28 Temmuz 2024 Pazar

BÜYÜK MAKEDONYA KURULUYOR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ

BÜYÜK MAKEDONYA KURULUYOR

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Atatürk adına Uluslararası bilimsel kongre, Mustafa Kemal’in doğduğu ve büyüdüğü ülke olan Makedonya’nın başkenti Üsküp kentinde 17-22 Ekim 2011 tarihleri arasında yapılmıştır. Türk hükümeti adına başbakan yardımcısının önemli bir konuşma ile açılışını yaptığı bu bilimsel kongreye; Amerika Birleşik Devletlerinden, Çin’e, Rusya’dan, Mısır’a, İngiltere’den, İran’a kadar dünyanın birçok ülkesinden gelen bilim adamları ve uzmanlar katılmışlardır. Türk dünyası ve Türk topluluklarının temsilcilerinin öncelikle katıldığı bu büyük bilimsel kongrede hem Atatürk hem Türk tarihi hem de bugünün koşulları altında Balkanlar’ın geçmişi ve geleceği her yönü ile ele alınarak tartışılmıştır. Türkiye’den iki yüzden fazla bilim adamı ve uzmanın katıldığı toplantı üç gün sürmüş ve Türkiye’den Balkanlara bakışın çeşitli yönleri ayrı ayrı oturumlarda ele alınarak bilimsel değerlendirmeler yapılmaya çalışılmıştır. Atatürk adına yapılan 7. Bilimsel kongrenin bugünün koşullarında Balkanların tam ortası olan Makedonya’da yapılmasının içinde bulunulan siyasal konjonktür açısından anlamı büyük olmuştur. Kongreye katılan yabancı bilim adamları, bu vesile ile hem Balkanlar’ı hem de Türkiye’yi beraberce ele alarak ortak bir değerlendirme yapabilme şansını elde etmişlerdir.

7. Atatürk uluslararası kongresinin Makedonya’da yapılmasından on beş gün önce Türkiye Cumhuriyeti başbakanı bu ülkeye giderek resmi bir ziyaret yapmış ve Türkiye ile Makedonya Cumhuriyeti arasında çeşitli yardım ve işbirliği antlaşmaları imzalanmıştır. Orta Doğu’da savaş süreci tırmanırken ve Balkanlar’da siyasal belirsizlik geleceğe doğru çeşitli kuşkulara yol açarken, Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanının Balkan yarımadasının tam ortasında yer alan küçük ve önemsiz görünen Makedonya gibi bir ülkeye gitmesi şaşkınlıkla karşılanmış, beraberinde yeni gelişmelerin ortaya çıkabileceği düşüncesiyle, farklı yorumlara da neden olmuştur. Sovyetler Birliğinden hemen sonra dağılan Yugoslavya Cumhuriyetinin eski bir eyaleti olan Makedonya bu yıl siyasal bağımsızlığının yirminci yıldönümünü 8 Ağustos tarihinde Kosova’da başlayan Arnavut hareketleri nedeniyle tam bir bağımsızlık kutlama törenleri yapamamıştır, çünkü Arnavut önderler Makedonya’nın bağımsızlık bayramına gelmemişlerdir. Üçe bölünen Arnavut toplumunun bu durumundan şikâyetçi olan Arnavut liderlerin Makedonya yönetimini boykot etmesi ciddi bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. On milyonu aşkın nüfuslarıyla ile Arnavutların Balkanlar’da üçe bölünmüş bir duruma düşmelerinin ana nedeni, Makedonya’nın bağımsız devlet olmasından sonra iki milyonu aşkın bir Arnavut nüfusunun bu ülkede yaşamak zorunda bırakılmasıdır. Kosova’nın Sırbistan’dan koparak bağımsızlığını elde etmesinden sonra, ABD emperyalizmi tarafından Arnavutluk ile birleşmesinin önlenmesi de Arnavutlar arasında büyük bir hoşnutsuzluk ortaya çıkarmıştır.

Arnavutların uzak durduğu hatta zaman zaman hasmane bir tutum aldığı Makedonya Cumhuriyeti’ne karşı Türk devleti yakın durmuş, hem bu devletin yirminci yıldönümünde başbakan düzeyinde resmi bir ziyaret yapılmış hem de, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusunun doğduğu topraklara sahip olan Makedonya’nın başkentinde 7. Uluslararası Atatürk kongresi toplanmıştır. Daha önceki yıllarda bu ülkede yaşayan Arnavutların zaman zaman Makedon devletine karşı ayaklanmaları ve iç karışıklar çıkarmalarını önlemek üzere dünyanın önde gelen ülkelerinin araya girmeleriyle, Ohri Çerçeve Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre, iki milyon Arnavut’un barış içerisinde Makedonya sınırları içerisinde ve bu halkın bir parçası olarak yaşamlarını sürdürmeleri sağlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti de Ohri Çerçeve Antlaşmasının imzalanması sırasında sahip olduğu büyük Arnavut ve Makedon nüfus lobilerinin etkisiyle devreye girerek, Atatürk’ün doğduğu bu ülkede Yugoslavya sonrası aşamada yeni bir iç savaşın çıkması önlenmiştir. Balkanların en küçük ve zayıf ülkesi olarak Makedonya bugün barış içerisinde varlığını sürdürüyorsa, bunun arkasında Ohri Çerçeve Antlaşması yatmakta ve batı ülkeleriyle beraber Türkiye’nin de devreye girerek bir Makedon-Arnavut çatışmasına izin vermemeleri etkili olmuştur. Arnavutların Müslüman, Makedonların ise Hristiyan olmaları yüzünden aynı zamanda ciddi bir din farklılığına da sahip olan Makedonya’da barışın sürmesi için, Türkiye eski Osmanlı mirasının sahibi bir Müslüman ülke olarak zaman zaman devreye girmek zorunda kalmış ve bu ülkede bir din çatışmasına giden yolun önü kesilmiştir. Türk başbakanının bu ülkeye son ziyareti, yeniden Balkanlar’da çatışma çıkarmak isteyen savaş planlarının önlenmesinde etkili olmuş, Müslüman Arnavutlar ile Hristiyan ve Musevi Makedonların bu ülkede ortak bir devletin çatısı altında yaşamlarını barış içinde sürdürmelerine destek olmuştur.

Osmanlı döneminde Balkanların merkez ülkesi olan Makedonya, aynı zamanda Balkan Türklüğünün de yoğunlaştığı bir yer olmuş ve bu nedenle de aynı zamanda Türk dünyasının bir parçası konumuna gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra Balkan göçleri ile Türkiye’ye gelen milyonlarca Arnavut ve Makedon nasıl Türk toplumu içinde barış içinde yaşıyorsa, aynı doğrultuda bu eski Osmanlı ülkesinde de birlikte yaşamlarını sürdürmeleri istenmiş ve bu küçük ülke sürekli olarak büyük devletlerin gözetimi altında kalmıştır. Kendisini tam bağımsız bir düzeyde yönetemeyecek kadar küçük bir ülke olan Makedonya her zaman için büyük güçlerin çekişme alanı olmuş ve her dönemde de birbirinden farklı büyük güçlerin ya da devletlerin hegemonya alanları içine girmiştir. Tarihten ve jeopolitik koşullardan ileri gelen bu durumun günümüz koşullarında farklı bir çizgide yeniden ortaya çıktığı ve bu ülkenin Müslüman, Hristiyan ve Musevi vatandaşlarının, birbirinden çok farklı yeni senaryolar ya da projeler doğrultusunda yönlendirilmeye çalışıldıkları görülmektedir. Küçüklüğü ile beraber bölünmüş nüfusu ve ülkesi yüzünden bir türlü toparlanamayan Makedonya, geleceği belirsiz bir yolda ilerlerken, sorunlarının çözümünde en çok Türkiye’den beklentiler içinde olduğu anlaşılmakta ve bu nedenle de Türk hükümetinin başbakanının bu küçük ülkeyi yakın zamanda yeniden ziyaret etmek durumunda kaldığı anlaşılmaktadır. Osmanlı döneminde olduğu kadar, Yugoslavya döneminde de sürekli olarak geri planda kalan bu küçük ülke, bugünün koşullarında Avrupa’nın en geri kalmış ve yoksul ülkelerinden birisi olarak öne çıkmaktadır. Her açıdan yardıma ve desteğe ihtiyacı olan Makedonya’nın Türkiye gibi büyük bir ülkenin yakın ilgisini beklediği ve içinde bulunduğu sorunlardan kurtulabilmek için tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi iki ülkenin beraberce hareket etmesini istediği görülmektedir. Makedonya’nın Müslüman Arnavutlarıyla da Türkleri kadar bu ülkenin Hristiyan Makedonları ile Musevi vatandaşlarının da Türkiye’nin yakın ilgisine muhtaç olduğu anlaşılmaktadır. Türk başbakanının son dönemdeki ziyareti Makedonya’nın Türkiye’den beklentilerinin karşılanması açısından olumlu geçmiş, imzalanan yeni antlaşmalar ile bu ülkenin desteklenmesi sağlanmıştır. İki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi, Türk iş adamlarının Makedonya’nın çeşitli kentlerindeki projelere yatırımlarının sağlanması, iki ülke halkı arasındaki akrabalık bağlarının güçlendirilmesi, göçmenlerin akrabalarıyla eskisine oranla daha kolay koşullarda görüşebilmeleri için iki devletin aracı olması, Türk üniversitelerinin Makedonya kentlerindeki yüksek öğretim kurumlarına bilimsel destek vermesi ve daha sonra da ortak projelerin geliştirilmesi, çeşitli protokoller aracılığı ile karara bağlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kamu kurumu olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun 7. Atatürk Kongresini bu ülkenin başkentinde yapması da bu doğrultuda bir işbirliği yapılarak gerçekleştirilmiştir. Balkanlar’daki Osmanlı mirasının bugünkü taşıyıcısı olan Türkiye Cumhuriyeti, diğer Balkan ülkelerinin yanı sıra Makedonya’ya da en az onlar kadar önem vererek, yeni bir dengenin kurulmasını sağlamıştır.

Vardar Irmağı ve ovası boyunca uzanan bugünkü Makedonya aslında Kuzey Makedonya olarak coğrafya kitaplarında belirtilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu sonrasında güney Makedonya, İngilizlerin öncülüğünde Yunan hayranı batılı ülkeler tarafından Yunanistan’a verildiği için, Selanik kentinin merkezinde yer aldığı aşağı Makedonya bugün hala Yunanistan sınırları içerisinde yer almaktadır. Osmanlı döneminde Selanik Makedonya’nın başkenti olarak haritada yer alırken, bugün bu kentin Yunanistan sınırları içerisinde yer alması nedeniyle bağımsız Makedonya devletinin üzerinde yer aldığı Vardar Makedonya’sının başkenti olarak eski bir Osmanlı kenti olan Üsküp seçilmiştir. Balkan savaşları sırasında, batılı emperyal devletler tarafından kışkırtılan mikro milliyetçilik akımları, Osmanlı Balkanlarını birinci Balkan savaşı sonrasında küçük küçük devletçiklere bölmüş ve kendi bağımsız devletini kuran Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar, Hırvatlar ve Arnavutlar daha büyük bir devlet yapılanmasına yöneldikleri aşamada, ikinci Balkan savaşı gündeme gelmiş bütün yeni küçük Balkan devletleri ortada kalan zayıf Makedonya bölgesini ele geçirerek kendi büyük devletlerini kurmaya yöneldikleri için, Makedonya tam anlamıyla bir kan gölüne dönüşmüştür. Selanik merkezli Osmanlı devlet yapılanması ikinci Balkan savaşı sonrasında çökmüş ve Balkan Türkleri ile Balkan Musevi toplulukları Selanik ile beraber Manastır, Ohri, Kalkandelen, Gostivar, Debre ve Serez gibi kentleri terk ederek Kuvayı Milliye Türkiye’sine göç etmek zorunda kalmışlardır. Vatikan tarafından yönlendirilen Hristiyan fanatizmi, Balkan Türkleri ile beraber Müslümanları ve Musevileri de Makedonya’dan kovarak, Osmanlı İmparatorluğunun Hristiyan olmayan ahalisinin Avrupa kıtasının sınırları dışına sürülmelerine giden yolu açmıştır. Boşnaklar, Arnavutlar kadar Makedonlar da Balkan göçmenleri arasında sayıca büyük bir ağırlığa sahip olmuşlardır. Ayrıca Bulgaristan Türkleri bu göçe eklenince, milyonlarca Balkan göçmeni, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında Anadolu topraklarına gelerek bu genç ülkenin vatandaşları olmuşlardır.

Osmanlı Devleti öncesinde önce İbraniler ve Yunanlılar, sonra Makedonyalılar, daha sonraki aşamada Romalılar ve Bizanslılar bu ülkenin topraklarına egemen olmuşlardır. Eski Yunan’ın MÖ çağlar, Atina ve Isparta gibi kent devletleri Balkanlar’da öne çıkmış ama daha sonraki aşamada kuzeydeki ova bölgesinde Filip’in kurduğu Makedonya devleti, oğlu İskender aracılığı ile büyük bir cihan imparatorluğuna dönüştürülmüş ve Hindistan bölgesine kadar yapılan askeri seferler ile dünyanın en büyük imparatorluklarından birisi olmuştur. Kısa süren Makedonya imparatorluğu döneminden sonra Roma İmparatorluğunun içine bir eyalet olarak alınan Makedonya, bu büyük devletin doğuya dönük siyasal girişimlerinin merkezi haline gelmiştir. Roma ve Bizans devletlerinin çöküşü sürecinde Makedonya diğer Balkan ülkeleri gibi doğudan gelen büyük göçler ile karşı karşıya kalmış, göçler yolu ile Asya’dan gelen çeşitli kavimler Balkanlara yerleşirken, Makedonya önemli nüfus hareketlerine sahne olmuştur. Doğudan gelen kavimlerin göçü sırasında bazı büyük Türk boylarının da gelerek Balkanlara yerleştiği görülmüş, Pomaklar, Kıpçaklar, Kumuklar, Bulgarlar ve Macarlar Asya kökenli Türk boyları olarak Doğu Avrupa bölgelerinde kendilerine yeni yurt alanları aramışlardır. Osmanlı İmparatorluğu İstanbul’un fethinden sonra Balkanlara yayılması sırasında, bazı Tatar ve Türkmen asıllı boyları Anadolu üzerinden getirerek Makedonya’ya yerleştirmiştir. Böylece Makedonya’nın Türkleştirilmesi için çaba gösterilmiş ama bu küçük ülkenin geçmişten gelen gayrimüslim nüfus yapısı, Osmanlı döneminde de eskisi gibi devam etmiştir. Kafkaslar gibi Asya ve Avrupa arasında bir geçiş koridoru konumunda bulunan Makedonya, bu yüzden tarihin çeşitli dönemlerinden kalma göç ve yerleşimler yüzünden kozmopolit bir nüfus yapısına sahip olmuştur. Bu yüzden Balkan savaşları sırasında birçok toplum ve yeni küçük Balkan devletleri bu merkezi ülkeye sahip çıkmaya çalışmış ve bu girişimlerin batılı emperyal devletler tarafından desteklenmesi üzerine de Makedonya’dan Anadolu’ya, Avrupa’dan Küçük Asya’ya doğru büyük göçler gündeme gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar büyük göçler veren bu küçük ülkenin nüfusu önemli ölçüde azalmış, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Balkan Türkleri ve Müslümanları, İsrail devleti kurulurken ise, Makedonya Yahudilerinin önemli bir kesimi Orta Doğu’da iki bin yıl sonra kurulan yeni Yahudi devletine göç etmişlerdir. Göçler yüzünden Türk, Müslüman ve Musevi nüfusunda önemli azalmalar olan bu ülkede Arnavutlar hızla çoğalarak, zamanla nüfusun yarısını oluşturacak düzeye gelebilmişlerdir.

Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan, Hırvatistan ve Arnavutluk gibi yeni küçük Balkan ülkelerinde milliyetçilik giderek çok hızlı gelişmeler gösterince, ikinci Balkan savaşı kendiliğinden gündeme gelmiş ve daha sonraki aşamada da Rusya’da gerçekleşen Sovyet devriminin etkisiyle sosyalist akımlar Balkan yarımadasında öne geçerek, güney Slavları birliği konumunda Yugoslavya federasyonunun kurulmasına yol açmıştır. Bu federasyon döneminde sosyalist bir dayanışma ve kardeşlik düzeni Balkan toplulukları arasında geçerli olmuş ve böylece bu bölgeye uzunca bir süre barış gelmiştir. Ne var ki, sosyalist sistemin çöküşünden sonra Yugoslavya federasyonu dağılmak zorunda kalınca bunun üzerine yeniden etnik çatışmalar ortaya çıkmış, önce Bosna’da Sırplar ile Boşnaklar, daha sonra ise Kosova’da Sırplar ile Arnavutlar silahlı çatışmalara girmişlerdir. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Arnavut milliyetçileri Büyük Arnavutluk’a soyununca, Makedonya’daki Arnavut toplumu Makedonlar ile silahlı çatışmalara girerek, bu ülkenin batı kısmını Makedon devletinin çatısı altından alarak Arnavutluk devletinin ülkesiyle birleştirmeye yönelmişlerdir. Böylece, birinci dünya savaşı sonrasında Yunanlılar tarafından işgal edilen güney Makedonya’dan sonra, bu kez de Arnavutlar batı Makedonya’yı Makedonya sınırları dışına çıkararak, bu ülkeyi bir de batıdan bölebilmenin çabaları içinde olmuşlardır. Ayrıca, Bulgarlar da Büyük Bulgaristan peşinde koştukları için Birinci dünya savaşı sonrasında işgal ettikleri doğu Makedonya topraklarını sınırları içerisinde tutmuşlar, bu küçük ülkeyi bir de doğu bölgesinden parçalamışlardır. Blogevgrat kenti eski bir Makedon yerleşim merkezi olmasına rağmen, bugün hala eski bir Bulgar komutanının adıyla Bulgaristan kenti olarak Makedonya sınırları dışında tutulmaktadır. Böylece, Makedonya gibi bir küçük ülke güneyden Yunanlılar, batıdan Arnavutlar, doğudan da Bulgarlar tarafından bölünerek parçalanmak istenmiştir. Balkanların ortasında yer almanın faturasını Makedonya, bölünerek ve komşuları tarafından parçalanarak ödemek zorunda kalmıştır. Üç milyonluk Makedon nüfus, bu küçük ülkenin kurtuluşunu sağlayamamış ve komşular Makedonya’yı parçalayarak iyice küçültmüşlerdir. Türklerin ve Musevilerin bu ülkeden göçü nedeniyle zayıf kalan Makedon kökenli nüfus, komşuların baskılarına dayanamamış ve birliğini koruyamamıştır.

Osmanlı Devleti’nin “hasta adam” konumuna düşmesiyle beraber başlayan Balkanlar’daki çekişmeler en fazla Makedonya’yı yaralamış ve kozmopolit bir nüfus yapısına sahip olan bu ülke halkı, daha sonraki dönemlerde sürekli olarak Balkan çekişmelerinin ana konusu olmuştur. Büyük bir İslam imparatorluğu olan Osmanlı Devleti milliyetçilik cereyanları ile dağılmaya doğru sürüklenirken, ana ülkesi olan Balkanlar’da Avrupa tipi bir ulus devleti Makedonya bölgesinde oluşturmak istemiş ama o dönemin koşullarında bunu başaramayınca, hem geri çekilmek zorunda kalmış, hem de Hristiyan fanatizminin Avrupa kıtasından sürgün cezasıyla Asya topraklarına geri çekilmiştir. Osmanlı devleti Balkan savaşları öncesinde, Bulgaristan Yunanistan, Sırbistan, Hırvatistan ve Arnavutluk devletlerine karşı modern bir Türk devletini Makedonya’da kurmaya çalışmış ama ikinci Balkan savaşı sonrasında Hristiyan Avrupa ülkelerinin bir dinsel dayanışma ile Osmanlıların üzerine gelmesi nedeniyle, istenen Türk devleti Avrupa topraklarında değil ama Asya topraklarında kurulabilmiştir. İngilizlerin baskısıyla batı Trakya’nın Yunanistan’a bırakılması nedeniyle, sadece doğu Trakya Asya kıtasında kurulan yeni Türk devletinin sınırları içerisinde yer alabilmiştir. Batı Trakya bütünüyle Türk olmasına rağmen İngilizlerin isteği yüzünden Yunanistan sınırları içerisinde bırakılmış, güney Bulgaristan bölgesinde ise iki milyonu aşkın Müslüman Türk ise Sovyetler Birliğinin ısrarları üzerine Bulgaristan sınırları içerisinde bırakılarak, yeni Türk devletinin bir Asya devleti olması sağlanmaya çalışılmıştır. Balkan savaşları ve Kuvayı Milliye mücadelesi sonrasında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, tarihsel açıdan Osmanlı Türklerinin Makedonya merkezli olarak Balkanlar’da kuramadığı çağdaş Türk devletinin, Asya topraklarında gerçekleştirilen örnek modeli olmuştur. Yeni Türk devletinin çağdaş ve laik bir batı tipi devlet olmasında Makedonya ‘da ki birikimi temsil eden, ama batı emperyalizmi baskısıyla göç etmek zorunda kalan Balkan göçmenlerinin tarihsel birikim açısından çok önemli rolü ve katkısı bulunmaktadır. Osmanlı devletinin reformları ve Avrupa’da Balkan merkezli bir yeni ulus devlete dönüşme mücadelesi sonuç vermeyince, Balkan göçü kaçınılmaz olmuş ve böylece Makedonya’da kurulan çağdaş Türk Cumhuriyeti Anadolu yarımadası üzerinde kurulmuştur. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında Balkan göçmenlerinin Müdafa-i Hukuk cemiyetlerinde önde gelen rol almaları, böylesine bir sonucun elde edilmesini sağlamıştır. Osmanlı devleti ana ülkesi olan Balkanlar’dan kovulunca, göçmenlerin öncülüğünde arka ülke olan Anadolu yarımadasın da yeni Türk devleti kurulabilmiştir.

Osmanlı Devleti, gerileme sürecinde Balkanlar’da ayakta kalabilmek için Makedonya’da bir modern jandarma teşkilatını oluşturmuş ve bu askeri gücün yoğun desteği ile Makedonya’nın merkezi olan Selanik ve yöresinin güvenliğini sağlamaya çalışmıştır. Ne var ki, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi batının emperyal devletleri Osmanlı’yı Balkanlar’dan ve Avrupa kıtasından kovmayı hedef haline getirdikleri için, alt kimlikli Balkan halklarına dönük kışkırtmalar sürüp gitmiş ve bu nedenle yeni kurulan Jandarma örgütü ile istenen sonuç elde edilememiştir. Selanik’te oluşturulan Hareket Ordusunun devletin çöküşü aşamasında İstanbul’a gelerek merkezi teslim alması da direniş hareketlerinin Makedonya’dan Anadolu bölgesine doğru kaymasına yardımcı olmuştur. Hareket Ordusu Makedonya’nın güvenliğini sağlayacağına İstanbul’a gelerek devlet merkezinin güvenliğine öncelik vermesi, Osmanlı yönetiminin Makedonya bölgesinde çökmesine neden olmuştur. Hareket Ordusu ile İstanbul’a gelerek devletin yönetimini ele geçiren Jön Türk hareketi, batı tipi bir devleti Makedonya merkezli olarak Balkanlar’da kuramayınca, bir ulusal kurtuluş savaşı üzerinden küçük Asya denilen Anadolu yarımadası üzerinde kurmaya yönelmiştir. Bu yüzden Anadolu’daki Türk devleti ile Makedonya arasında tarihten gelen sıkı bağlar vardır. Özellikle Makedonya’dan Anadolu’ya gelen Balkan göçmenleri bu tarihsel bağların köprülüğünü yapmaktadırlar. Balkan göçmenlerinin ve özellikle Makedon asıllıların ve Makedonya’dan Türkiye’ye gelen Balkan Türkleri ile Musevilerinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulusal ve üniter devlet olmasına, laik ve çağdaş bir yapılanma ile ortaya çıkmasına olan büyük katkılarında, Makedonya’da ve Balkanlar’da gerçekleştirilemeyen Osmanlı sonrası çağdaş devlet arayışının önemli bir payı olduğu anlaşılmaktadır. Balkanlar’daki gecikme Anadolu’daki hızlı oluşum ile giderilmeye çalışılmış ve Osmanlı sonrasında çağdaş bir devlet yapılanması projesi Balkanlar üzerinden gerçekleştirilemeyince, bu kez Balkan göçmenlerinin ön planda yer aldığı bir ulusal kurtuluş savaşı ile Anadolu üzerinde başarılmıştır. Makedonya doğumlu Atatürk’ün öncülüğünde tarih sahnesine çıkan genç Türkiye Cumhuriyeti, böylesine bir sürecin ve tarihten alınan derslerin ürünüdür. Osmanlı devletinin bitişi Türkiye Cumhuriyeti’nin tarih sahnesine çıkışı ile noktalanmıştır.

Anadolu yarımadası üzerinde tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderinin bir Makedonyalı olmasının tesadüf olmadığı anlaşılmaktadır. Selanik’teki siyasal birikim nasıl Hareket Ordusunu yaratarak Osmanlı devletini kurtarmaya yöneliyorsa aynı doğrultuda, Birinci Dünya savaşı sonrasında da Osmanlı devleti yerine onun merkezi topraklarında bir merkezi ulusal ve üniter devletin, Makedonya’dan kovulanlar tarafından gündeme getirildiği ve bu girişime bir Makedonyalı olarak Mustafa Kemal’in öncülük yaptığı görülmektedir. İmparatorluk sonrasında Balkanlar’da küçük devletçikler kurulurken, Orta Doğu’daki İslam toprakları da parçalanmış ve bu bölgenin tam ortasında bir Yahudi devleti iki bin yıl sonra kurulabilmiştir. Balkan Musevilerinin bir kısmı Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’ne göç ederken, geri kalan bir kısmı da daha sonraki aşamada bu Yahudi devleti olan İsrail’e göç etmişlerdir. Avrupa’da 1648 tarihli Vestfalya Antlaşmasının imzalanması üzerine, Avrupa krallıkları ulus devletlere dönüşmüş, ama bu aşamada Museviler bulundukları ülkelerden dışlanarak Avrupa kıtasının dışına itilmişlerdir. İşte bu süreçte gündeme gelen Siyonizm üç yüz yıllık bir oluşum sonrasında kutsal topraklar da İsrail devletinin kuruluşunu başarabilmiştir. Osmanlı sonrasında Türkler Kemalizm ile kendi devletlerini Asya topraklarında kurarlarken, Museviler de Filistin de bir Yahudi devletini iki bin yıl sonra Siyonizm ile kurma şansını elde ediyorlardı. İkinci dünya savaşına kadar Siyonistler bütün Yahudileri Filistin’de toplayamadıkları için Osmanlı sonrasında hemen bir İsrail devleti kuramamışlar, ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası koşullarda bu şansı elde edebilmişlerdir. Ne var ki, gene bütün Yahudiler kutsal topraklara geri dönmemişler, özellikle deniz kenarı kentlerde dünya ticaretini tekellerinde tutan zengin Musevi grupları çöl araziye gitmeyince, ikinci dünya savaşı koşullarında Hitler ile yaratılan büyük korku sayesinde fakir ve işsiz Yahudiler gemiler ile Filistin’e taşınarak bir Yahudi devleti kurabilmenin girişimleri ile sonuç alınabilmiştir. Ne var ki, İsrail’in kurulmasından bu yana yarım yüzyılı aşan uzunca bir süre geçmesine rağmen, gene de bütün dünya Yahudileri bu çöl alan ülkesine gitmeyi ret ederek zengin yaşamlarını dünyanın önde gelen büyük ülke ve kentlerinde sürdürebilmişlerdir. Kurulduğu günden bu yana sürekli olarak savaşmak zorunda kalan İsrail devleti, giderek ABD ile beraber merkezi bir savaş makinesine dönüşmüş ve bölgesel hegemonya düzeni kurabilmek amacıyla bir üçüncü dünya savaşını dünya gündemine dayatmıştır.

Çölün ortasındaki küçük ve susuz ülke olan Filistin’e gitmeyen zengin Museviler, bir üçüncü dünya savaşı sürecinde İsrail’e gitmek istemedikleri için kendilerine yeni bir yedek ülke arayışı içerisine girmişlerdir. İngilizler Filistin öncesinde Uganda’yı, Fransızlar ise dünyanın en büyük adalarından birisi olan Madagaskar’ı, Amerikalılar Kuzey Arjantin ile batı Avustralya’yı Yahudilere devlet kurabilmeleri için önermelerine rağmen, Siyonizm dünya egemenliği amacıyla merkezi coğrafyadaki kutsal topraklara öncelik vermiş ama yarım yüzyılı aşkın bir zaman dilimi geçmesine rağmen, İsrail sınırları belli ve kutsal topraklara yerleşmiş yeni bir devlet yapılanmasını bir türlü kazanamamıştır. Yahudiler Siyonist çizgide Filistin de ısrarcı olmuşlar, kutsal toprakların alternatifi olarak da Kırım yarımadasını düşünmüşlerdir. Sovyet devrimini destekleyen Siyonistler Sovyetler Birliği zamanında Kırım’ı Rusların elinden alarak geçici bir statü ile Ukrayna’ya bağlamışlar, sosyalist sistemin çöküşünden sonra bu yedek ülkeye doğru nüfus kaydırması yapmaya başlamışlardır. Ne var ki, özellikle Amerikan Yahudileri İsrail’e gitmezken, Yahudiliğin yeniden Avrupa kıtasına dönüşünü gündeme getirerek, Balkanların merkez ülkesi olan Makedonya’yı İsrail’in gerçek alternatifi olabilecek bir ülke olarak görmeye başlamışlardır. Küreselleşme sürecinde Siyonist Musevi lobilerinin tekeline geçen büyük tekelci şirketler ve uluslararası bankalar yeni dönemde İstanbul’a taşınmaya yönelirlerken, Bizans’ın eski merkezi olarak Konstantinapolis’i Fener Rum Patrikhanesinin öncülüğünde ve Musevi Sinagoglarının destekleriyle dünya ticaret merkezi olarak ilan etmeye hazırlanırlarken, New York merkezli Amerikan Yahudi lobilerinin Selanik merkezli büyük Makedonya’ya doğru gelmeye yöneldikleri anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda bütün Makedonya kentlerinde büyük sinagoglar yapılmaya başlanmış ve Yahudiler ile Makedonya arasında tarihten gelen bağlar, Balkan Museviliği tarihi kullanılarak canlandırılmaya yönelinmiştir. Başkent Üsküp’te hem Yahudi hem de soykırım müzeleri açılarak, Makedon halkında haksızlığa uğramış Museviler imajı canlandırılmaya çalışılmıştır. Balkan Musevilerinden gelen ve kalan bütün kültürel değerler yavaş yavaş yeni bir Musevi Makedonya yaratılması doğrultusunda, çeşitli vakıflar ve şirketler aracılığı ile hem sivil toplumculuk hem de serbest piyasacılık üzerinden öne çıkarılmaya başlanmıştır.

Küresel sermayenin büyük askeri gücü olarak ABD ordusu ve NATO örgütü Kosova’yı işgal ederek buraya yerleşmiş ve muhtemel bir üçüncü dünya savaşı sırasında doğunun önde gelen büyük devletlerine karşı en büyük askeri depolamayı bu ülkedeki askeri üsse yapmıştır. Kosova’ya askeri olarak yerleşen ABD’nin bu gücünden yararlanmak isteyen Amerikan Musevileri de yavaş yavaş Makedonya’ya doğru yola çıkmışlardır. Özellikle, bu ülkenin bütün kentlerinde batı destekli sinagoglar yaptırılırken, aynı zamanda büyük Yahudi şirketleri de devreye girerek çok miktarda gayrimenkul ve toprak alımlarına başlamışlardır. Makedonya’nın tam olarak Avrupa Birliği üyesi olmasından önce bu küçük ülkeye yerleşmeyi kararlaştıran Musevi lobileri, bütün Makedonya kentlerine gelirken aynı zaman Selanik ve yöresindeki güney Makedonya topraklarını da hedeflemişler ve tam bu bölgelere gelirken, Yunanistan’ın küresel ekonomi üzerinden büyük bir ekonomik çöküşe doğru sürüklenmesine yol açmışlardır. Bir Avrupa Birliği ülkesi olmasına rağmen küresel sermayenin baskılarından kurtulamayan Yunanistan’ın kurtuluşu engellenmiş ve göstermelik girişimler sonuçsuz kalınca bu ülkenin geleceği iyice belirsizleşmeye başlamıştır. Bağımsız Makedonya Cumhuriyeti’ni kendi toprakları arasında yer alan Güney Makedonya bölgesi nedeniyle bir türlü kabul etmeyen Yunanistan, şimdi Amerikan Musevi lobilerinin desteği ile Selanik ve yöresinin Yunanistan’dan koparak Makedonya ile birleştirileceği bir yeni aşamaya doğru sürüklenmektedir. Annesi bir Amerikan Yahudi’si olan eski başbakan Yunanistan’ı kurtarmamış ve geri çekilerek ülkenin çöküşünü izlemeyi tercih etmiştir. Selanik’in merkezinde yer aldığı güney Makedonya yakın zamanda Yunanistan’dan koparak Kuzeydeki bağımsız Vardar Makedonyası ile birleşirse, o zaman bugünkü Bulgaristan sınırları içerisinde yer alan eski doğu Makedonya bölgesinin merkezi kenti olan Blogevgrat yöresinin de Bulgaristan’dan koparak Makedonya ile birleşeceği ve böylece hem güneyinde hem de doğusunda toprakları genişleyecek olan yeni Makedonya’nın, daha büyük bir ülke ve devlet konumuna geleceği anlaşılmaktadır. Ülkenin batısındaki Arnavutların Arnavutluk’a göçleri sağlanırsa o zaman, Arnavut nüfusu ile batı Makedonya’nın ülkeden kopması önlenebilecek ve böylece her üç yandan büyük bir Makedonya’nın ortaya çıkması sağlanabilecektir. Ayrıca, Yunanistan’dan kopacak Selanik kenti yeniden oluşacak Büyük Makedonya’nın başkenti olacaktır. Böylece, dünya zenginliğini elinde tutan Amerikan Yahudilerinin rahatlıkla gelip yerleşebilecekleri geniş ve güvenli bir Makedonya devleti Avrupa kıtasındaki Balkan toprakları üzerinde kurulabilecek ve Museviler, yeniden Avrupa kıtasına dönebileceklerdir. Selanik deniz kenarı konumu ile ikinci bir İstanbul olabilecek ve yeniden eski Osmanlı hinterlandının Siyonist lobilerin kontrolü altındaki küresel sermaye üzerinden küresel sermaye ile beraber Musevilerin kontrolü altına girmeleri sağlanabilecektir. Makedonya kentlerinde başlayan kentsel dönüşüm programları ile beraber, büyük oteller ve alışveriş merkezlerinin yapımı ile beraber tam anlamıyla bir ülkesel dönüşüm Siyonizm için Amerikan Musevileri aracılığı ile gerçekleştirilmektedir.

İsrail’e gitmeyen Musevilerin, Makedonya’yı yedek ülke olarak seçmelerinin ana nedeni, bu ülkenin Balkanların ortasında sahip olduğu büyük jeopolitik konumudur. Bunun yanı sıra, Makedon nüfusun az olması ve bu toplum içinde ciddi bir kimlik bunalımının yaşanması nedeniyle bir türlü güçlü bir Makedonya milliyetçiliğinin geliştirilememesi de Makedonya’nın ikinci Yahudi devletine dönüştürülmesinde etkili olmuştur. Balkanlardaki Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut, Hırvat milliyetçiliklerinin çok güçlü yapılarına rağmen bir türlü ciddi bir milliyetçiliğe sahip olamayan Makedonyalılar bu yüzden ülkelerini kaybetmek tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Yarım yüzyıl önce nasıl Filistinliler nasıl ülkelerini kaybetmişlerse, bugün ikinci bir İsrail Avrupa topraklarında Makedonya’da oluşturulurken, zayıf kalan Makedonlar kendi ülkelerine sahip çıkamaz bir konuma tıpkı Filistinliler gibi düşmüşlerdir. Balkan Yahudiliği tarihini ve ABD’nin büyük gücü ile olanaklarını iyi kullanan Musevi lobileri Makedonya’yı ikinci İsrail konumuna getirmektedirler. Batıda oluşan büyük emperyal gücün dünyanın merkezine taşınması sürecinde, başarısız İsrail devletine teslim olmak istemeyen dünya Yahudiliğinin Avrupa ve Avrasya ilişkilerini daha rahat yürütebilmek açısından Makedonya’yı yeni dönemde yerleşime ve her türlü amaca uygun bir ülke olarak seçtikleri anlaşılmaktadır. Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş düzeyde yepyeni bir yapılanma son yıllarda bu ülkeye dönük olarak geliştirilmektedir. ABD’nin Kosova’ya yerleşmesinden sonra, Musevilerin Makedonya’ya yerleşimlerinin de dünyanın gözünden kaçırılabilmesi için, eski Osmanlıyı çağrıştıracak bir biçimde Yeni Osmanlıcılık akımı desteklenmekte ve Türkiye’de böylesine bir Siyonist Atlantik emperyalizmi projesinde Avrupa Birliğine ve Rusya’ya karşı Yeni Osmanlı görünümünde kullanılmak istenmektedir. ABD’den dünyayı yönetemeyenler merkezi coğrafyaya gelirlerken, başarısız İsrail’in yerine alternatif bir Yahudi ülkesinin Büyük Makedonya’da gündeme getirilmesi tartışılması gereken bir durumdur. Bölge ülkeleri ile beraber diğer büyük devletlerin böylesine bir gelişmeyi hemen kabul edemeyecekleri açıktır. Üçüncü dünya savaşı riski nedeniyle İsrail’den kaçmak isteyecek Musevilere bir alternatif ülke olarak Makedonya’nın gösterilmesi ve geleceğe dönük hazırlanması, Büyük Orta Doğu projesinin Balkanlara uzanan batı ayağını açıkça göstermektedir. İsrail ve Orta Doğu üzerinden dünyanın merkezi alanının denetim altına alamayan Musevilerin, bu kez aynı projeyi Büyük Makedonya üzerinden Balkan bölgesinde denemesi ve Balkanlar üzerinden İstanbul’u, Anadolu’yu, Kafkasları ve Orta Doğu’yu daha güvenli bir biçimde denetim altına alarak, doğunun büyük güçlerine karşı merkezi bir Avrasya stratejisi uygulamaya çalışacakları anlaşılmaktadır.

Küçük Makedonya Büyük Makedonya’ya dönüştürülürken, dünyanın merkezi alanında Balkanlar üzerinden yeni bir Musevi inisiyatifinin devreye girdiği görülmektedir. Böylesine bir gelişme Avrupa Birliğinin önünü keseceği gibi, Büyük Orta Doğu projesinin de Balkanlar üzerinden devreye sokulacağı ve İstanbul’un Balkan destekli olarak daha da güçlendirileceği anlaşılmaktadır. Soğuk savaş döneminden kalma Rus etkisinin Balkanlardan silinmesi ve Rusya’nın iyice Avrupa’nın dışına itilerek sadece bir Asya gücü haline dönüştürülmesi, gene Büyük Makedonya projesi ile başlayacak yeni dönemde görülebilecek gelişmeler olacaktır. Hristiyan Avrupa’yı hedefleyen Vatikan’ın, Musevilerin yeniden Avrupa’ya dönüşlerine karşı çıkacağı, Avrupa’nın büyük Hristiyan devletlerinin Musevilerin etkin olacağı bir Büyük Makedonya’ya Balkanlar’da izin vermek istemeyecekleri, tarihin ortaya koyduğu gerçeklerdir. Merkezi coğrafyada Hristiyan ve Musevi çekişmesinin hızla tırmandığı bir aşamada, Müslüman milleti ve laik devleti ile Türkiye Cumhuriyeti’nin gene arada kalacağı ve hiç kimseye yaranamayacağı görülmektedir. Türkiye bu aşamada arada kalarak ezileceğine, hızla komşularıyla bölgesel bir güvenlik paktı oluşturarak ve Merkezi Devletler Birliği adı altında, tıpkı Avrupa Birliği gibi bir kendisini merkeze koyan yeni bir yapılanmaya yönelerek, kendisini ve tüm bölge devletlerini yeni bir güvenlik şemsiyesi altına alabilmelidir. Türkiye Cumhuriyeti bütün devletler ile olduğu gibi hem Makedonya hem de diğer Balkan ülkeleriyle yakın ve sıcak ilişkilerini sürdürmeli ve Büyük Makedonya girişimleriyle bölge haritalarının değiştirilmesi girişimlerine karşı komşu devletler ile işbirliği yaparak, dünya ve bölge barışı için bu gibi oyunlara ve senaryolara karşı çıkmalıdır. Amerikan Musevi lobilerinin Büyük Makedonya macerasına Türk Musevileri de karşı çıkmalı ve bölge barışı için, komşu devletler ile geliştirilecek dayanışma girişimlerine destek vermelidirler. Balkanlar’da geliştirilecek, ikinci bir İsrail olayının Orta Doğu savaşını Balkanlar üzerinden Avrupa topraklarına taşımasına ve bölge barışını tehdit etmesine kesinlikle izin verilmemelidir. Gerekirse bugünkü Türkiye, tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi Balkan ülkeleriyle yeni bir Balkan paktını gündeme getirerek, Doğu Avrupa’da sınırların değişmesine ve üçüncü dünya savaşının önüne geçilebilmelidir.

Bu yılın ilk aylarında dünya kapitalist sisteminin hem kurucusu hem de sahibi konumunda bulunan Rotschilds kardeşlerin Amerika Birleşik Devletlerinin en küresel şehri olan New York’u terk ederek, Osmanlı imparatorluğuna ilk olarak başkaldıran Karadağ devletinin merkez  şehri olan Karadağ’a gelerek yerleşmeleri bütün dünya açısından yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Dünyayı ekonomi üzerinden yöneten Rotschilds kardeşler, Amerikan ve İngiliz hazine sistemlerinin sahipleri olarak dünya kapitalist sistemini  yıllardır sömürgeci bir çizgide yönlendirici bir görev ile yönetmektedirler .Bugünkü kapitalist sistemde on milyar insanı binden fazla bankalar aracılığı ile aşırı zengin iş adamları yönetmektedirler. Rotschilds ailesinin yeni döneme New Yorkta ki merkez yerine Montenegro’da oluşturulan yeni kapitalist merkez üzerinden yepyeni bir yönetim düzenine bağlanması her açıdan bir ilk olarak öne çıkmakta ve dünyanın geleceği için farklı bir yönü hedeflemektedir. İyi Türkçe konuşan ve Türkiye ile birlikte Türk dünyasını da yeni dönemde ele almaya hazırlanan bu para babalarının artık dünyayı Kuzey Amerika’nın en yukarıdaki büyük kenti olan New York yerine, orta dünyanın merkezi  alanında yer alan Karabağ üzerinden yönetmeye çaba göstermekte olan Rothschilds sülalesinin, İsrail’in Kudüs merkezli, ABD’nin Bağdat merkezli, İngiltere’nin İstanbul merkezli bölgesel planlarına karşı, dünya ekonomisini öncelikle Montenegro üzerinden yeni bir alternatif dünya devleti önerisi olarak Merkezi bir dünya devleti yapılanmasını, büyük devletleri dışlayarak yapmaya çalıştıkları gibi bir görünüm ortaya çıktığı için Karabağ’da başlatılan girişimlerin daha sonraları Selanik üzerinden devam ettirileceği gibi, yeni bir çizgi yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Önce kuzeyi ve güneyi ile birlikte Makedonya birleşecek, daha sonra Selanik kenti bu devletin yeniden başkenti olacak ve bu kuruluş aşamasından sonra da Makedonya ülkesini çevreleyen Balkan topraklarının Makedonya üzerinden birleşeceği bir Balkan paktı ilan edilerek, dünya beş kıtanın ortasından yönetilmeye başlanacaktır. İki büyük dünya savaşının Doğu Avrupa’daki Balkan toprakları üzerinde çıktığı dikkate alınırsa o zaman küresel sermayenin ağa babaları olan Rothschilds’lerin neden bu yılbaşında koşarak Makedonya ülkesine koşarak geldikleri anlaşılmaktadır. İngiltere Kudüs’e, ABD İstanbul’a, Türkiye Selanik’e, İsrail İstanbul’a karşı çıkarken, kendi seçtikleri ve yatırım yaptıkları merkezi coğrafya kentlerinden birisini dünya kapitalist sisteminin ana kenti haline getirmeye güçleri yetmemektedir. Dünya güçlerinin merkez kavgası sürüp giderken, Makedonya bir Avrupa –Anadolu köprüsü olarak devreye girmektedir. Bu açıdan Para babaları yeni merkez olarak Selanik’i öne çıkarmaya çalışmaktadırlar. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

17 Temmuz 2024 Çarşamba

HALKI TEKRAR KAZANMAK - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

HALKI TEKRAR KAZANMAK

            Yaz aylarına giriş ile birlikte uluslararası alanda önemli ve büyük toplantılar ile genel seçimler birbiri ardı sıra gündeme geldiler. Özellikle doğu ve batı bloklarının içinde yer alan büyük devletler, bu aşamada ülke genelinde birbiri ardı sıra genel ve yerel seçimlere doğru adımlar attılar. Büyük devletlerde siyasal alanı düzenleyen seçimlerin sonuçları tam anlamıyla büyük bir değişiklik olarak gündeme geldiğinde, var olan siyasal düzenleri alt üst ederek devletleri tavır almaya doğru sürüklerken, aynı devletlerin böylesine bir dönem içinde uluslararası genel kurul ve kongreler düzenleyerek, bütün dünya için bir alternatif düzen getirebilecek yeni yaklaşımların, uluslararası genel kurulların gündem maddeleri içinde gündeme getirildiği göze çarpıyordu. Siyasal değişiklikler kongreler aracılığı ile öne çıkarılırken, uluslararası alanda öne çıkarılan bölgesel ve kıtasal çizgideki yeni arayışlar, giderek daha adil, daha eşitlikçi ve barışçı politikalara doğru bütün devletlerin yönetimlerinde, değişik yönelimlerin güncelleşerek tartışma konusu haline geldikleri görülmüştür. Siyasal alanda böylesine çok yönlü hareketlilikler birbirini izlerken, böylesine çok yönlü dönüşüm programlarında yer alan bütün devletler içinde bulundukları küresel organizasyonlar aracılığı ile gelmekte olan yeni dünya düzeni oluşumları içinde birbiri ardı sıra bağımlılık ilişkilerine giren yeni yapılanmalarda, eski düzenlerinden uzaklaştırılmış ama daha tam olarak da geçmişin uzantılarından gelen yepyeni oluşumların, birbirlerini tetikleyerek öne doğru geçtikleri ortaya çıkmıştır. Her devlet ya da her yönetim böylesine bir süreç içinde hem geçmişten gelen yapılanmaları hem de geleceğin dünyasında en iyi yerlerde bulunma çabalarının ortak yönlenmesinde yapılmakta olan çalışmaların devreye girdikleri anlaşılmaktadır.

            Son zamanlarda eski dünya düzeninin geride kalması üzerine yenilik arayışları hem bilim dünyasında hem de siyaset sahnesinde birbirini izlemiştir. Devletler ve hükümetler kendi ülkelerini el altında tutarak beklenmedik gelişmelere karşı çıkışlar yapmışlardır. Yer küre yeni dünya düzeni arayışları içinde yuvarlanıp giderken, artan nüfus ve çevre kirlenmesi gibi yeni dev sorunlarla insanlık uğraşmaya başlamış ve bu doğrultuda uluslararası toplantılar düzenlenerek, ülke siyasetleri yeni ortaya çıkan bilimsel veriler aracılığı ile yapılmaya başlanmıştır. Siyasal alanın giderek değişim trendlerine doğru yönlendirilmesi üzerine, benzeri çizgide yeni gelişmeler daha sonraki aşamada ekonomi üzerinden gündeme gelmiş ve bu doğrultuda siyaset ve ekonomik ilişkiler ağı eskisinden çok daha farklı bir gelişme sürecinden sonra, gelecek yüzyıllara uyum sağlayacak atılımların birbiri ardı sıra yola girdikleri ortaya çıkmaya başlamıştır. İki büyük dünya savaşı sonrasında eski düzenden yeni düzene doğru geçişler başlamıştır. Artan nüfusun gereksinmeleri karşılanmaya çalışılırken, birbirini takip eden bazı küresel ekonomi konferansları da birbiriyle bağlantılı bir çizgide son yıllarda giderek karmaşık bir hal alan insanlığın içine sürüklendiği böylesine içinden çıkılmaz bir çıkmazdan çıkış durumu yaratılmaya çalışılmıştır. Seksen yıllık bir sosyalist deneyimden sonra insanlık kapitalizm ile baş başa kalmış ama ne var ki geçmişten gelen deneyler ve birikimlerin yeni dönemi açacak yönde gelişmeler göstermemesi nedeniyle, beklenmeyen birçok gelişme sonraki aşamalarda olumsuz sonuçlar vermişlerdir.

             Avrupa Birliği örgütünün öncülüğünde (yeni ekonomik düzen için forum) başlığı altında, dünya ülkelerinin birbirleriyle rekabet etmeleri gerekirken, yarışa katılamaz bir olumsuz durumla ekonomik krizlerden kurtulmaya çaba gösteren önde gelen bazı büyük ülkeler, devletçi bir yaklaşımı benimseyerek, işleri yoluna koymaya çaba gösterirken, diğer Avrupa ülkeleri bazı büyük devletler ve şirketler ile  çok yönlü ilişkilere dayanarak, uluslararası yönlendirmelerin dışında daha iyi bir konuma gelebilmenin arayışı içinde de olmuşlardır. Avrupa ya da Amerika gibi kıtasal devletler sahip oldukları bilim, eğitim ve araştırma kuruluşları aracılığı ile her türlü siyasal, ekonomik ve bilimsel konu ve sorunlara çözüm aramak için gerekli olan adımları attıkları gibi giderek güncel hayatın içinde öne çıkan çıkmazlara da çıkış aramaya devam etmektedirler. Bu yılın önde gelen ana sorunu olarak ekonomik krizin yansımaları öne çıktıkça, sorunlara çözüm arayışları da birbiri ardı sıra gündeme gelmektedir. Ulaşım hizmetlerinin teknik anlamda çok gelişmesiyle kısalan yollar, aynı zamanda ülkelerin giderek yakınlaşması aracılığı ile de ekonomik ve siyasal entegrasyona doğru gitmekte ve aynı zamanda gelecekte tek bir dünya devleti yapılanmasını öne çıkarmaktadır. Dünya tarihinin başlangıcından bu yana emperyalist güçler ve büyük devletler, kendilerinin merkezinde yer aldıkları tek bir dünya devleti oluşumunu her zaman için istemişler ve bu amaca ulaşmak her türlü yakınlaşma ya da bütünleşme gibi yolları denemişlerdir.

            Yaz döneminin başlarında gündeme gelen ekonomik sıkıntıların ciddi bir küresel çıkmaza doğru dünyayı sürüklediği görülürken, Avrupa Birliğinin merkezi devleti olan Almanya’nın başkenti olan Berlin şehrinden bir ses gelmiş ve tıpkı güvenlik kongreleri gibi bir ekonomi zirve toplantısı aracılığı ile yeni ekonomi için yeni bir forum örgütü oluşumuna gidilerek, halkı yeniden kazanabilmenin yolları en üst düzeyde araştırılarak kapitalist sistemin çıkmazlarının giderek ezdiği halk kitlelerinin harcanmaması ve giderek on milyarlık bir büyük nüfus yapılanmasına dönüşen küresel halkların çıkarları doğrultusunda adımlar atılmasına çalışılmıştır. Alman devletinin öncülüğünde yapılan bu toplantıya (HALKI YENİDEN KAZANMAK) adı verilerek, giderek kapitalizmin emperyalizme dönüşmesi yüzünden, vatandaşlık bağları ile kendi ulus devletlerine bağlılık kazanmış olan halk kitlelerinin toplumsal yaşamdan uzaklaştırılarak devletler ile halkları ya da ulusal toplum yapılarını karşı karşıya getirme gibi bir büyük çıkmaz ile insanlık karşı karşıya getirilmiştir. Avrupa birliği gibi batı blokunun bir parçası olan kıtasal organizasyonun, dünya yeniden bir büyük küresel ekonomik bunalım aşamasına gelmesi dikkate alınarak, Berlin Bildirgesi adı verilen bir memorandum çağrısı, bütün dünya devletleri dikkate alınarak dünya kamuoyuna açıklanmıştır .Dünya kapitalist sisteminin ana merkezlerinden birisi olan Avrupa Birliği’nin en büyük devleti tarafından örgütlenen BERLİN BİLDİRGESİ’nin, bütün dünya ülkelerine yönelik bir yaklaşım içinde diğer devletlerin temsilciler aracılığı paylaşılması da durumun ne kadar ciddi ve vahim olduğunu göstermektedir . Ekonomik çöküntünün önüne geçmek üzere harekete geçen Avrupa Birliği örgütü, bu doğrultuda (HALKI YENİDEN KAZANMAK) sloganı ile hareket ederek yeniden devletler ile halkları bir araya getirmektedir. Daha önceleri Washington Antlaşması ile bir hizada buluşan batı blokunun kapitalist devletlerinin bugün de BERLİN BİLDİRGESİ’ni imzalayarak insanlığın önüne çıkmaları, her açıdan olumlu bir yaklaşım olarak ortaya yeni bir alternatif getirmektedir. İlk kez batı dünyasından bir ses halkın yeniden kazanılmasını dile getirerek dünya kamuoyunu uyarmaktadır.

            Almanya merkezli Bern Bildirgesi diğer ekonomik kuruluşların ötesine giderek uluslararası alanda çalışan kuruluşları değil ama doğrudan halk kitlelerini muhatap alarak son yıllarda giderek yoksullaşan toplumsal tabanın harekete geçirilerek alt sınıfların gelir düzeyleriyle ekonomik seviyelerinin orta tabakalar ile eşit bir düzeye getirilmesi düşünülmüştür. Yarım yüzyılı aşkın bir zaman dilimi öncesinde insanlık iki büyük cihan savaşı sonrasında, yeni bir dünya düzeni kurmaya çalışırken ve düşük büyüme getiren yüksek enflasyonu önlemek için mücadele ederken, o dönemin özel koşullarında neo-liberal adı verilen on maddelik Washington Antlaşması kabul edilerek imzalanmıştı. Savaşlara açıkça karşı çıkıldığı o dönemde batı kapitalizmi daha rasyonel bir yeni düzene yönlendirilirken, ekonomik sorunların piyasalar üzerinden serbestlik anlayışı çerçevesinde çözüme kavuşturulması ayrı bir ortak rıza yaklaşımı olarak benimsendi .Giderek artan nüfusun ulus devletleri sarsması ve zamanla daha kritik bir geçiş dönemine zorlamasıyla birlikte ,Washington Antlaşmasının ana ilkesi merkez bankasının bağımsız olması ve böylece ekonomik alandaki durgunluk olarak öne çıkan stagflasyon ile mücadele edilmesi ana ilke olarak kabul ediliyordu. Piyasa ile merkez bankalarının karşı karşıya getirilmesiyle birlikte serbest piyasa kontrolü altındaki batı ülkeleri, rekabetçi bir ulusal döviz kuru politikası izlemeye yönlendirilerek çoklu bir döviz kaosundan kurtarılmaya çalışılıyordu. Her durumda ulus devletlerin kendi ekonomilerine müdahale etme hakkının tanınmadığı Washington antlaşması rekabeti küreselleştirerek yepyeni küresel bir dünya düzeni getirmeye çalışıyordu. Özel sektörcülüğü sonuna kadar destekleyen ABD öncülüğündeki batı blokculuğu, devletleri özellikle kendi piyasalarını yönetmekten vazgeçirerek özgürlükçü bir serbest piyasacılığı bütün dünyaya yaymaya çaba gösteriyordu. Kamu açıklarının kapanması ve yabancı sermaye gelişinin desteklenmesi için alınması gereken önlemlere, öncelik verilen Washigton konsensusu çerçevesinde kapitalist düzen değişen koşullarda güvence altına alınmaya çalışılıyordu. Kamu kaynaklarının toplumsal hizmetlere yönlendirilmesi, servetten daha çok gelir ve harcamaların vergilendirilmesi ile ekonomik durgunluktan uzaklaşılarak daha iyi ve halk kitlelerinin çıkarları doğrultusunda piyasa hareketliliğini öne çıkarıyordu.

Kamu kaynaklarının toplumun tabanına yönelik bir yeniden değerlendirme ile kullanılması, sosyal ilişkilerde rahatlama sağladığı gibi aynı zamanda ekonomik hareketlilik gerçekleştirerek ekonomik çarkların daha hızlı dönmesine de elverişli bir ortam yaratmıştır. Piyasa düzenleyici mevzuatın kaldırılması ve kamu açıklarının kapanması ile de devletler halklarına ekonomik destek vermesiyle, geçmişten gelen süreç içinde ekonomik durumları sınırlı olan çalışan halk kitleleri için daha fazla sosyal masraf ve yatırım öngören yaklaşımlar, halk kitlelerinin ekonomik durum ve sorunlarının rahatlatılmasına öncelik verildiği aşamalarda halk kitlelerinin yeniden vatandaş olarak devletin bağrına basılmasına giden yolu açmıştır. Batı ülkelerinde dayanılmaz hale gelen servet ve gelir dağılımı eşitsizliği ile  küresel iklim değişikliğinin getirdiği toplumsal yıkımlar ve her kıta üzerinde öne çıkan siyasal ve bölgesel çatışmalar neo-liberal  yaklaşımlar ile çözülemez bir düzeye geldiği aşamada, her devlet kollarını açarak kendi halk kitlelerini kucaklayarak bağrına basmak zorundadır, aksi takdirde kendi devletinin sistemi tarafından dışlanan milyonlarca insanın açlık ve işsizlik gibi iki olumsuz faktörün etkisi altında kalmaları kaçınılmaz bir olumsuzluk ortamı olacaktır .Böylesine olumsuz bir durumda  koruyucu ve destekleyici müdahalelerle ekonomi canlanacaktır.

Washington mutabakatından tam yarım yüzyıl sonra batı Avrupa’nın önde gelen merkezlerinden birisi olan Berlin şehrinde ikinci bir toplumsal mutabakatın imzalanması küresel kapitalist sistemin yeniden halk kitlelerini kazanabilmek hedefi doğrultusunda adım atılmasını gösteren önemli bir adımdır. Washington mutabakatı ile başlatılan Neo-liberalizm yoluna girerek kendini kurtaran uluslararası kapitalist sistem, Washington antlaşması ile ortaya çıkarak kurumlaşmış ve yarım yüzyılı aşkın bir süre uygulamada kalarak evrensel sistemin üzerine oturduğu bir siyasal düzeni de gerçekleştirmiştir. İngilizler ile Amerikalıların Atlantik okyanusunun kuzey yarı küresinde adım attıkları geleceğin yapılanması sürecinde, Atlantik ittifakı ABD-İngiltere ortaklığı olarak öne çıkıyor ve NATO antlaşması imzalandıktan sonra alınan güvenlik önlemleri  çizgisinde halk kitlelerini sisteme bağlı tutmak amacıyla, sermayeci bir açılım yerine bölgesel mutabakata taraf olan büyük devletler, savaş yıllarının getirdiği çöküş ve aşırı masrafları öne sürerek, yeni kurulmakta olan sistemin kendisini demokrasi cephesi ilan etmesi üzerine, halk için halktan yana bir ekonomi politikası siyasal gündeme getirilerek, savaş sonrası yıllarda uzun süren savaşlar altında kalıp ezilme tehlikesi çeken devletlerin ulusal tabanları, Washington antlaşması ile alınan temel ve genel kararlar doğrultusunda savaş sonrasında devreye giren soğuk savaş düzeninde hem savaş riskleri ile uğraşıldı hem de yeni bir dünya düzeni oluşturabilmenin çalışmaları yapıldı. Ne var ki, dünya savaşı sonrası soğuk savaş döneminde devletler arası hegemonya mücadeleleri devam ettirildi ama gerçek anlamda yeni bir sisteme dayanan ve kuralları ile bir bütünsellik getiren bir uluslararası sistem, Sovyetler Birliği adını alan toplumcu karşı güç merkezi tarafından engel çıkaran alternatif sosyo-ekonomik yapılanma ile yeni bir sosyalist doğu bloku oluşturularak, gelmekte olan dünya düzeninin daha adil ve dengeli bir biçimde oluşturulmasına dikkat edilmiştir.

Washington konsensus’un getirmiş olduğu bir uzlaşma ortamı üzerinden savaş sonrası dünya sistemi kurulurken, merkezi güç konumunu ele geçiren ABD, kurulmakta olan kapitalist sistemin neo-liberal kurallar bütününden ortaya çıkan yeni bir yaklaşımı öne çıkarmıştır. Avrupa ülkelerinin kapitalist modellerinin yeterli olamadığı küresel yapılanma aşamasında ABD kaynaklı neo-liberalizm sermayenin fazlasıyla kollanmasını öne çıkardıkça, halk kitleleri güç durumlara sürüklenerek, açlık ve işsizlik çıkmazlarında bocalamaya başlamışlardır. Özelleştirme politikalarıyla her ülkenin önde gelen kamu ekonomik kuruluşları özelleştirilirken, yoksulluk çıkmazı içinde sürünüp giden halk tabanı bazan işsizliğe bazen de açlığa giden yollarda yalnız bırakılmışlardır. Bu yüzden neo-liberalizmin ekonomik reçeteleri bir türlü yeterli olmamış, toplumlar giderek zenginler ve yoksullar ayırımı kıskacında boğulmaya başlamıştır. Devletler arası rekabet düzeni içinde göreve gelen hükümetler neo-liberalizm çıkmazından kurtulamamışlardır. Devletçi bir ekonomiyi reddederek buna karşı çıkan neo-liberaller, bütün dünyayı bir şirketler ortaklığı tarafından yönetilen küresel bir ekonomik devlet olarak görmeye başlamışlardır. Devlet ve ekonomi ilişkilerinin giderek sorunlu hale gelmesiyle birlikte neo-liberal çevrelerin hegemonyası artmış ve hükümetlerin belirli gruplar arasında paylaştırdığı devlet gelirleri toplum içinde ciddi eşitsizlikler yaratmış ve bu nedenle de haksızlık giderek artarak adil olmayan bir yeni ortama doğru insanlığı sürüklemiştir . Savaş sonrası dönemde yükselen neoliberalizm, önce yükselerek demokratik toplum yapılarını etkilemiş, iki binli yıllara gelindiği aşamada ise neo-liberalizmin küçülttüğü mikro devletler öne çıkmaya başlamış ve halk kitleleri perişan duruma düşmüşlerdir.

Herkese daha iyi bir yaşam, iş ve çalışma düzeni getireceğini vaad eden neo-liberalizm başta batının önde gelen devletleri ve bu sisteme yakın duran diğer ülkeleri sistem içinde çökerterek, daha iyi bir dünya vaadi ile yarım yüzyıl uyuttuğu dünya devletleri ve halklarını gene eskisi gibi istismar etmeye yönelirken, aradan geçen yüz yıllık bir zaman dilimi içinde sömürgecilik bütün dünya kıtaları üzerinde batının önde gelen devletlerinin zorlamalarıyla yaygınlık kazanmıştır. Batı dünyasındaki normal yaşamı dengelemek üzere sosyalist düzenin devreye girmesine çalışılmış ama din, etnik köken ve kültürel kimlik gibi belirsiz ve çözümsüz durumlar yüzünden dünya toplumları parçalanmaya başlamıştır. Yirminci yüzyıla girerken var olan yirmi imparatorluk kendi içinde paramparça olarak belirli ülke ve bölgelerdeki halk topluluklarının üzerinde oturdukları aynı topraklar, ortak devlet çatısı, ortak pazar ve yaşam düzeni üzerinden sahip olunan birlikteliklerin devreye girmeleriyle birlikte kişiler, aileler, sülaleler ve de hanedanlar birlikte ortaya çıkarak, belirli bir zaman dilimi içinde yaşanılan bölge ve çevreler üzerinde belirli güç hegemonyasına sahip olabilmişlerdir. Bu tür köken ayrılıklarının çok kültürlü toplum yapılanmaları içinde birlik ve bütünlüğü bozdukları görülmektedir. Batı tipi demokrasilerde etnik köken ve dinsel inanç ayrılıkları fazlasıyla toplumsal yapıları bozduğu ve zamanla, belirli bölgelerde küçük devlet yapılanmalarını öne çıkararak, bütün dünya ülkelerinde sosyal ve siyasal anlamda dağılmalara giden yolları açmaktadır. Toplumların ve devletlerin kuruluşunda bu tür alt kimlik oluşumları çözülmesi gereken sosyal ve siyasal sorunları genelde öne çıkarmaktadırlar. Devlet içindeki siyasal kadrolaşmalarda alt kimliklerin kullanılmaya başlanması ile nepotizm adı verilen akrabalıklar ve alt kimlik birliktelikleri üzerinden sömürge devletlerinin yönetimleri bir başka görünümlü sorunlar da yumağı olarak öne çıkarabilmektedir. Köylerden ya da kırsal kesimden gelen küçük toplulukların uluslaşmaya direnmelerinin altında yatan ana nedenler, sonu nepotizme giden sosyal parçalanma ve çürüklükleri göstermektedir.

Bugün içine girilen yeni dönemde insanlığın yaşadığı on bin yıllık bir ortak geçmiş incelenirken, uluslararası yapılanmayı ABD üzerinden Atlantikçiler, Washington uzlaşması ile tüm dünyaya yayarken, Almanya’nın önderliğinde yayılan Berlin bildirgesi milli devletleri ve milliyetçi kesimlerin savunmasını yaparak ve emperyalist saldırılara ve müdahalelere karşı çıkarak, uluslararası alanda Avrupa-Atlantik ya da ulusal-uluslararası gruplaşmalarla bir yakınlık içine geldikleri önlenmektedir. Batı ülkelerinden başlayarak bütün ülkelere yayılan ekonomik dengesizlik ve krizler, devletleri ele geçirmiş olan siyasal kadrolar tarafından ekonomik zorbalık yönetimlerine doğru milyonlarca insanın yaşadığı büyük ülkelerde önce eşitlik ortadan kaldırılmakta, daha sonraki aşamada da gruplaşmalar öne gelince etnik, dinsel, kültürel alt kimlikler toplum için bölücü ve yıkıcı girişimler birbiri ardı sıra gündeme gelmektedir. Vergide adalet, insanca ücret, sosyal adalet ve toplum barışı gibi temel hak ve özgürlük sorunlarının çözümü için bir araya gelen siyasal partiler ile birlikte tüm meslek örgütleriyle birlikte sendikalar ve sivil toplum kuruluşlarının ortak miting ve eylem programlarına yönelmeleri, çözüm üretmeyen iktidar ve muhalefet partilerine karşı, halk kitlelerinin toplumsal direniş atakları olarak siyasal gündemi dengelemek üzere belirli bir program çerçevesinde uygulamalara başlanmıştır. Türkiye’deki bu gelişmeler başta Avrupa Birliği üyesi olan ülkeler ile diğer Asya-Afrika devletleri tarafından da paylaşılmaktadır. Halk kitlelerinin geleceği güvence altına alınmadan halklar yeniden kazanılamaz. On milyar nüfus ile on bin yıllık insanlık tarihi karşılaştırılmalıdır.

Devletlerin vatandaşlarını karşılarına almaları ile kendi vatandaşlarının bir araya gelmesinden oluşan ulusal toplum ile yakınlaşması sosyal barış ve siyasal adalet ile sürekli barış ortamı isteyen genç ve dinamik toplum kesimlerini, birlikte düşünerek ve değerlendirerek adım atılması, üzerinde yaşanılan dünya gezegeninin geleceğinin güvence altına alınması açısından fazlasıyla önem taşımaktadır. Halk kitleleri işsizlik ve açlık çıkmazından kurtulabilmek için çeşitli girişimlerde bulunurken, sendika ya da meslek kuruluşu üyesi olan aydın, emekçi, bürokrat ve işçilerin, siyasal partilerin şimdiye kadar gerçekleştiremediği toplumsal muhalefeti yerine getirmek üzere harekete geçtikleri görülmektedir. Devletlerin ve siyasal partilerin halk kitlelerinden giderek uzaklaştığı bir dönemde, bütün çalışan sınıflar ve toplum kesimlerinin, yeni dönemde öne çıkarak anayasa, yasa ve insan hakları bildirgelerinde var olan temel hak ve özgürlüklerini, daha da etkili bir biçimde dile getirilerek yükselen mücadelelerin en üst noktasına kadar tırmandırmaları gerektiği, Avrupa’nın medeni ülkelerinde görüldüğü gibi tam anlamıyla bir insan hakları örgütlenmesi olarak, siyasal gündemdeki yerlerini alacaktır. Ekonomik krizler inişli çıkışlı yapıları ile her zaman için ülkelerin istikrarı açısından fazlasıyla devletleri ve hükümetleri uğraştırabilmektedir. Devletlerin kamu çalışanlarına diğer ülkelere paralel bir çizgide ödemeler yapabilmesi, ancak ve ancak denk bütçe uygulamaları ile mümkün olabilmektedir. İşçi sınıfının önderliği gibi farklı yaklaşımlar geçen yüzyılda yaşanan siyasal gelişmeler ile geride kalırken, çalışanların sendikalar ve ortak meslek örgütleri aracılığı ile topluca meydanlara inmeleri ve bu gibi eylemleri daha sonraki aşamalar da siyasal boşluk bulunan yerlerde toplumun birer neferi gibi mücadele etmeleri kaçınılamaz bir yurt görevi olarak öne çıkmaktadır.

           Dünyada yaşanmakta olan hareketlilik düzeninde bütün devletler öne çıkarak, sahip oldukları olanaklar ve güç şemsiyesi altında toplanarak geleceğe dönük bir var olma mücadelesine girişecekleri gibi bir beklenti, giderek bütün toplum kesimlerinde ve meslek kuruluşları ile birlikte bazı siyasal çevreler ve de partilerde öncelik kazanmaktadır. Çalışanların ve tüm emekçi kesimlerin temsilcilerinden oluşan geniş halk kitlelerinin geçmişten bugüne kazanılmış olan haklarına bütünüyle mücadelelerin desteği ile sahip çıkacakları günlerin önümüzdeki süreç içinde gündeme geleceği ve yeni dönemde gündeme geldiği gibi yıllarca sürdürülmüş olan her türlü hak ve özgürlük mücadelelerine önümüzdeki dönemlerde saygı gösterilerek hareket edildiği zaman, batı tipi demokrasilerin boş bir masal olmadığı, anayasa ve yasalarda belirtilen hak ve özgürlüklerin gelecekte devlet ve sivil toplum kuruluşlarının dayanışmalarıyla birlik içinde mücadele kavramı yeni dönemin önde gelen bir açıklaması olarak kabul edilecektir. Avrupa ile Asya kıtaları arasında yer alan bir merkezi ülke olarak Türkiye Cumhuriyeti yeni dönemde önemli misyonlar ile karşı karşıya kalacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisinden beklenen bugünkü misyonu, bir merkezi devlet olarak bütün merkezi güçleri başkent Ankara’da bir araya getirmektir. Türk devleti eski Osmanlı imparatorluğu arazisi üzerinde çağdaş bir cumhuriyet devleti olarak, dünyanın merkezini yeni bir güç merkezine dönüştürmek zorundadır. Türkiye yeni dönemde önceden sırtını döndüğü Türk halkını yeniden kazanabilmek üzere, yüzünü Türkiye’nin her yanında yaşam mücadelesi veren Türk insanına ve ulusuna acilen dönmek zorundadır. Türk halkını Türk devletinin kucaklamasıyla, bir büyük Türk gücü yeniden dünya merkezinin en güçlü otoritesi olacak ve bütün Türk devletlerini yönlendirecektir. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

2 Temmuz 2024 Salı

NORMAL MİLLİYETÇİLİK AŞIRI SAĞ OLAMAZ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

NORMAL MİLLİYETÇİLİK AŞIRI SAĞ OLAMAZ

             Bugünkü dünya uygarlığının çıkış noktası olan Avrupa kıtası, sanayi devrimi ve birbirini izleyen diğer devrimci atılımların ortaya çıkış merkezi olarak yirmi yüzyıldan daha fazla bir zaman dilimi içinde, insanlığa büyük katkılarda bulunmuş ve böylesine bir olumlu desteğin çeşitli katkılar üzerinden çağdaş uygarlığa sıçrama yaptıran atılımların belirginlik kazanmasına her açıdan yardımcı olmuştur. Avrupa bu çerçevede ayağa kalkarak insanlığa yön göstermeye yönelirken, iki bin yıllık bir tarihsel sürece zemin hazırlamıştır. Orta çağ sonrasında içine girilmiş olan devrimler çağı, Avrupa merkezli adımların atılmasıyla öne çıkmış ve daha sonraları da bilimsel gelişmeler birbirini izlediği için, sanayi devrimini diğer alanlarda izleyen yeni devrimci atılımlar, daha sonraki dönemlerde insanlığın gündemine oturmuştur. İnsanlığın beş kıta da birden orta çağ uykusundan uyanarak kalkınma ve gelişme yoluna doğru gitmesi, beş asırlık bir zaman dilimi içinde gelişerek çağdaş uygarlık düzeyinin başlangıç noktalarında, Avrupa kıtası öncülük görevini üstlenen bir merkez olmanın ötesine giderek, tüm insanlığın geleceği için yararlı olabilecek adımların birbirini izleyen bir çizgide devreye girmesinde etkin bir rol oynamıştır. Yeni çağlar böylesine bir oluşumun başlangıç dönemi sonrasında ön plana çıkmış ve bu yüzden de dünyanın gelişmesi ve insanlığın ilerlemesi, Avrupa kıtası merkezli devrimci atılımlar ile tarihteki yerlerini almıştır. Bugünün en ileri ve gelişmiş devletleri Avrupa kıtasında yer almazken, Avrupa ülkeleri gene eskisi gibi öne çıkan devrimci adımları ile tarih yazmaya devam etmektedirler.

            Geçen ay içinde Avrupa ülkelerinde Avrupa Birliğinin yasama organı olan Avrupa Parlamentosu ile ilgili seçimler yapıldı ve ortaya kıtasal kamuoyunun biçimlendirdiği yeni bir siyasal ortam beklenmedik bir biçimde geldi. Birlik üyesi olan Avrupa ülkelerinin tamamının katılmış olduğu bu seçimler sonucunda, Avrupa’nın kıtasal bir yapılanma olarak ne gibi siyasal gelişmeler ile karşı karşıya olduğu açıkça siyasal gündemin baş köşesinde yerini almıştır. İspanya’da sağcı partiler yüzde kırk, Hollanda’da iktidardaki sağcı partilerin oy oranları beş misli arttığı görülmüştür. Avusturya da sağcı parti ilk kez en fazla oyu birinci sırada alırken, sağcı parti Avrupa Birliği gibi bir kıtasal oluşuma karşı çıkarak bağımsızlık statüsünün devamını istemektedir. Belçika gibi Avrupa Birliğinin merkezi olan bir ülkede liberaller ağır bir yenilgiye kayarken, bu ülkeden ayrılmak isteyen Flaman milliyetçisi parti oylarını eskisine oranla daha da fazla bir çizgide destek almıştır. Polonya’da ise geleneksel sağ kanat parti olan Sivil Koalisyon seçimleri kıl payı kazanarak var olan statükonun sürdürülmesini sağlamıştır. Toplam seçmen sayısının üçte birini alan bu parti eski sağcı muhalefet olan Hukuk ve Adalet partisinin önünde yer almıştır. Sağ uçta yer alan konfederasyon partisi ise oylarını üç misli artırarak seçimleri tamamlamıştır. Avrupa ülkeleri içinde orta ve doğu Avrupa arasındaki alanda yer  alan Macaristan da Macar milliyetçi iktidar partisi oylarını daha da artırırken, yeni kurulan merkez sağ bir parti seçmenlerin yüzde otuzundan destek alırken, Avrupa Halk partisi grubuna katılma hakkını elde etmiştir. Avrupa Parlamentosu seçimleri içinde yer alan milliyetçi ve sağ kanat partilerin oyları yükselirken, yeni bir milliyetçi dönemin hızla devreye girdiği görülmektedir. Liberal tutum ve yaklaşımlar bu aşamada geride kalmıştır.

            Bütün ideolojilerin ve siyasal sistemlerin doğduğu ve zamanla yaygınlık kazandığı Avrupa kıtası bütün devletlerin katıldığı bir genel seçimler aşamasından geçerken, ilerisi için yeni bir tutum belirlemektedir. Liberalizmin ve sosyal demokrasinin doğum yeri olan Avrupa kıtası aynı zamanda ulusalcı hareketlerin ve milliyetçi cereyanların da doğduğu yer olmuştur. Sanayi devrimi benzeri yenilikler yaşam biçimlerini tümüyle etkileyerek yenilerken, aynı zamanda Fransız devrimi çizgisindeki siyasal gelişmeler de devrimci fikirlerin insanlığın düşünce alt yapısını zenginleştirerek, çağdaş uygarlığa yönelen insanlık birikimini gelecek için ana hedef haline getirmiştir. Ortaçağ sonrasında yüzyıllarca ilerleme ve gelişme kavramlarını kendisi için bir dayanak noktası olarak gören Avrupalılar, en son olarak kullandıkları oyları ile kendi kıtaları üzerinden insanlığın geleceği için belirli bir çizgi belirlerken, bu kez milliyetçi oyların fazla miktarlarda kullanılmasıyla ve bugünkü ulus devletin dünya sahnesine yeniden çıkmasıyla, Fransız devriminin bir armağanı olarak insanlığı yeniden milliyetçilik ülküsüyle karşı karşıya getirmişlerdir. Avrupa kökenli sosyalizm, sosyal demokrasi, liberalizm gibi ana akımların hepsi dışlanarak devre dışı bırakılırken, orta çağ sonrasında gündeme gelen milliyetçilik cereyanlarının bugünün dünyasında yeniden gündeme gelmeleriyle farklı bir siyasal durum gündeme getirilmiştir. Orta çağ sonrasında krallıklar ve imparatorluklardan ulus devletlere doğru bir geçiş süreci yaşanırken, şimdi gelinen yeni aşamada ve bugünün koşullarında bu kez de ulusal toplum yapıları ile ulus devletleri ortadan kaldırmak üzere, yeni tür bir emperyalizm küresel boyutlarda örgütlenmeye girişmiştir.

             Bütün ideolojilerin ve siyasal akımların Avrupa’daki çıkış yerleri gelecek için belirleyici olmuş ve bu doğrultuda insanlığın gelmiş olduğu yeni aşamalarda bir dönem içinde ortaya çıkan kapitalizm çökmeye doğru yönlendirilirken, sosyalizm bu aşamada ana akımın yerini alabilecek farklı bir yaklaşım olarak ortaya çıkmıştır. Liberalizm, sosyal demokrasi ve de diğer akımlar iki ana ideoloji arasında yer alan zamanla birlerinin yerine geçerlilik kazanan düşünce tarzları olmuştur. Bugünün koşullarında Karl Marx’ın zamanında fazlasıyla uğraştığı kapitalizm şirketler üzerinden çökerken, var olan devlet düzenlerini de yıkıma doğru zorlamaya başlayınca, küresel emperyalizm ile ulusal toplumlar ve devletler karşı karşıya gelerek, bugünkü dünyayı yeni bir kamplaşma olgusu ile karşı karşıya getirmişlerdir. Bir tarafta halklar ve uluslar ile, diğer tarafta da giderek küreselleşen tekelci şirketlerin, uluslararası alandaki tekelci ve hegemonyacı tutum ve davranışları bugünün dünyasını yeniden eskisi gibi yeni bir çıkmaza doğru sürüklemişlerdir. Dünyada var olan bütün düşünce ve siyasal akımların doğum yeri olan Avrupa kıtası kapitalizm ve sosyalizm çatışmalarının dışına çıkma aşamasına gelirken imparatorluklar sonrasında kurulmuş olan ulus devletlere bağlı bulunan ulusal toplumlar Fransız devrimi sonrasında kazandıkları ulus devlet statüsünden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Avrupa parlamentosu için üye ülkelerde seçimler yapılırken, diğer düşünce ve ideolojilerin çökertilmesi nedeniyle, milliyetçi akımlara doğru seçmen tabanında önemli miktarda kaymalar olmuştur. Dünya tarihinde görülmemiş biçimde eski sosyalistler, sosyal demokratlar ve liberaller darmadağın bir hale gelirken, yeni siyasal dönem bir kaos ortamı olarak görülmeye başlanmıştır. Birinci dünya savaşı sonrasından gelen eski siyasal partiler düzeni, yepyeni bir milliyetçilik akımının yükselişi ile birlikte siyasal gelişmeleri belirlemeye başlamışlardır. Birinci Dünya Savaşı öncesi siyasal durum yeniden ortaya çıkartılırken, Avrupa kıtası ciddi bir karışıkla karşılaşmıştır.

            Dünyanın önde gelen ilericileri, devrimcileri, bilim adamları, filozofları ve siyasal önderleri kendileri için Avrupa kıtasını bir doğuş ve ortaya çıkış kapısı olarak görmüş ve bu durumu kendi varlıkları açısından her zaman için bir güvenlik sorunu olarak değerlendirmişlerdir. Avrupa’da doğmuş olan siyasal düşüncelerin temsilcileri duygu ve düşüncelerini dünya kamuoyuna anlatırken, bu önemli kıtadaki var olan hukuk devleti ile demokratik rejimleri birlikte ele alarak Avrupa siyasal sistemleri ve rejimlerinin çatısı altında kendilerini korumaya çaba göstermişlerdir. Milliyetçilik oylarının Avrupa parlamentosunun yapısını değiştirmesiyle birlikte, artık eskisi gibi bütün siyasal fikir ve   düşüncelerin tarihsel hak ve özgürlükleri koruma ve savunma mekanizması çerçevesi içinde Avrupa parlamentosu siyasal sistemi içinde, normal koşullarda  gelecek yüzyıllara kadar uzanacak bir koruma güvencesine kavuşturulmaları  beklenirken, son parlamento seçimleri aşamasında milliyetçi oyların eskisinden çok fazla verilmiş olması, Avrupa devletleri üzerinde bir üst-bölgesel devlet olarak örgütlenmeye çalışılan parlamentoyu öne çıkarmaktadır. ABD Amerikan Birleşik Devletleri olarak kıtasal bir devlet olmaya yönelirken, Avrupa Birliği topluluğu da bu çizgide bir kıtasal devlet olmaya yönelmiş ama böylesine bir yönelişten beklenen istikrarlı ve gelişmiş siyasal hukuk düzeni gündeme getirilememiştir. Avrupa’daki milliyetçi oyların birkaç misli fazla kullanılmasıyla ciddi bir istikrarsızlık sürecine girilmesi, kuruluş aşaması bitmemiş olan Avrupa kıta devletinin son aşamada kurulması hayallerini yıkmıştır. İkinci dünya savaşı sonrasında içine girilen birlik sürecinin tamamlanamaması ortaya çok ciddi sorunlar çıkarmıştır. İhtilafa düşen ulus devletler, kendi çıkarlarını korumak doğrultusunda daha fazla sert siyasal duruşlara yöneldikçe, kıtasal sürecin iç dünyasında iniş çıkışlar daha fazla yer alarak kıtasal kaos bu açıdan da tırmanma potansiyeli getirmiştir. 

Seçim sonuçları açıklanırken milliyetçi oyların fazlasıyla çok olması üzerine yapılan kamuoyu yoklamaları ve anketler, dünya medeniyetinin doğduğu bu kıtadaki üst bölgesel devlet arayışının sona erdiği gibi olumsuz sonuçları öne çıkararak, demokratik rejime duyulan güvenin paramparça olduğunu göstermiştir. Normal koşullarda milliyetçiliği de tıpkı sosyalizm, sosyal demokrasi ya da benzeri başka bir ideoloji çizgisinde kullanmasını iyi bilen Avrupalılar, dengelerin bozulması ya da siyasal çizgilerin bozulması gibi  olağan olmayan durumların ortaya çıkmasını  korku ile karşılayacağına, zayıflamış olan milliyetçi potansiyeli güçlü gösterebilmek için millici ya da ulusalcı duruşları aşırı sağ diyerek ya da var olan durumlara ters düşecek biçimde ileri giderek, normalin ötesinde bir  aşırılık kavramıyla birlikte sertleşme ve çatışma yanlısı olumsuz bir siyasal çizgi öne çıkarılarak bazı gerçekler saptırılmaktadır  . Milliyetçi oyların fazla verilmesini hemen aşırı sağcılıkla suçlamak kolay bir yol olarak görünmektedir. Milliyetçilik diğer ideolojiler gibi bir siyasal akımdır ama bunun ötesinde aşırılıkla suçlanması tümüyle ters sonuçlar verebilir ya da milliyetçilik karşıtı çizgileri öne çıkararak milli devletleri ya da ulusal toplum düzenlerini sarsarak çökertebilir. Ulus devletlerin güçlenmesini istemeyen tekelci şirketler ya da küresel organizasyonlar normal milliyetçi akımları tasfiye ederek, hegemonya düzenlerini her yerde geçerli kılmaya çalışmaktadırlar. Bu doğrultuda milliyetçi akımları ve siyasal yapıları aşırı kavramı ile birleştirerek, halk kitlelerini normal cumhuriyetçilik çizgisinden daha uzağa doğru sürükleyerek, milliyetçilik normal sınırlar dışına kasten sürüklenmektedir. Her milletin varlığını güvence altına alan milliyetçilik, uluslar tarafından kendi güvenliklerini korumak için de sonuna kadar savunulmaktadır.

Normal koşullarda bir milliyetçilik hiçbir zaman aşırı değildir. Her zaman için diğer siyasal akımlar gibi, milliyetçilik bir ulusun ve bir ulus devletin korunabilmesi açısından yaşamsal öne sahip bulunmaktadır. Aşırı sağ suçlaması milliyetçi oyların fazlalaşması ile öne çıkmıştır ama bugün gelinen noktada durum her aşamada hızla değişmekte ve yeni ortaya çıkan gelişmeler çizgisinde, toplum ve devlet daha küçültücü yeni unsurlar karşısında kaldıkça aşırılık yansıtan durumlar ortadan kalkmakta ve liberallerin aşırılık suçlamaları ile ulus devleti çökertme planları da geçerliliğini yitirmektedir. Avrupa parlamentosuna giden yolda ortaya çıkan aşırı sağ suçlaması bir seçim oyunu olarak dile getirilirken, yeni ortaya çıkan olumlu gelişmelerin ya da toplumsal refleks olarak kendiliğinden ortaya çıkan gelişmelerin, bu tip yaklaşımları devre dışı bırakmaları mümkün olabilmektedir. Ne var ki, dünya üçüncü bir cihan savaşına normal koşulların ötesinde sürüklenerek yaklaştıkça, ulus devletler ve onların kontrolü altında uzantısı olan ulusal toplumlar öne çıkarak önem kazanmakta ve bu aşamada milliyetçilik aşırı gibi gösterilerek savaş ortamında karşı tarafa karşı olacak bir çizgide basın ve medya organları aracılığı ile pompolanması, savaş ortamına destek sağlamak gibi yan destekler arayışını öne çıkarabilmektedir. Geçmişten gelen ulusal çizginin kamuoyuna dürüst bir biçimde yansıtılması, her türlü basın ve yayın oyunlarının ötesinde dikkate alınmalıdır.

Milliyetçilik Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan bir düşünce ve siyaset çizgisidir. Avrupa kıtasın da yayıldıktan sonra birçok dünya ülkesinde ortaya çıkan bu akım Avrupa’da üç yüz yıllık bir gelişme gösterdikten sonra, dünyaya yayılırken Avrupa’dan Asya’ya doğru gelişmeler de kaydetmiştir. Rus Çarlığı, Osmanlı imparatorluğu ve Avusturya imparatorluğu bu tür milliyetçi akımların Asya kıtasında yaygınlık kazanmasıyla, Türkiye’nin de içinde bulunduğu yeni ulus devletler dünya haritasındaki yerlerini almışlardır. İki binli yıllara kadar devam eden ulus devletler milliyetçilik cereyanları sayesinde ortaya çıkarak bugünlere kadar varlıklarını devam ettirmişlerdir. Sermaye küreselleşirken bütün dünyayı kucaklamaya yönelmektedir. Bu aşamada da var olan ulus devletlere düşman olmaktadırlar. Sürekli olarak ulusal toplum ve ulus devlet karşıtlığı yapan küresel sermaye, her fırsatta ulusalcılığı kendi çıkarları için kullanmaktadır. Normal seçim sonuçlarına göre ilk kez milliyetçi partiler daha fazla oy alırlarken, diğer partilerde olduğu gibi uygar toplum esaslarına göre kutlanmaları gerekirken, medya ve basın yayın kuruluşları tarafından küçümsenerek, milliyetçilik diğer akımlardan farklı aşırı bir akım olarak lanse edilmeye çalışılmıştır. Aynı durum liberaller, muhafazakârlar, sosyal demokratlar ya da sosyalistler için gündeme geldiğinde aşırılık sıfatı kullanılmadan değerlendirmeler yapılarak, dünya siyaseti yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Avrupa parlamentosu ulus devletlerin temsilcileri tarafından oluşturuldu ama, bir Avrupa parlamentosu eskisinden çok fazla oy alan milliyetçi kesimlerin temsilcilerinden oluşturulmaktadır. Liberaller, sosyalistler ve muhafazakârlar seçimlerde gerilerden gelirken hiç kimse onları küçümsememekte ama seçimlerin galibi olarak ortaya çıkan milliyetçileri siyasal rejim açısından tehlikeli ilan edebilmektedirler. Bazı çevreler aşırı sağ popülizmi olarak ilan ettikleri son durumda, perde arkasındaki gerçekleri görmezden gelirken, giderek ağırlaşan problemlerle hayat boyu baş etmek zorunda kalan çalışan kitlelerin çektiği büyük sıkıntıların, sandık sonuçlarına ağır bir biçimde olumsuz etkiler yaptığını da görmek zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Değişen dünya koşulları siyasal alana etki ederken, her yer ve her şey alt üst olmaktadır.

Yer yüzü haritasında yer alan bütün devletlerin sahip oldukları jeopolitik gerçekler düzeyinde birbirlerinden çok farklı ülke özellikleri taşıdıkları görülmekte ve devletler arası küresel durum da ulusal yapılanmaların geçmişten gelen uzantıları ile sürerken ulus devletlerin her zaman için kendi gerçekleri ile baş başa yola devam edebilmenin yollarını aradıkları görülmektedir. Uygarlığın beşiği olan Avrupa kıtası bugün dünyanın merkezi ya da bütün dünyayı yöneten bir güç merkezi olamamıştır. Avrupa’nın önde gelen büyük devletleri arasında sürdürülen siyasal ve yönetsel çekişmeler, zaman içinde koşulları zorlamaya başlayınca Avrupa üzerinden yeni bazı girişimler öne çıkmıştır. ABD, Çin, Rusya, Hindistan ve Brezilya dünya sahnesinde öne çıkarken Avrupa kıtası giderek gerilerde kalmakta ama yeni bir siyasal ütopya ortaya koyarak bir türlü öne geçememektedir. Kuzey Atlantik hattı çizgisinde oluşturulan batı bloku giderek zorlanırken, Avrupa kıtası bu yüzden her alanda çıkmazlara doğru sürüklenmektedir. Var olan büyük sorunlar daha da büyürken haksızlık, adaletsizlik eşitsizlik, yoksulluk yolsuzluk, tekelleşme, otoriterlik, işsizlik ve açlık büyük sorunlar olarak çözümsüzlük çıkmazı içine düşmüştür. Aşırı sağın yükselişi suçunu milliyetçiliğin sırtına yükleyen toplumun diğer kesimleri ve zengin burjuvaziler dünyayı gelecekte kendi çıkarları çizgisinde yönetebilmenin arayışı içine girmişlerdir. Toplumun okuyan ve düşünen bölümleri suçların artışını aşırı sağın geçici yükselişinde değil ama, keyfilik ile otoriterliğin giderek kalıcılaşması ile, populizmin halk kitlelerine karşı kullanılmasında görülmektedir. Hırsızlığın giderek tırmandığı bir aşamada mafya, çete ve suç şebekeleri işbirliği tezgahları ile büyütülürken bütün insanlık korku içinde belirsiz bir geleceğe mahkum edilmektedirler. Dünya var olan sorunlarına çözüm bulamazken yeni yeni ortaya çıkan farklı sorunların büyük devletleri uğraştırdıkları görülmektedir.

Sorunlar giderek kalıcılaşırken, elektronik devrimin gündeme getirdiği eskisinden farklı siyasal ortamda kurumlar ve kuralların giderek yetersiz kaldıkları ve bu yüzden de sanayi toplumundan kalan toplumsal yapı ile elektronik yapılanma karşı karşıya gelmiştir. Devlet yönetimleri bürokrat ve teknokratlara teslim edilirken, siyasal kadrolar devlet yönetiminden uzaklaştırılma aşamasına gelmişlerdir. Eski ve yeni bilimsel devrimlerin karşı karşıya gelmesi ve zamanla birbiri içine girmesiyle bilim alanında ciddi bir kaotik ortam yaratıldığından buradan insanlığa gelen eski katkıların ve desteklerin eskisi gibi alınamaz bir duruma geldikleri görülmektedir. Bilimden beslenemeyen toplumlar en gerçek yol gösterici olarak bilimsel akımları eskisi gibi takip edemez ve izleyemez bir ortama sürüklenmişlerdir. Bilimsel çalışmaların bu yüzden düştüğü Türkiye gibi orta boy devletlerde ne yazıktır ki eskisi gibi özgür ve bağımsız bilimsel çalışmalardan yararlanılamaz bir olumsuz duruma sürüklenilmiştir. Bilimsel kaynaklardan yararlanamayan bilim kadrolarının emperyalizmin maceracı girişimlerinde, birer Truva atı olarak kullanıldıkları son yıllardaki gelişmeler sayesinde sermayenin çok büyümesi ve şirketlerden sonra devletleri de satın almasıyla birlikte artık eskisi gibi kendi ülkesini yönetecek devlet sayısının giderek azaldığı görülmektedir. Her devletin farklı koşulları kendi çıkarları çizgisindeki işbirliklerini öne çıkararak devletler arasında eskisinden çok farklı çalışma düzenleri ile devletlerin güçlü bir biçimde hareket edebilecekleri yeni  ortaklık çeşitlerini alanlara çekerek eskisinden çok farklı bir iş ortamı yaratarak, bunun üzerinden de kurulmakta olan yeni iş düzenlerini aracı yaparak, geleceğin dünya modelini artık bugün gelinen aşamada kalıcı bir biçimde kurabilmenin arayışı yeni yeni  iş hayatında devreye  girme yolundadır.

Yeryüzünde kurulmakta olan yeni dünya düzeni zamanımızda rekabet ve çeşitli çekişmeler yüzünden, bir türlü devreye girememektedir. Bu yüzden gündeme gelen küresel dengelerdeki bozuklukların yeni bir plan ve de program ile hazırlanarak devreye sokulmaları gerekmektedir. Yeryüzünde var olan her yapı ya da sistem belirli uzmanlıklara sahip olan kişiler tarafından incelenerek uygulama alanına aktarılmıştır Bilim ve düşünce hayatının önde gelen alimleri ya da teorisyenleri belirli bir ütopyaya sahip oldukları öğrenilmiştir. Yakından ele alınarak incelendikleri aşamalarda hepsinin geleceği dönük bir ütopyası olduğu anlaşılmaktadır. Eski İngiliz dış işleri bakanının görevden alındıktan sonra geleceğe dönük bir proje olarak Ütopya isimli bir okyanus adasında daha adil ve düzenli bir dünya devleti oluşturma hedefi olmuştur. Thomas More isimli eski bakan var olan dünya düzeni yerine başka bir düzen ararken ortaya önemli bir ütopya planı atmıştır. Milliyetçiliğin yerine yeni bir gelecek planının getirilmesi de bir örnek yaklaşım olarak benimsenebilmektedir. Devlet gücünü ele geçirenlerin devlet yönetimi ile oynarken içinde bulundukları siyasal ortama karşı çıkış, ya da buradan ayrılarak kaçış geleceğe dönük alternatif projeler olarak siyaset alanına getirilerek tartışma konusu yapılabilirler. Milletin olmadığı yerde milliyetçiliğin de olmayacağı açıktır. Ne var ki, her insanın bir yurdu olması isteği, bir gün onu böylesine bir projenin arkasından gitmesine yol açabilir. Ya da o kişinin sahip olduğu gerçek akıl, yeni bir ütopya öne çıkararak geleceğin dünyası için farklı bir hayal alemini gündeme getirebilir. Özellikle hayal dünyasından olumlu sonuçlar çıkaran düşünürler bunun arkasından koşarlarken daha çok distopya denen çok sorunlu var olan ortamlardan kaçış planlayabilirler. İlk sömürgeciler Avrupa’dan Amerika kıtasına yönelen gidiş planlarını birer ütopya olarak devreye sokmaya çalışmışlardır.

Bilim ve gerçeğin yol gösterdiği her yönde milliyetçilik de bir çıkış noktası olarak devreye girebilir. Uzun bir geçmişi olan dünyaya biçim vermek ve de kendi etnik kökenli düzenler kurmaları, sonraki aşamalarda milliyetçiliğin ortaya çıkışı ile gerçeklik kazanma aşamasına gelmiştir. Milliyetçiliğin aşırısı ya da daha kısaltılmış biçimleri söz konusu olamaz. Milliyetçilik ya vardır ya da yoktur. Var olan ülkelerde yaşayan milletler kendi milliyetçilikleri ile daha gelişmiş bir gelecek projesinin arayışı içine girerler ve ellerine fırsat geçti mi de böylesine bir projeyi uygulamaya geçirebilmek için çaba gösterirler. Bugün yüz yıl önce gündeme gelen Halk Cephesi, geçen yüzyılın sol bir hareketi olarak aşırı olduğu ileri sürülen büyük milliyetçi siyasal birlikteliği hedef alarak, böylesine bir ağırlıklı yapılanma sonraki aşamalarda karşıt girişimler olarak gündeme getirilmiştir. Egemen güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda bir üçüncü dünya savaşı çıkartmaları  tarihin her döneminde görüldüğü gibi bugün de milliyetçi hareketler üzerinden dünyaya yepyeni bir görünüm kazandırma yolunda, eski metotların devreye alınarak daha somut projelere öncelik verilmesi gibi tutum ve yaklaşımlar gündeme getirilmektedir. Milliyetçi hareketler halklar ve değişik toplumlar arasında gündeme getirildiği zaman, bir ülkedeki yaklaşımların ötesinde küresel ya da bölgesel çizgilerde ulusal gücü güçlendirecek sonuçlar alınmaya çalışılmaktadır. Normal düzeydeki milliyetçi cereyanlar, her türlü aşırılıklara karşı çıkarak, siyasal alana çıktığı noktada hiçbir biçimde aşırı sağ gibi davranamaz ve aşırı uçların politikalarına alet olamaz. Ulus devletlerin yoluna devam edebilmesi için milliyetçi hareketlerin öncülük yapmaları kaçınılmazdır. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN