20 Haziran 2022 Pazartesi

ATATÜRK MODELİ İLE TÜRKİYE’NİN BÖLGESELLEŞMESİ-Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

ATATÜRK MODELİ İLE TÜRKİYE’NİN BÖLGESELLEŞMESİ

              Bütün dünya ülkeleri, çeyrek yüzyılı aşan bir zaman diliminde emperyalizm tarafından yer kürenin bütün kıtalarına zorla dayatılan küreselleşme saldırılarının yarattığı büyük sarsıntılardan kurtulmaya çalışırken, son yıllarda dayatmacı küresel emperyalizme karşı korumacı bir bölgeselleşme oluşumunun içine doğru sürüklenmek durumunda kalmışlardır. Küreselleşme batı emperyalizminin yeni bir versiyonu olarak dıştan kumandalı bir dayatmacı düzene dönüşmeye doğru kaydırılınca, bu durumdan büyük zararlar gören bugünkü devlet yapıları ve ulus devlet modelleri, belirli bir aşamadan sonra dağılmamak ve çökmemek üzere kendileri açısından ulusal reflekslerinin tepkisi doğrultusunda korunmacı politikalara yönelerek, kendi haklarını ve düzenlerini savunan yeni tutum ve davranışlar içerisine girmişlerdir. Böylece, soğuk savaş sonrasında Sovyetler Birliğinin çöküşü ile başlayan yeni dönemde çeyrek yüzyıllık çaba ve zorlamalara rağmen, bütün dünya kıtalarında küresel bir sömürü imparatorluğu kurulamamış, aksine böylesine bir çıkarcı küresel düzen oluşumu için yıkılmaya çalışılan devlet yapıları, yaşanan olumsuz gelişmeleri dikkate alarak kendilerini toparlamaya başlamışlardır. Dıştan kumandalı küreselleşme zorlamalarına çeyrek asır dayanabilen ve bir süre sonra bu gibi manipülasyonlara karşı çıkarak kendi varlığını koruma doğrultusunda önlem almaya başlayan   ulus devletler, kendilerinin dış saldırılara karşı daha güvenli bir koruma sistemini gündeme getirerek, komşularıyla yeni geliştirdikleri diyaloglar üzerinden bölgeselleşme sürecini gündeme getirmişlerdir. Bu aşamadan sonra dünyanın egemen konjonktürel süreci bölgeselleşme akımı olmuş ve böylece küreselleşme dayatmalarının sonlarına doğru gelinmiştir.

            Beş büyük kıtadan oluşan yeryüzü karaları, ayrıca kıtalar arasında yer alan denizlerin üzerindeki adalardan meydana gelmektedir. Bu kara parçaları yer kürenin çeşitli bölgelerinde bir araya gelerek bölgesel haritalar oluşturmaktadırlar. Dünyanın hangi yöresine bakılırsa bakılsın, o bölgede denizler ve karalardan oluşan bir bölgesel yapılanma bulunduğu göze çarpmaktadır. Harita üzerindeki noktalar belirli yerleri ortaya çıkarırken, çeşitli yerlerin birleşmesinden meydana gelen bölgelerde, haritalar üzerinde noktaların ötesinde bir genişlik içerisinde ortaya konulmaktadır. Bölge kavramı bu çerçevede ele alındığında   birbirine komşu konumda olan çeşitli yerlerin bir bütünsellik içindeki genel tanımı olarak görülmektedir. Bölge denilince, mutlaka bir ülkenin ya da kıtanın üzerinde yer alan çeşitli yerlerin birleşiminden meydana gelen bir alan ifade edilmeye çalışılmaktadır. Dünya haritasında yer alan ülke ve bölgelerin birbirleriyle olan kesişmelerine göre, bölgecilik küçük ve büyük ölçeklerde olmak üzere, başlıca iki ana eğilim doğrultusunda gündeme gelmektedir. Var olan devlet yapıları genel olarak ulusal yapılanmalar olduğu için, büyük bölgecilik ulus ötesi bölgeler, küçük bölgecilik ise ulus altı bölgeler olarak algılanmaktadırlar. Avrupa merkezli siyasal oluşumlar ya da akımlar da daha çok ulus altı bölgeciliği öne çıkaran bir mikro devletçilik gündeme gelmekte ve ulus devletlerin sınırları içerisinde yer alan belirli bölgeler bu ülkelerin sınırları dışına çıkarak, daha küçük bir devletçiliğe mikro bölgecilik akımı sayesinde ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu doğrultuda etnik ve mezhepsel kökenli toplulukları sınırları içinde yaşadıkları ulus devletlerin merkezlerine karşı isyan ettirilerek mikro milliyetçilik üzerinden mikro devletçiliğin önü açılmak istenmekte ve bu doğrultuda, bir anlamda eyalet devletçikleri olarak görülebilecek küçük devletler yaratılarak ulus devletler parçalanmaktadır.

            Küresel emperyalizm ulus devletleri parçalayarak dünya haritası üzerinden silmeye çalışırken, mikro milliyetçilik ve mikro bölgecilik olabildiğince dış destekler ile kullanılmış ama, uluslararası finans kapitalin emperyalist oyunları ortaya çıkınca, bu plan çökmüş ve bütün ulus devletler sahip oldukları milli sınırlar içerisinde yaşamlarını sürdürmekte olan, etnik ya da dinsel toplulukların parçalanarak kendi başlarına ayrı bir devlet kurmalarına izin vermemişlerdir. Sovyetler Birliğinin dağılmasının yarattığı panik ortamında yaşanan Yugoslavya iç savaşı da benzeri bir dağılmanın önünü açmış, bu aşamada Çek Cumhuriyeti ile Slovak devleti birbirlerinden ayrılmışlar ama daha sonraki koşullarda hiçbir ulus devlet kendi milli sınırları içerisinde yaşamakta olan etnik ya da dinsel grupların ülkeden koparak, ulus altı yeni bir eyalet devleti oluşturmalarına izin vermemiştir. Böylece, batılı merkezler tarafından geliştirilen ısrarlı kopma senaryoları sonuç vermemiş ve ulus altı bölgecilik senaryoları ile yeni küçük devletçikler yaratılamamıştır. Küresel sermaye, kendi tekelci şirketlerini büyütürken, ulus altı bölgecilik oluşumlarını etnik kışkırtmalar ya da mezhepler arası din savaşları ile geliştirerek sonuç almaya çalışmıştır. Ne var ki, çeyrek asırlık bir zorlama dönemine rağmen istenen sonuçlar elde edilememiş ve bu doğrultuda kullanılan ulus altı bölgecilik ya da mikro milliyetçilik hiçbir işe yaramadığı gibi, küresel emperyalizmi zorlayan batılı büyük devletlere ve siyasal merkezlere yönelik tepkileri artırmıştır. Sınır aşan bölgelerde yeni devletleşme planları doğrultusundaki mikro milliyetçilik, ya da mikro bölgecilik akımları bir aşamadan sonra sonuç vermeyince, tepkilerin giderek tırmanması üzerine küreselleşme karşıtlığı çizgisinde yeni bir ulusalcılık akımının doğmasına neden olmuştur. Küresel emperyalizm mikro milliyetçilik akımlarını örgütleyerek mikro bölgelerde yeni eyalet devletleri yaratamayınca, oyun tersine dönmüş, hedef alınan ulus devletlerin merkezi yapıları bu tür saldırılara karşı toparlanarak, yeniden güçlenmişler ve emperyalist devletlere karşı daha kuvvetli bir ulusal savunma sistemine yönelmişlerdir.

                        Avrupa ulus devletlerinde Avrupa Birliği oluşturabilmek için, kıtasal bir oluşum doğrultusunda ulus altı bölgecilik emperyalist merkezler tarafından desteklenmiş ama çeyrek yüzyıllık bir dönemde bir türlü istenen sonuçlar alınamamıştır. Ulus altı bölgecilik başarısız kalınca, bu durumun doğal sonucu olarak ulus üstü makro bölgecilik akımı da sonuçsuz kalmıştır. Şirketler küreselleşirken, devletlerin ulusallıktan uzaklaştırılmaları hedeflendiği için, mikro milliyetçilikler ile mikro bölgecilik üzerinden küçük eyalet devletçiklerine doğru bir yöneliş organize edilmeye çalışılmış ama, ulus devletlerin başkentlerindeki devlet yapıları direnerek kendilerini koruyunca, bu tür emperyal planlar teker teker çökmüştür. Avrupa’nın ortasında yer alan beş büyük eski sömürgeci ulus, mikro bölgecilik ve milliyetçilik üzerinden parçalanamayınca, Avrupa Birliği gibi makro bölgesel bir yapılanma kıtasal oluşum olarak duraklama göstermiştir. Yüzyıllarca kendine bağlı sömürge imparatorlukları yönetmiş olan büyük ulus devletler, bir makro bölgecilik projesi olan Avrupa Birliği yolunda kültürel haklar üzerinden mikro bölgeciliğe teslim olmayı kabul etmemişler ve kültürel hakların ulusal birlik düzeni ile üniter devlet yapılarını parçalamasına izin vermeyerek, ulusal devlet modelleri doğrultusundaki ülkesel alan bütünlüğüne sonuna kadar sahip çıkmışlardır. Mikro bölgeciliğin iflas etmesiyle kıtasal oluşum yolunun önü kapanınca, Avrupa Birliği adı verilen makro bölgecilik ya da kıtasal devletçilik hedefi de geçerliliğini yitirmiştir. Ne var ki, ABD merkezli küresel şirketlerin bütün dünyayı ekonomik hegemonyaları altına almaları yüzünden, Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı çıkabilecek bir Avrupa Birleşik Devletleri yaratma hedefi, gene korunmuş ve bu doğrultuda bölgeselleşme arayışı sürdürülmeye çalışılmıştır. Bir büyük hegemonik güç ya da süper emperyalist olarak ABD’nin dengelenme ihtiyacı, Avrupa kıtası çerçevesinde bölgeselleşmeyi öne çıkarmıştır. Beş yüzyıl dünya kıtalarını sömürge imparatorlukları ile yöneten Avrupa’nın büyük devletleri bu imparatorlukların tasfiyesinden sonra içine düştükleri küçülme olgusunu, kıtasal düzeyde bölgeselleşerek aşmaya çaba göstermişlerdir. Soğuk savaş sonrasında bu yüzden Avrupa Birliği projesi kendiliğinden devreye girmiş ama mikro bölgeciliğin küresel emperyalizm tarafından desteklenmesi nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Makro düzeyde bölgecilik arayışının en somut örneği olarak, Avrupalı devletleri birleştirmeyi hedefleyen Avrupa Birliği oluşumunu görmek mümkündür.

            Amerikalı uluslararası tekellerin süper emperyalizmine karşı bir bölgesel birliğe yönelen Avrupa ülkeleri gibi, dünyanın diğer kıtalarında yer alan devletlerin de benzeri küresel saldırılara karşı kendilerini korumak ve komşu devletler ile yan yana gelerek bulundukları yerlerde bölgesel birlikler oluşturmak yolu ile her türlü saldırıya karşı koymak hakkı doğal olarak bulunmaktadır. Nitekim, Birleşmiş Milletler gibi bir uluslararası örgüt, bütün devletlerin korunması için aldığı kararlar doğrultusunda, devletlerin sınırları içindeki ülkelerinin dokunulmazlığını, ayrıca hiçbir devletin iç işlerine karışılamayacağını, her devletin uluslararası hukuka uyarak kendi varlığını ve gücünü geliştirebileceğini açıkça ortaya koymuştur. Bu durumda, herhangi bir devletin iç işlerine karışarak ya da dışarıdan müdahalelerde bulunarak ulus devlet altında bir bölgecilik yaparak, büyük devletlerin ülkelerinden küçük devletçikler ortaya çıkarabilmek, uluslararası hukuka göre pek mümkün görünmemektedir. Orta boy ulus devletlerin mikro milliyetçilik ya da bölgecilikler yolu ile dağılmasının sağlanması  ya da  bu tür gelişmeler sonrasında, ortaya çıkan parçalı yapılar üzerinden daha büyük  alanları kapsayan bir tür makro bölgecilik cereyanlarının  gerçekleştirilmeye çalışılması yüzünden, küreselleşme dönemi çok gergin geçmiş ve bu yüzden çeyrek asırlık bir zaman dilimi sonrasında küreselleşme olgusu iflas ederken, bunun yerine yeni bir alternatif olarak bölgeselleşme akımları  dünyanın gündeminde yerini almıştır. Avrupa kıtasının eski ve köklü ulus devletleri, kendi ülkesel birliklerine yönelen ulus altı bölgecilik akımlarının yarattığı bölücülük tehlikesinin atlatılması doğrultusunda hem ulusal birliğe hem de üniter siyasal düzenin korunmasına dikkat ederek, bölünmekten kurtulmuşlar ve ulusal birliklerini koruyarak bugünkü aşamaya gelebilmişlerdir.

            Avrupa kıtasının güçlü ulus devletleri, küresel emperyalizme karşı ulusal birliklerini koruyarak, ulus altı bölgecilik üzerinden parçalanarak, yeni bir tür Amerika Birleşik Devletleri benzeri bir Avrupa Birleşik Devletleri modeli geliştirememişler ve bu yüzden bir Avrupa Federasyonu yapılanmasını Avrupa Birliği çatısı altında kurabilmek, yarım yüzyılı aşkın çabalara rağmen bir türlü gerçekleştirilememiştir. Avrupa’nın güçlü ulus devletleri var olan büyük devlet yapılarını koruyarak bir kıtasal bütünleşmeyi alternatif bir yol olarak gündeme getirdiği için, Avrupa kıtasının geleceğinde bir nevi kıtasal gevşek konfederasyon yolu görünmüştür. Ne var ki, küresel sermayenin dümen suyunda giden bazı Avrupalı merkezler, geçmişin güçlü ulus devlet yapılarının dağıtılmasını bir sermaye imparatorluğu için istediklerinden, kıtasal konfederasyon modeline karşı çıkarak, ulus altı bölgecilik yolu ile Avrupa’nın büyük devletlerini küçültebilmenin yollarını aramışlardır. Ne var ki, uzun süren baskılara rağmen böylesine bir değişim gerçekleştirilemediği için, bir makro bölgecilik projesi olan Avrupa Birliği senaryosu çıkmaza sürüklenmiş ve birlik süreci kendiliğinden durmuştur. Şimdi gelinen nokta da birlik üyesi ülkeler, hem sanki birlik tamamlanmış gibi hareket ederek uluslararası diplomasinin gereklerini yerine getirmeye çalışmışlar, hem de kendi bağımsız devlet yapılarının gerektirdiği bağımsız politikaları sürdürerek geleceğe dönük süreç içerisinde ayakta kalabilmenin yollarını aramışlardır. Bir anlamda, Avrupa gibi uygarlığın beşiği olan kıtada, ulus altı bölgecilik senaryoları iflas ettiği için, ulus ötesi ya da uluslar üstü bir makro bölgecilik projesi olarak Avrupa Birliği senaryosu durma aşamasına gelmiştir. Küçük bölgecilik ve büyük bölgecilik akımlarının birbiriyle bağlantılı olduğu ve her ikisinin gündeme gelmesiyle birlikte birbirlerini devreye sokan bir gelişme sürecinin ortaya çıktığını, dünya kamuoyu Avrupa Birliği süreci içerisinde yakından görebilmiştir. Küçük bölgecilik ulus altı yapılanmaların önünü açarak ulus devletleri ortadan kaldırabildiği gibi, yaratılan küçük devletçiklerin gelecekte eyaletleşerek, belirli bir alan üzerinde küçük eyalet devletlerinin bir araya gelmesiyle büyük bölgesel birliklere giden yolu açabildiği de çeşitli örnekleri ile görülebilmiştir. Avrupa kıtasına benzer bazı oluşumlar mikro milliyetçilik ya da etnik kökencilik çekişmeleri ile dünyanın başka bölgelerinde de gündeme gelerek, ulus devletlerin ortadan kalkmasına gidebilecek yolları zorlamıştır. Sömürgelerin uluslaşmasıyla ortaya çıkan ulus devletlerin ötesinde daha büyük bölgesel oluşumların sağlanabilmesi doğrultusunda, ulus altı bölgecilik girişimleri ulus üstü ya da uluslararası makro bölgecilik akımlarını zamanla ortaya çıkarmıştır.

            Avrupa kıtasının ulus devletleri gibi, dünyanın diğer bölgelerinde var olan devletlerin de küresel sermayenin ve uluslararası tekelci şirketlerin saldırılarına karşı kendilerini koruyabilme doğrultusunda, büyük bölgesel birliklere yönelerek kendilerini bölgesel birlikler üzerinden koruma hakları doğal olarak vardır. Küçük ve orta boy ulus devletler küresel emperyalizmin sömürgeci saldırılarına karşı harita üzerinde bulundukları yerlerde, kendilerini koruyabilme doğrultusunda bölgesel birliklere yönelebildikleri gibi, gene bu doğrultuda kendi aralarında geliştirdikleri çeşitli birlik ve dayanışma modelleri üzerinden, çeşitli alternatif oluşumları öne çıkarabilmektedirler. Kuzey Amerika, Güney Amerika, Afrika kıtasının kuzey, güney, doğu ve batı kısımları, Asya kıtasının benzeri bir biçimde doğusu, batısı, güneyi ve kuzeyi de gelecekte Avrupa kıtasına benzer bir doğrultuda çeşitli bölgeselleşme plan ve projelerinin uygulama alanları olabilirler. Benzeri bir biçimde dünyanın merkezi coğrafyasında da bölgeselleşme eğilimleri uzun süredir devam edip gitmektedir. Bu tür plan ve projelerin emperyalist güçler tarafından orta alandaki ülkelere zorla dayatılması yüzünden, üç tek tanrılı dinin ortaya çıktığı için kutsal topraklar adı verilen merkezi coğrafya da bir türlü barış sağlanamamakta ve soğuk savaş sonrasında bu bölge sürekli bir savaşa ve sıcak çatışmalara sahne yapılmaktadır. Bölgede var olan devlet yapıları, Avrupa türü küçük devletlerin çok ötesinde bir büyüklüğe sahip olduğu için, küresel emperyalizmin merkezi olarak bu coğrafyanın ortasına zorla dayatılmış olan İsrail devletinin odağında yer aldığı yeni bir tür bölgeselleşme olgusu, bütün merkezi coğrafya ülkelerine dıştan kumandalı ve dayatmalı bir biçimde zorlanmaktadır. Merkezi alan devletlerinin de tıpkı Avrupa devletleri gibi bir araya gelerek bir büyük bölgeselleşme olgusunu gerçekleştirerek, kendilerini  bu yoldan koruma ve savunma hakları varken, bölge dışı emperyal güçler ve onların temsilcisi olarak, bu coğrafyadaki Filistin toprakları işgal edilerek sonradan kurulmuş bir Siyonist devletin baskılarıyla, farklı bölgeselleşme modelleri devreye sokularak, dünya barışını tehdit edecek ve üçüncü bir  cihan savaşına gidebilecek yolları tetikleyebilecek sıcak çatışmalar birbiri ardı sıra gündeme gelerek, doğal yollardan sağlanabilecek bölgeselleşmenin önü kesilmeye çalışılmaktadır.

            Dünya tarihi açısından merkezi alan ele alınırsa, bu coğrafya da ya sürekli çekişme ve çatışma yolu ile savaş ya da bir büyük bölge devletinin hegemonyası sayesinde sürdürülebilen bir barış ortamı olduğu görülebilmektedir. Roma, Bizans, Hazar, Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük bölge devletleri olduğu zaman, merkezi alanda daha kalıcı barış düzenleri kurulabilmiş ama böylesine büyük bölge devletlerinin dağılması sürecinde ise bu bölgede doğu-batı ve kuzey-güney ekseninde emperyal güçlerin hegemonya savaşları görülmüştür. Üç kıtanın kesişme noktasında dünya kıtalarının merkezi alanı olarak öne çıkan Balkanlar-Orta Doğu- Kafkasya hattında, siyasal gelişmeler kıtalar arası ve emperyal güçler arası sürekli çekişme ve çatışmaların yaşandığı süreçler birbirini izlemiştir. İmparatorluklar dağılırken ortaya küçük devletçikler çıkmış ama bir süre sonra bunların içinden bir tanesi güçlenerek öne çıktığı zaman eski imparatorlukların yerine alan yeni bir bölgesel hegemonya düzeni kurulabilmiştir. Merkezi coğrafya, orta alanda kurulan bir büyük devlet ya da imparatorluk üzerinden yönetildiği zaman, barış içinde bir bölgeselleşme yapılanması gerçekleştirilebilmektedir. Bu gibi durumlarda Pax Romana, Pax Bizantica ya da Pax Ottomona gibi barış yapılanmaları bölgesel büyük devletin gücü sayesinde gerçekleştirilebilmekte ve böylece dünya barışı sağlanabilmektedir. Üç kıta arasında yer alan bu merkezi alanda kurulan bölgesel büyük devlet yapılanmaları her aşamada kıtalardan gelen büyük güçlerin merkezi alana saldırmaları yüzünden tehlikeye girebilmektedir. Romalılar, Haçlılar, İngilizler, Fransızlar ve Amerikalılar batıdan gelerek merkezi alana egemen olmak istemişler, Yahudiler ise İngilizler ve Amerikalıların sırtında bölgeye gelerek kendi Siyonist egemenliklerini kurmak istemişlerdir. Cengiz Han, Timur Han ya da İlhanlılar, Persler gibi siyasal güçler de bölgenin doğusunda kalan Asya kıtasından gelerek gene merkezde kendi egemenliklerini tesis etmenin yollarını aramışlardır. Merkezi coğrafyada yaşayan topluluklar bir araya gelerek büyük bir bölgesel devlet kurabildikleri durumlarda, kıtalardan gelen her türlü saldırılara karşı kendilerini koruyabilmişlerdir.

            Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın merkezi coğrafyasını elinde tutmuş olan Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarındaki Türk hegemonyasının uzantısı olan bir orta alan devleti olarak, merkezi coğrafyaya yönlen bütün bölgeselleşme plan ve projelerinin birinci derecede hedefi konumunda bulunmaktadır. Kırım’dan Kıbrıs’a, Balkanlar’dan Kafkaslara, Akdeniz’den Kara Deniz’e uzanan merkezi alan toprakları üzerinde her zaman dünya hegemonyası kurmak isteyen emperyal güçlerin gözü olmuştur. Bu yüzden de merkezi alanda güçlü bir devlet olmayınca sürekli olarak sıcak çatışma ve çekişmeler yaşanmış ve bu bölge doğu ile batının karşı karşıya geldiği bir savaş alanına dönüşmekten kurtulamamıştır. Merkezi coğrafyayı da içine alan Avrasya kıtasının iki ana merkezi olarak Moskova ve İstanbul, sürekli olarak karşı karşıya gelmişler ve zaman zaman da savaş senaryolarına alet olmuşlardır. Moskova ve İstanbul’da ikişer büyük imparatorluk tarih sahnesine karışmıştır. Rus Çarlığı ve Sovyetler Birliğine başkentlik yapan Moskova iki büyük çöküşe sahne olurken, İstanbul ‘da Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarının başkenti olarak benzeri bir çöküntüden kaçınamamıştır. Bugün Moskova yeniden merkezi coğrafya patronluğuna soyunurken, İstanbul’da eskisi gibi Moskova’nın karşısına çıkmaya hazırlanmaktadır. Rusya’nın Avrasya siyasetinin amacı, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk varlığını dışlamak üzerine kurulmuştur. Rusya Türkiye’ye karşı İran ile, Çin’e karşı da Japonya ile ittifak yaparak Avrasya kıtasının bütününe egemen olmak istemekte, merkezi alandaki bölgeselleşmeyi de kendi Avrasya siyaseti içinde yönlendirerek kendisini merkeze oturtmaya çalışmaktadır. Rusya’nın son zamanlarda gerçekleştirdiği Kırım işgali ile Ukrayna’ya yönelik baskı uygulama girişimleri, Rusya merkezli bir Avrasya bölgeselleşmesini Orta Doğu bölgesine de taşımakta ve bölge ülkelerine karşı böylesine bir bölgeselleşme senaryosunu Rus emperyalizmi kendi çıkarları doğrultusunda komşularına dayatmaktadır.

            Türk dünyasının beşte ikisi halen Rusya Federasyonu sınırları içerisinde yaşamını sürdürdüğü için, Türkiye merkezli bir bölgeselleşme planının ana hedeflerinden birisi Rus devleti olacaktır. Rusya son çıkışları ile buna izin vermediğini açıkça orta koyarken, Türkiye’nin de sadece Türk unsuruna dayanan bir bölgeselleşme siyasetinin büyük Rusya Federasyonunu karşısına alacağı görüldüğü için, katı bir Türkçü bir yaklaşımın Türkiye ile Rusya’yı Avrasya hegemonyası doğrultusunda yeni bir savaş sürecine taşıyabileceği görülmektedir Osmanlı zayıflayınca Ruslar Kars ve Ardahan’a girmişler, bunun üzerine de İngiltere’de Kıbrıs’a girerek, kuzeydeki emperyalist gücün dünyanın merkezi coğrafyasını ele geçirmesine izin vermemiştir. Rusya devleti, bir kuzey gücü olarak her zaman için sıcak denizlere inebilmenin yollarını aramış ve bu hedefini Orta Doğu ile güney Asya bölgelerinde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Türkiye gibi İran ve Afganistan’da Rus hegemonyasının sıcak denizlere inme girişimlerinin   önünün kesilmesinde tampon devletler olarak kullanılmıştır. Soğuk savaş sonrası dönemde, Rusya Suriye’de askeri üs kurarak, Güney Kıbrıs’a ekonomik açıdan yerleşerek ve tüm bölge ülkelerinde yoğun siyasal çalışmalar yaparak, Türkiye ile birlikte Orta Doğu devletlerini de Rusya Federasyonu içine alarak, Orta Doğu’da yeni bir bölgeselleşmeyi kendi sınırları içerisinde tamamlayabilmenin yollarını aramaktadır. Rusya gibi, bu bölgeye sonradan gelerek ABD desteği ile devlet olma hakkını elde eden, Yahudiler’de dinleri açısından kutsal toprak ilan ettikleri merkezi alanda, Siyon tepesi merkezli bir büyük imparatorluğu, orta alan bölgeselleşmesi olarak gündeme getirmektedirler. İki büyük dünya savaşı sonrasında kurabildikleri küçük İsrail devletini büyüterek bütün Orta Doğu ülkelerini kendi sınırları içine almak isteyen Siyonist devletin politikaları, sürekli savaş ve çatışmaları bölge ülkelerine dayatarak ve bu alanda önce ulus altı bölgeselleşme girişimleri ile mikro milliyetçilik üzerinden  yeni eyalet devletçikleri oluşturarak, İsrail’den büyük ulus devletlerin ortadan kaldırılması öncelikli olarak uygulama alanına sokulmuş ve bu doğrultuda bütün bölge devletleri etnik ve mezhepsel çatışmaların sahnesine dönüştürülmüştür. Bu yüzden bölgede savaş eksik olmamış, ABD ordusu İsrail’i korumak üzere bölgeye gelerek, Orta Doğu ülkelerinin savaş alanına dönüşmesine yol açmıştır. Soğuk savaş sonrasında küreselleşme döneminde bölgeye Siyonizm planlı olarak yayılmış, küreselleşme dönemi sona ererken, küçük İsrail devleti Büyük İsrail imparatorluğunu kurabilme doğrultusunda bölge ülkelerine yönelen yeni bir savaş sürecini zorla komşu ülkelere dayatmıştır.

            Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşe geçmesiyle birlikte, batının önde gelen emperyalistleri olarak İngiltere ve Fransa Orta Doğu bölgesine gelmişler ve iki sömürgeci imparatorluk olarak orta alan ülkelerini paylaşabilmenin yarışı içinde olmuşlardır. Kuzey gücü olarak Rusya’nın sıcak denizlere inmesinin önlenebilmesi doğrultusunda, Osmanlı sonrası için çalışmalar yapılmış ve İngiltere Büyük Britanya İmparatorluğu olarak, merkez alanda kendine bağlı bir Yakın Doğu Konfederasyonu kurabilmenin çabası içinde olmuştur. Balkanlar, Kafkaslar, Anadolu ve Orta Doğu bölgelerinde genişletilmiş Sevr haritası doğrultusunda oluşturulacak küçük devletçiklerin, gene İstanbul merkezli bir bölgesel konfederasyon planı çerçevesinde toparlanması düşünülmüştür. Dörtlü konfederasyon ile, Birleşik Krallık dünyanın merkezine el koyarak, orta alana başka emperyal güçlerin girmesini önlemeye çalışıyordu. Ne var ki, İngiltere ve Amerika ikilisini kullanan Siyonist Yahudiler Atlantik emperyalizmi üzerinden geleceğin Büyük İsrail İmparatorluğunun temellerini de atıyorlardı. Siyonist lobiler iki Atlantik gücünü kullanırken, İngiltere’nin Yakın Doğu Konfederasyonu benzeri bir başka bölgeselleşme projesini, Amerikan emperyalizmi Büyük Orta Doğu projesi adı altında, ikinci dünya savaşı sonrasında devreye sokuyordu. Amerikalıların Büyük Orta Doğu deyimi ile kastettikleri merkezi alanda Yahudiler, İngiltere ve ABD üzerinden Büyük İsrail Federasyonunu kurabilmenin arayışı içerisine giriyorlardı. Böylece, kara Avrupası’na karşı Atlantik okyanusunun iki yakasında örgütlenen Atlantik emperyalizmi, Siyonist Yahudi lobilerini de yanlarına alarak dünyanın merkezi alanında fethe çıkıyorlardı. Zamanında Osmanlı devletinin İstanbul’u fethetmesi gibi, Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ittifakı da merkezi alanın bütün bölgelerini, yeni bir Balkanizasyon süreci içerisinde içeriden ele geçirerek fethediyorlardı. Dünya egemenliği için zorunlu olan merkezi bölgenin ele geçirilmesi ve diğer emperyal güçlere karşı korunması Siyonizm ve Atlantik ittifakının temel dayanak noktası olarak öne çıkıyordu.

            Osmanlı sonrası merkezi bölge kendi haline bırakılsa ya Abbasi ya da Emevi imparatorlukları gibi bir büyük İslam imparatorluğu kurulur veya Osmanlı sonrasında da tıpkı Selçuklu hanedanı gibi bir başka Türk asıllı hanedan, merkezdeki Türk hegemonyasını sürdürebilme doğrultusunda devletin başına geçebilirdi. Ayrıca bölgenin kuzeyinde yer alan Rusya, Orta Doğu’ya inerek merkezi coğrafyanın mutlak hâkimi konumuna gelebilirdi. Orta Avrupa’nın büyük gücü olarak Almanya’da yeni bir emperyal güç olarak milli politikasını Ostpolitik adı altında doğu politikası biçiminde belirlediği için, batı Avrupa ve Atlantik üstünlüğüne karşı, doğu Avrupa üzerinden yeni bir Avrasya egemenliğini gündeme getirebilirdi. Bu yüzden, Osmanlı hinterlandının Ruslara, Almanlara, Araplara, Türklere, İranlılara ya da doğulu Asya güçlerine bırakılmayacak şekilde yeniden yapılandırılması gerekiyordu. İngiltere bu doğrultuda Osmanlı sonrası bölge haritasını hazırlamış, ikinci dünya savaşı sonrasında merkezi coğrafya ya gelen Amerikan emperyalizmi hem kendi hegemonyasını kurmuş hem de kendi sırtı üzerinden gelecekte bölgenin egemeni olmaya soyunmuş olan Siyonist İsrail’in kurulmasını sağlamıştı. İngiltere ve Amerika yeni bir Bizans projesi ile İstanbul’u bölge merkezi yapmaya çalışırken, İsrail kutsal topraklar üzerinden dini kullanarak Kudüs’ü hem bölgenin hem de dünyanın merkezi ilan ederek, kendisini gelecekteki dünya imparatorluğunun tam da merkezine oturtuyordu. Dünyanın en güçlü kapitalist ve Siyonist lobileri İsrail merkezli olarak harekete geçirilerek, Siyon krallığının oluşturulması planı doğrultusunda  bir üçüncü dünya savaşı senaryosu, küresel sermayenin kontrolü altındaki terör örgütleri aracılığı ile merkezi coğrafya da bulunan bütün devletlerin üzerine doğru yönlendiriliyordu  Orta Doğu’da bulunan İslam devletleri parçalanarak Arapların hegemonyası kırılırken, Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde yeni bir ulus devlet yaratılarak ve  Türk hegemonyasına karşı kullanılarak, gelecekte yeni bir Türk yapılanması da devre dışı bırakılmak isteniyordu. Türklerin anavatanı Anadolu üzerindeki Türk varlığı ortadan kaldırılarak, bölgedeki Türk toplulukları geldikleri Orta Asya bozkırlarına doğru geri gönderilmek isteniyordu. Arapların parçalanması, Türklerin geri gönderilmesiyle birlikte Hıristiyanlar Yeni Bizans ve Yahudiler de Büyük İsrail projelerini merkezi alanın bölgeselleşmesi doğrultusunda uygulama alanına getiriyorlardı. Böylece yirmi birinci yüzyıla doğru yeni bir dünya düzeni kurulurken merkezi alanda bu tür bölgesel projeler öne çıkarılıyordu.

            Merkezi coğrafya bölgesinin tam ortasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti, bu bölgenin geleceği için hazırlanan bütün emperyal ve Siyonist projelerin hedefi konumuna getirilerek ortadan kaldırılmak isteniyordu. Türkiye’nin müttefiki olan bütün batılı ülkeler Türk devletinin sınırlarını tanımayarak, ülkenin gelecekte kendi projeleri doğrultusunda farklı bir yapılanmaya yönelmesi için, ellerinden gelen bütün baskıları ve kışkırtmaları birbiri ardı sıra devreye sokmaktadırlar. Türk devleti öncelikle merkezi alan ile ilgili bütün bölgeselleşme projelerini dikkatle takip ederek, kendisi için tehdit sayılabilecek girişimleri öncelikle önlemek durumundadır. Türkiye Cumhuriyeti, emperyal merkezlerin bölgeselleşme planlarını önlerken, bir yandan da kendi bölgeselleşme planını acilen devreye sokmak zorundadır. Avrupa Birliği denetimi altındaki bir dışişleri ile, ABD etkisi altına girmiş olan devlet daireleri ve kamu kurumları ile, İsrail’in güdümündeki bir ekonomi ve medya ile Türkiye’nin milli bir bölgeselleşme planı hazırlayarak devreye sokamadığı görülmektedir. Atlantik okyanusunun iki yanından destek alarak işbaşına gelen siyasal iktidarlar yüzünden Türkiye emperyal politikalara mahkûm edilmiş ve Türk devleti soğuk savaş sonrasında sürekli olarak yenilen ve kaybeden bir ülke konumuna düşürülmüştür. Türkiye artık Ankara’dan yönetilemez bir görünüm kazanmış, Avrupa Birliği uyum paketleri ile Büyük Orta Doğu projesinin empoze ettiği adımlar ile de devletin yarısı tasfiye edilme noktasına gelmiştir. Son otuz yılda dış baskılar ile uygulanan bütün politikalar Türkiye’nin tasfiyesinde etkili olduğu için Türk devleti artık bu gidişe bir son vermek zorundadır, aksi takdirde Türkiye Cumhuriyeti’nin yirmi birinci yüzyılda yoluna devam edemeyeceği açıkça ortaya çıkmıştır.

            Bosna’dan Kırgızistan’a kadar yer alan Türk coğrafyasındaki merkez ülke olarak Türkiye Cumhuriyeti ayakta kalmak zorundadır. Bunun için de kurucu önder Atatürk’ün dış politikasına acilen dönülerek bölge ağırlıklı siyaset kararlı bir biçimde izlenmelidir. Balkan ülkeleri ile yeni bir Balkan Paktı, Orta Doğu ülkeleri ile de Sadabat Paktı benzeri bir merkezi ittifak bir araya getirilerek, orta alanda Merkezi Devletler Birliği adı altında yeni bir bölgesel yapılanma bir an önce kurulmalıdır. Atatürk döneminde olduğu gibi İran ile Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bir araya gelinmeli ve ikinci bir Bakü Kurultayı ile, Merkezi Devletler Birliği oluşumu, tıpkı Avrupa Birliği gibi dünyaya ilan edilerek, emperyalist ve Siyonist  bölgesel planlara karşı, merkez ülkelerinin inisiyatifi öne çıkarılmalıdır .Doğu Avrupa’dan Hazar bölgesine, Karadeniz’den Akdeniz’e  doğru uzanan merkezi coğrafya üzerinde Türkiye –İran ortaklığı ile kurulacak bir merkezi bölgesel yapılanma, dünyanın ortasında üçüncü dünya savaşı çıkartmayı hedefleyen bütün emperyal planların önünü kesebilecektir. Bakü merkezli bir bölgesel birlikte, Türkiye, İran, Irak, Suriye, Azerbaycan ve Gürcistan devletleri bir araya gelerek, bölge dışı emperyal güçlere karşı birlikte bir bölgesel dayanışma ittifakı ve güvenlik örgütlenmesi oluşturabilirler. Ankara-Bakü-Tahran hattında bir bölgesel inisiyatif oluşturularak Atlantik inisiyatifi ile, Rusya’nın kontrolü altındaki Avrasya inisiyatifine karşı dayanışmacı bir bölgesel alternatif oluşturularak, dünya barışının merkezi coğrafya üzerinden bozulmasına giden yolun önü kesilebilir. Merkezi coğrafyayı iki büyük Türk imparatorluğu sayesinde bin yıl yönetmiş olan Türk inisiyatifinin, bugünün koşullarında İran gibi bir büyük devlet ile bir araya gelerek ve ortaklıklar kurularak yeniden merkezi coğrafya üzerindeki otorite boşluğunun doldurulması dünya barışı açısından zorunlu görünmektedir. Üç büyük dinin birlikte yaşadığı orta alan ülkelerinde hiçbir din, mezhep, etnik topluluk ya da emperyal gücün tam anlamıyla egemen olması artık mümkün görünmemektedir. Bu nedenle Türkiye ve İran merkezin iki büyük devleti olarak bir araya gelmeli ve Avrupa tipi bir kıta devleti benzeri olarak orta dünyada Merkezi Devletler Birliği’ni ilan edilerek, bu coğrafyada istismar edilen siyasal otorite boşluğu doldurulmalıdır. Bölgede var olan bütün devletlerin sınırları ve başkentleri korunarak çevresel bir güvenlik ortamı öncelikle yaratılmalı ve bu aşamadan sonra da Balkan Paktı, Sadabat Paktı, Bağdat paktı, Cento, ECO ya da RCD benzeri daha önceleri çeşitli biçimlerde denenmiş merkezi coğrafya birliği, mevcut devletlerin bir araya gelmesiyle acilen kurulabilmelidir. Orta boy bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti bu aşamadan sonra kendi başına bir bölgesel devleti emperyalistlere karşı kuramayacağını görebilmeli ve böylesine bir merkezi yapılanmayı ancak komşularıyla iş birliği yaparak başarabileceğini görebilmelidir. Bölge barışı açısından NATO’nun yetersiz kaldığı durumlarda Türkiye komşu devletlerle güvenlik alanında ortak hareket ederek bölge barışını sağlamalı, batılı müttefiklerin bölgeselleşme planlarını önlemek üzere Türkiye’yi komşularıyla savaştırması oyununa da artık bir son verilmelidir. Türkiye’nin öncülüğünde kurulacak bir Merkezi Devletler Birliği, dünya dengelerinin yeniden kurulduğu bu aşamada orta dünyadaki tüm ihtilafların ve çatışmaların geride bırakılmasını sağlayacaktır. Atatürk ilkeleri doğrultusunda bölgeselleşme sürecinin tamamlanabilmesi için Türkiye Cumhuriyeti harekete geçerek Atatürk’ten yadigâr kalan Balkan Paktı ile Sadabat Paktını bir araya getiren Merkezi Devletler Birliği (MEDEB) oluşumunu dünya kamuoyunun dikkatine sunmalıdır.

KAYNAK KİTAP: TÜRKİYE’NİN B PLANI – ANIL ÇEÇEN, KİLİT YAYINLARI, ANKARA 2010, 3 baskı

  Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder