7 Haziran 2022 Salı

BÖLÜNEREK FEDERASYON DEĞİL BÖLÜNMEDEN KONFEDERASYON - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

 BÖLÜNEREK FEDERASYON DEĞİL

BÖLÜNMEDEN KONFEDERASYON 

              Dıştan dayatmalı açılım planlarıyla beraber, yılların gizli kalmış federasyon tartışmalarının da yavaş yavaş yeniden gündeme geldiği ve çekinilmeden açıkça tartışılmağa başlandığı görülmektedir. Madem küreselci ve bölücü yayınlarda açıktan federasyon tartışmaları yazılabilmekte ve bu doğrultuda Türkiye siyaseti yönlendirilmeye çalışılmakta, o zaman sadece emperyalizm işbirlikçisi bölücülere bırakılamayacak derecede Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini birinci derecede ilgilendiren çok önemli bir konu olan federasyon tartışmalarında, toplumun diğer kesimlerinin de bu konuda düşüncelerini açıkça belirtmelerinde kamu yararı bulunmaktadır. Neden ve nasıl bir federasyon istendiğini hem bölücüler hem de onları Türk ulus devletine karşı kullanmakta olan emperyal ve Siyonist merkezler gerekçeleriyle beraber ortaya koymak zorundadırlar, çünkü sonunda böylesine bir değişime Türk ulusu karar verecektir. Bugünkü siyasal yapının tarihsel süreçte ortaya çıkmasının tek sorumlusu olan Türk ulusu, nasıl imparatorluk sonrasında bir ulusal kurtuluş savaşı vererek kendi geleceğine bağımsız bir biçimde karar verdiyse, bugün gelinen aşamada gene böylesine bir dönüşüme, Türk ulusu her türlü baskının ötesinde karar vererek, yıllardır sürdürülen gizli federasyon planlarının  arkasında yatan çıkar hesaplarını kamuoyunun gözleri önüne serebilecek ve Türk ulusunu yok etmeyi hedefleyen bu emperyal oyunların önüne geçerek kesebilecektir. Federasyon tartışmaları yeni olmayan bir konuyu yeniden ısıtmayı hedeflerken, dünyanın merkezi devleti olan Osmanlı İmparatorluğunu yıkarken yerine kendilerine bağlı bir federasyon kuramayanların heveslerini Atatürk kursaklarında bıraktığı için, yüz yıl sonra hem intikam almak hem de eski plaklarını devreye sokabilmek üzere, emperyal ve siyonist güçler bölücülerin arkasına geçerek, Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye doğrultusunda yollarına devam etmek istemektedirler.

         Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılındaki gelişmeler yakından incelenirse, bugün yapılmak istenenlerin daha o zamanlarda emperyal merkezler tarafından ele alındığı ve bu doğrultularda politikalar geliştirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Yedi yüzyıla yakın bir süre dünyanın merkezi alanındaki otorite boşluğunu dolduran Osmanlı İmparatorluğu, zaman içerisinde zayıflamaya ve gücünü kaybederek küçülmeğe başladığı aşamada, o dönemin önde gelen dört büyük emperyal gücü, Osmanlı hinterlandında kendilerine bağlı ve gene kendi yönetimleri altında çeşitli manda ve sömürge yönetimleri oluşturarak, merkezi coğrafyaya girmek ve Osmanlı sonrasında sürdürülen küresel hegemonya mücadelesinde merkezi alanda elde ettikleri mevzilerle birbirlerine karşı üstünlük sağlamaya çalışmışlardır. Ruslar Kırım ve Kafkasya’yı ele geçirdikten sonra güneye doğru inişe geçtiklerinde Doğu Anadolu’yu işgal etmişler, tam bu aşamada İngilizler Kıbrıs’ı işgal ederek Orta Doğu’ya girmişler, Fransızlar ise bu gelişmelerde İngiltere ile beraber hareket ederek Avrupa ve Avrasya güçlerine karşı bir Atlantik hegemonyasında ortaklık kurmaya çaba göstermişlerdir. Milli birliğini daha sonra tamamlayan Almanya ise bir İmparatorluk olarak Doğu Avrupa üzerinden Avrasya bölgesine yönelmiş ve Osmanlı hinterlandı üzerinden Avrasya hegemonyasına kalkışarak bu doğrultuda bir Alman-İslam devleti olarak, Töton İmparatorluğu hedefine yönelmiştir. Bütün mesele çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğunun topraklarını ele geçirmek ve bu merkezi alandan hareket ederek bir dünya hegemonyası oluşturmak doğrultusunda bir kavga olarak öne çıkmıştır. Rusların güneye inerek Akdeniz’e yönelmesi aşamasında, İngiltere ve Fransa Akdeniz üzerinden Orta Doğu’ya girerek bu gelişmeyi önlemişler ve sonraki aşamada ise bir Avrupa gücü olarak Almanya Osmanlı imparatorluğu ile yakınlaşarak bir ortak Avrasya imparatorluğu projesi oluşturmayı, Atlantik ve Avrasya güçlerine karşı gerçekleştirmeye çalışmıştır. İşte tam bu aşamada, birinci dünya savaşı çıkmış, Osmanlı devleti dağılmış, yerine Sevr antlaşması doğrultusunda parçalı bölgelerden oluşan bir kaos coğrafyası yaratılmıştır. İşte Anadolu’da başlayan Türk ulusal kurtuluş savaşı bu tür hegemonya saldırılarına karşı bölge halkının direnişini gündeme getirmiş ve bu kutsal varoluş mücadelesi kazanılınca, dünyanın tam ortasında bağımsız bir Türk devleti yirminci yüzyılın başlarında kurulabilmiştir. Bugün gelinen aşamada, geçen yüzyılda yapılamayanların yüz yıl sonra yeniden dıştan dayatıldığı bir baskı ile Türk devletini ve ulusunu karşı karşıya getirmektedir. Türk halkına açılım görünümünde kabul ettirilmek istenenlere bakıldığında, yeniden Sevr koşullarına Türkiye Cumhuriyeti’nin zorlandığı açıkça görülmektedir.

          Yüz yıl önce Türk ulusuna kabul ettirilemeyenlerin şimdi demokrasi görünümünde ya da açılım senaryolarıyla yeniden gündeme getirilmesi, açıkça Türkleri aptal yerine koymak ile aynı anlama gelmektedir. Sanki birinci dünya savaşı sonrasında Türklere zorla Sevr antlaşması imzalatılmamış ya da Sevr koşulları dayatılmamış gibi hareket edilmekte, yüzyıllık gelişmelerden Türk ulusunun ders alabileceği ihtimali göz ardı edilmekle, geri kalmış ve dünyaya kapalı bir yaşama sürüklenmiş bir Asya ya da Afrika ülkesine emperyal bir oyun oynama ya da siyasal bir kazık atma senaryoları gibi, Türkiye yeni bir açılıma zorlanmaktadır. Ne olduğu belli olmayan, hangi temel ilkelere dayandığı resmen açıklanmayan, hedefleri açıkça ortaya konulmayan bir paket, açılım adı altında kamuoyunda sürekli olarak canlı tutulmakta, Türkler bu paket ile oyalanırken, atı alan Üsküdar’ı geçmekte ve bu doğrultuda batı hegemonyasının tüm istekleri yavaş yavaş dolaylı yollardan gerçekleştirilmektedir. Bu coğrafyada Osmanlı İmparatorluğu sonrasında meydana gelen otorite boşluğu, Sovyetler Birliğinin kurulmasıyla bir doğu batı dengesine oturtulmuş, Sovyetler çözüldükten sonra da ABD askeri güç olarak bölgeye Irak üzerinden gelerek, geleceğin İsrail merkezli Orta Doğu yapılanması için çalışmaya başlamıştır. Körfez ve Irak savaşları döneminde fazla göze batmayan bu Siyonist emperyal proje zaman içerisinde daha çok öne çıkmaya başlamış ve Yeni Osmanlı senaryoları ile Osmanlı hinterlandının Kudüs merkezli bir Büyük İsrail projesine doğru Orta Doğu Birleşik Devletleri adı altında zorlandığı açıkça belli olmuştur. Gizli ve dolaylı yollardan gündeme getirilen yeni öneriler ve tüm değişiklik planlarının hepsinin aynı hedefe yöneldiği anlaşılmış ve bütün yolların Kudüs’e çıktığı kesinlik kazanmıştır. Roma İmparatorluğu döneminde her yolun Roma’ya çıktığı gibi, Büyük İsrail sürecinde de bütün yollar Kudüs’e çıkmaya başlamıştır.

         Büyük İsrail projesinin Yeni Osmanlı masalları ile bölge halkına kabul ettirilmeye çalışıldığı bu aşamada, bölgede birinci dünya savaşı sonrasında İngiltere ve Fransa’nın, galipler olarak çizdikleri haritanın eskidiği görülmüş ve İsrail merkezli bir Orta Doğu Birleşik Devletleri oluşturulabilmesi doğrultusunda ABD ve İsrail ikilisi kendi çıkarları ve bölgesel federasyonları planlarına uygun bir yol ve strateji izlemeye başlamışlardır. I982 yılında Amerika Birleşik Devletlerindeki Yahudi lobisinin çıkardığı Kivinum isimli dergide, Oded Yinon isimli bir Musevi’nin kaleme aldığı İsrail’in yeni Orta Doğu stratejisi açıkça yayınlanmış ve bu doğrultuda bir kamuoyu oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu stratejik plan yakından incelenince; Irak’ın üçe, Suriye’nin beşe, Arabistan’ın üçe İran’ın beşe, Mısır’ın üçe, Türkiye’nin ise yediye bölünmesinin söz konusu olduğu ve bu doğrultuda bütün hazırlıkların tamamlanarak ABD ve küresel sermaye şirketlerinin girişimleri üzerinden bu emperyal programın uygulamaya geçirildiği ve sonunda bütün yollar Kudüs’e çıkacağı için bütün yeniliklerin en sonunda Büyük İsrail projesinin gerçekleşmesine katkıda bulunacağı görülmektedir. Zamanında Osmanlı İmparatorluğunun egemen olduğu merkezi coğrafya topraklarında bir İsrail hegemonyası oluşturulurken hem ABD’nin askeri gücü hem de siyonist lobilerin elinde olan küresel şirketlerin ekonomik hegemonyaları merkezi bölge devletlerinin dönüştürülmesinde araç olarak açıkça kullanılmaya başlanmış ve bu sayede, küreselleşme döneminde önemli bir dönüşüm gerçekleştirilebilmiştir. ABD’deki Siyonist lobilerin öne çıkan baskın gücü, gene Siyonist içerikli neokonservatiflerin iktidarı ile birleşince, Büyük İsrail projesi hız kazanmış, bu doğrultuda göstermelik Saddam hedefi gerekçe yapılarak Irak işgal edilmiş, tam bu aşamada Türkiye’de savaşa bulaştırılmak istenmiş ama Atatürk’ten miras olarak kalan uyanık bir ulusal refleks Türkiye’nin bu beladan kurtulmasını sağlamıştır. Bu karşı çıkışın intikamını Türk askerinin başına çuval geçirerek almaya çalışan bir emperyal tepki, Kuzey Irak’ta Türk askerinin başına gelmiştir. Yeni Orta Doğu planları Amerikan genelkurmayının dergilerinde yayınlanırken, bölge ülkelerinin parçalanmasıyla yeni bir düzen oluşturulmaya çalışıldığı, İsrail merkez yapılırken, bütün bölge ülkelerinin eyaletler halinde parçalanarak, bölgesel bir federasyona geçişin adımlarının atıldığı görülmüştür. Bölgenin en küçük devleti İsrail merkezi alana egemen olurken, ABD askeri ve teknolojik gücü ile, küresel şirketlerin ekonomik gücünden yararlanmasını bilmiş, bunların destekleri ile uygulama alanına getirdiği planlarını, Truva atı konumunda kullandığı gayrimüslim işbirlikçi kadrolar aracılığı ile bölge ülkelerinde gerçekleştirmeye hız vermiştir. Tam böylesine hızlı bir dönüşümün bölgeye zorlandığı aşamada Türkiye’nin önüne ne olduğu belli olmayan açılım paketlerinin çıkartılmasının tesadüf olmadığı ve yaşanmakta olan uluslararası konjonktürün içinden çıkan dış dinamiklerin tehlikeli yansımaları olduğu anlaşılmaya başlanmıştır. Bu nedenle Türk halkı bu duruma çok büyük bir tepki göstermiş ve açılımın gündeme gelmesinden sonra yapılan kamuoyu yoklamalarında, ciddi oranlarda oy kaymalarının gerçekleştiği anlaşılmıştır.

         Açılımın güneydoğu merkezli olması, bölgesel dış planların etkisini kesinleştirmiş, tam bu aşamada Kuzey Irak’ta ne olduğu belli olmayan prematüre kukla siyasal yapılanmanın kurtarılmaya çalışıldığı görülmüştür. Siyono-Atlantizmin desteğindeki etnik ayrılıkçı terör uygulamasının, Kuzey Irak üzerinden bölgedeki bütün devletleri tehdit etmesi, İran, Türkiye, Suriye ve Azerbaycan’da tıpkı Kuzey Irak’taki gibi etnik bir bölgesel alt yapılanmanın yaratılmaya çalışılması, Büyük İsrail projesinin İsrail’den büyük olan bütün bölge devletlerini parçalamayı hedefleyen ana ilkesinin uygulamaları olarak görülmüştür. Bu plan doğrultusunda ABD ve İsrail Kuzey Irak’ın Kürt asıllı nüfusunun bir kısmını Azerbaycan’a aktararak bu ülkeyi de tüm bölge ülkelerinde kullandığı Kürt kartının ya da kozunun hedefi konumuna getirmiştir. Kuzey Irak’ın etnik kökenli halkını kullanarak bölgedeki Türk, Arap ve Acem üstünlüğüne son vermeye çalışan emperyalizm ve Siyonizm, bölgenin binlerce yıllık halkları arasında yer alan Kuzey Irak’ın Kürt asıllı nüfusunu, bölge halklarına ve devletlerine karşı açıkça emperyalizm ile iş birliği yapan konumuna düşürmüştür ki, Arap dünyasında bu durum büyük nefretle karşılanmış ve bir gecede kukla devleti yok etme doğrultusunda bir Arap birliği oluşumu yavaş yavaş öne çıkmaya başlamıştır. İşte bu durumu gören ABD ve İsrail ikilisi, Kuzey Irak’ta kendi eserleri olan kukla devletçik olgusunu kurtarmak üzere, Türkiye’yi öne sürmeye ve bölge devletleri ile Arap nüfus çoğunluğuna karşı bu işbirlikçi yapılanmayı korumaya dönük adımları Türk devletine attırmağa çalışmış, hükümet ve devletin direnişini kırmak üzere de küresel sermayenin güdümündeki Bizans medyası aracılığı ile bunu topluma empoze etmeğe çalışmışlardır. Güneydoğu asıllı insanların ancak yüzde onu bu doğrultuda ikna edilebilmiş ama, emperyalizmin dıştan dayattığı terör nedeniyle Türk halkının yüzde doksanı her türlü emperyal oyuna Türk devletinin alet olmasına karşı çıkmıştır. Türk kamuoyu dış baskılara direndikçe terör tırmandırılmış ve böylece kamuoyu sindirilerek emperyal planlar doğrultusunda Türkiye’yi parçalanmaya ve dağılmaya götürecek adımların açılım adı altında atılması sağlanmaya çalışılmıştır. Kısa zamanda açılımın, Kuzey Irak’taki kukla devleti kurtarmak üzere Türkiye’ye yamamak ve bu doğrultuda Türk devletini bütün komşuları ile beraber Arap ve Acem dünyaları ile karşı karşıya getirmek, ülkenin güneydoğusuna tanınacak yeni alt kimlik ve yerelleşme haklarıyla beraber, Türkiye’den gelecekte yedi eyalet devletçiği çıkaracak bir makro planının önünü açabilecek bir yapı değişikliğini hedeflediği anlaşılınca, açılım  zorlamaları durmuş ve Türk halkı daha salim bir kafa ile düşünerek kendi geleceği için  akılcı ve gerçekçi adımlar atma şansını yakalayabilmiştir.

          Diyarbakır Güneydoğu’da Avrupa, ABD ve İsrail desteği ile kendisini başkent olarak ilan ederken, Doğu Anadolu’da Van, müstakbel Ermenistan’ın başkenti olarak hazırlanmağa çalışılmış, Trabzon’un merkezinde yer alacağı bir Pontus tartışması yeniden alevlendirilmiş, Edirne merkezli Trakya Cumhuriyeti ile beraber İzmir merkezli bir İyonya devleti de ısıtılmaya başlanmıştır. Antalya merkezli bir Akdeniz, Zonguldak merkezli Karadeniz eyaletleri de bu oluşumların yansıra devreye girerken, tıpkı Sevr haritasında olduğu gibi Eskişehir –Kırşehir hattında Ankara merkezli bir Anadolu devletçiği Türklere uygun görülmüş Konya ise, yeni Halife senaryolarının merkezi olarak seçilmiştir. Bu senaryolara, Klikya, Kapadokya, Likya gibi eski Bizans kalıntısı Hıristiyan yapılanmalar da Avrupa vakıfları üzerinden eklenmeğe çalışılmıştır. Açılım tartışmaları ile içine girilen yeni dönemde, Türkiye Cumhuriyeti’nin çok ciddi olarak bölünme ve parçalanma senaryoları ile karşı karşıya kaldığı, merkezi coğrafyada kendi kontrolleri altında bir bölgesel federasyon oluşturmak isteyen batılı güçlerin, tüm bölge devletlerini parçalı yapılara dönüştürme doğrultusunda iş birliği içinde hareket ettikleri zamanla daha iyi anlaşılmaktadır. Batı hegemonyasının devamı amacıyla, merkeze batının egemen olabilmesi için bütün girişimler birbirini destekler doğrultuda ve iş birliği çerçevesinde gündeme getirilmektedir. Eninde sonunda bütün bölge ülkelerini bölmeyi hedefledikleri için, bunu açıkça söyleyememekteler ve bu amaçlarına dolaylı yollardan uluşmaya çalışmaktadırlar. Özellikle etnik sorunlar bu doğrultuda kaşınmakta, Avrupa fonları etnik araştırmalara tahsis edilmekte, Amerikan devleti açıkça dinsel cemaatlari muhatap alarak onları desteklemekte ve büyük para yardımları yapmakta, küresel tekelci şirketler ise Türk burjuvazisini teslim alarak, kendi firmalarını ve markalarını alışveriş merkezleri aracılığı ile bütün Türkiye’ye yaymaya çalışmaktadırlar. Bu plana uygun partiler kurdurulmakta, iktidarlar desteklenmekte, kamu kurumlarına bu planların uygulayıcısı dinci ve bölücü kadrolar dış desteklerle yerleştirilerek sonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bu açıdan hem Türkiye hem de diğer bölge devletleri ciddi bir saldırı ile karşı karşıya kalmışlardır. Ana hedef, bölge devletlerini eyaletleri bölerek ortaya çıkacak çok parçalı bir yapılanmadan, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi otuz civarında oluşacak eyalet devletciklerinden meydana gelecek bir Orta Doğu Birleşik Devletleri federasyonunu kurmaktır. Planın bu aşamasına kadar Hıristiyanlar ve Yahudiler anlaşmaktadırlar, ne var ki iş başkente gelince her iki tarafta Ankara’yı dışlayarak hareket etmekte, Hıristiyanlar Yeni Bizans projesi doğrultusunda İstanbul’u başkent yapmaya çalışırken, Yahudiler bölgedeki Müslüman ağırlığı yanlarına alarak Kudüs’ü yeni başkent olarak ilan etmektedirler.

      Eski Osmanlı ve Selçuklu İmparatorluklarının kurulduğu bu alanda, bütün devletler ortadan kaldırılarak çok parçalı bir federasyona doğru bölge zorlanırken, merkezi devletlerin bu durumu  elleri kolları bağlı bir durumda sadece seyretmelerini beklemek gerçekdışı bir yaklaşım olacaktır. Başkentleri devre dışı bırakan, bölge devletlerinin belirli yörelerini  başka kentleri öne çıkararak muhatap alan, yeni kentler üzerinden bölge yönetimleri oluşturmaya çalışan, kentler üzerindeki başkentlerin yönetim etkisini dışlamaya çaba gösteren emperyal politikalar, Türkiye gibi bütün bölge ülkelerinin parçalanmasına giden yolu açmakta ve eski Osmanlı –Selçuklu hinterlandının merkezi devletleri bölünmeye doğru hızla yönlendirilmektedirler. ABD bölgenin bütün devletlerinin bölünmesini hızlandırırken, etnik topluluklara ve dinsel cemaatlere yerel yönetimlere bağlı küçük eyaletçikler oluşturmayı uluslararası programlar ile kolaylaştırmaktadır. Türkiye haricindeki diğer ülkeler batı sisteminin dışında kaldıkları için bu ülkelerde sıcak savaş senaryoları kolaylıkla bölünmeye doğru gündeme getirilebilmektedir. NATO üyesi olarak batı savunma sistemi içinde yer alan Türkiye’ye ise ayıp olmasın diye demokratik görünümlü adımlar attırılmaya çalışılmakta, her türlü emperyal ya da siyonist istek ya da planlar sabahtan akşama kadar demokrasi kavramı kullanılarak gerçekleştirilmeye çalışılmakta ve bu doğrultuda işbirlikçi bir medya yapılanması küresel sermayenin güdümünde ve gayrimüslim kesimlerin iş birliğinde yavaş yavaş uygulama alanına aktarılmaktadır. Merkezi coğrafyada batı hegemonyası Hristiyan ve Yahudi dayanışmasıyla gerçekleştirilmeye çalışılırken, bölgenin Müslüman halkları ayak oyunlarına alet olarak bir güvensizlik ortamına sürüklenmektedirler. Batı, merkezi ülkeleri bölmeden kendi hegemonyasında bir federasyonu kuramayacağını yeni görmüştür, bu nedenle bölünerek bir federasyonun eyaletleri olmağa doğru tüm bölge ülkeleri dışarıdan çeşitli plan ve programlar ile zorlanmaktadırlar. Bir anlamda bölünerek dağılmak ve parçalanarak bir dış güdümlü federasyonun parçaları haline gelmek, tüm bölge ülkeleri ve halkları için sanki kaçınılamayacak bir kader olarak öne çıkarılmak istenmekte ve işbirlikçi mandacılar aracılığı ile bölge halkları ikna edilmek istenmektedir. Her türlü Sevr senaryolarına yüz yıl önce karşı çıkarak bağımsızlığını kazanmış Türk ulusunu, hala hiçbir işbirlikçi ya da mandacı bir siyasal oluşum bugüne kadar ikna edememiştir. Batı ülkelerinde yetiştirilerek gönderilen siyasetçiler yüzünden birçok yanlış politika gündeme getirilmesine rağmen, gene de Türk ulusu bağımsızlıkçı çizgisini bugüne kadar korumasını bilmiştir. Eisonhower, Rockofeller, Fullbright gibi batı burslarından yetişmiş olan birçok politikacı ve de bilim adamı ya da yazarın teslimiyetçi ve işbirlikçi tutumları bile, Türk ulusunun kurtuluş savaşından tam bağımsızlıkçı çizgisini değiştirmesini sağlayamamıştır. Selçuklu ve Osmanlı’dan kalan büyük devlet geleneği, Kemalizm’in tam bağımsızlıkçılığı ile bütünleşince, hiçbir emperyal ya da Siyonist girişim başarılı olamamıştır. Bazı demokratik görünümlü aldatıcı girişimlerin daha sonraları emperyal oyunun uzantısı olduğunun anlaşılması üzerine, Türkiye’yi bölünerek bir federasyona zorlama oyunları iflas etmiş ve bugünlere böylesine tartışmalarla gelinmiştir. Ne var ki, can çıkmadıkça huy da çıkmıyor ve bu emperyalistler bir türlü huylarından vazgeçmiyorlar. Huylunun huyundan vazgeçmemesi nedeniyle de değişen her durumda yeni bir emperyal ya da Siyonist oyun, Türkiye’nin başına bir çorap ağı gibi örülmektedir.

           Merkezi devletlere karşı sürdürülen emperyal saldırının vurucu gücü olarak Amerikan ordusunun merkezi birlikleri Orta Doğu’da Arabistan topraklarında konuşlandırılmıştır. Bir anlamda Merkezi Devletlere karşı savaş Merkezi Birlikler tarafından sürdürülmektedir. Dünyanın merkezindeki devletleri ortadan kaldırmak ve etnik ya da dinsel cemaetler düzeyinde küçük devletçikler yaratarak, bunları kendi güdümlerinde bir federasyon planına zorlamak batının en büyük senaryosu olarak öne çıkmaktadır. Batı emperyalizmi bugün içine girdiği merkezi coğrafyaya geleceğe dönük olarak tam anlamıyla egemen olamazsa, bir süre sonra şimdiden kendisine meydan okuyan doğulu güçlerin devreye gireceğini iyi bilmektedir. Bugün Orta Doğu’ya egemen olmak için kendi aralarında anlaşamayan ABD –AB ve İsrail üçlüsü, istedikleri parçalı federasyonu merkezi alanda kuramazlarsa, gelecekte bu alana Rusya-Çin-Hindistan üçlüsünün girerek ve egemen olmak amacıyla bir doğu emperyalizmini örgütleyeceklerini iyi bilmektedirler. Siyonizm’in öncülerinden Bernard Lewis, Orta Doğu’nun geleceği isimli kitabında bu durumu açıkça belirtmekte ve eğer batı merkezi alana tam anlamıyla sahip çıkamazsa, üstünlüğünü yitireceğini ve sonraki aşamada doğulu büyük devletlerin bölgedeki Müslüman nüfusu kendi yanlarına çekme doğrultusunda girişimlerde bulunarak bir merkezi alan çekişmesine yöneleceklerini açıkça yazmaktadır. Bernard Lewis’in kitabı bir anlamda batılı güçlere ve Siyonist lobilere uyarı mahiyetindedir. Batılı güçler merkezi alanda anlaşarak otorite boşluğunu doldurmak üzere yeni bir düzen oluşturamazlarsa, doğulu güçler merkezi coğrafyada yeni bir dünya savaşına kendi aralarında kalkışabilirler. Batılı devletler de bu durumu görmek zorundadırlar. Merkezi devletler batının bölerek federasyon kurma planını açıkça ele alarak tartıştıklarına göre, böylesine bir planın normal koşullarda bir üçüncü dünya savaşı ya da kıyamet senaryosu olmadan mümkün olamayacağını da görmek gerekmektedir. İran ve Türkiye gibi büyük devletler bu bölgede var oldukça hiçbir emperyal plan bölgeye egemen olamaz. Bu iki ülke kendi güçlerini aşan emperyal saldırılara karşı da varlıklarını ve bölge ülkelerinin geleceğini güvence altına alabilecek iş birliği ve dayanışma alternatifini de yavaş yavaş uygulamaya başlamışlardır. ABD’nin dünya ordusunun merkezi güçlerine karşı kendiliğinden bir merkezi devletler dayanışması ve işbirliği gündeme gelmektedir. Madem merkezi güçler saldırıyor o zaman da merkezi devletlerin kendilerini korumaları gündeme gelmektedir. Merkezi güçler saldırısına karşı merkezi devletler iş birliği otomatik olarak devreye girmektedir. Merkezin ele geçirilme saldırılarına karşı merkezdeki devletlerin ve siyasal yapıların kendilerini korumaları bir refleks olarak devreye girmektedir. Demokrasi masalları ve senaryoları ile bu kendini koruma refleksleri devre dışı bırakılmak istenmekte ve çok parçalı eyaletleşme ile bölünerek federasyonlaşma, gene zorunlu bir kadermiş gibi merkez ülkelere dayatılmağa çalışılmaktadır.

        Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, ömür boyu savaştığı emperyalizmin ve Siyonizm’in kendisinden sonra da bu oyunlara devam edeceğini iyi bildiği için bir siyasal miras olarak, kendinden sonraki cumhuriyet kuşaklarına alternatif bir politika bırakmıştır. O da bölünmeden bir bölgesel konfederasyon oluşturma girişimidir. Attila İlhan’ın kitaplarında son derece isabetle belirttiği gibi, ulusal kurtuluş savaşı sırasında Suriye ve Irak’tan gelen ortak hareket etme önerilerine karşı, Türk devletinin kurucusu anlayışlı davranmış ve önce her ülkenin kendi kurtuluş savaşını vermesini istemiştir. Ondan sonra zafer elde edilirse üç ülkenin bir araya gelerek bir Orta Doğu Devletleri Birliği oluşturabileceğini Atatürk açıkça ifade etmiştir. TBMM açılır açılmaz hemen ertesi günü 24 Nisan I920 tarihinde yapılan gizli oturumda Atatürk, Irak ve Suriye’den gelen ortak kurtuluş savaşı yürütme önerilerine karşı düşüncelerini açıklamış ve zafer sonrasında bu iki ülke ile tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi beraberce bir yaşam düzeni kurulabileceğini açıkça belirtmiştir. İngilizlere ve Fransızlara karşı yürütülen kurtuluş savaşları sonrasında, Osmanlı gücünün yıkılmasından doğan otorite boşluğunun doldurulabilmesi için Atatürk böylesine bir konfederasyonu gevşek bir biçimde düşünmüştür. Atatürk’ün modeli bölünmeden gevşek konfederasyon oluşturarak, batılı emperyal güçlere karşı merkezde Osmanlı gücünün yerini alacak bir bölgesel gücün oluşturulmasıdır. Ayrıca yıllar geçince ve dünya ikinci bir cihan savaşı tehlikesi ile karşılaşınca, batılı ve doğulu emperylal güçlere ve özellikle Sovyetler Birliğine karşı bir bölgesel güvenlik örgütlenmesi, teröre ve savaşa karşı Türkiye ve İran iş birliğinde yeniden gündeme getirilerek, Sadabat Paktı oluşumu gerçekleştirilmiştir. Atatürk’ün her iki girişimi de bölge devletlerini oldukları gibi kabul etmek ve onları bölünmeden bir araya getirerek bir gevşek konfederasyon yapılanmasının oluşturacağı üst çatının altında güvence altına almaktır. Atatürk’ün modeli bölge devletlerini ve onların başkentlerini bir araya getirmeyi hedefleyen bölünmeden konfederasyon oluşturmaktır. Batı emperyalizmi ve Siyonizm’in bölge ülkelerini bölerek federasyon oluşturma girişimlerinin ciddi alternatifi bölge devletlerinin bölünmeden bir üst konfederasyonda bir araya gelmeleridir. Bugünkü Avrupa Birliği gibi bir oluşum pekâlâ Osmanlı hinterlandında Merkezi Devletler Birliği olarak gündeme getirilebilecektir. Merkezi alanda böylece otorite boşluğu doldurulacak ve bugün batıya karşı oluşturulacak bölgesel alternatif yapılanma yarın doğunun empyeryal güçlerine karşı da bir bölgesel inisiyatif olarak devreye girebilecektir. Osmanlı İmparatorluğunun Devleti Aliye yani büyük bir devlet olarak doldurduğu merkezi alan otorite yapılanmasını, bugün Türkiye ve İran iş birliğinde, Suriye, Irak, Azerbaycan ve Gürcistan’ın bir araya gelmesiyle oluşturulacak Merkezi devletler Birliği doldurabilecektir. Türkiye ve İran, Bakü köprüsünde bir araya geldiğinde Bakü merkezi coğrafyanın yeni oluşturulacak konfederasyonunun başkenti olabilecektir. Böylesine bir plan için acilen ikinci bir Bakü Kurultayının bölge devletlerinin katılımıyla toplanmasında dünya barışı açısından büyük yararlar bulunmaktadır. Bölünerek federasyon modeli bölge devletlerinin önlenemez kaderi değildir. Bölünmeden, Avrupa Birliği gibi bir konfederasyon bölgenin en ciddi alternatifidir. Böylece, merkezi alanda istikrar sağlanabilecek her türlü terör ve savaş tehdidine karşı, bölge ülkeleri elbirliği içinde bir savunma ve güvenlik inisiyatifi örgütleyerek, üçüncü dünya savaşına giden yolun önünü kesebileceklerdir. Bu ciddi alternatifi devre dışı bırakmak üzere batılı emperyal güçler ve siyonist İsrail tarafından kullanılan Kürt kartının parçalı federasyon için bir koz olarak kullanılması önlenmeli ve bölgenin diğer halkları ile beraber kardeşçe binlerce yıldır yaşamını sürdüren Kürt topluluklarının emperyalizmin işbirlikçisi konumuna sürüklenmelerinin önüne geçilmeli ve bölge düzeyinde kardeşliğin önü yeniden açılarak, Araplar, Türkler ve Acemlerle beraber Kürtlerinde barış içinde yaşayabileceği bir bölgesel konfederasyon  düzeni bölünmeden gerçekleştirilmelidir.

       Bölge halkları bölünerek bir federasyona hayır ama bölünmeden bir gevşek konfederasyona ise evet diyerek bir an önce bölge ve dünya barışının sağlanmasına yardımcı olmalıdırlar. Aksi takdirde üçüncü dünya savaşı ya da kıyamet senaryolarının gerçekleşmesini bugünün dünyasında hiçbir güç önleyemez. Türkiye ve İran Sadabat Paktı günlerinde olduğu gibi yeni bir merkezi bölge düzenin oluşturulmasını ve bölünmeden konfederasyona gidecek bir bölge ittifakının öncülüğünü daha fazla zaman yitirmeden bir an önce gerçekleştirmelidirler. Çok kutuplu dünyanın ortaya çıktığı bu günlerde merkezi bölge barışının sağlanması eskisinden daha fazla önem kazanmıştır. Çin, Rusya, ABD, Hindistan ve Avrupa Birliği gibi büyük yapıların oluşturduğu çok kutuplu dünya düzeninde yeni dengelerin kurulabilmesi için, bu tür büyüklüklere paralel bir yeni siyasal büyük devlet düzeninin merkezi bölgede ortaya çıkması gerekmektedir. Böylesine bir büyük yapılanma, bölünerek değil ama bölünmeden oluşturulabilecektir. O zaman bölünmeden gevşek bir konfederasyonun Merkezi Devletler Birliği adı altında devreye girebilmesi için Türkiye ve İran daha somut bir iş birliğine yönelmelidir. İkinci Bakü kurultayı ile ilk adımın yüz yıl önce birincisinde atıldığı gibi, bugün de aynı doğrultuda resmen atılabilecektir. Birinci Bakü kurultayı ile doğu bölgesinin halkları bir araya getirilerek, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü sonrasında, yirminci yüzyılda merkezi coğrafyanın yeni düzeni kurulmuştu. Önümüzdeki dönemde yapılacak ikinci bir Bakü Kurultayı ile de gene orta dünyada yer alan merkezi devletlerin çağdaş bir bölgesel düzeni oluşturulabilecektir. Lozan barış antlaşması ile eski Osmanlı toprakları üzerinde kurulmuş olan tüm ulus devletler, Türkiye Cumhuriyeti devletinin öncülüğünde bir bölgesel ya da kıtasal birlikteliğe giderek, tıpkı Avrupa Birliği oluşumu sürecindeki oluşuma benzeyen bir konfederasyonu dünya haritasının tam ortasında kurabilmelidirler.   Amerika Birleşik Devletleri gibi bir büyüklük içinde örgütlenerek, Amerika ve Avrupa Birleşik devletlerinin oluşturduklarına benzer konfederasyon yapılanması yeni dönemde merkezi coğrafya açısından da önemli bir gereksinme olarak gündeme gelmektedir. Türkiye merkezli bir Merkezi Devletler Birliği oluşumu eski Osmanlı Hinterlandının yeni bir savaş alanına dönüşmesini önleyebilecektir. Dünya haritasına bakıldığı zaman uyum içinde varlığını koruyan ve yoluna devam eden uluslar ve ulus devletler arasındaki dayanışma ve birlik düzenleri ile oluşturulan konfederasyonların bölgesel bir barış düzeni getirerek, ulus devletler arasındaki çatışmaları önlediği göze çarpmaktadır. Alt kimlikçi çatışma ve çekişmelerle kurulamayan federasyonların halen var olan devletlerin bir araya gelmesinden oluşacak konfederasyonlar sayesinde, geride bırakılması dünya barışına önemli ölçülerde hizmet etmektedir. Alt kimlikçi ya da tarikatçı toplulukların bir araya gelmeleriyle kurulmaya çalışılan federasyonların, pek de başarılı bir biçimde kurulamadıklarını siyasal alandaki olumsuz gelişmeler ortaya koymaktadır. Balkanların en büyük devleti olarak kurulmuş olan Yugoslavya federasyonunun iç savaşlar sürecinde dağılarak çökmesi, federasyonların birlikte yaşam açısından çok da yararlı olmadıklarını ortaya koymaktadır. Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ABD’ye paralel büyüklükteki konfederasyonlar ise güçlü yapıları ile her türlü çekişme ve çatışmayı önleyerek, merkezi bir otorite düzeni içinde iç istikrarı ve dışa karşı dayanışma ile birlikteliği sağlayarak bölgesel konfederasyonların komşu dayanışmasıyla gündeme getirilen alt kimlikçi ya da tarikatçı federasyon yapılanmalarından, daha fazla barışa katkı sağladığı dünya haritası incelendiğinde görülmektedir. Atatürk yurtta sulh ve dünyada sulh derken, gerçekçi bir barış politikasına dayanan merkezi konfederasyonu, Balkan Birliği ve Sadabat Paktı gibi projelerle devreye sokmaya çaba göstermiştir. Merkezinde Türkiye’nin yer aldığı böylesine bir yapıda Osmanlı devletinin Avrupa topraklarını Balkan Paktı ile Orta Doğu topraklarını da Sadabat Paktı çerçevesinde bir araya getirerek, aslında Merkezi Devletler Birliği oluşumunu hedefleyen bir gelecek projesinin adımlarını atmaya çalışmıştı. Afrika ya da Asya ülkelerinin Müslüman ülkeleriyle bir dinsel federasyon modelini Türkiye için bir gelecek olarak düşündüğünü hiçbir zaman dile getirmeyen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi, Avrupa ve Asya arasındaki konumu Balkan ve Sadabat paktları üzerinden dengeli biçimde güvenceye almaya çalışmıştır. Dinci bir federasyon yerine, devletçi ve ulusçu bir konfederasyonu dünya barışı açısından tercih eden Atatürk’ün bu yaklaşımı bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ne de gerçek bir yön göstermektedir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

1 yorum:

  1. Değerli Kamu Hukuku öğretmenim Anıl Çeçen'i Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin kürsüsünde görür gibiyim. Ne mutlu bana 40'lı yașlarımda öğrencisi oldum. Jeopolitik nedir ondan öğrendik. Dünü, bugünü, yarını derslerinde harmanlayıp bir rota çizerdi. Yine rota çiziyor yine yol gösteriyor. Kürsüde sanki Atatürk var. Kaleminize sağlık sevgili öğretmenim.

    YanıtlaSil