel alanda kendisinden beklenen otorite ve düzeni oluşturamadığı için küresel alanda bir otorite ve hukuk düzeni de bugüne gelene kadar kurulamamıştır. Yüz yıl önceki dönemin koşullarında dünyanın en büyük beş devletinin güvenlik konseyinin tam üyeleri olarak belirlenmeleri dünya savaşları sonrasında yeni bir düzen kurulurken, diğer büyük devletleri dışlayarak gündeme getirildiği için, geleceğin dünya düzeninde daha baştan devletler arası adil bir düzen oluşturulamamıştır. Böylesine bir haksızlık Birleşmiş Milletlerin kuruluşu sırasında yapıldığı için azgelişmiş ülkeler arasında “dünya beşten büyüktür“ sloganı ile küresel örgütün hukuka uygun hale getirilmesi sağlanmaya çalışılmıştır. En küçük  devletlerden birisi olarak Malta adası ile dünyanın en büyük devletlerinden birisi olarak, Çin Halk Cumhuriyetinin her alanda eşit olması ama iki yüzden fazla üyesi bulunan Birleşmiş Milletler örgütünün genel kurulunda eşit üye olarak var olan beş devletin bir üst örgütlenme olan Güvenlik konseyine kalıcı ve yönetici üyeler olarak alınmaları ise, bu örgütün kuruluşu sırasında eşit devletler üyeliği uygulamasına ters düşmekte ve gelecek için bir belirsizlik ortamının zamanla kaotik bir ortama dönüşmesi de küresel alanda yeni bir gruplaşmanın önünü açarak farklı haksızlıklara gündeme getirmiştir.

            Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya gibi dört büyük devletin öncülüğünde kurulmakta olan BRİCS örgütüne daha sonraları batı dünyası aracılığı ile Güney Afrika da dahil edilerek, batı blokuna karşı eski üçüncü dünya ülkelerinin büyük temsilcileri öne çıkarılarak, kendisini birinci dünya olarak ilan eden batı blokunun en büyüklerine karşı BRİCS örgütü bir üçüncü dünya örgütlenmesi olarak öne çıkarılmıştır. Daha sonraki ikinci aşamada BRİCS örgütünün ilk genel kurulu Afrika kıtasında yapılırken, bu yeni kuruluşa eşit koşullarda üye olmak isteyen Asya, Afrika ve Latin dünyası üyesi olan bazı devletler ikinci aşamada üye olarak BRİCS örgütünün eşit koşullarda tam üyeliklerine getirilmişlerdir. Kuruluşu itibarıyla batılı büyük devletlerin hegemonyasında olan Birleşmiş Milletlerdeki genel kurul ve güvenlik konseyi yapılanmasının beş büyük devletin eşit koşullarda var olabileceği yepyeni bir yapılanma sorunu ile çözüme kavuşturulurken, dünyanın artık beşten büyük olduğunu başta Birleşmiş Milletler örgütünün Güvenlik Konseyi üyelerinin kabul etmeleri gerekmektedir. Daha sonraki aşamada BRİCS örgütü ile Birleşmiş Milletler örgütlerinin yapacağı ortak toplantılar sonucunda bütün uluslararası örgütlerdeki devletlerin üyeliğinin özgür ve eşitlikçi bir yapıda yeniden örgütlenmelerinin ele alınmaları doğrultusunda hemen harekete geçilmelidir. Eğer bugünkü uluslararası düzen çerçevesinde sonuç alınabiliyorsa bu duruma uygun bir özgürlükçü ve eşitlikçi genel kurul düzeni kurulamazsa o zaman dünya devletlerinin ve ülkelerinin yeni dönemin başlangıcında bir araya gelerek bir dünya “Dünya Halkları Kongresini “kurmaları insanlık açısından bir an önce atılması gereken siyasal adım olacaktır. Halklar kendilerini temsil etmeyen devletlere ya da ulluslararası kuruluşlara teslim olmayarak, kendi kongrelerinin çatısı altında geleceğin özgür dünyasını el ele ve birlikte kurmalarının kaçınılmaz olduğu görülmektedir. Başka türlü bir alternatif gündemden düşerken Dünya Halkları Kongresi öne çıkmaktadır. Her devletin çatısı altında eşitlik arayan halklar kendi özgür kongreleri ile öne çıkmaktadır.

            İçinden geçilmekte olan yeni dönemde Türkiye’nin yaşamakta olduğu dönüşümler daha çok uluslararası alanda öne çıkan gelişmelerin sonuçlarına bağlı olarak gündeme gelmiş ve Türkiye gibi ülkelerin siyasal gündemleri, her zaman için uluslararası alandaki yeni ortaya çıkan küresel gelişmelerin yansımaları ya da etkileri sayesinde biçim kazanmaktadır. Bu nedenle son otuz yıllık küresel gelişmelerde sosyalist blokun dağılması ile ortaya çıkan siyasal gelişmeler ön plana geçerek, olayların cereyan ettiği bölgelerdeki devletlerin iç politikalarını ve daha sonraları da uluslararası ilişkilerini doğrudan baskı altına alarak yönlendirme yapmışlardır. Bulundukları tarih ve coğrafya çizgisindeki devletlerin geçmişten gelen birikimin sorunlarını çözmek üzere mücadeleler verdikleri aşamalarda, bir de yeni uluslararası ve ulusal konjonktürün siyasal gelişmeleri çizgisinde karışıklıklar getiren değişimlerin etki ve baskılarına dayanmaya çalışmaları da gelişmeleri daha da artırarak bugünün kaos ortamını tırmandırmalara açık bir duruma getirmişlerdir. Yeryüzünde tek değişmeyen kuralın değişim kanunu olduğunu iyi bilen devletler ve uluslararası kuruluşların yöneticileri kendi sorunlarına ek olarak gündeme gelen yeni değişim zorlamalarını, farklılıklar içeren düzeylerde kendilerinin komşusu olan devletlere ya da daha küçük ve orta boy devletlere doğru yönlendirerek, kaotik ortamlardan kurtulmaya çalıştıkları görülmektedir. Devletlerarası ilişkilerin ciddi bir rekabet ve aldatma girişimlerine, her geçen gün daha çok alet olduğu yeni dünyada bütün devletler sonradan ortaya çıkan siyasal ve ekonomik sorunların arkalarında diğer büyük devletlerin bulunduğunu her zaman için hatırlayarak, kendi ulusal çıkarlarını buna göre geliştirmeleri gerekli olmaktadır. Bu yüzden uluslararası alanda yürütülen diploması etkinliklerinin daha fazla bilgi temini ve istihbarat işlerine doğru yönlendiği, son yıllardaki küresel olayların yansımalarından ortaya çıkmaktadır.

            Her devletin kuruluş biçiminden gelen bir ortaya çıkış modeli bulunmaktadır. Bu tür yapılanmalar da devletler kuruldukları coğrafya ile bu alandaki tarihsel ve toplumsal gelişmelerin etkileri ile belirli yönlendirilmelere doğru giderken, kuruluş döneminden gelen kuruluş modeli ya da kendi yapılanmasına dayanak noktası sağlayan farklılıklara doğru çekildikleri anlaşılmaktadır. Devletlerin dış yapıları uluslararası ilişkilerin gelişim düzeylerine, iç yapıları da dış yapılanmaların ilgili ülkenin toplumsal yapılanmasına göre  biçimlenirken, var olan siyasal modeller ile yeni ortaya çıkan siyasal gelişmeler, eski devlet düzenlerini sarsmaya doğru yıkıcı ve çökertici bazı gelişmeleri planlayarak, en kritik zaman dilimlerinde ortaya bazı dağılma ya da çöküş senaryolarını sürmektedirler. Son çeyrek yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti eskisinden farklı yeni siyasal model arayışları ile karşı karşıya gelirken çeşitli siyasal merkezler kendi çıkarları açısından gerekli gördükleri yenilikleri uygulama alanlarına taşımaktadırlar. Bu nedenle, şehirler, yerleşim yerleri, alt ve üst bölgeler ve yeni eyaletler oluşturma çabaları, batı dünyasının gelişmiş zengin ülkeleri tarafından uygulama alanlarına getirilerek, büyük çapta harita değişikleri üzerinden, orta dünyada yirmi beş devletin sınırlarını değiştirmeye, kendileri için yeni devletler oluşturmaya çalışırlarken, aynı zamanda bazı küçük etnik toplulukları bağımsız devlet yapılarına doğru sürükleyerek, iki yüz ulus devlet içinden iki bin eyalet çıkarma senaryoları birbiri ardı sıra uluslararası arenanın tam ortasında kaos yaratıcı ortam hazırlayarak, bir daha içinden çıkılamayacak çöküş senaryolarına orta ve küçük boy devletlerin hepsini  siyasal ve ekonomik dayatma senaryoları, ya da istihbarat oyunlarına alet etmeye var güçleriyle saldırmaktadırlar.

            Kemalist bir cumhuriyet modeli ile kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti dünya haritalarının tam ortalarında yer alan bir orta boy devlet olarak, küresel hegemonya düzenini merkezi coğrafyadan başlayarak küresel hegemonya peşinde koşan küreselci emperyalistler, ya da Siyonist saldırganlar ordusunun hiç bir ayırım gözetmeden önüne gelen her ülkeye saldırması gibi, hukuku ayaklar altına alarak hak, hukuk ve adalet tanımayan insanlık dışı çeşitli senaryolara bütün dünya ülkelerini yok edecek bir tarzda saldırarak seferberliğe kalkışmaları ve dünya ülkeleri açısından hiç bir biçimde kabul edilemeyecek bir olumsuz durumdur. En olumsuz koşullara doğru insan merkezli dünyayı ortadan kaldırmaya doğru, her türlü kaos ortamını insanlığın önüne çıkartarak bütün dünyayı içinde yaşanamayacak bir gezegene dönüştürebilmenin arayışları içindeki emperyalist ve siyonist merkezler, her türlü bölücülük, çökertme ve ele geçirme yollarını deneyerek uluslararası hukuk ile birlikte her türlü saldırganlık tiyatrosu dünya sahnelerinde oynanmaktadır. Devletlerarası diplomasi alanı giderek zamanla bir büyük oyuna dönüştürülmekte ve bu doğrultularda akla gelen her türlü olumsuz oyunlar ile birlikte sahtekarlık ve suç gibi hukuk dışı yollara başvuran küresel emperyalizm ve siyonizm oyunlarına karşı bütün insanlık, var olan bütün ulusal ve uluslararası kuruluşları dünya barışı için büyük bir halk cephesi çatısı altında toplamak zorundadır. Yeni dönemde kurulacak bir “Dünya Halkları Kongresi” küresel anlamda bütün halkları ve devletleri hukuksal yaptırımlara dayanan bir uluslararası örgütlenme içinde yeniden bir araya getirerek, her türlü emperyalizmin önünü kesebilecek bir dünya gücüne dönüştürülmelidir.

            Yirminci yüzyılın koşullarında bir ulus devlet olarak kurulan çağdaş Türk devleti bugün yüz yılını arkada bırakırken, her türlü siyasal, sosyal ya da uluslararası sorunları yaşamış ve büyük bir birikime sahip olmuş bir orta boy devlet olarak dünya sahnesinin tam ortasında yerini korumaktadır. Alt kimlikleri karıştırarak bölgesel federasyonları kendine bağlı kurmak isteyen emperyalizm ve siyonizmin  “Post-Kemalizm” ya da “Post-Post Kemalizm” gibi uydurma senaryolar üzerinden paradigma değişikliği önerenler , Türk devletini ortadan kaldırabilmek üzere emperyalizmin emirlerini yerine getirerek ve alt kimlikçilik üzerinden yeni tür mikromilliyetçilik oyunlarını canlandırarak olmayan bir demokrasicilik üzerinden geçmişten bugüne hazırlamış oldukları bütün etnik ırkçılık senaryolarını devreye sokarak, Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşı aracılığı ile kazanmış olduğu ulusal birlik ve bütünlüğünü ortadan kaldırabilmenin yollarını arayarak, etnik köken ırkçılığı ile çağdaş uygarlığın getirmiş olduğu ulus devlet ve ulus millet yapılanmalarını artık kabul etmek durumundadırlar. Post Kemalizm tartışmaları ile Kemalist ulus devleti ortadan kaldırmak isteyenler, bugüne kadar böyle bir hedefi gerçekleştirememişlerdir .Bundan sonra yıkıcılıklarına devam etmek istiyorlarsa, biraz da Post-Emperyalizm, Post-Siyonizm, Post-Liberalizm, Post-Modernizm ve Post-Trumpizm gibi kavramlar üzerinden, dünyanın içine sürüklendiği bugünkü durumlarını madalyonların arkasından bakarak, biraz da perdenin arkasındaki hukuk dışı dünyanın durumlarını dünya halklarına anlatacak, yeni söylemlere acilen  gereksinme vardır .Bu yolları deneyenler insanlığın önüne gerçekçi alternatifler getirebileceklerdir. “Post “başlığı altında yeni dönemin ütopyacı hayalciliği ile, “Postgerçekcilik “takılmaları ile insanlık yeniden uğraştırılacak gibi görünmektedir. Türkiye iki kutuplu dünyadan çıkış ile birlikte içine sürüklendiği çok kutuplu kaotik ortamdan kurtulabilmek için acilen toparlanmalı ve kurucu devlet modeli ile harekete geçerek, ulusal çıkışa yönelmelidir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

19 Nisan 2025 Cumartesi

KAMUSAL CUMHURİYET Mİ? YOKSA KARŞI DEVRİM Mİ? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ

KAMUSAL CUMHURİYET Mİ? YOKSA KARŞI DEVRİM Mİ?

     Son zamanlarda Türk kamuoyunda yeni bir tartışma ortamı yaratılarak yüzüncü yılını başarıyla kutlamış olan Türkiye Cumhuriyeti, bu aşamada yeniden ele alınarak değerlendirilmekte ve bu doğrultuda düşünce platformunda en sağcı çizgiden en solcusuna kadar Türkiye kamuoyunu etkileyen bilim adamı ve yazarlar, kendi çizgi ve görüşlerini her fırsatta dile getirerek, yüz yıllık cumhuriyet devletini bir yerlere taşımaya çalışmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni otorite ve baskıcı rejimden yana olan faşistler komünist bir devlet olarak göstermeye çalışırlarken, aynı ülke ve devletin içinde var olan sosyalistler de Atatürk’ün kurucu önder olarak kurduğu Türkiye devletinin aslında faşist bir siyasal rejime dayandığını her fırsatta dile getirerek sağ kanat cumhuriyetçilere karşı kendi çıkışlarını öne sürmektedirler. Dünya karalarının tam ortalarında kurulmuş olan Atatürk Cumhuriyeti merkezi alanda çok geniş bir coğrafyaya yayıldığı için, yeryüzü haritasının farklı noktalarından hareket edildiği zaman, başka türlü tasniflere konu olarak siyasetin uç noktalarında hareket eden uçtaki ideolojilerin kendi çizgilerine göre değişken bir çizgide sınıflandırılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin üç kıta arasında uzanıp giden jeopolitik yapılanması, bu devletin zamanla değişen siyasal coğrafyalarda yer almasının da önünü açmaktadır. Türkiye var olan jeopolitik konumunu bu açıdan öne çıkararak bölgesel bir değerlendirme yaptığı zaman, kurucu önder Atatürk’ün ortaya koymuş olduğu devlet modeli ile karşı karşıya gelmektedir. Bu devlet modeli, ülkenin diğer devletlerden ayrılan farklı konumunu öne çıkarırken, öbür yandan da genel kamu hukuku açısından nasıl bir cumhuriyetçi devletin ortaya çıkarıldığını da gözler önüne sermektedir.

            Türk devleti diğer örneklerden bağımsız bir biçimde ele alındığı zaman, tam anlamıyla kamusal bir cumhuriyet devleti modeli ile karşı karşıya kalınmaktadır. Dünya haritasına bakıldığı zaman çeşit çeşit cumhuriyet modelleri ile karşı karşıya kalınmakta ve bu yüzden de her cumhuriyet devleti kendi jeopolitik konumu ile birlikte ülke ve devlet koşullarına dayanan farklı bir siyasal rejim gündeme gelmektedir. Genel kamu hukuku açısından Türk devleti ele alındığında, ülke ve devlet bütünleşmesi doğrultusunda ortada bir ülkesel sentez yapılanması öne çıkmaktadır. Dünya haritasını oluşturmakta olan iki yüzün üzerinde ayrı bir devlet oluşumları dikkate alındığında, birbirinden çok farklı devletlerin var olduğu ve de bunların her zaman için kendi özel koşulları yüzünden karşı karşıya gelerek çekişme, sürtüşme ve de çatışma ortamlarına doğru sürüklenmek zorunda kaldıkları görülmektedir. Farklı siyasal yapıların ya da jeopolitik konumların öne çıkardığı gibi devletlerin birbirlerinden ayrılan yanları her zaman için çatışma ve gerginlik sorunlarının ortaya çıkmasına ya da bölge haritaları düzeltilirken gündeme gelen savaşlar ya da sıcak olaylar birbirlerini izleyerek, siyasal gündemin üzerinde baskı ve antidemokratik rejimlere doğru kaymalar gösterebilmekte ve bu çerçevede kamusal alanda ortaya çıkan siyasal yapılanma oluşumları, yeni cumhuriyet modellerini öne çıkararak her ülkenin kendi özelliklerine dayanan kamusal cumhuriyet yapılanmasına giden yolları belirlemektedir. Genel kamu hukukunun içinden gelen ilkeler, modeller ve benzeri yapılanmalar, bu hukuk dalının içeriğinde yer alarak yönlendirici olmaktadır.

            Dünya kıtaları üzerinde cumhuriyet devleti oluşumları ile öne çıkmakta olan devlet biçimleri ve de modellerinin ayrı ayrı ele alınarak incelenmesi sayesinde, günümüz dünyasının genel anlamda bir değerlendirilmesi yapılabilmektedir. Bağımsız, laik, halkçı, ulusalcı ve de kamucu bir cumhuriyet örnekleri ele alınarak incelendiği zaman, bu tür tasnifler içinde yer alan devlet yapılanmalarının, pek de birbirlerine benzemedikleri görülmektedir. Bu aşamada ifade edilen beş tür cumhuriyet modeli ülkelerin özelliklerine uygun düşecek biçimde devletleşme süreçlerinin de içeriklerinin belirlenmesinde kesin olarak belirleyici ve yönlendirici bir konumda devreye girmektedirler. Farklı özelliklere sahip olan cumhuriyet devletleri halkçı, ulusalcı, laik, bağımsızlıkçı ve de kamucu yapılarıyla hem birbirlerinden ayrılırlar hem de bu sıfatlar doğrultusunda ayrı gruplar halinde ele alınarak değerlendirilirler. Genel kamu hukukunun bir bölümü olan kamusal alanda ortaya çıkan cumhuriyet devletleri hem ortak özellikleriyle kamu hukukunun bir parçasıdır, hem de farklı özellikleriyle de burada belirtilen beş ana grup içinde ele alınarak farklı özellikleri olan gruplar içinde incelenmektedir. Devletlerin tasnifi içinde yer almakta olan cumhuriyet düzenleri devletin temelinde var olan ana ilkeler çerçevesinde, birbirlerinden farklı çizgilerde ele alınabilmektedirler. Halkçı, ulusçu, bağımsızlıkçı gibi ana özelliklerden yapılandıran cumhuriyet devletlerinin hepsi devlet ya da cumhuriyet yönetimleri ya da kamu düzenleri açılarından birer kamu hukuku süjesi olmak durumundadırlar. Ulusal ya da uluslararası örgütler gibi devletler de birer tüzel kişilik olarak anayasalarda dile getirilen bir hukuksal düzenlemenin ana inceleme konuları olarak, dünya çapında her türlü sosyal ya da siyasal araştırma ve değerlendirmelere konu olmaktadırlar.

            Her türlü bilimsel çalışma ya da araştırmalara konu olarak seçilen devletler ya da benzeri büyük tüzel kişilik yapılanmaları, uygarlık tarihi alanında ilk çağlardan son çağlara kadar uzanan çalışmalarda ana başlıklar halinde yer alarak, bugünün kamu hukuku alanında var olan temel bilgilerin elde edilmesinde ve yararlı kaynaklar olarak bilimsel tasniflerin öne sürülmesinde, etkin rollerin belirleyici olmalarına yardımcı olmuştur. Bugünün dünyasında devletler ve diğer siyasal kurum ve kuruluşların dışa dönük girişimleri, topluma açık olmak biçiminde kişilik kazandığı için, genel kamu hukuku dalı da bu tür oluşumları da yakından izleyerek önce durum tespitleri ve daha sonraları da genel kural halinde dile getirilecek kuralları bir bütünsellik içinde ele alarak, insanlık için genel değişim ve dönüşümler genel kamu hukuku alanında belirli bir disiplin içinde öncelikle temel bilgiler olarak yaratılmaya çalışılmıştır. Daha sonraki aşamada da yakından bağlantılı bilimsel bilgilerin sağladığı ortam da topluca bir düşünsel oluşum olarak bilimsellik temelinde olması gereken altyapı olarak, kamusal alanın bilimsel bir disiplin içine alınmasında yararlanılmaya çalışılmıştır. Genel olarak tüm araştırmaların taşıması gereken bilimsellik kadar, her türlü dış müdahaleye karşı çıkış anlamında mutlak anlamda bağımsızlık da genel kamu hukukunun kuracağı ya da hazırlayacağı disiplinler ya da kamu düzenleri çerçevesinde bilimselleşme girişimleri, olumlu anlamda uygulanabilir sonuçlara dönüşerek, geleceğin dünyasında bir kaos ya da  başka türlü kargaşa ortamı yaratılmasına karşı çıkışı gerçekleştirerek, araştırmacılara  bu doğrultuda yeni bilimsel bakış açıları kazandırmıştır. Kamusallık her türlü kamuya dönük çalışmaların hem öncüsü hem de temelini oluşturarak, genel kamu hukuku alanında bu alanı bilimleştirme gibi bir misyonu öne çıkarmak durumunda olmuştur.

            Bağımsızlık bütün bilim dallarının izlemek zorunda kaldığı bir ana ilke olarak ve aynı zamanda bütün devletler için de bir özgürlük alanı yaratabilmenin sonucu olarak da ortaya çıkmış bir kuraldır. Bir devlet bilimi olarak ve hukukun kamusal alanda geçerlilik kazanan dalı olan kamu hukukunun kamusal alanı bütünüyle düzene koymak ya da bu alanda diğer bilim dallarının yarattığı gelişmelerin var olan kamusal alana aktarılarak, var olan kamusal alanın düzenini geçmişten gelen birikim ile tamamlayarak, cumhuriyet devletlerinin daha güçlü bir tamamlanmaya yönelmesinde destek sağlamaya çalışmışlardır. Bağımlılık anlayışı bilimsel alandan dışlandığı gibi cumhuriyetçi devletlerinde de diğer büyük ve emperyal devletlerin baskıları sonucunda bağımlılık çıkmazına sürüklenen devlet yapıları, zamanla yıpranarak çökmektedir. Var olmak isteyen ve bu doğrultuda mücadele eden devletler ve diğer siyasal kuruluşların sadece bağımsızlık sorununa değil ama aynı zamanda bu sorunun diğer yarısını oluşturan bağımlılık çıkmazlarına karşı da mücadeleler verilmesi gerekmektedir. Zengin ve refah içindeki toplumlar kendi çıkarları doğrultusunda bağımsızlığa fazlasıyla önem vererek, bağımlılık çukurundan kurtulabilmenin yollarını aramaktadırlar. Çağdaş dünyada siyaset ve ekonomi birlikte ele alındıkları için, ekonominin ve siyaset biliminin kuralları birbirleri için geçerlilik kazanarak, bu iki bilim dalı ve çalışma alanının zaman içinde birbirlerine yaklaşarak ekonomi destekli siyasal bilim ile siyasal alan destekli bir ekonomi bilimi alanları birbirlerine arka çıkma çizgisinde geçerlilik kazanabilmektedir. Ekonomi ve siyaset bilim dallarının bağımsızlıkçı bir çizgide ele alınarak örgütlenmeleri otarşi adı verilen, bağımsızlık içinde kendi sınırları içinde bağımsızlıkçı bir çalışma düzeni kurulmasını hedefleyen, birbirinden kopuk biçimde var olan ulus altı topluluklar gündeme gelebilmektedir.

            Devletler ve örgütler arasında karşılıklı ilişkiler düzenleri bağımsızlık çizgisinde kurulduğu gibi bağımlılık çıkmazına sürüklenenlerin bu işlere alet oldukları gibi bağımlılık çıkmazına saplanan ve böylesine bir kuyuya düştükten sonra bu durumdan bir türlü çıkamayan insanlar ya da örgütler ve iktidarlar da görülebilmektedir. Siyasal alanda hem bağımsızlık hem de bağımlılık ilişkileri karşılıklı olarak var olabilmektedir. Ayrıca karşılıklı etkileşim politikaları da zaman içinde devreye girdiği aşamalarda bağımsızlık ilişkilerinin tam anlamıyla devreye girebildiği görülebilmektedir. Siyasal alan bağımlılık ve bağımsızlık ilişkilerinin birlikte meydana geldiği ortak alan olarak toplumların ve toplulukların zaman içinde yükselmesine ya da tamamen tersi bir çizgide çökertilmesine yol açabilen hızlı değişimlerin oluştuğu bir alan olarak dünyadaki gelişmelere zemin hazırlamıştır. Dışa kapalı bir biçimde kendi başına hareketlilik içindeki otarşik yönetimler bağımlılık ve bağımsızlık ilişkilerinin kargaşa içinde gelişmesine, dolaylı yollardan etki yarattığı için bağımlılık ve bağımsızlık dengelerinde dolaylı yönlendirme toplumsal yaşam içinde fazlasıyla meydana gelebilmektedir. Ekonomik alandaki bağımlılık-bağımsızlık ilişkileri aynı düzeyde siyasal alana da yansıyabilmekte ve toplumların ya da devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda geleceklerini kurtarmalarına izin vermemektedir. Ülkelerde var olan sosyal ilişkiler düzeninin her türlü çöküş ya da çökertiliş senaryolarına dönüşmesi, kamu düzenlerinin iyi örgütlenerek aktif savunma programları ile mücadele etmelerine bağlıdır. Her devletin istediği kalkınma ya da ekonomik gelişmişlik düzeyi, gene kamu düzenlerinin üzerine düşen bir misyondur. Tam bağımsızlık özlemi her devlet ve toplum için geçerlidir.

            Ulusal bağımsızlık statüsünün tam olarak gerçekleşebilmesi için öncelikle her ulusun uluslaşma sürecini tamamlaması ve bu doğrultuda birleşen ulus iradesinin tam anlamıyla ulusal sınırlar içerisinde tam anlamıyla hegemonya düzenini kurabilmeleri gerekmektedir. Dünya haritasında yer alan her devlet sahip olduğu toplumların yapısına ve özelliklerine göre siyasal bir yapılanma içerisine girmektedirler. Küresel çapta bir sömürgecilik ulusal ya da halkçı idare sistemlerinin kurulması üzerine geçerlilik kazanmaktadır. Batı emperyalizminin egemen olduğu dünya hakimiyeti arayışında, var olan toplumsal yapının devlet düzeninin sosyolojik yapılanmasını yönlendirmesine göre siyasal düzenler kurulabilmektedir. Ulusların egemen olduğu ulus devletlerde gene ulusal egemenlik düzeni öne geçebilmektedir. Halk kitlelerinin yaşadıkları ülkelerde halkçı cumhuriyetçilik ya da halk devletleri modelleri öne geçmektedir. Toplumların içinde ulusal ya da halkçı yapılanmaların egemen konuma gelmesiyle birlikte, halk ya da ülke devletlerinin kurulabilmesi mümkün olabilmektedir. Ulusal bağımsızlık ya da halk egemenliğine dayanan halkçı cumhuriyetler, kapitalist sistem içinde kaldıkları süre içinde ekonomik gelişme ile bağımlılık arasında ters anlamda bir orantılılık vardır. Tam bağımsızlık düzenlerinde ise bağımsızlık düz orantılıdır. Çağdaş cumhuriyet rejimlerinde ve devletlerinde ise her durumda asıl olan özgürlük ve bağımsızlıktır. Ülkelerdeki kamu düzenleri bu doğrultuda kamusal alanın örgütlenmesi olarak öne çıkmaktadır. Kamu düzenleri gibi kamu hukukları da bu doğrultuda ele alınarak yapılandırılmaktadır.

            Türkiye gibi cumhuriyeti ve demokrasisi yarım kalmış ya da bıraktırılmış statüye zorlanan ülkelerde, kamu yararı dikkate alınmadığı gibi aynı zamanda kaotik gelişmeler de gündeme gelebilmektedir. Bir ülkenin, devletin ya da ulusun gereksinmeleri doğrultusunda siyasal düzenlerin öncelikle kurulması gerekirken, emperyalist dış güçlerin öne geçerek kendi çıkarları doğrultusunda ülkelerin ya da devletlerin iç işlerine karışmaları her şeyi alt üst edebilmekte ve bu nedenle siyasal bağımsızlık düzenleri yıkılırken yerine bağımlılık düzenleri oluşturulmaktadır. Dışarıdan müdahaleler aracılığı ile küçük ve azgelişmiş ülkeler egemenliklerini ellerinden kaçırma çıkmazına gelmeleri ile, yeni sömürgeciliğin temelleri atılarak dünya halkları gerginlik ve çatışma ortamlarına doğru sürüklenebilmektedirler. Böylesine çıkmazlara sürüklenerek ulusal egemenliklerini yitiren devletlerin bu tür olumsuz noktalara geldikleri aşamalarda yeni bir cumhuriyet yapılanmasına gitmek istemektedirler. Türkiye’de böylesine bir sürüklenmeye geçen yüzyıl içinde getirilmek istenmiş ama ikinci cumhuriyetçilik adı altında emperyalizmin örgütlediği karşı devrimci girişim, her şeyi eline ve yüzüne bulaştırarak ikinci bir cumhuriyet düzeni kuramadığı gibi, aynı zamanda var olan cumhuriyeti de bozarak ve yıkarak çağdaş cumhuriyet ile yönetilen ülkenin siyasal belirsizlik ortamına zorlanması gündeme getirilmiştir. Geri bıraktırılmış ve her türlü emperyal saldırıya hedef olarak seçilmiş olan orta ve küçük boy devletlerin yeni dönemlerde, böylesine emperyalist saldırılardan uzaklaşabilmesi için devrimci atılımlara gereksinme duyulurken böylesine bir doğal gelişmenin önünü kesebilmek üzere, bazı tarikatların öncülüğü ya da yönetimi altında karşı devrimci atılımlar öne çıkabilmektedir. Geri kalmışlık çıkmazından kurtulabilmek için yeni devrimci atılımlara gereksinme duyulurken, bu kez böylesine bir gelişmenin önünün kesilebilmesi için orta çağ zihniyetine dayanan gerici kamu düzeni kurabilecek çizgide yeni orta çağ arayışları, karşı devrim arayışları ile örgütlenmeye çalışılmaktadır. Büyük emperyalist devletler çağdaşlığın tepesine çıkarken, orta boy ve küçük devletler yeniden orta çağ düzenine mahkûm edilmeye çalışılmaktadır.

            İnsanlık tarihi incelendiğinde tarihin dönüşüm aşamalarında devrimci atılımlar ile karşı devrimci tepkisel oluşumlar birbirleri ardı sıra tarih sahnesine çıkarak önemli gelişmelerin hazırlayıcısı olmuşlardır. Toplumsal dengelerin değişmesi ya da yeni güç merkezlerinin ortaya çıkması nedeniyle, bazen devrimlere giden yollar açılmıştır, bazen da yapılmış olan bir ilerici ve de cumhuriyetçi devrimlerin önünü kesmek üzere de ülkeyi geriye doğru bir orta çağ düzenine götürebilecek gerici adımların, birbiri ardı sıra atılmasıyla birlikte, bazı devletlerde ya da ülkelerde geçmişe dönük senaryolar devreye sokulurken, devrimci atılımların devletleştiği ya da devlet düzeni kurduğu ülkelerde hiç çekinmeden karşı devrimler geriye doğru dönük bir yönde yeni orta çağ senaryolarını tıpkı Fransa’da olduğu gibi öne çıkararak, derebeylik düzeninden çağdaş düzene geçişin açıklamasının yapılması gerekirken, devrimlerle yaratılmış olan çağdaş devlet ve demokrasi düzenlerini dışlayacak bir çizgide karşı devrimlerin demokratik düzenleri dışlayacak bir biçimde ele alınması, bugünün koşullarında küreselci emperyalizm ve Siyonizm çizgisinde eski uygarlıkların beşiği olan orta dünyada yeniden gündeme getirilmesi, üzerinde durulması gereken son derece ürkütücü bir gelişmenin öncü adımları olarak öne çıkmaktadır. Tarihsel süreç içinde devrimlere karşı yapılan devrimler dikkate alınmazken, yeni gelinen aşamada bir de Ortaçağ karşı devrimciliği insanlığın bugünkü medeniyet birikimini dışlayan ya da yeni uygarlık arayışlarını karşı devrimci ataklarla önlemeye çaba gösteren emperyalizm, işbirlikçileri ile geriye dönük gericilik yaparak yeni dünya düzenini karşı devrimci bir yapıda geçerli kılmaya çaba göstermektedirler.

            Çağdaş cumhuriyetler devrimci bir cumhuriyet anlayışı ile harekete geçerken ve emperyalist ile Siyonist akımlar devrimlere karşı örgütlenirken, devrimlere devrim ile yanıt vermek doğrultusunda, karşı devrimlere de devrimcilik ilkesi doğrultusunda yanıtlar aramak ya da yeni yorumlar ile insanlığın yeniden geriye yönlendirilmesine karşı çıkışlar yapmak gerekmektedir. Prof. Dr. Çetin Yetkin yayınlamış olduğu “Karşı Devrim “ isimli kitabı ile emperyalizmin Türkiye’deki Atatürk devrimini devre dışı bırakmaya çalıştığını anlatarak, Türk kamuoyunu bilimsel kaynaklara dayanarak uyarmayı bir görev bilmiştir. Türkiye’deki Cumhuriyetçi akımlar ise çıkardıkları YÖN dergisi ile Türk toplumunu “Karşı devrime karşı devrim” başlığı altında gene Türkiye Cumhuriyeti’ni uyararak orta çağ senaryolarına karşı hem insanlığı hem de Türkleri uyarmışlardır. Türkiye’de yapılmış olan Atatürk Devrimine sahip çıkacak ilerici aydın potansiyelinin ikinci cumhuriyetçilik sapmalarına kaymamaları için, daha bilinçli devrimcilik yapmak gerekmektedir. Türk Anayasa’sında cumhuriyetin altı ilkesi olarak sayılan kurallardan bir tanesinin devrimcilik ilkesi olduğunu bütün Türk vatandaşlarının her aşamada hatırlaması ve bu anayasal düzenlemeye uygun bir biçimde hareket etmelidirler. Küreselleşmenin getirdiği neoliberal teslimiyetçilikle Türkler uzak davranmalı ve bu doğrultuda Atatürk devrimciliğine de sahip çıkmalıdır. Cumhuriyet rejimi kurulurken karşı devrimden devrime yönelen Türkiye Cumhuriyeti’nin, şimdi de yarım kalan cumhuriyet devrimini tamamlamak üzere yeni bir ulusal, halkçı ve devletçi bir devrim programını Türk ulusunun siyasal gündemine taşıması gerekmektedir. Merkezi coğrafyada devrimci girişimler her zaman karşı devrimci girişimlerin önünü kesmiştir. Kamusal Cumhuriyetçilik her zaman için karşı devrimciliğe yer vermemiştir.

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN