ANKARA KALESİ
ATATÜRK MODELİ İLE TÜRKİYE’NİN BÖLGESELLEŞMESİ
Bütün dünya ülkeleri, çeyrek yüzyılı aşan bir zaman diliminde emperyalizm tarafından yer kürenin bütün kıtalarına zorla dayatılan küreselleşme saldırılarının yarattığı büyük sarsıntılardan kurtulmaya çalışırken, son yıllarda dayatmacı küresel emperyalizme karşı korumacı bir bölgeselleşme oluşumunun içine doğru sürüklenmek durumunda kalmışlardır. Küreselleşme batı emperyalizminin yeni bir versiyonu olarak dıştan kumandalı bir dayatmacı düzene dönüşmeye doğru kaydırılınca, bu durumdan büyük zararlar gören bugünkü devlet yapıları ve ulus devlet modelleri, belirli bir aşamadan sonra dağılmamak ve çökmemek üzere kendileri açısından ulusal reflekslerinin tepkisi doğrultusunda korunmacı politikalara yönelerek, kendi haklarını ve düzenlerini savunan yeni tutum ve davranışlar içerisine girmişlerdir. Böylece, soğuk savaş sonrasında Sovyetler Birliğinin çöküşü ile başlayan yeni dönemde çeyrek yüzyıllık çaba ve zorlamalara rağmen, bütün dünya kıtalarında küresel bir sömürü imparatorluğu kurulamamış, aksine böylesine bir çıkarcı küresel düzen oluşumu için yıkılmaya çalışılan devlet yapıları, yaşanan olumsuz gelişmeleri dikkate alarak kendilerini toparlamaya başlamışlardır. Dıştan kumandalı küreselleşme zorlamalarına çeyrek asır dayanabilen ve bir süre sonra bu gibi manipülasyonlara karşı çıkarak kendi varlığını koruma doğrultusunda önlem almaya başlayan ulus devletler, kendilerinin dış saldırılara karşı daha güvenli bir koruma sistemini gündeme getirerek, komşularıyla yeni geliştirdikleri diyaloglar üzerinden bölgeselleşme sürecini gündeme getirmişlerdir. Bu aşamadan sonra dünyanın egemen konjonktürel süreci bölgeselleşme akımı olmuş ve böylece küreselleşme dayatmalarının sonlarına doğru gelinmiştir.
Beş büyük
kıtadan oluşan yeryüzü karaları, ayrıca kıtalar arasında yer alan denizlerin üzerindeki
adalardan meydana gelmektedir. Bu kara parçaları yer kürenin çeşitli
bölgelerinde bir araya gelerek bölgesel haritalar oluşturmaktadırlar. Dünyanın
hangi yöresine bakılırsa bakılsın, o bölgede denizler ve karalardan oluşan bir
bölgesel yapılanma bulunduğu göze çarpmaktadır. Harita üzerindeki noktalar
belirli yerleri ortaya çıkarırken, çeşitli yerlerin birleşmesinden meydana
gelen bölgelerde, haritalar üzerinde noktaların ötesinde bir genişlik
içerisinde ortaya konulmaktadır. Bölge kavramı bu çerçevede ele
alındığında birbirine komşu konumda
olan çeşitli yerlerin bir bütünsellik içindeki genel tanımı olarak görülmektedir.
Bölge denilince, mutlaka bir ülkenin ya da kıtanın üzerinde yer alan çeşitli
yerlerin birleşiminden meydana gelen bir alan ifade edilmeye çalışılmaktadır. Dünya
haritasında yer alan ülke ve bölgelerin birbirleriyle olan kesişmelerine göre,
bölgecilik küçük ve büyük ölçeklerde olmak üzere, başlıca iki ana eğilim
doğrultusunda gündeme gelmektedir. Var olan devlet yapıları genel olarak ulusal
yapılanmalar olduğu için, büyük bölgecilik ulus ötesi bölgeler, küçük
bölgecilik ise ulus altı bölgeler olarak algılanmaktadırlar. Avrupa merkezli
siyasal oluşumlar ya da akımlar da daha çok ulus altı bölgeciliği öne çıkaran
bir mikro devletçilik gündeme gelmekte ve ulus devletlerin sınırları içerisinde
yer alan belirli bölgeler bu ülkelerin sınırları dışına çıkarak, daha küçük bir
devletçiliğe mikro bölgecilik akımı sayesinde ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu
doğrultuda etnik ve mezhepsel kökenli toplulukları sınırları içinde yaşadıkları
ulus devletlerin merkezlerine karşı isyan ettirilerek mikro milliyetçilik
üzerinden mikro devletçiliğin önü açılmak istenmekte ve bu doğrultuda, bir anlamda
eyalet devletçikleri olarak görülebilecek küçük devletler yaratılarak ulus
devletler parçalanmaktadır.
Küresel
emperyalizm ulus devletleri parçalayarak dünya haritası üzerinden silmeye çalışırken,
mikro milliyetçilik ve mikro bölgecilik olabildiğince dış destekler ile
kullanılmış ama, uluslararası finans kapitalin emperyalist oyunları ortaya
çıkınca, bu plan çökmüş ve bütün ulus devletler sahip oldukları milli sınırlar
içerisinde yaşamlarını sürdürmekte olan, etnik ya da dinsel toplulukların
parçalanarak kendi başlarına ayrı bir devlet kurmalarına izin vermemişlerdir.
Sovyetler Birliğinin dağılmasının yarattığı panik ortamında yaşanan Yugoslavya
iç savaşı da benzeri bir dağılmanın önünü açmış, bu aşamada Çek Cumhuriyeti ile
Slovak devleti birbirlerinden ayrılmışlar ama daha sonraki koşullarda hiçbir
ulus devlet kendi milli sınırları içerisinde yaşamakta olan etnik ya da dinsel
grupların ülkeden koparak, ulus altı yeni bir eyalet devleti oluşturmalarına
izin vermemiştir. Böylece, batılı merkezler tarafından geliştirilen ısrarlı kopma
senaryoları sonuç vermemiş ve ulus altı bölgecilik senaryoları ile yeni küçük
devletçikler yaratılamamıştır. Küresel sermaye, kendi tekelci şirketlerini büyütürken,
ulus altı bölgecilik oluşumlarını etnik kışkırtmalar ya da mezhepler arası din
savaşları ile geliştirerek sonuç almaya çalışmıştır. Ne var ki, çeyrek asırlık
bir zorlama dönemine rağmen istenen sonuçlar elde edilememiş ve bu doğrultuda
kullanılan ulus altı bölgecilik ya da mikro milliyetçilik hiçbir işe yaramadığı
gibi, küresel emperyalizmi zorlayan batılı büyük devletlere ve siyasal
merkezlere yönelik tepkileri artırmıştır. Sınır aşan bölgelerde yeni
devletleşme planları doğrultusundaki mikro milliyetçilik, ya da mikro
bölgecilik akımları bir aşamadan sonra sonuç vermeyince, tepkilerin giderek
tırmanması üzerine küreselleşme karşıtlığı çizgisinde yeni bir ulusalcılık
akımının doğmasına neden olmuştur. Küresel emperyalizm mikro milliyetçilik
akımlarını örgütleyerek mikro bölgelerde yeni eyalet devletleri yaratamayınca,
oyun tersine dönmüş, hedef alınan ulus devletlerin merkezi yapıları bu tür
saldırılara karşı toparlanarak, yeniden güçlenmişler ve emperyalist devletlere
karşı daha kuvvetli bir ulusal savunma sistemine yönelmişlerdir.
Avrupa ulus devletlerinde Avrupa
Birliği oluşturabilmek için, kıtasal bir oluşum doğrultusunda ulus altı bölgecilik
emperyalist merkezler tarafından desteklenmiş ama çeyrek yüzyıllık bir dönemde
bir türlü istenen sonuçlar alınamamıştır. Ulus altı bölgecilik başarısız kalınca,
bu durumun doğal sonucu olarak ulus üstü makro bölgecilik akımı da sonuçsuz kalmıştır.
Şirketler küreselleşirken, devletlerin ulusallıktan uzaklaştırılmaları
hedeflendiği için, mikro milliyetçilikler ile mikro bölgecilik üzerinden küçük
eyalet devletçiklerine doğru bir yöneliş organize edilmeye çalışılmış ama, ulus
devletlerin başkentlerindeki devlet yapıları direnerek kendilerini koruyunca, bu
tür emperyal planlar teker teker çökmüştür. Avrupa’nın ortasında yer alan beş
büyük eski sömürgeci ulus, mikro bölgecilik ve milliyetçilik üzerinden
parçalanamayınca, Avrupa Birliği gibi makro bölgesel bir yapılanma kıtasal
oluşum olarak duraklama göstermiştir. Yüzyıllarca kendine bağlı sömürge
imparatorlukları yönetmiş olan büyük ulus devletler, bir makro bölgecilik
projesi olan Avrupa Birliği yolunda kültürel haklar üzerinden mikro bölgeciliğe
teslim olmayı kabul etmemişler ve kültürel hakların ulusal birlik düzeni ile
üniter devlet yapılarını parçalamasına izin vermeyerek, ulusal devlet modelleri
doğrultusundaki ülkesel alan bütünlüğüne sonuna kadar sahip çıkmışlardır. Mikro
bölgeciliğin iflas etmesiyle kıtasal oluşum yolunun önü kapanınca, Avrupa
Birliği adı verilen makro bölgecilik ya da kıtasal devletçilik hedefi de
geçerliliğini yitirmiştir. Ne var ki, ABD merkezli küresel şirketlerin bütün dünyayı
ekonomik hegemonyaları altına almaları yüzünden, Amerika Birleşik Devletleri’ne
karşı çıkabilecek bir Avrupa Birleşik Devletleri yaratma hedefi, gene korunmuş
ve bu doğrultuda bölgeselleşme arayışı sürdürülmeye çalışılmıştır. Bir büyük
hegemonik güç ya da süper emperyalist olarak ABD’nin dengelenme ihtiyacı,
Avrupa kıtası çerçevesinde bölgeselleşmeyi öne çıkarmıştır. Beş yüzyıl dünya
kıtalarını sömürge imparatorlukları ile yöneten Avrupa’nın büyük devletleri bu
imparatorlukların tasfiyesinden sonra içine düştükleri küçülme olgusunu,
kıtasal düzeyde bölgeselleşerek aşmaya çaba göstermişlerdir. Soğuk savaş
sonrasında bu yüzden Avrupa Birliği projesi kendiliğinden devreye girmiş ama
mikro bölgeciliğin küresel emperyalizm tarafından desteklenmesi nedeniyle
sonuçsuz kalmıştır. Makro düzeyde bölgecilik arayışının en somut örneği olarak,
Avrupalı devletleri birleştirmeyi hedefleyen Avrupa Birliği oluşumunu görmek
mümkündür.
Amerikalı uluslararası
tekellerin süper emperyalizmine karşı bir bölgesel birliğe yönelen Avrupa
ülkeleri gibi, dünyanın diğer kıtalarında yer alan devletlerin de benzeri
küresel saldırılara karşı kendilerini korumak ve komşu devletler ile yan yana
gelerek bulundukları yerlerde bölgesel birlikler oluşturmak yolu ile her türlü
saldırıya karşı koymak hakkı doğal olarak bulunmaktadır. Nitekim, Birleşmiş
Milletler gibi bir uluslararası örgüt, bütün devletlerin korunması için aldığı
kararlar doğrultusunda, devletlerin sınırları içindeki ülkelerinin
dokunulmazlığını, ayrıca hiçbir devletin iç işlerine karışılamayacağını, her
devletin uluslararası hukuka uyarak kendi varlığını ve gücünü
geliştirebileceğini açıkça ortaya koymuştur. Bu durumda, herhangi bir devletin
iç işlerine karışarak ya da dışarıdan müdahalelerde bulunarak ulus devlet
altında bir bölgecilik yaparak, büyük devletlerin ülkelerinden küçük
devletçikler ortaya çıkarabilmek, uluslararası hukuka göre pek mümkün görünmemektedir.
Orta boy ulus devletlerin mikro milliyetçilik ya da bölgecilikler yolu ile
dağılmasının sağlanması ya da bu tür gelişmeler sonrasında, ortaya çıkan
parçalı yapılar üzerinden daha büyük
alanları kapsayan bir tür makro bölgecilik cereyanlarının gerçekleştirilmeye çalışılması yüzünden, küreselleşme
dönemi çok gergin geçmiş ve bu yüzden çeyrek asırlık bir zaman dilimi
sonrasında küreselleşme olgusu iflas ederken, bunun yerine yeni bir alternatif
olarak bölgeselleşme akımları dünyanın
gündeminde yerini almıştır. Avrupa kıtasının eski ve köklü ulus devletleri,
kendi ülkesel birliklerine yönelen ulus altı bölgecilik akımlarının yarattığı
bölücülük tehlikesinin atlatılması doğrultusunda hem ulusal birliğe hem de üniter
siyasal düzenin korunmasına dikkat ederek, bölünmekten kurtulmuşlar ve ulusal
birliklerini koruyarak bugünkü aşamaya gelebilmişlerdir.
Avrupa
kıtasının güçlü ulus devletleri, küresel emperyalizme karşı ulusal birliklerini
koruyarak, ulus altı bölgecilik üzerinden parçalanarak, yeni bir tür Amerika
Birleşik Devletleri benzeri bir Avrupa Birleşik Devletleri modeli
geliştirememişler ve bu yüzden bir Avrupa Federasyonu yapılanmasını Avrupa
Birliği çatısı altında kurabilmek, yarım yüzyılı aşkın çabalara rağmen bir
türlü gerçekleştirilememiştir. Avrupa’nın güçlü ulus devletleri var olan büyük
devlet yapılarını koruyarak bir kıtasal bütünleşmeyi alternatif bir yol olarak
gündeme getirdiği için, Avrupa kıtasının geleceğinde bir nevi kıtasal gevşek
konfederasyon yolu görünmüştür. Ne var ki, küresel sermayenin dümen suyunda
giden bazı Avrupalı merkezler, geçmişin güçlü ulus devlet yapılarının
dağıtılmasını bir sermaye imparatorluğu için istediklerinden, kıtasal
konfederasyon modeline karşı çıkarak, ulus altı bölgecilik yolu ile Avrupa’nın
büyük devletlerini küçültebilmenin yollarını aramışlardır. Ne var ki, uzun
süren baskılara rağmen böylesine bir değişim gerçekleştirilemediği için, bir
makro bölgecilik projesi olan Avrupa Birliği senaryosu çıkmaza sürüklenmiş ve
birlik süreci kendiliğinden durmuştur. Şimdi gelinen nokta da birlik üyesi
ülkeler, hem sanki birlik tamamlanmış gibi hareket ederek uluslararası
diplomasinin gereklerini yerine getirmeye çalışmışlar, hem de kendi bağımsız
devlet yapılarının gerektirdiği bağımsız politikaları sürdürerek geleceğe dönük
süreç içerisinde ayakta kalabilmenin yollarını aramışlardır. Bir anlamda,
Avrupa gibi uygarlığın beşiği olan kıtada, ulus altı bölgecilik senaryoları
iflas ettiği için, ulus ötesi ya da uluslar üstü bir makro bölgecilik projesi
olarak Avrupa Birliği senaryosu durma aşamasına gelmiştir. Küçük bölgecilik ve
büyük bölgecilik akımlarının birbiriyle bağlantılı olduğu ve her ikisinin
gündeme gelmesiyle birlikte birbirlerini devreye sokan bir gelişme sürecinin ortaya
çıktığını, dünya kamuoyu Avrupa Birliği süreci içerisinde yakından görebilmiştir.
Küçük bölgecilik ulus altı yapılanmaların önünü açarak ulus devletleri ortadan
kaldırabildiği gibi, yaratılan küçük devletçiklerin gelecekte eyaletleşerek,
belirli bir alan üzerinde küçük eyalet devletlerinin bir araya gelmesiyle büyük
bölgesel birliklere giden yolu açabildiği de çeşitli örnekleri ile
görülebilmiştir. Avrupa kıtasına benzer bazı oluşumlar mikro milliyetçilik ya
da etnik kökencilik çekişmeleri ile dünyanın başka bölgelerinde de gündeme gelerek,
ulus devletlerin ortadan kalkmasına gidebilecek yolları zorlamıştır.
Sömürgelerin uluslaşmasıyla ortaya çıkan ulus devletlerin ötesinde daha büyük
bölgesel oluşumların sağlanabilmesi doğrultusunda, ulus altı bölgecilik
girişimleri ulus üstü ya da uluslararası makro bölgecilik akımlarını zamanla ortaya
çıkarmıştır.
Avrupa
kıtasının ulus devletleri gibi, dünyanın diğer bölgelerinde var olan
devletlerin de küresel sermayenin ve uluslararası tekelci şirketlerin
saldırılarına karşı kendilerini koruyabilme doğrultusunda, büyük bölgesel
birliklere yönelerek kendilerini bölgesel birlikler üzerinden koruma hakları
doğal olarak vardır. Küçük ve orta boy ulus devletler küresel emperyalizmin sömürgeci
saldırılarına karşı harita üzerinde bulundukları yerlerde, kendilerini
koruyabilme doğrultusunda bölgesel birliklere yönelebildikleri gibi, gene bu
doğrultuda kendi aralarında geliştirdikleri çeşitli birlik ve dayanışma
modelleri üzerinden, çeşitli alternatif oluşumları öne çıkarabilmektedirler. Kuzey
Amerika, Güney Amerika, Afrika kıtasının kuzey, güney, doğu ve batı kısımları, Asya
kıtasının benzeri bir biçimde doğusu, batısı, güneyi ve kuzeyi de gelecekte
Avrupa kıtasına benzer bir doğrultuda çeşitli bölgeselleşme plan ve
projelerinin uygulama alanları olabilirler. Benzeri bir biçimde dünyanın
merkezi coğrafyasında da bölgeselleşme eğilimleri uzun süredir devam edip gitmektedir.
Bu tür plan ve projelerin emperyalist güçler tarafından orta alandaki ülkelere
zorla dayatılması yüzünden, üç tek tanrılı dinin ortaya çıktığı için kutsal
topraklar adı verilen merkezi coğrafya da bir türlü barış sağlanamamakta ve
soğuk savaş sonrasında bu bölge sürekli bir savaşa ve sıcak çatışmalara sahne
yapılmaktadır. Bölgede var olan devlet yapıları, Avrupa türü küçük devletlerin
çok ötesinde bir büyüklüğe sahip olduğu için, küresel emperyalizmin merkezi
olarak bu coğrafyanın ortasına zorla dayatılmış olan İsrail devletinin odağında
yer aldığı yeni bir tür bölgeselleşme olgusu, bütün merkezi coğrafya ülkelerine
dıştan kumandalı ve dayatmalı bir biçimde zorlanmaktadır. Merkezi alan
devletlerinin de tıpkı Avrupa devletleri gibi bir araya gelerek bir büyük
bölgeselleşme olgusunu gerçekleştirerek, kendilerini bu yoldan koruma ve savunma hakları varken, bölge
dışı emperyal güçler ve onların temsilcisi olarak, bu coğrafyadaki Filistin
toprakları işgal edilerek sonradan kurulmuş bir Siyonist devletin baskılarıyla,
farklı bölgeselleşme modelleri devreye sokularak, dünya barışını tehdit edecek
ve üçüncü bir cihan savaşına gidebilecek
yolları tetikleyebilecek sıcak çatışmalar birbiri ardı sıra gündeme gelerek,
doğal yollardan sağlanabilecek bölgeselleşmenin önü kesilmeye çalışılmaktadır.
Dünya tarihi
açısından merkezi alan ele alınırsa, bu coğrafya da ya sürekli çekişme ve
çatışma yolu ile savaş ya da bir büyük bölge devletinin hegemonyası sayesinde
sürdürülebilen bir barış ortamı olduğu görülebilmektedir. Roma, Bizans, Hazar,
Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük bölge devletleri olduğu zaman, merkezi alanda
daha kalıcı barış düzenleri kurulabilmiş ama böylesine büyük bölge
devletlerinin dağılması sürecinde ise bu bölgede doğu-batı ve kuzey-güney
ekseninde emperyal güçlerin hegemonya savaşları görülmüştür. Üç kıtanın kesişme
noktasında dünya kıtalarının merkezi alanı olarak öne çıkan Balkanlar-Orta
Doğu- Kafkasya hattında, siyasal gelişmeler kıtalar arası ve emperyal güçler
arası sürekli çekişme ve çatışmaların yaşandığı süreçler birbirini izlemiştir. İmparatorluklar
dağılırken ortaya küçük devletçikler çıkmış ama bir süre sonra bunların içinden
bir tanesi güçlenerek öne çıktığı zaman eski imparatorlukların yerine alan yeni
bir bölgesel hegemonya düzeni kurulabilmiştir. Merkezi coğrafya, orta alanda
kurulan bir büyük devlet ya da imparatorluk üzerinden yönetildiği zaman, barış
içinde bir bölgeselleşme yapılanması gerçekleştirilebilmektedir. Bu gibi
durumlarda Pax Romana, Pax Bizantica ya da Pax Ottomona gibi barış
yapılanmaları bölgesel büyük devletin gücü sayesinde gerçekleştirilebilmekte ve
böylece dünya barışı sağlanabilmektedir. Üç kıta arasında yer alan bu merkezi
alanda kurulan bölgesel büyük devlet yapılanmaları her aşamada kıtalardan gelen
büyük güçlerin merkezi alana saldırmaları yüzünden tehlikeye girebilmektedir. Romalılar,
Haçlılar, İngilizler, Fransızlar ve Amerikalılar batıdan gelerek merkezi alana
egemen olmak istemişler, Yahudiler ise İngilizler ve Amerikalıların sırtında
bölgeye gelerek kendi Siyonist egemenliklerini kurmak istemişlerdir. Cengiz Han,
Timur Han ya da İlhanlılar, Persler gibi siyasal güçler de bölgenin doğusunda
kalan Asya kıtasından gelerek gene merkezde kendi egemenliklerini tesis etmenin
yollarını aramışlardır. Merkezi coğrafyada yaşayan topluluklar bir araya
gelerek büyük bir bölgesel devlet kurabildikleri durumlarda, kıtalardan gelen
her türlü saldırılara karşı kendilerini koruyabilmişlerdir.
Türkiye
Cumhuriyeti, dünyanın merkezi coğrafyasını elinde tutmuş olan Selçuklu ve
Osmanlı imparatorluklarındaki Türk hegemonyasının uzantısı olan bir orta alan
devleti olarak, merkezi coğrafyaya yönlen bütün bölgeselleşme plan ve
projelerinin birinci derecede hedefi konumunda bulunmaktadır. Kırım’dan Kıbrıs’a,
Balkanlar’dan Kafkaslara, Akdeniz’den Kara Deniz’e uzanan merkezi alan
toprakları üzerinde her zaman dünya hegemonyası kurmak isteyen emperyal
güçlerin gözü olmuştur. Bu yüzden de merkezi alanda güçlü bir devlet olmayınca
sürekli olarak sıcak çatışma ve çekişmeler yaşanmış ve bu bölge doğu ile
batının karşı karşıya geldiği bir savaş alanına dönüşmekten kurtulamamıştır. Merkezi
coğrafyayı da içine alan Avrasya kıtasının iki ana merkezi olarak Moskova ve
İstanbul, sürekli olarak karşı karşıya gelmişler ve zaman zaman da savaş
senaryolarına alet olmuşlardır. Moskova ve İstanbul’da ikişer büyük
imparatorluk tarih sahnesine karışmıştır. Rus Çarlığı ve Sovyetler Birliğine
başkentlik yapan Moskova iki büyük çöküşe sahne olurken, İstanbul ‘da Bizans ve
Osmanlı İmparatorluklarının başkenti olarak benzeri bir çöküntüden kaçınamamıştır.
Bugün Moskova yeniden merkezi coğrafya patronluğuna soyunurken, İstanbul’da
eskisi gibi Moskova’nın karşısına çıkmaya hazırlanmaktadır. Rusya’nın Avrasya
siyasetinin amacı, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk varlığını dışlamak üzerine kurulmuştur.
Rusya Türkiye’ye karşı İran ile, Çin’e karşı da Japonya ile ittifak yaparak
Avrasya kıtasının bütününe egemen olmak istemekte, merkezi alandaki
bölgeselleşmeyi de kendi Avrasya siyaseti içinde yönlendirerek kendisini
merkeze oturtmaya çalışmaktadır. Rusya’nın son zamanlarda gerçekleştirdiği
Kırım işgali ile Ukrayna’ya yönelik baskı uygulama girişimleri, Rusya merkezli
bir Avrasya bölgeselleşmesini Orta Doğu bölgesine de taşımakta ve bölge
ülkelerine karşı böylesine bir bölgeselleşme senaryosunu Rus emperyalizmi kendi
çıkarları doğrultusunda komşularına dayatmaktadır.
Türk
dünyasının beşte ikisi halen Rusya Federasyonu sınırları içerisinde yaşamını
sürdürdüğü için, Türkiye merkezli bir bölgeselleşme planının ana hedeflerinden birisi
Rus devleti olacaktır. Rusya son çıkışları ile buna izin vermediğini açıkça
orta koyarken, Türkiye’nin de sadece Türk unsuruna dayanan bir bölgeselleşme
siyasetinin büyük Rusya Federasyonunu karşısına alacağı görüldüğü için, katı bir
Türkçü bir yaklaşımın Türkiye ile Rusya’yı Avrasya hegemonyası doğrultusunda yeni
bir savaş sürecine taşıyabileceği görülmektedir Osmanlı zayıflayınca Ruslar
Kars ve Ardahan’a girmişler, bunun üzerine de İngiltere’de Kıbrıs’a girerek,
kuzeydeki emperyalist gücün dünyanın merkezi coğrafyasını ele geçirmesine izin
vermemiştir. Rusya devleti, bir kuzey gücü olarak her zaman için sıcak
denizlere inebilmenin yollarını aramış ve bu hedefini Orta Doğu ile güney Asya
bölgelerinde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Türkiye gibi İran ve Afganistan’da
Rus hegemonyasının sıcak denizlere inme girişimlerinin önünün kesilmesinde tampon devletler olarak
kullanılmıştır. Soğuk savaş sonrası dönemde, Rusya Suriye’de askeri üs kurarak,
Güney Kıbrıs’a ekonomik açıdan yerleşerek ve tüm bölge ülkelerinde yoğun
siyasal çalışmalar yaparak, Türkiye ile birlikte Orta Doğu devletlerini de
Rusya Federasyonu içine alarak, Orta Doğu’da yeni bir bölgeselleşmeyi kendi
sınırları içerisinde tamamlayabilmenin yollarını aramaktadır. Rusya gibi, bu
bölgeye sonradan gelerek ABD desteği ile devlet olma hakkını elde eden, Yahudiler’de
dinleri açısından kutsal toprak ilan ettikleri merkezi alanda, Siyon tepesi
merkezli bir büyük imparatorluğu, orta alan bölgeselleşmesi olarak gündeme
getirmektedirler. İki büyük dünya savaşı sonrasında kurabildikleri küçük İsrail
devletini büyüterek bütün Orta Doğu ülkelerini kendi sınırları içine almak
isteyen Siyonist devletin politikaları, sürekli savaş ve çatışmaları bölge
ülkelerine dayatarak ve bu alanda önce ulus altı bölgeselleşme girişimleri ile
mikro milliyetçilik üzerinden yeni
eyalet devletçikleri oluşturarak, İsrail’den büyük ulus devletlerin ortadan
kaldırılması öncelikli olarak uygulama alanına sokulmuş ve bu doğrultuda bütün
bölge devletleri etnik ve mezhepsel çatışmaların sahnesine dönüştürülmüştür. Bu
yüzden bölgede savaş eksik olmamış, ABD ordusu İsrail’i korumak üzere bölgeye
gelerek, Orta Doğu ülkelerinin savaş alanına dönüşmesine yol açmıştır. Soğuk
savaş sonrasında küreselleşme döneminde bölgeye Siyonizm planlı olarak yayılmış,
küreselleşme dönemi sona ererken, küçük İsrail devleti Büyük İsrail
imparatorluğunu kurabilme doğrultusunda bölge ülkelerine yönelen yeni bir savaş
sürecini zorla komşu ülkelere dayatmıştır.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun çöküşe geçmesiyle birlikte, batının önde gelen emperyalistleri
olarak İngiltere ve Fransa Orta Doğu bölgesine gelmişler ve iki sömürgeci
imparatorluk olarak orta alan ülkelerini paylaşabilmenin yarışı içinde
olmuşlardır. Kuzey gücü olarak Rusya’nın sıcak denizlere inmesinin
önlenebilmesi doğrultusunda, Osmanlı sonrası için çalışmalar yapılmış ve
İngiltere Büyük Britanya İmparatorluğu olarak, merkez alanda kendine bağlı bir
Yakın Doğu Konfederasyonu kurabilmenin çabası içinde olmuştur. Balkanlar,
Kafkaslar, Anadolu ve Orta Doğu bölgelerinde genişletilmiş Sevr haritası
doğrultusunda oluşturulacak küçük devletçiklerin, gene İstanbul merkezli bir
bölgesel konfederasyon planı çerçevesinde toparlanması düşünülmüştür. Dörtlü
konfederasyon ile, Birleşik Krallık dünyanın merkezine el koyarak, orta alana
başka emperyal güçlerin girmesini önlemeye çalışıyordu. Ne var ki, İngiltere ve
Amerika ikilisini kullanan Siyonist Yahudiler Atlantik emperyalizmi üzerinden
geleceğin Büyük İsrail İmparatorluğunun temellerini de atıyorlardı. Siyonist
lobiler iki Atlantik gücünü kullanırken, İngiltere’nin Yakın Doğu
Konfederasyonu benzeri bir başka bölgeselleşme projesini, Amerikan emperyalizmi
Büyük Orta Doğu projesi adı altında, ikinci dünya savaşı sonrasında devreye sokuyordu.
Amerikalıların Büyük Orta Doğu deyimi ile kastettikleri merkezi alanda Yahudiler,
İngiltere ve ABD üzerinden Büyük İsrail Federasyonunu kurabilmenin arayışı
içerisine giriyorlardı. Böylece, kara Avrupası’na karşı Atlantik okyanusunun
iki yakasında örgütlenen Atlantik emperyalizmi, Siyonist Yahudi lobilerini de
yanlarına alarak dünyanın merkezi alanında fethe çıkıyorlardı. Zamanında
Osmanlı devletinin İstanbul’u fethetmesi gibi, Atlantik emperyalizmi ve
Siyonizm ittifakı da merkezi alanın bütün bölgelerini, yeni bir Balkanizasyon
süreci içerisinde içeriden ele geçirerek fethediyorlardı. Dünya egemenliği için
zorunlu olan merkezi bölgenin ele geçirilmesi ve diğer emperyal güçlere karşı korunması
Siyonizm ve Atlantik ittifakının temel dayanak noktası olarak öne çıkıyordu.
Osmanlı
sonrası merkezi bölge kendi haline bırakılsa ya Abbasi ya da Emevi
imparatorlukları gibi bir büyük İslam imparatorluğu kurulur veya Osmanlı
sonrasında da tıpkı Selçuklu hanedanı gibi bir başka Türk asıllı hanedan, merkezdeki
Türk hegemonyasını sürdürebilme doğrultusunda devletin başına geçebilirdi.
Ayrıca bölgenin kuzeyinde yer alan Rusya, Orta Doğu’ya inerek merkezi
coğrafyanın mutlak hâkimi konumuna gelebilirdi. Orta Avrupa’nın büyük gücü
olarak Almanya’da yeni bir emperyal güç olarak milli politikasını Ostpolitik
adı altında doğu politikası biçiminde belirlediği için, batı Avrupa ve Atlantik
üstünlüğüne karşı, doğu Avrupa üzerinden yeni bir Avrasya egemenliğini gündeme
getirebilirdi. Bu yüzden, Osmanlı hinterlandının Ruslara, Almanlara, Araplara, Türklere,
İranlılara ya da doğulu Asya güçlerine bırakılmayacak şekilde yeniden
yapılandırılması gerekiyordu. İngiltere bu doğrultuda Osmanlı sonrası bölge
haritasını hazırlamış, ikinci dünya savaşı sonrasında merkezi coğrafya ya gelen
Amerikan emperyalizmi hem kendi hegemonyasını kurmuş hem de kendi sırtı
üzerinden gelecekte bölgenin egemeni olmaya soyunmuş olan Siyonist İsrail’in
kurulmasını sağlamıştı. İngiltere ve Amerika yeni bir Bizans projesi ile
İstanbul’u bölge merkezi yapmaya çalışırken, İsrail kutsal topraklar üzerinden
dini kullanarak Kudüs’ü hem bölgenin hem de dünyanın merkezi ilan ederek,
kendisini gelecekteki dünya imparatorluğunun tam da merkezine oturtuyordu.
Dünyanın en güçlü kapitalist ve Siyonist lobileri İsrail merkezli olarak
harekete geçirilerek, Siyon krallığının oluşturulması planı doğrultusunda bir üçüncü dünya savaşı senaryosu, küresel
sermayenin kontrolü altındaki terör örgütleri aracılığı ile merkezi coğrafya da
bulunan bütün devletlerin üzerine doğru yönlendiriliyordu Orta Doğu’da bulunan İslam devletleri
parçalanarak Arapların hegemonyası kırılırken, Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde
yeni bir ulus devlet yaratılarak ve Türk
hegemonyasına karşı kullanılarak, gelecekte yeni bir Türk yapılanması da devre
dışı bırakılmak isteniyordu. Türklerin anavatanı Anadolu üzerindeki Türk
varlığı ortadan kaldırılarak, bölgedeki Türk toplulukları geldikleri Orta Asya
bozkırlarına doğru geri gönderilmek isteniyordu. Arapların parçalanması,
Türklerin geri gönderilmesiyle birlikte Hıristiyanlar Yeni Bizans ve Yahudiler
de Büyük İsrail projelerini merkezi alanın bölgeselleşmesi doğrultusunda uygulama
alanına getiriyorlardı. Böylece yirmi birinci yüzyıla doğru yeni bir dünya
düzeni kurulurken merkezi alanda bu tür bölgesel projeler öne çıkarılıyordu.
Merkezi
coğrafya bölgesinin tam ortasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti, bu bölgenin
geleceği için hazırlanan bütün emperyal ve Siyonist projelerin hedefi konumuna getirilerek
ortadan kaldırılmak isteniyordu. Türkiye’nin müttefiki olan bütün batılı
ülkeler Türk devletinin sınırlarını tanımayarak, ülkenin gelecekte kendi
projeleri doğrultusunda farklı bir yapılanmaya yönelmesi için, ellerinden gelen
bütün baskıları ve kışkırtmaları birbiri ardı sıra devreye sokmaktadırlar. Türk
devleti öncelikle merkezi alan ile ilgili bütün bölgeselleşme projelerini
dikkatle takip ederek, kendisi için tehdit sayılabilecek girişimleri öncelikle
önlemek durumundadır. Türkiye Cumhuriyeti, emperyal merkezlerin bölgeselleşme planlarını
önlerken, bir yandan da kendi bölgeselleşme planını acilen devreye sokmak
zorundadır. Avrupa Birliği denetimi altındaki bir dışişleri ile, ABD etkisi
altına girmiş olan devlet daireleri ve kamu kurumları ile, İsrail’in
güdümündeki bir ekonomi ve medya ile Türkiye’nin milli bir bölgeselleşme planı
hazırlayarak devreye sokamadığı görülmektedir. Atlantik okyanusunun iki
yanından destek alarak işbaşına gelen siyasal iktidarlar yüzünden Türkiye emperyal
politikalara mahkûm edilmiş ve Türk devleti soğuk savaş sonrasında sürekli
olarak yenilen ve kaybeden bir ülke konumuna düşürülmüştür. Türkiye artık
Ankara’dan yönetilemez bir görünüm kazanmış, Avrupa Birliği uyum paketleri ile
Büyük Orta Doğu projesinin empoze ettiği adımlar ile de devletin yarısı tasfiye
edilme noktasına gelmiştir. Son otuz yılda dış baskılar ile uygulanan bütün
politikalar Türkiye’nin tasfiyesinde etkili olduğu için Türk devleti artık bu
gidişe bir son vermek zorundadır, aksi takdirde Türkiye Cumhuriyeti’nin yirmi birinci
yüzyılda yoluna devam edemeyeceği açıkça ortaya çıkmıştır.
Bosna’dan
Kırgızistan’a kadar yer alan Türk coğrafyasındaki merkez ülke olarak Türkiye
Cumhuriyeti ayakta kalmak zorundadır. Bunun için de kurucu önder Atatürk’ün dış
politikasına acilen dönülerek bölge ağırlıklı siyaset kararlı bir biçimde izlenmelidir.
Balkan ülkeleri ile yeni bir Balkan Paktı, Orta Doğu ülkeleri ile de Sadabat
Paktı benzeri bir merkezi ittifak bir araya getirilerek, orta alanda Merkezi Devletler
Birliği adı altında yeni bir bölgesel yapılanma bir an önce kurulmalıdır. Atatürk
döneminde olduğu gibi İran ile Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bir araya
gelinmeli ve ikinci bir Bakü Kurultayı ile, Merkezi Devletler Birliği oluşumu,
tıpkı Avrupa Birliği gibi dünyaya ilan edilerek, emperyalist ve Siyonist bölgesel planlara karşı, merkez ülkelerinin inisiyatifi
öne çıkarılmalıdır .Doğu Avrupa’dan Hazar bölgesine, Karadeniz’den Akdeniz’e doğru uzanan merkezi coğrafya üzerinde Türkiye
–İran ortaklığı ile kurulacak bir merkezi bölgesel yapılanma, dünyanın
ortasında üçüncü dünya savaşı çıkartmayı hedefleyen bütün emperyal planların
önünü kesebilecektir. Bakü merkezli bir bölgesel birlikte, Türkiye, İran, Irak,
Suriye, Azerbaycan ve Gürcistan devletleri bir araya gelerek, bölge dışı emperyal
güçlere karşı birlikte bir bölgesel dayanışma ittifakı ve güvenlik örgütlenmesi
oluşturabilirler. Ankara-Bakü-Tahran hattında bir bölgesel inisiyatif oluşturularak
Atlantik inisiyatifi ile, Rusya’nın kontrolü altındaki Avrasya inisiyatifine karşı
dayanışmacı bir bölgesel alternatif oluşturularak, dünya barışının merkezi
coğrafya üzerinden bozulmasına giden yolun önü kesilebilir. Merkezi coğrafyayı
iki büyük Türk imparatorluğu sayesinde bin yıl yönetmiş olan Türk inisiyatifinin,
bugünün koşullarında İran gibi bir büyük devlet ile bir araya gelerek ve
ortaklıklar kurularak yeniden merkezi coğrafya üzerindeki otorite boşluğunun doldurulması
dünya barışı açısından zorunlu görünmektedir. Üç büyük dinin birlikte yaşadığı
orta alan ülkelerinde hiçbir din, mezhep, etnik topluluk ya da emperyal gücün
tam anlamıyla egemen olması artık mümkün görünmemektedir. Bu nedenle Türkiye ve
İran merkezin iki büyük devleti olarak bir araya gelmeli ve Avrupa tipi bir
kıta devleti benzeri olarak orta dünyada Merkezi Devletler Birliği’ni ilan edilerek,
bu coğrafyada istismar edilen siyasal otorite boşluğu doldurulmalıdır. Bölgede
var olan bütün devletlerin sınırları ve başkentleri korunarak çevresel bir
güvenlik ortamı öncelikle yaratılmalı ve bu aşamadan sonra da Balkan Paktı,
Sadabat Paktı, Bağdat paktı, Cento, ECO ya da RCD benzeri daha önceleri çeşitli
biçimlerde denenmiş merkezi coğrafya birliği, mevcut devletlerin bir araya gelmesiyle
acilen kurulabilmelidir. Orta boy bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti bu
aşamadan sonra kendi başına bir bölgesel devleti emperyalistlere karşı kuramayacağını
görebilmeli ve böylesine bir merkezi yapılanmayı ancak komşularıyla iş birliği yaparak
başarabileceğini görebilmelidir. Bölge barışı açısından NATO’nun yetersiz
kaldığı durumlarda Türkiye komşu devletlerle güvenlik alanında ortak hareket
ederek bölge barışını sağlamalı, batılı müttefiklerin bölgeselleşme planlarını önlemek
üzere Türkiye’yi komşularıyla savaştırması oyununa da artık bir son
verilmelidir. Türkiye’nin öncülüğünde kurulacak bir Merkezi Devletler Birliği,
dünya dengelerinin yeniden kurulduğu bu aşamada orta dünyadaki tüm ihtilafların
ve çatışmaların geride bırakılmasını sağlayacaktır. Atatürk ilkeleri
doğrultusunda bölgeselleşme sürecinin tamamlanabilmesi için Türkiye Cumhuriyeti
harekete geçerek Atatürk’ten yadigâr kalan Balkan Paktı ile Sadabat Paktını bir
araya getiren Merkezi Devletler Birliği (MEDEB) oluşumunu dünya kamuoyunun
dikkatine sunmalıdır.
KAYNAK KİTAP: TÜRKİYE’NİN B PLANI – ANIL ÇEÇEN, KİLİT
YAYINLARI, ANKARA 2010, 3 baskı
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder