"Dünya barışı için Kemalist Avrasyacılık"
Davutoğlu’nun bakan olması BOP’un iflasıydı
TÜRKSOLU: AKP’nin son yıllarında özellikle Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasıyla başlayan dönem Türkiye açısından dış politikada nasıl bir durum yarattı? Ulusal strateji ne duruma geldi? Türkiye güçlendi mi yoksa yalnızlaşıp “şer ekseni” olarak tabir edilen bir noktaya mı sürüklendi? Ne dersiniz?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Sayın Davutoğlu, Malezya’da üniversite eğitimi görmüş bir uzmandır. Ben, onun bakan olmasını Büyük Ortadoğu Projesi’nin bitme noktası olarak görüyorum. BOP’un iflas ettiği noktada Türkiye, Dışişleri Bakanı’nı değiştirerek bir Avrasya açılımı gündeme getirmek istedi. Sayın Davutoğlu’nun bu konulara özel ilgisinin olduğunu biliyorum. Meseleleri o doğrultuda takip ediyordu. İki konu Davutoğlu’nu bağlamıştır: Biri “stratejik derinlik” kavramıdır. Diğeri de “komşularla sıfır sorun” politikasıdır. “Stratejik Derinlik” Avrasya stratejisinde farklı yol izlemeyi getirdiği içindir ki geçmişin kalıplarının dışına çıktığı noktada Davutoğlu’nun önünü açıyordu. Bunu da hem strateji hem de derinlik kavramlarıyla açıklıyordu. Bunun yanında “sıfır sorun” politikası iddialıydı. Türkiye o güne kadar da Batı bloğunun, NATO’nun bir üyesi olarak İncirlik Üssü’nün komşularına karşı kullanılmasını da kabul ederek Soğuk Savaş döneminden gelen durumla da komşularıyla ayrı kamplarda ve karşı karşıya olmuştu.
“Komşularla sıfır sorun” politikası, Türkiye’nin İran’la, Irak’la, Suriye’yle yeni ilişkileri gündeme getiriyordu. Aynen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde olduğu gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu bölgede, II. Dünya Savaşı öncesinde komşularla dayanışma içine girmesi gibi bir arayışı Türk kamuoyunda çağrıştırmıştı. Ama sonrasında tüm gelişmelerde, özellikle Irak Savaşı’nın içine Türkiye’nin sonradan dahil olmaya çalışarak, Kuzey Irak’taki fiili yapılanmayla işbirliği yaparak Kuzey Irak petrolünden pay almaya çalışması, daha sonrasında da Suriye Savaşı’nda daha düne kadar dost ve kardeş ilan edilen Esat ile ciddi boyutlarda karşı karşıya gelinmesi bir handikap olarak ortaya çıkıyordu.
“Komşularla sıfır sorun” gerçekçi bir politika değildi
“Komşularla sıfır sorun” politikası Irak’ta ve Suriye’de yaşananlardan sonra maalesef iflas etme noktasına gelmiştir. Çünkü gerçekçi bir politika olmadığı, Irak’ın başkenti Bağdat’ın, Suriye’nin başkenti Şam’ın dışlanarak iki ülkenin kuzeyindeki yapılanmalara yönelik politikalar gündeme geldiğinde devlet merkezleriyle Türkiye karşı karşıya gelmiştir. Bu politikanın yanlış bir politika olduğu netlik kazandı. Atatürk’ün Sadabad Paktı arayışı içerisinde Bağdat, Şam ve Tahran’la diyalog kurarak, Ortadoğu’da mevcut devletlerle bir bölgesel ittifak arayışının da haklılığı bir kaz daha kanıtlanmış oldu.
TÜRKSOLU: Hocam, sizin “Büyük Selçuklu Stratejisi-Merkezi Devletler Birliği” stratejik öneriniz var. Bunu biraz anlatabilir misiniz?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Burası dünyanın jeopolitik ve stratejik merkezidir. Bu merkezde yer alan devletlerin bir araya gelmesiyle bir merkez oluşacak. Önceden Sovyetler Birliği vardı. Şimdi AB var. Ama yarın dünyanın orta alanında bir “merkez birliği” olabilir.
TÜRKSOLU: Siz bu birliğin kökenini Büyük Selçuklu Devleti’ne mi dayandırıyorsunuz?
Anadolu’daki Türk varlığının kökü Selçuklu inisiyatifidir
Prof. Dr. Anıl Çeçen, 1948 yılında Ankara’da doğdu. Ankara Koleji’ni ve AÜ Hukuk Faktiltesi’ni bitirdi. 1971’de avukatlık stajını tamamlayarak Türkiye ve Ortadoğu Enstitüsü’ne asistan oldu. 12 Mart dönemi İdari Reform Komisyonu’nda Merkezi İdare Sekreterliği yaptı. Üniversite öğrenciliği yıllarından başlayarak Ulus, Barış ve Halkçı gazetelerinde araştırmacı ve köşe yazarı olarak çalıştı. 1970-1978 arasında arkadaşlarıyla birlikte aylık Adım Dergisi’ni yayımladı. 1972’de AÜ Hukuk Fakültesi’ne asistan oldu. 1974-1978 arasında Halkevleri Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. 1972-1978 arasında Halkevleri Atatürk Enstitüsü Genel Sekreterliğini, 1975-1977 yıllarında Halkevleri 2. Başkanlığını, 1974-1978 arasında Unesco Eğitim Komitesi Sekreterliğini, 1976-1986 yılları arasında Sanat Kurumu Başkanlığını yürüttü. 1984 yılından başlayarak serbest avukat ve yazar olarak çalışan Çeçen, 1990’da Danıştay kararıyla üniversiteye döndü. Halen AÜ Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku öğretim üyesidir.
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Evet çünkü Anadolu’da Türk varlığının devam etmesinin ve bugüne gelmesinin arkasındaki inisiyatif Selçuklu’dur. Osmanlı da onun uzantısıdır. Osmanlı bu inisiyatifi Avrupa’ya taşımıştır ve Avrupa merkezli götürmüştür. Balkanlar’a baktığınız zaman hep Osmanlı eserleri görürsünüz, Anadolu’da ise Selçuklu. Anadolu, Selçuklu döneminde merkezdir; Osmanlı İstanbul’u alıp Balkanlar’a yayılınca burayı merkez almıştır. Şu anda Türkiye’nin Balkanlar’ın dışında kaldığı noktada Osmanlı hinterlandından geri çekilen Türklerin ayakta kalarak yoluna devam etmesi noktasında Türk varlığının Anadolu’ya yerleşmesini sağlayan esas giriş kapısı olan Azerbaycan ve İran önem kazanmaktadır. Benim konuyu Büyük Selçuklu vizyonu olarak konuyu gündeme getirmemin sebebi, “Yeni Osmanlı” adı altında Osmanlı hinterlandına Atlantik güçlerinin ve İsrail Siyonizmi’nin egemen olma çabasıdır.
Bunlar emperyal plan ve projelerdir. Bu çerçevede Türkiye’nin Atlantik güçlerinin böyle bir yeni yapılanmayı gündeme getirmesi noktasında, Türkiye’nin de alternatifinin olabileceğini, kendisini var eden çizgide ortaya çıkan hem Selçuklu döneminden gelen yapılanmaya hem de Osmanlı’nın yıkılmasından sonra ortaya çıkan Atatürk Cumhuriyeti’ne, Kemalist birlikteliğe dayanmamız gerektiğini vurgulamak için bu tanımlamayı gündeme getirdim. Bu projeyi biraz daha açarsak burada Selçuklu İmparatorluğu ile Kemalist devlet arasında bir sentez arayışı olduğunu görürüz. Bugün eski Selçuklu toprağı Anadolu’da Türk varlığı Türkiye Cumhuriyeti olarak devam ediyor.
Kemalist Avrasyacılık
Bizim için Türkiye’nin bu topraklarda varlığını koruyarak yoluna devam etmesi noktasında Selçuklu hinterlandına Kemalist modelle geçiş gündeme gelir. Bu önce dünyanın jeopolitik merkezinde söz konusudur. Daha sonra büyük emperyal güçlerle, Rusya, Çin, Hindistan gibi yeni dev ülkelerle karşı karşıya kaldığı noktada, bu alandaki yeni Avrasya yapılanmasında Türkiye’nin bu modeli çekirdek model olarak ortaya çıkar. Ben buna Kemalist Avrasyacılık diyorum.
TÜRKSOLU: Kemalist Avrasyacılık ile neyi ifade ediyorsunuz?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Kemalist Avrasyacılık projesi Turancılığın, Türkçülüğün, İslamcılığın, bu coğrafyada var olan bir takım siyasi akımların ötesinde, daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Mevcut durumu kabul eden, geçmişten gelen birikimle bugünü değerlendiren ve geleceğe dönük yeni bir yapılanmayı Rusya-Çin-Hindistan doğu üçgeni ile ABD-AB-İsrail Batı üçgeni arasında sıkışan Türkiye’nin Doğu-Batı dengesine de yönelmesini sağlayan bir projedir. Böylece Avrasya bölgesinde, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Orta Asya, Ortadoğu ve Kafkasya’daki birikimin, çağdaş dünya ile entegre olmasını sağlayacak bir antiemperyal modeli beraberinde gündeme getirir.
Dünya hegomonya kavgası Avrasya’da kilitleniyor
Ortadoğu’da İsrail-ABD ikilisinin savaş zorladığını görüyoruz. İngiltere’nin yeni projelerle Türkiye üzerinden bölgeye girmeye çalıştığını görüyoruz. Batı Asya Birliği denilen yaklaşım budur. Yine bunun ötesinde Rusya, Çin ve Hindistan’ın yeni emperyalizme hazırlandığını görüyoruz. Önümüzdeki dönemde Dünya hegemonya kavgası Avrasya bölgesine kilitlenmektedir. Avrasya; AB, Rusya, Çin ve Hindistan gibi dört büyük emperyal güçle sarılmıştır. Bu arada Batının diğer güçlerini yani ABD ve İsrail’i de devreye sokarsak bu Avrasya merkezli çekişmenin tarafları da ortaya çıkar.
TÜRKSOLU: Avrasya bizim için ne anlama geliyor?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Bu coğrafya ise bizim esas ve tarihi coğrafyamızdır. Türkler bugün Ortadoğu’nun merkezinde bir ülkeye sahiptir. Fakat Orta Asya kökenlidir. Türkiye’nin Ortadoğu’da varlığını koruyarak Orta Asya ile entegrasyonu da Kemalist Avrasyacılık dediğimiz açılımla, Ortadoğu ülkeleri üzerinden, Müslüman ülkelerin laik bir yapıya yönelmesiyle, Azerbaycan ve İran gibi çok önemli Türk nüfusları barındıran ülkelerin, Atatürk modeliyle bir araya gelmesini sağlayarak olabilir. Böyle bir yeni açılımı bölgeye getirmektedir.benim son dönemde yaptığım çalışmalara, yayınladığım makale ve kitaplara da bakarsanız bunu çok net olarak görürsünüz. Türkiye Dünya ile beraber çok büyük bir dönüşümün içerisindedir. Dünya sistemi ciddi biçimde kilitlenmiştir. ABD tek başına dünyayı yönetememektedir. Avrupa Birliği dağılma noktasına gelmiştir. Batı, hegemonyasını kaybetmiştir. Yeni bir arayış başlamıştır. Bütün bu arayışların dünyanın merkezi coğrafyasında sıcak çatışmalara yol açmaması için Türkiye’nin toparlanması gündeme getirilmelidir.
Balkan ve Sadabad Paktlarına benzer bir yapılanmaya ihtiyaç var
Önce bir milli programa ihtiyacımız vardır. Bu milli program ile güçlenecek Türkiye’nin çevresinde Atatürk’ün Balkan ve Sadabad Paktlarıyla getirdiği bir bölgesel yapılanmaya ihtiyaç vardır. Ama uzun vadede dünya dengelerinde ve Avrasya kıtasındaki bu hegemonya mücadelesinde de emperyalist Avrasya yapılanmalarına karşı, Avrasya içinde yer alan ülkelerin dayanışma ve kardeşlik içerisinde bir bölgesel yapılanmaya yönelmesi söz konusudur. Burada da kilit nokta Türkiye’dir. Avrasya’nın nüfusunun büyük kısmının Türk asıllı olması ve Türkiye’nin bu coğrafyada Atatürk Cumhuriyeti ile bir örnek ülke konumuna gelmesi nedeniyle, Türkiye’nin hem modelini bölgeye taşımak, hem bölgenin Türk varlığıyla entegre olmak hem de antiemperyalist bir Avrasya stratejisini emperyal ülkelerin Avrasya bölgesine girmesine karşı örgütlemesini sağlayarak, bölgedeki çekişmelerin bir III. Dünya Savaşı’na yol açmasını önleyecek şekilde bir stratejiyi izleyecek yeni bir iktidara ihtiyaç vardır. Bu da yeni bir yön arayışı olarak nitelendirilebilir.
TÜRKSOLU: 27 Mayıs 1960 sonrasında da Türkiye’de bir yön arayışı vardı. O amacına ulaşmadı mı?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: 27 Mayıs Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. 27 Mayıs’la beraber Türkiye kendini Soğuk Savaş döneminde, ki o dönemde SSCB büyük bir tehdit olarak vardı, Türkiye o çerçevede yeni bir yön arayışına girmişti. Türkiye’deki aydınlar bu arayışa girerken devletin kuruluşunda yer alan üç dünyanın dengelerini dikkate alarak hareket ettiler. Türkiye Cumhuriyeti dünyanın merkezinde ulus devlet olarak kurulurken, doğuda Sovyet Bloğu, batıda Batı Bloğu, güneyde ise İslam Bloğu vardı. İslam ülkeleri Batılı emperyalistlerin kontrolü altındaydı. Böyle bir noktada Türkiye bu üç dünya arasında bir merkez devlet modeli olarak kurulmuştu. Ama daha sonra Soğuk Savaşın son dönemine doğru gidilirken Rusya’nın yeniden güneye kayma girişimlerinin ortaya çıktığı noktada Türkiye’de karışıklık ve askeri dönemler yaşanmıştı.
Bugün geldiğimiz noktada bloklaşma ortadan kalkınca ve Rusya’da kapitalist sistem içinde yerine almaya başlayınca, Demir Perde de ortadan kalkmıştır. Bununla beraber de Türkiye’nin eskiden sırtını döndüğü Türk dünyasına yüzünü dönmesi gündeme gelmişti.
Merkez alanda var olmanın yolu büyük devlet kurmaktır
TÜRKSOLU: Hocam, Türkiye ne anlamda merkezdedir?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Türkiye Dünyanın jeopolitik merkezindeki bir ülkedir. Bu bölgedeki devletlerin tarihine bakarsanız bunların bazen Doğu-Asya bağlantılı, bazen Batı-Avrupa bağlantılı, bazen Rusya, bazen de güney bağlantılı olduğunu görürsünüz. Bu yön tanımlamaları Türkiye’ye göre yapılmıştır. Bu nedenle jeopolitik kitapları Türkiye’nin bulunduğu bölgeye Dünyanın merkezi demektedirler. Merkezde bulunmanın getirdiği bir sorumluluk vardır. Ya merkezde güçlü olarak ve büyük bir devlet haline gelerek var olacaksınız, ki bunu Bizans, Roma ve Osmanlı yapmıştır ve 800-1000 sene ayakta kalmışlardır, ya da Anadolu Selçuklu Devleti gibi küçük bir devlet olursunuz. O zamansa ancak 70-80 yıl yaşayabilirsiniz. Yani Anadolu’da var olan devletler küçülürlerse kayıp giderler. Çünkü emperyal merkezler Doğu-Batı Kuzey-Güney eksenlerinin kesiştiği bu merkeze müdahale ederler. Ya da merkezde çok güçlü bir yapı kurarsınız. Bu eksendeki müdahaleleri önler ve merkezde büyük devlet haline gelirsiniz. Osmanlı budur. Selçuklu İstanbul’u alamadığı ve Balkanlar’a müdahale edemediği için uzun süre yaşayamamıştır. Ama Osmanlı bunu yapabildiği için uzun süre hegemonyasını sürdürmüştür.
Türkiye’nin önünde hem Selçuklu hem de Osmanlı dönemleri vardır. Her iki dönemin de yanlışlarını ve doğrularını değerlendirerek hareket etmek durumundadır. Bu hinterland Türk coğrafyasıdır. Burada da bir otorite boşluğu vardır. Bu boşluğu ya Büyük İskender gibi kılıcınızla keserek emperyal saldırılarla doldurursunuz ya da Mevlana’nın söylediği gibi “Gelin dostlar bir olalım” diyerek bölge ülkelerine birlik çağrısında bulunursunuz.
Rusya-Çin-Hindistan ve ABD-AB-İsrail üçgenleri
Bugün emperyalizmin bir noktada geride kaldığı küreselleşme süreci içerisinde büyük devletler ön plana çıkarken bu coğrafyada otorite boşluğu olduğu ortaya çıkmıştır. Bu boşluğu ya bölge ülkeleri bir araya gelerek dolduracaktır ya da Rusya-Çin-Hindistan ve ABD-AB-İsrail üçgenleri müdahale imkânları arayacaklardır. Bunlar Avrasya bölgesine yönelik hegemonya mücadelesine girmişlerdir. Bu bölgedeki ülkeleri ele geçirerek, kendilerine yakın siyasi iktidarları gündeme getirerek yol almaktadırlar. Bu nedenle bu bölgede savaş durmamaktadır ve bugün Kafkaslar’a taşınmaya çalışılmaktadır. Balkanlar’da potansiyel sıcak çatışma senaryoları yaratılmaya çalışılmaktadır.
TÜRKSOLU: Son dönemde Ukrayna’da yaşananları da bu çerçevede mi değerlendirmeyiz?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Ukrayna’da yaşananları her gün görüyoruz. Bu açıkça Rusya ile AB arasındaki çekişmenin sonucudur. Ukrayna’daki bu süreç durdurulmazsa yarın bu karışıklıklar Beyaz Rusya’da, Polonya’da, Romanya’da, diğer Doğu Avrupa ülkelerinde ve Balkanlar’da da gündeme gelebilecektir. Ya da bu süreç Karadeniz kıyısına kayarsa zaten Ortadoğu üzerinden zorlanan petrol coğrafyasına, Kafkaslar’a ve Hazar bölgesine taşınması gündeme gelebilir. Bunları görerek hareket etmek gereklidir.
Türkiye içeride merkezi gücünü toparlamalı
TÜRKSOLU: Önümüzdeki süreçte Türkiye ne gibi adımlar atmalı?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Türkiye’nin yeni dönemdeki yönünü üç aşamada değerlendirmek gerekir. Birinci aşamada Türkiye’nin içeriye yönelerek merkezi gücünü toparlaması gerekir. Ben burada bir milli idari reform öneriyorum. İkinci aşamada bölge devletleriyle bir araya gelerek bölgedeki savaş sürecine karşı bir ittifak oluşturulmasıdır. Biz bunu daha önce CENTO’da yaşadık. CENTO bir merkezi dayanışma ittifakı olarak bölgede her türlü savaşa, o dönemde Sovyetler’e karşı bir bölgesel ittifak idi. Bugün aynı eksiklik hissedilmektedir. Önümüzdeki dönemde bir CENTO benzeri yapılanmanın merkezi devletler ile birlikte gündeme gelmesi bölgedeki savaşı önleyecek bölgesel bir dayanışmayı AB gibi gündeme getirecektir. Yani ikinci aşama bir merkez birliğinin oluşumudur.
Türkiye, Orta Asya ile Ön Asya Türklüğünü bir araya getirmeli
Üçüncü aşama ise bu birliği oluşturduktan sonra Türkiye’nin Kafkasya, Hazar ve Azerbaycan üzerinden Orta Asya’ya da açılarak Orta Asya-Ortadoğu arasında yakınlaşmayı sağlamasıdır. Burada Türkiye’nin İran’la işbirliği yapması, dayanışma içinde Bakü’de bir araya gelmesi, Azerbaycan üzerinden İran’a, Hazar’a ve Orta Asya’ya açılması önemlidir. Bunun beraberinde Orta Asya Türklüğü ile Ön Asya Türklüğünü bir araya getirerek, Avrasya yapılanmasının çekirdek gücü haline dönüştürmesi gelmektedir. Bu üçüncü aşamada Türkiye kendi modeliyle Kemalist bir Avrasyacılığı öne çıkaracaktır.
Böylece Atatürk modelini hem bölgedeki komşularına, hem de Orta Asya ülkelerine taşıyarak çok hızlı bir şekilde Atatürk’ün Türk milletine kazandırdığı çağdaş, ulusal, laik, demokratik ve üniter bir devlet yapısını, cumhuriyet modelini yeni Avrasya yapılanmasının izleyeceği yol olarak savunabilecektir. Bu doğrultuda dış politika geliştirilebilir, örgütsel oluşumlarda hem Ortadoğu hem Avrasya inisiyatifini kullanarak bu bölgeye müdahale etmek isteyen emperyal güçlere karşı harekete geçebilir. Bölgede yaratacağı dayanışmayla da savaş konjonktürünü durdurabileceğini söyleyebiliriz.
TÜRKSOLU: Bu bakış açısı neden gündeme getirilmiyor?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Batıcı, bölücü, işbirlikçi, dinci ve benzeri çevreler ve kadrolar benim bu bakış açımı bilinçli olarak gündeme getirmemektedirler. Makalelerimi, fikirlerimi okuyup takip ederler ama cevap vermek yerine dolaylı yoldan kitaplarımın satışını da önleyip, engelliyorlar. Ama buna rağmen kitaplarımın çoğu üçüncü baskısını yapmıştır. İnternette yıllardır yayın yapıyorum. Tüm bu engellemelere karşın fikirlerin gereken yerlere ulaşmıştır. Bu çerçevede artık baskıyla hiçbir şey önlenemez. Mızrak çuvala sığmamaktadır. Artık madem George Soros açık toplumu savunuyorsa biz de açık toplumu savunmak durumundayız. Gizli kapaklı bir yere gidilemez. Türkiye’nin göz ardı edilen, devre dışı bırakılmak istenen bir potansiyeli olduğunu söylüyorum. Bu da jeopolitik konumundan ileri gelir. Türkiye’nin bu bilinçli hareket ettiği bir noktada böylesine bir strateji kendi ulusal çıkarları doğrultusunda bölgeye barış getiren, Orta Asya Türklüğü ile Ön Asya Türklüğünü birleştiren bir potansiyeli olduğunu savundum. Savunuyorum. Önümüzdeki dönemde de yaklaşımımın kamuoyunda tartışılması gerektiğini burada vurgulamak istiyorum. Bir bilim adamı olarak bana bu fırsatı verdiğiniz için TÜRKSOLU dergisine teşekkür ediyorum.
TÜRKSOLU: Hocam Avrasyacılık son on yıldır Türkiye’de tartışılan bir kavram. Ve genellikle Aleksandr Dugin’in tezlerine dayanan, Rusya’nın jeopolitik alandaki genişlemesini anlatan ya da Şangay Beşlisi dediğimiz grubu temel alan bir kavram olarak konuldu. Sizin Avrasyacılık olarak koyduğunuz kavramı nasıl anlayalım? Türkiye ayrı bir kutup mu olmalı, yoksa daha farklı mı kavramsallaştırılmalı?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Türkiye şu anda bir devlettir. Uluslararası alanda Türkiye Cumhuriyeti adında bir devlet var. Amerikalı bir yazarın Türkiye’de de yayınlanan kitabında “Türkiye, Anadolu’da ne kadar yaşayacak?” diye sorulabilmektedir. Anadolu’yu Türkiye’den ve Türklükten ayırabiliyor. Siyasi kadroların, hele iktidar kadrolarının Türk kimliğini reddetmesi, bu kimlikten uzaklaşması, Anadolu’nun isminin Türkiye olmaktan çıkarılmak istenmesi, farklı devlet modelleri önerilmesi gündeme gelmektedir. Bugün içine düştüğümüz çıkmazda bir tarafta derin devlet, bir tarafta paralel devlet ve bir tarafta da parti devleti var. Ben bir kamu hukuku hocası olarak diyorum ki bunların üçü de yanlış devlet modelleridir. Bunları bir yana bırakalım ve esas devlete bakalım. Normal hukuki devlet yapısına bakalım. Türkiye Cumhuriyeti 90 yıldır bağımsız bir devlet olarak vardır. BM’nin, başka uluslar arası kuruluşların kurucusudur. O zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli’den ve Lozan’dan gelen varlığı inkâr edilemez. Türkiye merkezli bir Avrasyacılık gereklidir.
Batının projelerini zorla dayatması mümkün değil
Benim burada bir Türk bilim adamı olarak savunduğum görüşler uluslararası konjonktürdedir. Küreselleşme başlayalı 25 yıl oldu, çeyrek yüzyıl geride kaldı. SSCB, Yugoslavya dağıldı ama Türkiye dağılmadı. Suriye’yi yıkamadılar. Irak’ı parçaladılar ama yeniden toparlanıyor. Demek ki bir takım projeleri dışarıdan zorlamayla bu bölgeye kabul ettirmek mümkün değildir. Bu bölgenin tarihini bilmeden, devletlerini ciddiye almadan, devletleri bir kenara bırakıp etnik gruplarla, cemaatlerle, şirketlerle bu bölgeyi parçalamaya çalışmaktan sonuç alınamayacağı 25 yılda ortaya çıkmıştır.
Türkiye merkezli bir devletten Türkler vazgeçemez. Geçenlerde Ahmet Taşağıl isimli bir bilim adamı konuştu. “Biz Türkiye ile Türk dünyasını bir araya getiremeyiz” diyor. Bence son derece yanlış bir görüş. Eğer Anadolu’daki Türk devletiyle, Türk dünyası bir araya gelemezse biz Anadolu’daki Türklüğü de kaybederiz. Zaten plan da bunun üzerine kurulmuştur. Alt kimlikçilik, Kopenhag kriterleri ile Avrupa’da hortlatılamadı ama Türkiye’de hortlatılmak isteniyor. Türkiye’de Türk kimliği reddedilirse Anadolu’da “ben Türk’üm” diyenleri Orta Asya’ya gönderecekler. Hâlbuki Anadolu’da bin senelik geçmişi olan bir Türklük var. Selçuklu ve Osmanlı birikimi var. Bugün Türkiye Cumhuriyetinin hâlâ yola devam etme imkânı var. Bu kadar saldırıya rağmen devlet çökmemiştir ve hâlâ ayaktadır. Öyleyse biz de bu devletin vatandaşları olarak bu devletin birikimine ve tarihten gelen bin yıllık geleneğine sahip çıkarak dünyaya bu kimlikle bakmak durumundayız. O zaman müsaade etsinler; herkesin kendine göre bir projesi varsa bizim de kendimize göre bir projemiz olsun. İsrail’in Büyük İsrail Projesi, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi, Almanya’nın AB projesi olacak, herkes kendi projesiyle daha güçlü olmaya çalışacak, bizse birbirimizle uğraşacağız, alt kimliklerle kavga edeceğiz, bizim güçlenmemiz ve büyümemiz engellenecek. Yok böyle bir şey! Türkiye bundan sonra Selçuklu ve Osmanlı gibi at sırtında komşu ülkeleri fethedecek değildir. Biz komşu ülkelerle dostluk içinde olacağız. Onlarla bir araya geleceğiz, ortak pazar kuracağız, ortak dayanışma ve güvenlik örgütü kuracağız. Böylece bölgeden terörü ve savaşı çıkaracağız, etnik savaşı ve cemaatler kavgasını kaldıracağız.
Avrupa’nın tarihinde bin yıllık din savaşı var. Önce Yahudi-Hıristiyan, sonra Müslüman-Hıristiyan, daha sonra da Protestan-Katolik kavgaları var. Kendi içlerinde yaşadıkları ve çözemedikleri problemi bugün Şii-Sünni ya da Alevi-Sünni çatışmasıyla Ortadoğu’ya getirmeye çalışıyorlar. Avrupa’daki bu cemaat kavgalarından bir sonuç alamamışlardır. Bunun bin yıl süren geçmişine baktığımız zaman bu böyledir. Bugün hâlâ Vatikan ile İsrail arasında bir Hıristiyan-Yahudi kavgası yaşanırken, Siyonizm ya da Batı emperyalizmi Ortadoğu’ya egemen olsun diye neden biz komşularımızla kavga edelim? Neden etnik ya da mezhep kavgalarına sürüklenelim?
Emperyalizm alt kimlikleri hortlatarak bizi birbirimize düşürmek istiyor
Bu çatışmalar emperyalizmin bölgeye müdahalesi için elverişli ortam yaratmaktadır. Bu bölgede yaşayan bütün komşularımıza, kardeşlerimize ve vatandaşlarımıza seslenmek istiyorum: Gelin bir olalım ve emperyallerin alt kimliklerimizi hortlatarak bizi birbirimize düşürme oyunlarına bir son verelim. Bu doğrultuda bir hareketin doğru bir çözüm getireceği kanaatindeyim. Zaten Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’e de bakarsanız; Atatürk hiçbir şekilde emperyalist bir bakış açısıyla Ortadoğu’ya girmemiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında Suriye ve Irak’tan gelip “Paşam bizi de kurtar” diyenlere; “Siz kendi ülkenizi kurtarın, sonra gelin beraber olalım” demiştir. Yani Sadabad Paktı’nın temelleri daha Kurtuluş Savaşı sırasında atılmıştır. Hitler ve Mussolini’ye karşı Balkan ülkelerini bir araya getirerek, Balkan Paktı’nı kuran da Atatürk’tür. Balkan ülkeleri bugün AB içindedir ama bir gün AB dağılır ve yeniden emperyal bir Almanya ortaya çıkarsa, bu ülkelerle Türkiye yeniden Osmanlı döneminde olduğu gibi bir araya gelebilir. Bir bölgesel ittifak kurulabilir. O zaman Balkanlar’da Balkan Paktı, Ortadoğu’da Sadabad Paktı tekrar oluşur, Ankara ya da Bakü merkezli yeni bir yapılanmada merkezi devletler birliğini Türkiye’nin öncülüğünde ve komşularımızla işbirliği yaparak oluşturabiliriz. Bu birlikteliği daha sonra Kafkasya, Hazar ve Orta Asya’ya da taşıdığımız zaman bağımsız, antiemperyalist çizgide, çağdaş bir Avrasya yapılanması çıkar. Dünya barışı için Avrasya’da antiemperyalist dayanışma ve bölgesel bir ittifaka, Türkiye kendi modeli ile öncülük yapmalıdır.
TÜRKSOLU: AKP’nin son yıllarında özellikle Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasıyla başlayan dönem Türkiye açısından dış politikada nasıl bir durum yarattı? Ulusal strateji ne duruma geldi? Türkiye güçlendi mi yoksa yalnızlaşıp “şer ekseni” olarak tabir edilen bir noktaya mı sürüklendi? Ne dersiniz?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Sayın Davutoğlu, Malezya’da üniversite eğitimi görmüş bir uzmandır. Ben, onun bakan olmasını Büyük Ortadoğu Projesi’nin bitme noktası olarak görüyorum. BOP’un iflas ettiği noktada Türkiye, Dışişleri Bakanı’nı değiştirerek bir Avrasya açılımı gündeme getirmek istedi. Sayın Davutoğlu’nun bu konulara özel ilgisinin olduğunu biliyorum. Meseleleri o doğrultuda takip ediyordu. İki konu Davutoğlu’nu bağlamıştır: Biri “stratejik derinlik” kavramıdır. Diğeri de “komşularla sıfır sorun” politikasıdır. “Stratejik Derinlik” Avrasya stratejisinde farklı yol izlemeyi getirdiği içindir ki geçmişin kalıplarının dışına çıktığı noktada Davutoğlu’nun önünü açıyordu. Bunu da hem strateji hem de derinlik kavramlarıyla açıklıyordu. Bunun yanında “sıfır sorun” politikası iddialıydı. Türkiye o güne kadar da Batı bloğunun, NATO’nun bir üyesi olarak İncirlik Üssü’nün komşularına karşı kullanılmasını da kabul ederek Soğuk Savaş döneminden gelen durumla da komşularıyla ayrı kamplarda ve karşı karşıya olmuştu.
“Komşularla sıfır sorun” politikası, Türkiye’nin İran’la, Irak’la, Suriye’yle yeni ilişkileri gündeme getiriyordu. Aynen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde olduğu gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu bölgede, II. Dünya Savaşı öncesinde komşularla dayanışma içine girmesi gibi bir arayışı Türk kamuoyunda çağrıştırmıştı. Ama sonrasında tüm gelişmelerde, özellikle Irak Savaşı’nın içine Türkiye’nin sonradan dahil olmaya çalışarak, Kuzey Irak’taki fiili yapılanmayla işbirliği yaparak Kuzey Irak petrolünden pay almaya çalışması, daha sonrasında da Suriye Savaşı’nda daha düne kadar dost ve kardeş ilan edilen Esat ile ciddi boyutlarda karşı karşıya gelinmesi bir handikap olarak ortaya çıkıyordu.
“Komşularla sıfır sorun” gerçekçi bir politika değildi
“Komşularla sıfır sorun” politikası Irak’ta ve Suriye’de yaşananlardan sonra maalesef iflas etme noktasına gelmiştir. Çünkü gerçekçi bir politika olmadığı, Irak’ın başkenti Bağdat’ın, Suriye’nin başkenti Şam’ın dışlanarak iki ülkenin kuzeyindeki yapılanmalara yönelik politikalar gündeme geldiğinde devlet merkezleriyle Türkiye karşı karşıya gelmiştir. Bu politikanın yanlış bir politika olduğu netlik kazandı. Atatürk’ün Sadabad Paktı arayışı içerisinde Bağdat, Şam ve Tahran’la diyalog kurarak, Ortadoğu’da mevcut devletlerle bir bölgesel ittifak arayışının da haklılığı bir kaz daha kanıtlanmış oldu.
TÜRKSOLU: Hocam, sizin “Büyük Selçuklu Stratejisi-Merkezi Devletler Birliği” stratejik öneriniz var. Bunu biraz anlatabilir misiniz?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Burası dünyanın jeopolitik ve stratejik merkezidir. Bu merkezde yer alan devletlerin bir araya gelmesiyle bir merkez oluşacak. Önceden Sovyetler Birliği vardı. Şimdi AB var. Ama yarın dünyanın orta alanında bir “merkez birliği” olabilir.
TÜRKSOLU: Siz bu birliğin kökenini Büyük Selçuklu Devleti’ne mi dayandırıyorsunuz?
Anadolu’daki Türk varlığının kökü Selçuklu inisiyatifidir
Prof. Dr. Anıl Çeçen, 1948 yılında Ankara’da doğdu. Ankara Koleji’ni ve AÜ Hukuk Faktiltesi’ni bitirdi. 1971’de avukatlık stajını tamamlayarak Türkiye ve Ortadoğu Enstitüsü’ne asistan oldu. 12 Mart dönemi İdari Reform Komisyonu’nda Merkezi İdare Sekreterliği yaptı. Üniversite öğrenciliği yıllarından başlayarak Ulus, Barış ve Halkçı gazetelerinde araştırmacı ve köşe yazarı olarak çalıştı. 1970-1978 arasında arkadaşlarıyla birlikte aylık Adım Dergisi’ni yayımladı. 1972’de AÜ Hukuk Fakültesi’ne asistan oldu. 1974-1978 arasında Halkevleri Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. 1972-1978 arasında Halkevleri Atatürk Enstitüsü Genel Sekreterliğini, 1975-1977 yıllarında Halkevleri 2. Başkanlığını, 1974-1978 arasında Unesco Eğitim Komitesi Sekreterliğini, 1976-1986 yılları arasında Sanat Kurumu Başkanlığını yürüttü. 1984 yılından başlayarak serbest avukat ve yazar olarak çalışan Çeçen, 1990’da Danıştay kararıyla üniversiteye döndü. Halen AÜ Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku öğretim üyesidir.
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Evet çünkü Anadolu’da Türk varlığının devam etmesinin ve bugüne gelmesinin arkasındaki inisiyatif Selçuklu’dur. Osmanlı da onun uzantısıdır. Osmanlı bu inisiyatifi Avrupa’ya taşımıştır ve Avrupa merkezli götürmüştür. Balkanlar’a baktığınız zaman hep Osmanlı eserleri görürsünüz, Anadolu’da ise Selçuklu. Anadolu, Selçuklu döneminde merkezdir; Osmanlı İstanbul’u alıp Balkanlar’a yayılınca burayı merkez almıştır. Şu anda Türkiye’nin Balkanlar’ın dışında kaldığı noktada Osmanlı hinterlandından geri çekilen Türklerin ayakta kalarak yoluna devam etmesi noktasında Türk varlığının Anadolu’ya yerleşmesini sağlayan esas giriş kapısı olan Azerbaycan ve İran önem kazanmaktadır. Benim konuyu Büyük Selçuklu vizyonu olarak konuyu gündeme getirmemin sebebi, “Yeni Osmanlı” adı altında Osmanlı hinterlandına Atlantik güçlerinin ve İsrail Siyonizmi’nin egemen olma çabasıdır.
Bunlar emperyal plan ve projelerdir. Bu çerçevede Türkiye’nin Atlantik güçlerinin böyle bir yeni yapılanmayı gündeme getirmesi noktasında, Türkiye’nin de alternatifinin olabileceğini, kendisini var eden çizgide ortaya çıkan hem Selçuklu döneminden gelen yapılanmaya hem de Osmanlı’nın yıkılmasından sonra ortaya çıkan Atatürk Cumhuriyeti’ne, Kemalist birlikteliğe dayanmamız gerektiğini vurgulamak için bu tanımlamayı gündeme getirdim. Bu projeyi biraz daha açarsak burada Selçuklu İmparatorluğu ile Kemalist devlet arasında bir sentez arayışı olduğunu görürüz. Bugün eski Selçuklu toprağı Anadolu’da Türk varlığı Türkiye Cumhuriyeti olarak devam ediyor.
Kemalist Avrasyacılık
Bizim için Türkiye’nin bu topraklarda varlığını koruyarak yoluna devam etmesi noktasında Selçuklu hinterlandına Kemalist modelle geçiş gündeme gelir. Bu önce dünyanın jeopolitik merkezinde söz konusudur. Daha sonra büyük emperyal güçlerle, Rusya, Çin, Hindistan gibi yeni dev ülkelerle karşı karşıya kaldığı noktada, bu alandaki yeni Avrasya yapılanmasında Türkiye’nin bu modeli çekirdek model olarak ortaya çıkar. Ben buna Kemalist Avrasyacılık diyorum.
TÜRKSOLU: Kemalist Avrasyacılık ile neyi ifade ediyorsunuz?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Kemalist Avrasyacılık projesi Turancılığın, Türkçülüğün, İslamcılığın, bu coğrafyada var olan bir takım siyasi akımların ötesinde, daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Mevcut durumu kabul eden, geçmişten gelen birikimle bugünü değerlendiren ve geleceğe dönük yeni bir yapılanmayı Rusya-Çin-Hindistan doğu üçgeni ile ABD-AB-İsrail Batı üçgeni arasında sıkışan Türkiye’nin Doğu-Batı dengesine de yönelmesini sağlayan bir projedir. Böylece Avrasya bölgesinde, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Orta Asya, Ortadoğu ve Kafkasya’daki birikimin, çağdaş dünya ile entegre olmasını sağlayacak bir antiemperyal modeli beraberinde gündeme getirir.
Dünya hegomonya kavgası Avrasya’da kilitleniyor
Ortadoğu’da İsrail-ABD ikilisinin savaş zorladığını görüyoruz. İngiltere’nin yeni projelerle Türkiye üzerinden bölgeye girmeye çalıştığını görüyoruz. Batı Asya Birliği denilen yaklaşım budur. Yine bunun ötesinde Rusya, Çin ve Hindistan’ın yeni emperyalizme hazırlandığını görüyoruz. Önümüzdeki dönemde Dünya hegemonya kavgası Avrasya bölgesine kilitlenmektedir. Avrasya; AB, Rusya, Çin ve Hindistan gibi dört büyük emperyal güçle sarılmıştır. Bu arada Batının diğer güçlerini yani ABD ve İsrail’i de devreye sokarsak bu Avrasya merkezli çekişmenin tarafları da ortaya çıkar.
TÜRKSOLU: Avrasya bizim için ne anlama geliyor?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Bu coğrafya ise bizim esas ve tarihi coğrafyamızdır. Türkler bugün Ortadoğu’nun merkezinde bir ülkeye sahiptir. Fakat Orta Asya kökenlidir. Türkiye’nin Ortadoğu’da varlığını koruyarak Orta Asya ile entegrasyonu da Kemalist Avrasyacılık dediğimiz açılımla, Ortadoğu ülkeleri üzerinden, Müslüman ülkelerin laik bir yapıya yönelmesiyle, Azerbaycan ve İran gibi çok önemli Türk nüfusları barındıran ülkelerin, Atatürk modeliyle bir araya gelmesini sağlayarak olabilir. Böyle bir yeni açılımı bölgeye getirmektedir.benim son dönemde yaptığım çalışmalara, yayınladığım makale ve kitaplara da bakarsanız bunu çok net olarak görürsünüz. Türkiye Dünya ile beraber çok büyük bir dönüşümün içerisindedir. Dünya sistemi ciddi biçimde kilitlenmiştir. ABD tek başına dünyayı yönetememektedir. Avrupa Birliği dağılma noktasına gelmiştir. Batı, hegemonyasını kaybetmiştir. Yeni bir arayış başlamıştır. Bütün bu arayışların dünyanın merkezi coğrafyasında sıcak çatışmalara yol açmaması için Türkiye’nin toparlanması gündeme getirilmelidir.
Balkan ve Sadabad Paktlarına benzer bir yapılanmaya ihtiyaç var
Önce bir milli programa ihtiyacımız vardır. Bu milli program ile güçlenecek Türkiye’nin çevresinde Atatürk’ün Balkan ve Sadabad Paktlarıyla getirdiği bir bölgesel yapılanmaya ihtiyaç vardır. Ama uzun vadede dünya dengelerinde ve Avrasya kıtasındaki bu hegemonya mücadelesinde de emperyalist Avrasya yapılanmalarına karşı, Avrasya içinde yer alan ülkelerin dayanışma ve kardeşlik içerisinde bir bölgesel yapılanmaya yönelmesi söz konusudur. Burada da kilit nokta Türkiye’dir. Avrasya’nın nüfusunun büyük kısmının Türk asıllı olması ve Türkiye’nin bu coğrafyada Atatürk Cumhuriyeti ile bir örnek ülke konumuna gelmesi nedeniyle, Türkiye’nin hem modelini bölgeye taşımak, hem bölgenin Türk varlığıyla entegre olmak hem de antiemperyalist bir Avrasya stratejisini emperyal ülkelerin Avrasya bölgesine girmesine karşı örgütlemesini sağlayarak, bölgedeki çekişmelerin bir III. Dünya Savaşı’na yol açmasını önleyecek şekilde bir stratejiyi izleyecek yeni bir iktidara ihtiyaç vardır. Bu da yeni bir yön arayışı olarak nitelendirilebilir.
TÜRKSOLU: 27 Mayıs 1960 sonrasında da Türkiye’de bir yön arayışı vardı. O amacına ulaşmadı mı?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: 27 Mayıs Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. 27 Mayıs’la beraber Türkiye kendini Soğuk Savaş döneminde, ki o dönemde SSCB büyük bir tehdit olarak vardı, Türkiye o çerçevede yeni bir yön arayışına girmişti. Türkiye’deki aydınlar bu arayışa girerken devletin kuruluşunda yer alan üç dünyanın dengelerini dikkate alarak hareket ettiler. Türkiye Cumhuriyeti dünyanın merkezinde ulus devlet olarak kurulurken, doğuda Sovyet Bloğu, batıda Batı Bloğu, güneyde ise İslam Bloğu vardı. İslam ülkeleri Batılı emperyalistlerin kontrolü altındaydı. Böyle bir noktada Türkiye bu üç dünya arasında bir merkez devlet modeli olarak kurulmuştu. Ama daha sonra Soğuk Savaşın son dönemine doğru gidilirken Rusya’nın yeniden güneye kayma girişimlerinin ortaya çıktığı noktada Türkiye’de karışıklık ve askeri dönemler yaşanmıştı.
Bugün geldiğimiz noktada bloklaşma ortadan kalkınca ve Rusya’da kapitalist sistem içinde yerine almaya başlayınca, Demir Perde de ortadan kalkmıştır. Bununla beraber de Türkiye’nin eskiden sırtını döndüğü Türk dünyasına yüzünü dönmesi gündeme gelmişti.
Merkez alanda var olmanın yolu büyük devlet kurmaktır
TÜRKSOLU: Hocam, Türkiye ne anlamda merkezdedir?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Türkiye Dünyanın jeopolitik merkezindeki bir ülkedir. Bu bölgedeki devletlerin tarihine bakarsanız bunların bazen Doğu-Asya bağlantılı, bazen Batı-Avrupa bağlantılı, bazen Rusya, bazen de güney bağlantılı olduğunu görürsünüz. Bu yön tanımlamaları Türkiye’ye göre yapılmıştır. Bu nedenle jeopolitik kitapları Türkiye’nin bulunduğu bölgeye Dünyanın merkezi demektedirler. Merkezde bulunmanın getirdiği bir sorumluluk vardır. Ya merkezde güçlü olarak ve büyük bir devlet haline gelerek var olacaksınız, ki bunu Bizans, Roma ve Osmanlı yapmıştır ve 800-1000 sene ayakta kalmışlardır, ya da Anadolu Selçuklu Devleti gibi küçük bir devlet olursunuz. O zamansa ancak 70-80 yıl yaşayabilirsiniz. Yani Anadolu’da var olan devletler küçülürlerse kayıp giderler. Çünkü emperyal merkezler Doğu-Batı Kuzey-Güney eksenlerinin kesiştiği bu merkeze müdahale ederler. Ya da merkezde çok güçlü bir yapı kurarsınız. Bu eksendeki müdahaleleri önler ve merkezde büyük devlet haline gelirsiniz. Osmanlı budur. Selçuklu İstanbul’u alamadığı ve Balkanlar’a müdahale edemediği için uzun süre yaşayamamıştır. Ama Osmanlı bunu yapabildiği için uzun süre hegemonyasını sürdürmüştür.
Türkiye’nin önünde hem Selçuklu hem de Osmanlı dönemleri vardır. Her iki dönemin de yanlışlarını ve doğrularını değerlendirerek hareket etmek durumundadır. Bu hinterland Türk coğrafyasıdır. Burada da bir otorite boşluğu vardır. Bu boşluğu ya Büyük İskender gibi kılıcınızla keserek emperyal saldırılarla doldurursunuz ya da Mevlana’nın söylediği gibi “Gelin dostlar bir olalım” diyerek bölge ülkelerine birlik çağrısında bulunursunuz.
Rusya-Çin-Hindistan ve ABD-AB-İsrail üçgenleri
Bugün emperyalizmin bir noktada geride kaldığı küreselleşme süreci içerisinde büyük devletler ön plana çıkarken bu coğrafyada otorite boşluğu olduğu ortaya çıkmıştır. Bu boşluğu ya bölge ülkeleri bir araya gelerek dolduracaktır ya da Rusya-Çin-Hindistan ve ABD-AB-İsrail üçgenleri müdahale imkânları arayacaklardır. Bunlar Avrasya bölgesine yönelik hegemonya mücadelesine girmişlerdir. Bu bölgedeki ülkeleri ele geçirerek, kendilerine yakın siyasi iktidarları gündeme getirerek yol almaktadırlar. Bu nedenle bu bölgede savaş durmamaktadır ve bugün Kafkaslar’a taşınmaya çalışılmaktadır. Balkanlar’da potansiyel sıcak çatışma senaryoları yaratılmaya çalışılmaktadır.
TÜRKSOLU: Son dönemde Ukrayna’da yaşananları da bu çerçevede mi değerlendirmeyiz?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Ukrayna’da yaşananları her gün görüyoruz. Bu açıkça Rusya ile AB arasındaki çekişmenin sonucudur. Ukrayna’daki bu süreç durdurulmazsa yarın bu karışıklıklar Beyaz Rusya’da, Polonya’da, Romanya’da, diğer Doğu Avrupa ülkelerinde ve Balkanlar’da da gündeme gelebilecektir. Ya da bu süreç Karadeniz kıyısına kayarsa zaten Ortadoğu üzerinden zorlanan petrol coğrafyasına, Kafkaslar’a ve Hazar bölgesine taşınması gündeme gelebilir. Bunları görerek hareket etmek gereklidir.
Türkiye içeride merkezi gücünü toparlamalı
TÜRKSOLU: Önümüzdeki süreçte Türkiye ne gibi adımlar atmalı?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Türkiye’nin yeni dönemdeki yönünü üç aşamada değerlendirmek gerekir. Birinci aşamada Türkiye’nin içeriye yönelerek merkezi gücünü toparlaması gerekir. Ben burada bir milli idari reform öneriyorum. İkinci aşamada bölge devletleriyle bir araya gelerek bölgedeki savaş sürecine karşı bir ittifak oluşturulmasıdır. Biz bunu daha önce CENTO’da yaşadık. CENTO bir merkezi dayanışma ittifakı olarak bölgede her türlü savaşa, o dönemde Sovyetler’e karşı bir bölgesel ittifak idi. Bugün aynı eksiklik hissedilmektedir. Önümüzdeki dönemde bir CENTO benzeri yapılanmanın merkezi devletler ile birlikte gündeme gelmesi bölgedeki savaşı önleyecek bölgesel bir dayanışmayı AB gibi gündeme getirecektir. Yani ikinci aşama bir merkez birliğinin oluşumudur.
Türkiye, Orta Asya ile Ön Asya Türklüğünü bir araya getirmeli
Üçüncü aşama ise bu birliği oluşturduktan sonra Türkiye’nin Kafkasya, Hazar ve Azerbaycan üzerinden Orta Asya’ya da açılarak Orta Asya-Ortadoğu arasında yakınlaşmayı sağlamasıdır. Burada Türkiye’nin İran’la işbirliği yapması, dayanışma içinde Bakü’de bir araya gelmesi, Azerbaycan üzerinden İran’a, Hazar’a ve Orta Asya’ya açılması önemlidir. Bunun beraberinde Orta Asya Türklüğü ile Ön Asya Türklüğünü bir araya getirerek, Avrasya yapılanmasının çekirdek gücü haline dönüştürmesi gelmektedir. Bu üçüncü aşamada Türkiye kendi modeliyle Kemalist bir Avrasyacılığı öne çıkaracaktır.
Böylece Atatürk modelini hem bölgedeki komşularına, hem de Orta Asya ülkelerine taşıyarak çok hızlı bir şekilde Atatürk’ün Türk milletine kazandırdığı çağdaş, ulusal, laik, demokratik ve üniter bir devlet yapısını, cumhuriyet modelini yeni Avrasya yapılanmasının izleyeceği yol olarak savunabilecektir. Bu doğrultuda dış politika geliştirilebilir, örgütsel oluşumlarda hem Ortadoğu hem Avrasya inisiyatifini kullanarak bu bölgeye müdahale etmek isteyen emperyal güçlere karşı harekete geçebilir. Bölgede yaratacağı dayanışmayla da savaş konjonktürünü durdurabileceğini söyleyebiliriz.
TÜRKSOLU: Bu bakış açısı neden gündeme getirilmiyor?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Batıcı, bölücü, işbirlikçi, dinci ve benzeri çevreler ve kadrolar benim bu bakış açımı bilinçli olarak gündeme getirmemektedirler. Makalelerimi, fikirlerimi okuyup takip ederler ama cevap vermek yerine dolaylı yoldan kitaplarımın satışını da önleyip, engelliyorlar. Ama buna rağmen kitaplarımın çoğu üçüncü baskısını yapmıştır. İnternette yıllardır yayın yapıyorum. Tüm bu engellemelere karşın fikirlerin gereken yerlere ulaşmıştır. Bu çerçevede artık baskıyla hiçbir şey önlenemez. Mızrak çuvala sığmamaktadır. Artık madem George Soros açık toplumu savunuyorsa biz de açık toplumu savunmak durumundayız. Gizli kapaklı bir yere gidilemez. Türkiye’nin göz ardı edilen, devre dışı bırakılmak istenen bir potansiyeli olduğunu söylüyorum. Bu da jeopolitik konumundan ileri gelir. Türkiye’nin bu bilinçli hareket ettiği bir noktada böylesine bir strateji kendi ulusal çıkarları doğrultusunda bölgeye barış getiren, Orta Asya Türklüğü ile Ön Asya Türklüğünü birleştiren bir potansiyeli olduğunu savundum. Savunuyorum. Önümüzdeki dönemde de yaklaşımımın kamuoyunda tartışılması gerektiğini burada vurgulamak istiyorum. Bir bilim adamı olarak bana bu fırsatı verdiğiniz için TÜRKSOLU dergisine teşekkür ediyorum.
TÜRKSOLU: Hocam Avrasyacılık son on yıldır Türkiye’de tartışılan bir kavram. Ve genellikle Aleksandr Dugin’in tezlerine dayanan, Rusya’nın jeopolitik alandaki genişlemesini anlatan ya da Şangay Beşlisi dediğimiz grubu temel alan bir kavram olarak konuldu. Sizin Avrasyacılık olarak koyduğunuz kavramı nasıl anlayalım? Türkiye ayrı bir kutup mu olmalı, yoksa daha farklı mı kavramsallaştırılmalı?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Türkiye şu anda bir devlettir. Uluslararası alanda Türkiye Cumhuriyeti adında bir devlet var. Amerikalı bir yazarın Türkiye’de de yayınlanan kitabında “Türkiye, Anadolu’da ne kadar yaşayacak?” diye sorulabilmektedir. Anadolu’yu Türkiye’den ve Türklükten ayırabiliyor. Siyasi kadroların, hele iktidar kadrolarının Türk kimliğini reddetmesi, bu kimlikten uzaklaşması, Anadolu’nun isminin Türkiye olmaktan çıkarılmak istenmesi, farklı devlet modelleri önerilmesi gündeme gelmektedir. Bugün içine düştüğümüz çıkmazda bir tarafta derin devlet, bir tarafta paralel devlet ve bir tarafta da parti devleti var. Ben bir kamu hukuku hocası olarak diyorum ki bunların üçü de yanlış devlet modelleridir. Bunları bir yana bırakalım ve esas devlete bakalım. Normal hukuki devlet yapısına bakalım. Türkiye Cumhuriyeti 90 yıldır bağımsız bir devlet olarak vardır. BM’nin, başka uluslar arası kuruluşların kurucusudur. O zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli’den ve Lozan’dan gelen varlığı inkâr edilemez. Türkiye merkezli bir Avrasyacılık gereklidir.
Batının projelerini zorla dayatması mümkün değil
Benim burada bir Türk bilim adamı olarak savunduğum görüşler uluslararası konjonktürdedir. Küreselleşme başlayalı 25 yıl oldu, çeyrek yüzyıl geride kaldı. SSCB, Yugoslavya dağıldı ama Türkiye dağılmadı. Suriye’yi yıkamadılar. Irak’ı parçaladılar ama yeniden toparlanıyor. Demek ki bir takım projeleri dışarıdan zorlamayla bu bölgeye kabul ettirmek mümkün değildir. Bu bölgenin tarihini bilmeden, devletlerini ciddiye almadan, devletleri bir kenara bırakıp etnik gruplarla, cemaatlerle, şirketlerle bu bölgeyi parçalamaya çalışmaktan sonuç alınamayacağı 25 yılda ortaya çıkmıştır.
Türkiye merkezli bir devletten Türkler vazgeçemez. Geçenlerde Ahmet Taşağıl isimli bir bilim adamı konuştu. “Biz Türkiye ile Türk dünyasını bir araya getiremeyiz” diyor. Bence son derece yanlış bir görüş. Eğer Anadolu’daki Türk devletiyle, Türk dünyası bir araya gelemezse biz Anadolu’daki Türklüğü de kaybederiz. Zaten plan da bunun üzerine kurulmuştur. Alt kimlikçilik, Kopenhag kriterleri ile Avrupa’da hortlatılamadı ama Türkiye’de hortlatılmak isteniyor. Türkiye’de Türk kimliği reddedilirse Anadolu’da “ben Türk’üm” diyenleri Orta Asya’ya gönderecekler. Hâlbuki Anadolu’da bin senelik geçmişi olan bir Türklük var. Selçuklu ve Osmanlı birikimi var. Bugün Türkiye Cumhuriyetinin hâlâ yola devam etme imkânı var. Bu kadar saldırıya rağmen devlet çökmemiştir ve hâlâ ayaktadır. Öyleyse biz de bu devletin vatandaşları olarak bu devletin birikimine ve tarihten gelen bin yıllık geleneğine sahip çıkarak dünyaya bu kimlikle bakmak durumundayız. O zaman müsaade etsinler; herkesin kendine göre bir projesi varsa bizim de kendimize göre bir projemiz olsun. İsrail’in Büyük İsrail Projesi, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi, Almanya’nın AB projesi olacak, herkes kendi projesiyle daha güçlü olmaya çalışacak, bizse birbirimizle uğraşacağız, alt kimliklerle kavga edeceğiz, bizim güçlenmemiz ve büyümemiz engellenecek. Yok böyle bir şey! Türkiye bundan sonra Selçuklu ve Osmanlı gibi at sırtında komşu ülkeleri fethedecek değildir. Biz komşu ülkelerle dostluk içinde olacağız. Onlarla bir araya geleceğiz, ortak pazar kuracağız, ortak dayanışma ve güvenlik örgütü kuracağız. Böylece bölgeden terörü ve savaşı çıkaracağız, etnik savaşı ve cemaatler kavgasını kaldıracağız.
Avrupa’nın tarihinde bin yıllık din savaşı var. Önce Yahudi-Hıristiyan, sonra Müslüman-Hıristiyan, daha sonra da Protestan-Katolik kavgaları var. Kendi içlerinde yaşadıkları ve çözemedikleri problemi bugün Şii-Sünni ya da Alevi-Sünni çatışmasıyla Ortadoğu’ya getirmeye çalışıyorlar. Avrupa’daki bu cemaat kavgalarından bir sonuç alamamışlardır. Bunun bin yıl süren geçmişine baktığımız zaman bu böyledir. Bugün hâlâ Vatikan ile İsrail arasında bir Hıristiyan-Yahudi kavgası yaşanırken, Siyonizm ya da Batı emperyalizmi Ortadoğu’ya egemen olsun diye neden biz komşularımızla kavga edelim? Neden etnik ya da mezhep kavgalarına sürüklenelim?
Emperyalizm alt kimlikleri hortlatarak bizi birbirimize düşürmek istiyor
Bu çatışmalar emperyalizmin bölgeye müdahalesi için elverişli ortam yaratmaktadır. Bu bölgede yaşayan bütün komşularımıza, kardeşlerimize ve vatandaşlarımıza seslenmek istiyorum: Gelin bir olalım ve emperyallerin alt kimliklerimizi hortlatarak bizi birbirimize düşürme oyunlarına bir son verelim. Bu doğrultuda bir hareketin doğru bir çözüm getireceği kanaatindeyim. Zaten Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’e de bakarsanız; Atatürk hiçbir şekilde emperyalist bir bakış açısıyla Ortadoğu’ya girmemiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında Suriye ve Irak’tan gelip “Paşam bizi de kurtar” diyenlere; “Siz kendi ülkenizi kurtarın, sonra gelin beraber olalım” demiştir. Yani Sadabad Paktı’nın temelleri daha Kurtuluş Savaşı sırasında atılmıştır. Hitler ve Mussolini’ye karşı Balkan ülkelerini bir araya getirerek, Balkan Paktı’nı kuran da Atatürk’tür. Balkan ülkeleri bugün AB içindedir ama bir gün AB dağılır ve yeniden emperyal bir Almanya ortaya çıkarsa, bu ülkelerle Türkiye yeniden Osmanlı döneminde olduğu gibi bir araya gelebilir. Bir bölgesel ittifak kurulabilir. O zaman Balkanlar’da Balkan Paktı, Ortadoğu’da Sadabad Paktı tekrar oluşur, Ankara ya da Bakü merkezli yeni bir yapılanmada merkezi devletler birliğini Türkiye’nin öncülüğünde ve komşularımızla işbirliği yaparak oluşturabiliriz. Bu birlikteliği daha sonra Kafkasya, Hazar ve Orta Asya’ya da taşıdığımız zaman bağımsız, antiemperyalist çizgide, çağdaş bir Avrasya yapılanması çıkar. Dünya barışı için Avrasya’da antiemperyalist dayanışma ve bölgesel bir ittifaka, Türkiye kendi modeli ile öncülük yapmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder