15 Aralık 2024 Pazar

İRADE-İ MİLLİYE’DEN HAKİMİYET-İ MİLLİYE’YE - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

İRADE-İ MİLLİYE’DEN 

HAKİMİYET-İ MİLLİYE’YE

             Bu makalenin başlığında yer alan İrade-İ Milliye’den, Hakimiyet-İ Milliye’ye geçiş olgusu, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş aşamasındaki büyük oluşumu ve sonraki değişimi ifade etmektedir. Yer yüzünde var olan ve değişik insan gruplarının bir araya gelerek oluşturduğu ve hukuk yapıları olarak öne çıkan ulus devletler ya da diğer devlet yapılanmalarının birer sosyal organizasyonları olarak gündeme gelmiştir. Binlerce ya da milyonlarca yıl olarak var olarak, dünya tarihi içindeki yerlerini elde eden büyük dünya devletleri, siyaset ve tarih alanlarındaki gelişmeler ve de yenilikler olarak öne çıktıktan sonra, siyaset dünyası ve tarihsel alanlarda beraberlerinde yenilikler ve değişimler getirerek, daha sonraki aşamalarda gündeme gelen siyaset ve tarih oluşumlarının önlerini açıyordu. Bu doğrultuda hareket ederek dünya tarihi içinde yer alan çeşitli dünya devletleri, tarihsel ve siyasal gelişmelerin önde gelen aktörleri olarak, insanlığın ortak yazgısında kazandıkları yeni roller üzerinden, insanlık için önde gelen vizyonlarla uğraşmışlar ve daha sonraki aşamalarda da kazandıkları yeni vizyonların her çağın koşullarının belirlenmesinde çeşitli rolleri üstlenerek, yeryüzü üzerinde insanlığın gerçek karakterinin belirlenmesinde, hareketli bir misyon üstlenerek, en ileri vizyonun gerçeklik kazanmasında etkin bir faktör olmuştur.

            Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti tarihin büyük dönüşümü aşamasında hem millet olarak hem de devlet olarak ikili bir büyük değişimin kahramanları görünümünde öne çıkarken bugüne kadar gelen 100 yıllık zaman dilimi biçimlenmeler açısından önemli etkiler yaratmış ve böylece yirmi birinci yüzyılın yeni kuşaklarına değişimin yönlerini belirleyerek, geleceğin dünyasında gündeme gelebilecek yeniliklerin öncüsü olmuştur. İçinde bulunduğumuz 2023 yılı cumhuriyetin yüzüncü yılını günümüze taşıyarak, tarihin başlangıçtan bugüne gelen sürekliliğinin yeni bir yansıması olmuştur. Türk devletinin kurucu iradesi Sivas kongresi çatısı altında ortaya çıkarken, 4-EYLÜL -1919 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu iradesinin Anayasa kitaplarında anlatılan temel hukuk ve devlet ilkelerine uygun olarak gündeme getirildiği anlaşılmaktadır. Ülkenin batı, kuzey, güney bölgelerinde yeni devlet kuruluşu ile ilgili toplantılar yapıldıktan sonra, sıra doğu bölgesine gelmiş ve bu doğrultuda Erzurum ve Sivas kongreleri yapılarak dünyanın siyasal çekişmesinin ana aktörleri Misakı Milli sınırları adı verilen ülke topraklarının dış güçlere açılması gibi bir yeni durumu öne çıkarmıştır. Türk halkı böylesine bir siyasal süreç ile karşı karşıya getirilirken, dış güçlerin emperyalist saldırılarına karşı vatanın merkezi noktalarında iç cepheler ile ilgili hazırlıklar tamamlanmaya çalışılıyordu. Daha önceki aşamada  ülkenin her il ve ilçesinde hareketler ve toplantılar birbiri ardı sıra gerçekleştirilirken, bu toplantılar sonucunda elde edilen bilgiler ve detaylı görüşler ortak bir çatı altında bir araya toparlanarak, geleceğin ulusal  devletinin çekirdek yapılanmasını öne çıkaracak resmi organizasyonu, Kuvay-ı Milliye adı verilen ulusal kurtuluş savaşının ilk kongresi olarak, doğu Anadolu bölgesinin merkezi vilayeti olarak kabul edilen Sivas şehrinde yurdun dört bir yanından gelen  diğer kongrelerin temsilcileri ile  ortak  bir çatı altında toplanılıyordu. Yabancı emperyalist devletlerin saldırı ve işgal girişimleri karşısında Anadolu ve Rumeli halkı öne çıkarken, hem ulusal direnişin başlangıç tohumları atılıyor hem de geleceğe dönük bir siyasal çıkış güçlü bir biçimde gerçekleştirilerek, adım adım Türk istiklal ve istikbalinin temelleri atılıyordu. Sonsuza kadar yaşayacak Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri birbiri ardı sıra atılırken, Kuvay-ı Milliye hareketinin hem önde gelen yönetici kadroları hem de ulusal önderi olarak Mustafa Kemal Atatürk, liderlik sandalyesi üzerinden bütün Türkleri selamlayarak, geleceğin anti emperyalist savaşlarının ilk önderi olarak dünya haritasında fazlasıyla yer etmiş olan mazlum ulusları ve devletleri bu durumdan kurtarabilmek için büyük bir siyasal mücadeleye kalkışıyorlardı.

            Dünya yirmi birinci yüzyıla girerken, Türkiye Cumhuriyeti de yüzüncü yılını idrak ederek geleceğin dünyasında yer alan yolunu tamamlamaya çaba gösteriyordu. Başkent Ankara merkezli ulusal kurtuluş savaşı ülke merkezli bir ayağa kalkışı örgütlerken, yedi ayrı bölge olarak harita üzerinde yer alan Türk devletinin ana vatanının vazgeçilemeyecek parçaları olarak öne çıkıyordu. Her bölge bulunduğu konumunun gerektirdiği gibi ortak çizgi doğrultusunda hareket ederken, birbirinden farklı konumlarda bulunan büyük şehirler öne çıkarak yeni ulus devletin gereksinmeleri doğrultusunda çalışmalarını sürdürüyorlardı. Sahil kentleri ticarete yönelirken, merkezi konumda bulunan iç bölgelerdeki kentler tarım, endüstri ve savunma hizmetlerine daha fazla yerler ayırarak, her yönü ile kendine yeten bir ulus devletin ortaya çıkışını dünya halklarına göstermek istemişlerdir. Misakı Milli sınırları içinde bulunan Türk devletinin önceliği kendi gereksinmelerine vererek ayakta kalmaya çaba göstermesi, kısa zamanda toparlanma ve harekete geçme şanslarını beraberinde getirmiştir. Böylece vatan savunması aşamalarında ülkenin güneyi, doğusu, batısı ve sonunda merkezi toprakları savaş alanına dönüşürken, dünyanın en merkezi imparatorluğu olan Osmanlı İmparatorluğu parçalanarak ve bir çöküş senaryosunun tam ortalarına sürüklenerek, tam anlamıyla içinden çıkılmaz derecede yeni bir batma noktasına gelmiştir. Osmanlı devleti bir yandan emperyalizm ile savaşırken, diğer yandan da içerdeki gayri müslim toplulukların silahlı örgütlenmeleri yüzünden isyanlar ve terör gibi olumsuz anlamda düşmanın öne çıkarttığı kaos ve karışıklık yaratma girişimleri ile Türk devletinin kendisini yenilemesi çabasına izin verilmemiştir. Daha çok Osmanlı devleti sonrasında merkezi coğrafyanın, yeniden bütünleştirilmesini öne süren büyük bölge projeleri doğrultusunda, Osmanlı sonrası Orta Doğuyu yeniden kurmak amacıyla, Ermeni-Fransız desteği ile yeni bir Ortadoks devleti arayışı öne çıkarılmıştır. Amerikalıların ise Yahudi kimlikli Osmanlı vatandaşlarıyla, Büyük İsrail veya Büyük Orta Doğu planlarını gerçekleştirmek için harekete geçtikleri anlaşılmıştır. Rum asıllı vatandaşlar ile İngiliz asıllı kişilerin bir araya gelerek oluşturdukları birliktelik ile yeni Orta Doğu bölgesinin sınırları belirlenmeye çalışılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti birinci dünya savaşı sonrasında kurulurken, bir yandan halk kitleleri uluslaşma sürecine dahil edilmeye çalışılmış, diğer yandan da geçmişten gelen şehirler bulundukları bölgelerde toplantı merkezleri ve siyasal dayanışma noktaları olarak ülke düzeyinde ve halk katmanları içinde örgütlü bir cumhuriyetçi hazırlığa girişilerek, gelecekte sonsuza kadar yaşayacak güçlü ve çağdaş bir cumhuriyet devletinin kuruluş aşamasında, Sivas kenti Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu vilayeti olarak seçilmiş ve bu doğrultuda milli mücadelenin ilk adımları atılmıştır. Samsun’a çıkış sonrasında gündeme getirilen Erzurum ve Sivas kongreleri doğrultusunda çalışmalar sürdürülerek, bir ulus devletin temelleri atılmış ve çatı yapısı oluşturulmuştur. Ülkede var olan eski Osmanlı ahalisinden çağdaş anlamda bir modern  ulusal yapı yaratabilmenin sırrının, Erzurum ve Sivas Kongreleri sırasında alınan kararlar ve atılan adımlar olduğu görülmüştür .Kongreler sırasında halk temsilcilerinin inisiyatifleri öne çıkarak yol gösterici olunca, Sivas Kongresi delegelerinin katılımıyla yapılan toplantılarda önce bir Heyeti Temsiliye oluşumu, halk kitlelerinin geniş katılımlarıyla kurularak göreve getirilmiştir .Sivas Kongresi sonrasında Heyeti Temsiliye kurulu üyeleri Mustafa Kemal Atatürk’ün başkanlığında iç Anadolu bölgesini ziyaret ederek ve Hacıbektaş ilçesine uğrayarak alınan görüşler çizgisinde yeni bir anayasa hazırlamak ve devletin temeli olacak, Büyük Millet Meclisi’nin yeni başkent olarak öne çıkacak Ankara vilayetinin merkezi yapısında örgütlenerek devlet öncesi devletleşme döneminin hazırlıkları tamamlanmaya çalışılmıştır. Sivas Kongresi sırasında 14 Eylül I919 tarihinde, genel kurul yapısını halk kitleleriyle kaynaştırmak üzere İRADE-İ MİLLİYE gazetesi Atatürk’ün önderliğinde yayınlanarak Türk devletine, Türk ulusuna ve de Türklük dünyasına hizmet doğrultusunda, Türklerin kendi kaderlerine sahip çıktıklarını ve bu doğrultuda her türlü engel, saldırı ve işgal gibi askeri ya da siyasi baskılara boyun eğmek zorunda kalacaklarını dünya kamuoyuna açıkça duyurmuşlardır.

Osmanlı imparatorluğunun çöküşü ile birlikte ortaya çıkan Türk inisiyatifi, Türk ulusunun geleceğini güvence altına alabilmek için mücadele ederken, kongreler sonrasında toplantılar ve kararlar aşamasına geçilerek alınan kararlar yönünde, bütün Anadolu ve Trakya vilayetlerinden temsilciler davet edilmiş ve bunların katılımlarıyla da Türkiye Büyük Millet Meclisi ulus devletin çekirdek yapısını oluşturarak kendi içinden seçilecek olan yönetimler ve hükümetler aracılığı ile 23 NİSAN 1923 tarihinde açılış törenini bir ulusal bayram biçiminde kutlayarak, Osmanlı devleti sonrasındaki devletsizlik dönemine son vermişlerdir. Bu açıdan Sivas Kongresi Osmanlı devleti için devletsizlik durumunun sona erdirilmesi anlamında atılan çok önemli bir adımdır. Mudanya mütarekesi ile içine girilen ara dönem Sivas Kongresinde alınan kararlar ile sona erdirilmiştir. Tam bu noktada Türkiye’de yaşamakta olan Türk ulusunun bireylerinin katılımı ile yapılan milli kongre uluslaşma açısından son derece etkili olmuş ve böylesine bir aşamada Cumhuriyet’in bir ulus devlet olarak ilan edilmesi daha da kolaylaşmıştır. Milli mücadele döneminin en önde gelen hedefi bağımsız bir devlet olarak cumhuriyet rejiminin ilan edilmesi olduğu için, Sivas Kongresi aynı zamanda cumhuriyetin ilanına kadar uzanan bir siyasal yolun başlangıcı olarak devreye girmiştir. Sivas Belediyesinin cumhuriyetin 100. yıldönümünü kutlamak amacıyla yayınlanan milli mücadele döneminin İRADE-İ MİLLİYE GAZETESİ ‘nin100 yıl sonra yayınlanan eski nüshalarıyla, bugünün koşullarında kongre ve sonrası için genel bir bakış ve değerlendirme yapmak, Türkler için son derece öğretici olmaktadır. Milli mücadelenin tek resmi gazetesi olarak yayınlanan İRADE-İ MİLLİYE gazetesi, ulus devletin yaratıcısı ve göstergesi olarak Türk halkına ulus devletin yolunu göstermektedir. Daha sonraki aşamada ise Atatürk’ün kurmuş olduğu bu gazete çağdaş cumhuriyet yolunun aydınlatıcısı ve okulu olmuştur.

Gazetenin 14 EYLÜL 1919 tarihli birinci sayısı haftada iki sayı olarak yayınlanmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin milli emelleri ile halkın gereksinmelerini savunduğu bir ilke olarak ve gazetenin başlığının alt kısımlarında dile getirilerek savunulmuştur. Gazetenin birinci sayısının kapak yazısı olarak yayınlanan “MİLLİ HAREKATIN SEBEPLERİ BAŞLIKLI” makalenin içinde Türkiye’nin kalkıştığı milli hareketin sebepleri açıklanırken, birinci dünya savaşı sırasında Almanya ve Bulgaristan gibi devletler ile iş birliği tartışılmış. Arap ülkelerinin Osmanlı devletinin elinden alınması sert bir biçimde konuşulmuştur. Irak, Hicaz ve Yemen gibi Müslümanların yaşadığı ülkelerin elden çıkmasına karşı durulmuştur. Sivas Kongresi toplanırken, Osmanlı devleti hükümetinin tencereler içinde yüklü miktarlarda altın almasına da açıktan karşı çıkılmıştır. Yabancılara ve emperyalistlere hizmet eden işbirlikçi kadroların geçmişten gelen bütün kutsal değerlerin terkedilerek sadece Ermeni asıllı toplulukların göç meseleleriyle uğraşmalarına da karşı çıkılmıştır. Yüzbinlerce Ermeni asıllı insanların göçleri ile uğraşılırken Ermeni Patriğinin sözleri ön plana alınmıştır. Büyük savaşta yenilmiş olan Ermeni devleti geleceğin koşulları altında incelenirken, desteklenmeye çalışılmış ve aynı biçimde Rum asıllı Osmanlı vatandaşları özgür vatandaşlar olarak Yunanistan’a gönderilmişlerdir. İZMİR’in işgali Yunanlıları güçlü kılarken Türklerin durumlarının belirsizliğe bırakıldığı görülmektedir. Vatan hainliğine devam eden son başbakan olarak Damat Ferit Paşa Anadolu’daki milli coşkuyu görmezden gelerek Türk insanını Bolşeviklik ve İttihatçılık akımlarının içine sokmaya çalışması da normal olmayan bir tutum olarak görülüyordu. Doğu Anadolu toprakları üzerinde var olan Urfa, Maraş ve Adana vilayetlerinin bırakılması açıkça talep ediliyordu. Osmanlının çöküşü sonrasında ortaya çıkan boşluk ortamında Ermeni devletinin kurulması dikkate alınırken sonradan padişahın onayı da alınıyordu. Harput valisinin kendi bölgesinde yeni bir Kürt devleti kurmaya çalışırken, ülkeyi kurtarmak üzere kurulmuş bulunan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, padişah ve hükümet tarafından onaylanmasına rağmen, bir eşkiya çetesi olarak gösterilmeye çalışılmıştır. İrade-i Milliye gazetesi bu gibi yanlışları ve vatan hainliği konumuna sürüklenen siyasal kadroların, Türk kamuoyuna tanıtılmasına öncelik verileceği gene gazetenin birinci sayısında açıklanmıştır. Ayrıca Anadolu’daki örgütlenmenin padişah tarafından desteklenmesi de acilen istenmiştir.

Sivas Kongresinin ilk toplantısının yapıldığı başkanlık divanı başkanı olarak Mustafa Kemal yeni seçilen meclis üyelerine hitaben bir konuşma yaparak, toplantı öncesinde önemli bilgilendirmeli açıklamalar yaparak, yasama organını güçlendirmeye çaba göstermiştir. Milliyetler ilkesi çerçevesinde savaş sonrası antlaşmalar yapılarak batı Anadolu bölgesinde Yunanlılara önemli ölçülerde ayrıcalıklar sağlandı. Saltanat ve Hilafet isteyen emperyalistler, bu kurumları Türkler ve Türkçülüğün zararına kullanmışlardır. Ülkede hem hukuk devletinin korunması, hak ve hukuk düzenlerinin korunması için de yeni bir örgütlenmeye gerek olduğunu Atatürk açıkça söylemiştir. Milli cemiyetlerin devletçe desteklenmesi, Atatürk’e göre ulusal kurtuluş için gerekli olmaktadır.  Düşmanların saldırı ve işgallerine karşı çıkan toplum kesimleri, acilen vatan savunmasını güçlü bir biçimde yapmaları gerekmektedir. Milli cemiyetlerin milli vicdan ve milli cemiyetlerin hem koruyucusu hem de sesi olarak, ülkenin her köşesinde öne çıkmaları sayesinde daha kuvvetli bir devlet gücü ile sağlandığı aşamada vatan hainliği yaparak ülkeye zarar verenlerin önü kesilecek ve bunlara kesinlikle açıktan saldırı şansı tanınmayacaktır. Düşman devletlerin merkezi hükümete saldırması ve ülke topraklarını işgal etmesi, vatan üzerinde şiddetli bir uyanışa yol açmıştır. Ülkede yaşanan olumsuzluklar devleti ve milleti hızla yok olma çizgisine getirdiği için, itilaf devletleri bu vatanda kutsal değerler, kudret ve milli irade gibi unsurların tartışma konusu olmasından sonra, halk kitlelerinin vatandaşlara saygısı ve güvenliğinin kalmadığı anlaşılmıştır. Yönetimin zaafları ve milli hükümetin merkezi alanda güçsüzlükleri ile ilgili beceriksizlikleri karşısında millet varlığını kanıtlamak, hak ve özgürlüklerini de sonuna kadar savunmak zorunda kalınca, devletin aleyhine işlenen suçlar gibi vatandaşların hak ve özgürlüklerinin daha da güçlendirilerek, normal koşullarda bir savunma ve koruma düzeni oluşturmak üzere harekete geçilmesi gerekliliği uygun görülmüştür.

Ülke içinde var olan milli vicdanın bir tepki olarak öne çıkardığı sorunların aşılabilmesi için hak, hukuk, adalet ve sosyal barış arayışlarının öne çıkmaları sağlanmış ve bu doğrultuda devletin çatısı altında halk kitleleri için koruyucu şemsiyesinin kurulması gerektiği meclisteki tartışmalarda gündeme getirilmiştir. Emperyalizm karşısında çok zor durumlarla karşı karşıya kalan milletler kendi ruhsal durumlarının içinden çıkarılacak ve kendi örgütlenmeleriyle toplum içinde kurumsal bir yapılanma kazanacak derecede, ülkelerin ve toplumların önde gelen kutsallıklarına sahip çıkacak bir çıkış noktasına dikkat etmek gerekmektedir .Ortak milli değerler öne çıkarılırken milli değerleri korumak konusunda güçsüz ve beceriksiz bırakılan halk kitlelerinin sesini boğmak ya da boş bırakmak gibi beklenmedik olumsuz durumlara yönelen gelişmeleri ortaya koyuyordu. Atatürk’ün meclisi açış konuşması sırasında Türk ordusunun üzerine düşen sorumlulukların bilincine varılmış ve bu doğrultuda gerekli olan koruma ile savunma mekanizmaları devreye sokulmaya çaba gösterilmiştir. Atatürk, Erzurum ve Sivas kongreleri ile ilgili olarak meclise açıklamalar yaparken, kongrelere yönelen devlet oluşturma çabalarının nereye kadar yeterli nereden sonra yetersiz kaldıklarını da genel kurula açıklamak zorunda idi. Sivas Kongresi sırasında alınan kararlar doğrultusunda Heyeti Temsiliye içinde düzenlenen Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyetinin kurulmasına genel bir olumlu yaklaşım gündeme getiriliyordu. Ülke içinde bakanlar kurulunun milli emeller doğrultusunda çalışmalar yürütülürken, toplumların diğer yanlardan yara almaması ve böylece sağlanabilecek uyumluluk çizgisi içinde kalarak, çözümlerin öne çıkarılabileceği olayların izlenmesiyle ortaya çıkabilmektedir. Kongreler sırasında gerek meclis üyeleri gerekse de Heyeti Temsiliye kurulu başkanı olarak Mustafa Kemal son Osmanlı padişahına mektuplar yazarak, taraflar arasında bir uzlaşma  köprüsü ortaya çıkabilmenin arayışları içinde olmuştur. Ne var ki, mektuplaşma ve karşılıklı hazırlıklar içinde yapılan çalışmalar daha sonraki aşamalarda eskisi gibi yürütülememiş ve bu noktadan sonra kurulmuş olan yeni devletin çatısı altında taraflar arasında görüşmeler ve çalışmalar, toplantı ve belgelerde yer aldığı gibi sürdürülmeye çalışılmıştır. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti içinde bulunduğu merkezi bölgenin temsilcisi olarak, devletler arası düzende çağdaş gelişmelere paralel biçimde yer almış bir ulus devlettir.

Sivas Kongresi sırasında İrade-i Milliye ile başlayan Türkiye Cumhuriyeti serüveni, daha sonraki aşamalarda ulus devletin kurularak devreye girmesiyle birlikte HAKİMİYET’İ MİLLİYE olarak benimsenmiştir. İmparatorluk sonrasında çağdaş bir ulus devlet yaratmak hedefi ile öne çıkan Türk ulus devleti, daha sonraki aşamalarda hem uluslaşmanın hem de devletleşmenin etki, tepki ve katkılarıyla çağdaş gelişmeler doğrultusunda karşı karşıya gelerek, uluslararası gelişmeler çizgisinde dünya uygarlık ailesinin onurlu bir üyesi olarak öne çıkmak için, Atatürk’ün çağdaş devlet modeli ile yeni bir yolda yürümeye girişmek üzere öne çıkan bir alternatif düzen söz konusu olabilecektir. İrade-i Milliye çıkış noktası olarak gündeme gelirken, Hakimiyeti Milliye adı altında da yeni bir hedef noktası öne gelmektedir. İrade-i Milliye kavramı bugün uluslaşmanın anahtarı olarak düşünülürken, Hakimiyet-i Milliye de ulus devletin hem çekirdeği hem de hedef tahtası olarak gündemdeki yerini sağlamlaştırmaktadır. Kişisel iradeden başlayarak toplumsal iradeye geçişin köprüsü olarak da yeni Türkçedeki kullanılış biçimi olarak ulusal egemenlik kavramı sınırları içinde yer alabilir. Bir ulus devletin kurulması için nasıl ki o ulusun evlatlarından oluşan bir ulusçuluğa gereksinme varsa ve aynı çizgide kişisel iradenin daha geniş tabanlara yayılabilmesi çizgisinde, milli sınırlar içindeki ulusal egemenliğin ulus devletler için yeni duruma paralel bir biçimde devreye girmektedir. İrade-i Milliye’nin, yeni dönemde öne çıkışı bugünün uluslararası dünyasında ulusal egemenlik çizgisinde yeni bir içerik ve çerçeveye doğru gelişirken, İrade- milliye oluşumları yeni bir yapı değişikliğine doğru gelişmeler göstermekte ve bu açıdan siyasal rejimleri ciddi boyutlarda sarsmaktadır. Bu nedenle içinde bulunduğumuz yüz yılın etkileriyle hem bireysel iradenin hem de ulusal iradenin tartışılması bugün için eskisinden daha fazla önem kazanmıştır. Cumhuriyet rejimlerinde bireysel irade öne çıkarılırken, demokratik toplum yapılarında halk egemenliği esas olmaktadır.

Yirminci yüzyılın demokratik rejimlerine bakıldığı zaman halk kitleleri önem kazanmakta ve bu açıdan devlet bir halk örgütlenmesi olarak öne çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Atatürk yeni rejimin içeriğini belirlerken, önce Türk kavramına dayalı ulus devleti kurmuş ve daha sonra da yirminci yüzyılın halklar çağı olduğunu görerek halkçılık kavramına dayanan bir cumhuriyet sistemi oluşturmuştur. Yeni devletin içeriğinin halkçı cumhuriyet olarak tanımına göre temel ilkelerin belirlenmesi ve ulus devlet ile halkçı cumhuriyet birlikteliği Türkiye’nin jeopolitik yapılanması ile de sentezci arayışa doğru geliştiği zaman Atatürk’ün devlet modeli gerçek boyutlarıyla ele alınabilmektedir. Böylesine çağdaş bir sentezci yaklaşım Türkiye’nin sentezi olarak ele alındığı zaman, anayasanın giriş kısmında yer alan altı temel ilkenin birlikte değerlendirilmesi yapılabilmektedir. Demokratik rejimler bireylerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alırken milletin iradesi esas olarak ele alınmaktadır. Daha sonraki aşamada cumhuriyet devletlerinin çatısı altında bireylerin hak ve özgürlükleri siyasal rejimlerin ulusçu ve halkçı yaklaşımları aracılığı ile bir senteze yönlendirilebilmektedir. Devletlerin kuruluş aşamasında temel hak ve özgürlükler esas alınmaktadır. Devletlerin kuruluş dönemi sonrasında kurumlaşma açısından konuya yaklaşılması ise İrade-i Milliyeden Hakimiyeti -Milliye ilkesine doğru adım atmaktır. Halk kitlelerinin temsilcilerinin Sivas Kongresinde olduğu gibi kuruluşa katılmasıyla devlet aşamasının birinci aşaması tamamlanmakta, ama daha sonraki adımlar atılırken kişi hakları yerine toplumların hak ve özgürlükleri öne çıkmaktadır. Toplumların her yönü ile ele alınarak bir yönetim düzeni kurulabilmesi açısından toplumlara hâkim olunması gerekmektedir. Bu tür bir aşamada toplumların siyasal anlamda yapılandırılması için bir egemenlik düzeninin ulusal çizgide kurulması gerekmektedir. Bu nedenle normal olarak İrade-i Milliye çıkış noktasından yola çıkılarak Hakimiyet-i Milliye adı verilen hedef noktasına ulaşılacaktır. Millet kendi iradesini kullanmaya başladıktan sonra toplum içinde yaşayan herkes benzer bir biçimde davranarak, toplumsal bütünün tamamlanmasını sağlayacaktır. Böylece sağlanan tam katılım düzeyindeki ortak hareketler, ülke içinde ulus ve halk kitlelerinin kaynaşarak dayanışma içinde yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacaktır. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

1 Aralık 2024 Pazar

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER VE ACİL BARIŞ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER VE ACİL BARIŞ

                        Dünya pupa yelken yeni bir düzene kavuşabilmek için uğraşırken, bu süreci kesebilecek derecede güçlü bir çizgide üçüncü dünya savaşı süreci ile karşı karşıya kalmıştır. Bir yandan soğuk savaş düzeninin çöküşü yüzünden bozulan dünya düzeni yeniden kurulmaya çalışılırken, öbür yandan da yerküre çapında yeni bir cihan savaşı komploları ile insanlığın önü kesilmeye çalışılmaktadır. Sovyetler Birliğinin dağıtılmasından sonra içine girilmiş olan küreselleşme dönemi geçmişten gelen eski düzeni sarsmaya başladığı noktaya gelindiğinde modern çağlara geçiş ile birlikte büyük imparatorluklar ve ulus devletler çağı gündeme gelmiştir. Orta çağ sonrası dönemde bir yandan kurulmuş olan ulus devletlerin kendi aralarında oluşturdukları rekabet düzeni çerçevesinde büyüme çekişmeleri, diğer yandan da büyük imparatorluklar arasında yaşadıkları çatışmalar ve savaşlar yeni bir dünya düzeni arayışını hızlandırmış ama böylesine öne çıkan devletleşme ve büyüme süreçleri ile birlikte, büyük bir kargaşa ve düzensizlik çizgisinde yeni bir kaos ortamı öne çıkartılmıştır. Din ağırlıklı Orta çağ dönemi sonrasında batı bölgesinde çağdaş uygarlık düzeni oluşturulurken, bu doğrultuda tek merkezli bir siyasal düzen kurma çabaları öne geçmiştir. Ne var ki, zaman içerisinde bazı yeni devletlerin kurulması ve bazı büyük devletlerin imparatorluk düzeyinde kendilerine yepyeni bir hegemonya arayışlarına girmesi ile birlikte, yirmi birinci yüzyıla doğru uzanan bir modernizm çağı küresel alanlardaki çekişmelerin yeniden biçimlenerek insanlığın yeni bir yön arayışında giderek birleşmelerini sağlamıştır. İnsanlık savaş ve barış dönemlerinin sıralı bir biçimde öne geçmesiyle birlikte, bir anlamda çamurlu yollarda bata çıka günümüze kadar gelebilmiştir.

İnsanlık son yüzyıllarda sağlam ve etkin bir biçimde kalıcı bir güvenlik şemsiyesi oluşturabilmek amacıyla birçok girişimlerde bulunulmuş amma, gene de böylesine güçlü bir güvenlik şemsiyesi yaratılamadığı görülmüştür. Büyük emperyalist devletlerin sahip oldukları nükleer güç bomba ve füzeleri aracılığı ile kendi düzenlerini geliştirmek için kullanılmış ama küresel alanın her tarafında sürdürülmekte olan hegemonya arayışlarının kalıcı ve güçlü bir güvenlik sistemi oluşturulması sağlanamamıştır. Dünyanın beş kıtası üzerinde kurulmak istenen kalıcı bir siyasal sistem arayışı, emperyalist ve siyonist siyasal güçlerin planları doğrultusunda oluşturulmaya çalışılırken, büyük devletlerin çok büyük baskı ve kaos ortamları yaratarak insanlığı yok olmaya mahkûm edecek bir büyük cihan savaşının, üçüncü kez bir dünya savaşı macerası ile sonuçlanması, hegemonya çekişmelerinin insan toplumlarını savaşlara alet olabilecek çizgilere doğru sürükledikleri görülmüştür. Uluslararası sistemin içinde yer alan devletlerin yavaş yavaş zaman içerisinde farklı alan ve çizgilerde ortaya koyduğu güvenlikçi arayışlar, hegemonya arayışı çabalarının daha da önüne geçerek, bütün dünyayı üçüncü kez küresel savaş senaryolarıyla karşı karşıya getirmiştir. Modern çağların getirdiği bilimsel devrimler ve çağdaş bir rönesans arayışı içinde de uygarlık yolundaki arayışları ile sonuç alamayan bir insanlık oluşumu, dünya kamuoyu ile zaman içerisinde karşı karşıya gelmiştir. Bu durum daha sonraki aşamada soğuk savaş döneminin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte, gündeme gelen tek kutuplu bir dünya yaratma çabaları beklendiği gibi, bir barış ortamı getirmemiş aksine devletler ve şirketler arasındaki çekişmelerin öne geçtiği bir yeni sürecin başlangıcı olmuştur. Sıcak olayların ya da çatışmaların sonraki aşamada bir kıyamet senaryosuna dönüşmemesi için insanlığı ve uygarlığı kurtaracak çizgide yepyeni barış girişimlerine ve çözümlere olan gereksinme her geçen gün daha da ön plana çıkmaktadır. Gelinen bu aşamada acil bir dünya barışı için Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde güncel bir plan ve programa olan gereksinme, her geçen gün daha da önem kazanmaktadır.

1-Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin alacağı kararlar doğrultusunda, Asya, Avrupa ve de Orta Doğu bölgelerinde halen sürmekte olan bütün sıcak çatışmalara son verilmesi ve bu bölgelerin geleceğinde yer alabilecek yeni anlaşmazlık konularının belirlenerek, bu gibi anlaşmazlık konularının Birleşmiş Milletler barış şemsiyesi altına alınmaları sağlanmalıdırlar. Bu durum eğer gerçekleştirilemezse, o zaman sadece nükleer silahların yasak altına alınmasını sağlayacak bir yeni hukuk düzeni, gene Birleşmiş Milletler kararları ile kurulmalıdır.

2-Savaş söylentilerinin başlamasıyla birlikte büyük devletlerin elinde bulunan nükleer silahların ve bunlarla ilgili depo ve malzemelerin ortaya çıkarılarak kullanılmaya çalışılması, her açıdan büyük bir tehlike ile bütün dünyayı ve insanlığı yok etmeye doğru, yeni bir çekişme ve çatışma süreçleri ile karşı karşıya getirmektedir. Var olan Birleşmiş Milletler düzeni bugün için böylesine bir tehlikeyi önleyebilecek konuma gelmemiştir. Acilen Birleşmiş Milletler çatısı altında nükleer silahların kontrol altına alınması, en öncelikli mesele olarak, uluslararası hukuk düzeni içinde ve her devletin kabul edeceği biçimde karar altına alınmalıdır. Yer küre üzerinde nükleer bir tehdit oluşturabilecek bütün girişimlerin öncelikle önlenebilmesi için, Başta Birleşmiş Milletler ve bu örgüte bağlı diğer beynelmilel örgütlerin bu alandaki tüm girişimlerinin önü kesilmeli ve dünya barışı için, acilen güvenlikli bir biçimde yeni ve güçlü bir hukuk düzeni oluşturulmalıdır.

3- Bir Üçüncü dünya savaşı oluşumunu önleyemeyen Birleşmiş Milletlerin küresel bir örgüt reformu girişimi ile yeniden kurulması ve daha etkili bir çalışma düzenine sahip kılınması acilen sağlanmalıdır. Bu doğrultuda Birleşmiş Milletler genel kurulu, Güvenlik konseyi ve Adalet divanı günümüz koşullarında daha kesin kurallar aracılığı ile yeniden ele alınmalı ve giderek büyüyen gereksinmeler dikkate alınarak, ortaya Nükleer savaşları hemen önleyebilecek derecede çok güçlü bir Birleşmiş Milletler reformu yapılmalıdır. Yeni dünya düzeninde devletlerin birbirlerine karşı kullanacakları füze, bomba ve diğer silahları devre dışı bırakacak ve bir yasaklama düzenini öne çıkaracak biçimde, yeni bir Nükleer silahlar kontrol kurumu mekanizması, bu alanda tam yetki ile çalışmalı ve bir dünya barış konseyi küresel alanda yetkili kılınmalıdır.

4-Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve diğer küresel siyasi, sosyal ve ekonomik kuruluşlar doğrudan Birleşmiş Milletler genel sekreterliğine bağlanmalı ve bu gibi kuruluşların mutlak yönetimi ile birlikte denetim ve kontrolleri, Birleşmiş Milletler genel sekreterliğince merkezi bir sistem çerçevesinde yürütülerek genel kurul kararları ile sağlanmalıdır. Birleşmiş Milletler çatısı altında çalışmalarını sürdürmekte olan diğer evrensel örgütler ya da kuruluşlar böylesine büyük bir misyonu yerine getirmeye yöneldikleri zaman, yeni bir dünya düzenine giden yolda, daha etkin ve güvenlikli bir dünya kurabilmenin çabası içinde olabilmelidirler. Güçlendirilecek merkezi yapılanmasıyla Birleşmiş Milletler Genel sekreterliğinin bütün örgütlere ve diğer uluslararası kuruluşlara denetim mekanizmaları geliştirerek, küresel dünyanın son zamanlarda içine sürüklenmiş olduğu kaos ortamının ortadan kaldırılmasında etkin düzenlemelerde acilen bulunması gerekmektedir. On milyar insanın iki yüzden fazla ulus devletin çatısı altında yaşadığı bugünkü dünya düzeninde, giderek artan küresel düzen arayış ve gereksinmeleri ancak güçlü bir Birleşmiş Milletler düzeni ile karşılanabilecektir.

5- Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan Milletler Cemiyetinin yetersiz kalması ve daha sonraki aşamada da  çökerek dağılması gibi olumsuz bir durumun yeniden  Birleşmiş Milletler çatısı altında ikinci kez meydana gelmemesi için, bu örgütün bütün yönleri ile yenilenmesi ve bir reform atılımı ile de daha güçlü bir yapılanma, uluslararası alanda bütün sorunları çözüme kavuşturacak  düzeyde, en etkin biçimlerde atılacak adımlar sonrasında, küresel alanda devreye girecek olan  yeni Birleşmiş Milletler iki yüz ulus devletin beklentilerini karşılayacak bir potansiyeli yaratırsa, o zaman dünya devletleri beş büyük devletin denetim mekanizmalarından kurtulacaktır. Güvenlik konseyinin geçici ve kalıcı üyelerden oluşan yapılanması bu nedenle beş büyük devletin çıkarları doğrultusunda yönlendirilerek siyasal bir kaos yaratılmaktadır.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bugün ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin gibi beş büyük devletin katılımı ile kurulmuştur. Birleşmiş Milletler örgütünün bugün iki yüz den fazla devletin üyeliği ile devam ettiği için, Güvenlik Konseyinin sürekli üyesi olan 5 büyük devlet bir araya gelerek ve bütün savaş, çekişme ya da çatışma düzeyindeki sorunları ele alarak ayrıca bütün örgütleri, devletler ile uluslararası kamuoyunu gelecekte bağlayacak kesin ve bağlayıcı kararları alabilmektedir. Devletlerin üyeliği genel kurul üzerinden sağlanırken, büyük devletlerin örgüt içindeki hegemonyaları da Güvenlik Konseyi daimi üyeliği üzerinden oluşturulmuştur. Büyük devletlerin aynı zamanda geçmişten gelen sömürgeci kuruluşlar olduğu için, on beşinci yüzyıldan bu yana sürdürdükleri bu beraberinde kaotik bir durum yaratarak küçük ve orta boy devletlere karşı büyük haksızlıklara yol açılmaktadır. Beş yüzyıllık emperyalizm ve faşizm gibi insanlık dışı uygulamalara devam etmelerine yol açmakta ve Orta çağ döneminden gelme dinci ve siyasi baskı, yolsuzluk ve sömürgeci talancılıklar sürüp giderken, konseyin sürekli üyeleri bu gibi olumsuzlukları ciddiye almamakta ve bu yüzden de büyük haksızlıklar, eşitsizlikler ve insan haklarına ters düşen ve aynı zamanda kamu düzenleri ve hukuk devletleri çatısı altında da çok büyük olumsuzlar çıkmaktadır. Bu nedenle orta boy ve küçük boy dünya devletleri beş büyük hegemon devletin emperyalist baskıları ile uğraşmak zorunda kalmaktadırlar. Ayrı dünyaların kutup başları olan beş büyük devletin dünya halklarına karşı kaotik uygulamaları dayatmaları yüzünden binlerce yıllık dünya tarihinin son dönemlerinde, beş büyük devletin hegemonyası yüzünden geçmişten bugüne gelmiş olan haksızlıklar zinciri bugün de devam etmekte ve sonrasındaki yakın geleceği de şimdiden karartmaktadır. Dünya 5 ten büyüktür sloganı ile ortaya çıkan küçük ve orta boy devletler günümüzde, haksızlıklara karşı mücadele ederek daha adil, eşitlikçi ve barışçı bir dünyaya haklılık çizgisinde ulaşabilmek üzere küresel düzeyde Adalet, Barış ve Eşitlik konseyleri ülkeler içinde kurulmuştur. Demokratik toplum kuruluşlarının destekleri ile isimlerine bağlı olan örgütlenme çalışmalarını, dünya ülkeleri çizgisinde temsil etmeye ve geleceğin dünyası yeniden kurulurken, bugünkü haksızlık, eşitsizlik ve sömürgecilik görüntüsü veren bozuk düzenlerin küçük ve orta boy ülkelerden kaldırılmasına acilen öncelik tanınmalıdır. Açlık ve işsizlik gibi iki büyük olumsuzluk milyarlarca insanın daha hakkaniyete uygun bir çizgide, demokratik hukuk devletleri çatısı altında toparlanması ve böylesine bir başlangıç sonrasında da daha adil, özgürlükçü ve eşitlikçi yapılanmaların küçük ya da büyük tüm dünya devletleri için ortak bir gelecek oluşturulması önem kazanmaktadır. Böyle bir dünya çapında bir devrimin öncüsü olacak dünya devletlerinin temsilcilerinden oluşan Birleşmiş Milletler örgütü, gerekli olan yenilikleri yaparak bir dünya devrimi gerçekleştirmelidir.

6-Bugünkü dünya düzeni Türk devletlerinin topluca yer aldığı Asya dönemleri bittikten sonra dünyaya açılırken, Atlantik kökenli yeni yapılanmaları öne çıkarmıştır. Bu çerçevede konu ele alındığı zaman orta çağ sonrasında öne çıkan şehir devletleri dünyanın her bölgesine yayılmış ve daha sonra da sömürgeci emperyalistlerin saldırıları ile beş büyük kıtanın hemen hemen her bölgesinde devletler kurulmuştur. On beşinci yüzyıl sonrasında bir ada devleti olarak İngiltere öne çıkınca ilk oluşan büyük dünya devleti olarak İngiltere, kuzey Avrupa’dan yola çıkarak Londra merkezli bir şehir devletinin önce kendi bölgesine sonra çevre bölgelere ve daha sonra da orta çağ şehir devletlerini kullanarak, büyük alanlara egemen olan imparatorlukları ortaya çıkarmıştır gündeme. Devleti kurduktan sonra İngilizler önce bulundukları adanın üç bölgesini işgal ederek İskoçya, İrlanda ve Galler devletlerini işgal ettikleri topraklar üzerinde kurmuşlar ve daha sonra da UNİTED KİNGDOM adı altında ada devletlerini birleştirerek Atlantik adası üzerinden yeni bir krallık devleti kurmuşlardır. BİRLEŞİK KRALLIK adı ile Türkçeye çevrilen bu devletin adı ve bayrağı altında önce Avrupa, sonra da Amerika, Asya ve Afrika kıtalarında çeşitli işgaller sonrasında yeni yerler işgal edilerek, bunların üzerinde önce sömürgeler kurulmuş daha sonra da sömürgeler Birleşmiş Milletler çatısı altında bağımsız devletler olarak örgütlenerek bugünkü sayıları iki yüzü geçen ulus ve ülke devletlerini kurmuşlardır. Bugünkü Birleşmiş Milletler eski BİRLEŞİK KRALLIK’ın kurduğu bir dünya devleti projesidir ama bugün dünyayı yönetemediği için geride kalmış bir modeldir. Birinci ve İkinci dünya savaşlarından dünyayı kurtaramayan İngiltere ve müttefikleri, daha sonraki dönemlerde farklı modelleri gündeme getirmişler ama bu durumu bir Avrupa potansiyeli olarak bütün dünya da egemen ve geçerli kılamamışlardır. Eski bir İngiliz sömürgesi olan Amerika Birleşik Devletleri zamanla öne geçerek ve İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşı vererek önce Amerikan kıtasında daha sonra da diğer kıtalarda ve eski İngiliz sömürgelerinin üzerinde örgütlenerek, Birleşik Krallık adı verilen İngiliz imparatorluğunun dünyadaki yerini almaya yönelmiştir. Böylece Birleşik Krallığın yerini bir başka birleşik devlet olarak Birleşik Devletler adı ile ABD almış ve ikinci dünya savaşında galip gelerek Birinci dünya savaşının galip tarafı olan Birleşik Krallık yapılanmasını geride bırakmıştır. Avrupa kıtasında İngiltere’nin komşusu olan Fransa’da sömürgeciliğe soyunduğu zaman, Birleşik Krallık ve Birleşik Devletler yapılanmaları bir araya gelerek Birleşmiş Milletler örgütünü kurmuşlardır. Doğu bölgesinin iki büyük devleti olarak dünya barışını kurmak üzere yeni aşamada Rusya ve Çin devletleri de Birleşmiş Milletler çatısı altında yerlerini almışlardır. Avrupa’dan iki Amerika’dan bir ve Asya’dan iki büyük devletin katılmasıyla geleceğin dünya devleti için önemli adımlar atılmıştır. Kıtaların üzeri boşken beş dünya devleti bir araya gelerek yeni bir birliğin adını Birleşmiş Milletler olarak kabul etmelerine rağmen, yeni bir küresel hegemonya düzeni oluşturamamışlardır. Bileşik Krallık ile bir araya gelen Birleşmiş Milletler gelecek için güçlü bir dünya devleti olamayınca, bu kez diğer devletlerin de devreye girdiği ve onların da katkıları ile yeni bir dünya düzeni arayışlarının başladığı yeni döneme geçilmiştir. Bugünkü aşamada yeni bir birlik çatısı altında tartışmalar sürerken, İngiltere ve ABD karşı karşıya gelerek Krallık birliği ya da eyaletler birliğinden oluşacak yeni bir modeli geçerli kılmaya çalışmaktadırlar. Beş büyük devletin arasındaki çekişmelere dünya devletleri de girince iş iyice içinden çıkılamaz bir duruma gelmiştir. Dünya geleceği için birlik oluşturmanın gerekli olduğunda herkes paralel düşünce içindeyken, birleşecek eski devletlerin  krallıklar birliği mi yoksa eyaletler  federasyonu mu  olacağı konusunda tartışmalar devam etmek de ve bu yüzden de Orta Doğu ve Avrupa toprakları üzerinde başlamış olan savaşlara karşı önlemler bir türlü alınamamakta ve  dünya üçüncü kez bir cihan savaşına sahne olmaktadır.   

Daha büyük birleşme arayan çeşitli ülkeler ve ulusların bir kısmı devletlerin tasfiyesi ve bunların yerine daha büyük birlikteliklere gidilmesi çizgisinde şirketlerin bir araya gelmesini savunmaktadırlar. Bu öneriye göre büyük şirketler dünya devletini bankalar ya da sermaye kuruluşlarının birliği olarak görmektedirler. Bu yüzden yeni dünya düzeni oluşturmak için devletler ile şirketler karşı karşıya gelmektedirler. İngiltere’nin öncülüğünde Birleşik Krallık olarak başlayan tek dünya devleti hedefi, ABD ile Birleşik Devletler görünümünde birleşik federasyonculuğa doğru yönlendirilerek İngiliz ve ABD modellerini devre dışı bırakmaktadır. Bugün ki Birleşmiş milletlerin krallıklar ya da eyaletler üzerinden birleşmeye yönelmesi kesinlik kazanmamış aksine bir başka model üzerinden birleşik dünya devleti arayışları öne çıkarken, ülkeler üzerinde kurulu bulanan devletlerin geleceği tehlike altına girmektedir. Böylesine bir arayış döneminde ülkeleri temsil eden devletlerin yerini giderek halklar almaktadır. Küreselleşen sermaye, şirketlerin ya da bankaların birlikteliği olarak öne çıkarlarken, ulus devletlerin, ulusal başkentlerin ve büyük sermaye merkezlerinin karşı çıkışları ile karşılaşmaktadırlar. Bu nedenle, yeni bir dünya birlikteliği arayanlar, krallık ile eyalet birlikteliği yerine şirket ve bankalar birlikteliğini arayanlar, istedikleri küresel yapılanmaları böylesine birliktelikler ile örgütlenme aşamasına tam olarak getirememişlerdir. Devletlerin birliği yerine şirketlerin birliğinin getirilmesine ise dünya halkları bir araya gelerek ”UNİTED POPULAR of WORLD“ adı altında  yeni bir, dünya halkları birlikteliğini, geleceğin dünya devleti olarak siyasal  gündeme getirmeye çalışmaktadırlar. Küreselleşme aşamasında, Birleşmiş Milletler yapılanmasından Dünya Halklarının Birliği’ne doğru bir geçiş sürecinin uzunca bir zaman alacağı, devletler arası çekişme ve savaş risklerinin giderek tırmanmasıyla anlaşılmaktadır. Bugün kuzeyde Ukrayna’da ve güneyde Filistin’de ortaya çıkan sıcak savaş senaryoları, İngiltere ve ABD ile bunların dünya devleti anlayışlarını ortadan kaldırmak isteyen küresel şirketlerin çatışması ile İslam’a ve Vatikan’a karşı sürdürülen Siyonist din devleti  savaş senaryoları kendiliğinden  öne çıkmaktadır .Devletlerin anlaşamadığı, şirketlerin çatışma içine girdiği ,etnik gruplar ve ulusların savaş kışkırtıcılığına doğru yönlendirildiği yeni bir aşamada, dünya halkları ve insanlık, geleceğin güvenliği için DÜNYA HALKLARI BİRLİĞİ’ni düşünmek zorundadırlar.

7-Birleşmiş Milletler örgütlenmesi çerçevesinde güvenlik konseyinde bir araya gelen Amerika ve İngiltere devletleri Birleşmiş Milletler çatısı altında kendi modelleri üzerinde ısrarcı oldukları için anlaşamamakta ve bu yüzden kendi kontrolleri altındaki devletler üzerinde kendi güçlerini artıracak bir biçimde, geleceğe doğru tek dünya devletini ya krallıklar ya da eyaletler üzerinden kurabilmenin yollarını aramaktadırlar. Bu büyük devletlerin kendi hegemonya alanlarını geliştirmek için her türlü bölücü, parçalayıcı, çökertici ve özel çıkarcı senaryoları dünya devletlerine baskı ile benimsetmeye çalışmaktadırlar. Millet kavramı Birleşmiş Milletler çatısı altında krallıklar ya da eyaletlerin birliğinden oluşturulacak muhtemel bir dünya devleti modelini var olan ulus devletler yapılanması üzerinden gerçekleştiremediği aşamada, şirketlerin bankalar birliği ya da  sivil toplumlar ile  demokratik kuruluşların kendi toplumlarını temsil etmeleri durumunda, dünya barışına destek gerçekleştirecek olan girişimleri, dünya halklarının arasından çıkarak ,devletlerin örgütü içinde, uluslar ya da uluslararası birlikteliğe yönelecek yeni bir arayışın gündeme gelmesi söz konusu olabilir. UNİTED   POPULAR, yani birleşik halklar ya da birleşmiş toplumların ortaya çıkışı popüler kültürlerin birlikteliği ile değil, doğrudan doğruya halk kitlelerinin kendisini temsil etmek üzere seçimlerle işbaşına gelen demokratik örgütler  ,meslek kuruluşları ve sivil toplum örgütleri, insanlığın birliği ve aracılığıyla diğer toplumları hedef haline getirerek, bu doğrultuda savaş senaryolarına doğru yönlendirilmelerini önleyerek; halkları, ulusları ve sivil toplumları karşı karşıya getirecek savaş senaryolarına sürüklenmelerini önleyecek politikaları güncelleştirerek, uluslararası bir savaş konjonktürünün önünü kesecektir .Birleşik krallık, Birleşik devletler, Birleşmiş Milletler kavramlarının geleceğin dünya devletine doğru gelişmeleri yönlendirmesi zorlanınca, ortaya devletler, dinler, uluslar ve halkların savaştırılmaları gibi bir olumsuz durumlar çıkarmaktadır. Böylesine bir süreç içinde uluslaştırılmak istenen toplumların, Siyonizm aracılığı ile giderek bu noktadan geri çevrilmeye ve orta çağ benzeri parçalı yapılara dönüştürülmeye çalışıldıkları görülmektedir. Yeni dünya düzeninde ulus devletler ulusal olmaktan çıkarılırken, halk kitleleri müşteri adı altında bir çeşit ekonomik yurttaşlığa doğru yönlendirilmeye çalışıldıkları görülmektedir. Bu gibi nedenlerden dolayı eyalet ve krallık kavramları üzerinden, küresel bir dünya devletinin ortaya çıkamayacağı açıkça belli olmuştur. Şimdi bu yüzden şirketlerin birliği zorlanıyor ama alternatif bir devlet yapılanması şirketler düzeninden ortaya çıkamamaktadır. Geriye sivil toplumcu bir yapılanma üzerinden dünya devletine gidiş kalmaktadır. Bu nedenle yeni dönemde sivil toplum ve demokrasi kuruluşları ile birlikte halk kitlelerinin temsilcisi olarak öne çıkacak bir sivil toplumcu dönemde, geleceğin dünya devleti halk kitlelerinin geniş ve kapsayıcı çatıları altında gündeme gelecektir. Bütün dünya halklarının eşit koşullarda katılımı ile DÜNYA HALKLARI BİRLİĞİ bir türlü kurulamayan dünya devletini Birleşmiş Milletlerin yerini alacak bir düzende sivil toplumcu bir anlayış ile kurulabilecektir. Devletlerin kavgaları faşizme giderken, etnik kavgalar ve dinsel savaşlar ülke coğrafyalarını bozarken, terör ve komplolar iç savaşları ortaya çıkarırken, dış müdahaleler ülkeleri kaosa sürüklerken, bütün bunlara karşı çıkacak bir çizgide UNİTAD POPÜLER ya da DÜNYA HALKLARI BİRLİĞİ bu dünya üzerinde yaşamakta olan bütün halk kitleleri ve ezilen ulusal yapıların öncülüğünde bir an önce kurulmalı ve dünya üçüncü cihan savaşına doğru sürüklenirken, insanlık bu gidişin önünü kesmelidir.

8-Bugünkü Birleşmiş Milletlerdeki örgütündeki en önemli konu Güvenlik Konseyi’nin kurucu beş üyesinin gelecek için dayatmaları yüzünden, ayrı devlet modellerinin çatışma ve çekişmeleri olarak öne çıktığı görülmektedir. Ne var ki, Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin sayısının az olduğu, bu yüzden yeni dönemdeki dünya dengelerinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde dengesiz durumların ortaya çıktığı açıkça belirginleşmektedir. Dünya beşten büyüktür ama bu hakkaniyete dayanan yeni bir Birleşmiş Milletler örgütlenmesinin bir büyük barış düzeni için DÜNYA HALKLARI BİRLİĞİ’nin  ortaya çıkartılması açısından yeterli olmamakta, diğer alanlardaki sorunların aşılarak yeni kurulacak UNİTED POPULAR örgütünün yetersiz kalan Birleşmiş Milletlerin yerine alacak yeni bir merkezi örgüt olabilmesi için yetersiz bir durum yaratmaktadır. Devletlerin büyüklüğü ve etkinliği açısından konu ele alınarak incelendiğinde, Almanya, Japonya, Brezilya, Arjantin, Hindistan, Endonezya, Türkiye, Avustralya, Kanada ve Kazakistan’ın gibi büyük devletlerin sürekli görev yapan daimi konsey üyeliklerine seçilmelerinde büyük yarar vardır. Dünya dengeleri daimi üye sayısının beşten on beşe çıkmasının  bu doğrultuda  Birleşmiş Milletler içindeki dengelerin yeniden kurulmasına  yardımcı olacağını göstermektedir. Türkiye yeni dönemde Güvenlik Konseyi daimi üyesi olmayı ana bir hedef olarak ortaya koymalıdır. Ayrıca BM genel kurulunun statüsünün de yeniden belirlenerek, kararların yaptırımlara bağlanması gerekmektedir. Genel Kurul kararlarına uygun davranmayan üyelerin, kalıcı yaptırımlar ile yönlendirilmeleri örgütün yönetim üzerindeki etkinliğini artıracaktır. Acil dünya barışı için Birleşmiş Milletler’in ya önerilen çalışmaları yapması ya da bu doğrultuda yeni girişimlere öncülük yaparak, bir an önce uluslararası alandaki dünya halkları inisiyatifinin küresel düzeyde etkin bir düzeye getirilmesi sağlanmalıdır.

Asya, Avrupa ve Afrika gibi üç kıta üzerinde son zamanlarda ortaya çıkmış olan savaş süreçlerinin durdurulabilmesi için Birleşmiş Milletler üyesi olan bütün devletlerin bir araya gelerek ortak hareket etmesi ve insanlık ile dünya barışını kurtarmak üzere ULUSLARARASI HALKLAR BİRLİĞİNİ bir an önce kurmalıdırlar. Birinci Dünya Savaşını kazananlar o dönemin koşullarında Cemiyeti Akvam’ın kuramadığı dünya barışını ne yazıktır ki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında da Birleşmiş Milletler örgütü de kuramamıştır. Bugün gelinen aşamada bütün dünya Siyonizmin komploları ile üçüncü cihan savaşına giderken, Birleşmiş Milletler çok zayıf kalırken, başarısız bırakılan bu örgütün yerine DÜNYA HALKLARI BİRLİĞİNİ dünya ülkeleri, devletleri ve halkları ortak bir kader için dayanışma ruhu ile bir an önce kurabilmelidirler. Bu aşamada kurulacak yeni bir dayanışma ve barış örgütü olarak, başlamış olan üçüncü dünya savaşının durdurulması, bunun yerine tüm dünyayı kapsayacak bir geniş ve kalıcı bir barış ortamının köklü bir biçimde örgütlenmesi, insanlığın ortak beklentisi olarak, dünyanın büyük devletlerini yönetmekte olan ilgili ve yetkili üst düzey yöneticilere çağrı olarak burada dile getirilmektedir. Halen dünyada yaşayan ve var olan bütün sivil toplumlarının böylesine geniş bir barış düzeni kurabilmeleri için, öncelikle sivil toplum kuruluşlarının her açıdan harekete geçmeleri zorunlu görünmektedir. Kutsal topraklarda insanlığı yok edecek bir Siyonist savaşa karşı çıkarken, yeryüzünde yaşayan bütün sivil toplum kuruluşlarını savaş makinalarına karşı çıkacak çizgide, örgütlemek hem Birleşmiş Milletlerin hem de tüm uluslararası kuruluşların omuzlarında olan haksızlığa karşı direnişin bir ön adımıdır. Hiç beklenmeden gündeme getirilen böylesine kutsal bir mücadelenin her yönü ile başlatılması bugünün koşullarında acilen zorunluluk kazanmıştır, o nedenle bu doğrultudaki girişimlere öncülük yapacak küresel merkezler ve sivil toplum kuruluşlarının Birleşmiş Milletler çatısı altında örgütlenerek, tüm insanlığın geleceğine sahip çıkmaları gerekmektedir. Bomba düğmelerine basılmadan dönülmekte olan son dönemeçte insanlık var olma mücadelesini kazanmak ve bunu korumak zorundadır. İnsanlığı yok edecek bir üçüncü dünya savaşına hiçbir toplum, devlet ve halk kitleleri seyirci kalamaz. Devletlerin, milletlerin ve alt kimlikli grupların seyirci kalmaması gerekirken, dünya halkları yeniden örgütlenerek üçüncü dünya savaşına karşı barış cephesini Birleşmiş Milletler aracılığı ile örgütlemelidirler.    

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

18 Kasım 2024 Pazartesi

YENİDEN ASYA VE ASYA MİNÖR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

YENİDEN ASYA VE ASYA MİNÖR

            Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, geçen çalışma döneminin sonlarına doğru düzenlemiş olduğu bir basın toplantısı sırasında, toplantının yapıldığı salonun sahnesinin üzerine “yeniden Asya “ başlıklarını asarak, dünya ile birlikte Türkiye’nin de yepyeni bir döneme girdiğini ve bu değişim süreci içerisinde, Türk devletinin yeni dönemde eskisinden çok farklı koşullarda ortaya çıkan ve yeni koşulları dikkate alan eskisinden çok farklı yeni bir yaklaşım doğrultusunda içine girilen yeni dönemde, geçmişte ağırlıklı olarak batı yanlısı çizgide uygulanan uluslararası politikadan vazgeçildiğini, artık içine girilmekte olan zaman diliminin “Yeniden Asya“ dönemi olarak belirlendiğini, bu çerçevede dünya konjonktüründe en büyük kıta olarak harita üzerinde yerini alan Asya kıtasının, eskisi gibi sahip olduğu büyüklük nedeniyle “yeniden Asya “ adı ile adlandırılmaya çalışıldığı, dünya kamuoyunun gözleri önünde herkese gösterilmeye çalışılmıştır. İnsanlığın ilk dönemlerinden bu yana devam edip gelen yeryüzü hayatının anlamı üzerinde düşünülürken, ilk çağlar, orta çağlar ve modern çağlar olmak üzere başlıca üç aşamalı bir tasnif içinde insanlığın birikimi bugünlere taşınılmaya çalışılmıştır. Bilim, sanat ve kültür alanlarındaki gelişmeler böylesine ortaya konan tarihsel değerlendirmeleri dikkate alan tasnifler ortaya çıkan yeni bilim dalları aracılığı ile değerlendirme tablolarında öne çıkarılmaya çalışılmıştır. İnsanoğlunun geçirmiş olduğu çeşitli aşamalarda ulaşılan yeni bilgi birikimlerinin ortaya çıkardığı eskisinden farklı süreçlerde, insanların ilk kuşaklarının yaşam düzeni kurduğu Asya ve Afrika kıtalarının birlikte oluşturduğu ilk çağların yüzyılları, insanlığın kaderini belirleyen   daha sonraki gelişme dönemlerinde yaşamın başlangıç noktası biyolojik evrimin belirgin olması ile birlikte, hayat düzeninde bugünlere kadar uzanan bir yaşam çizgisi geçerlilik kazanmıştır.

            Binlerce yıllık geçmişe sahip olan insanlığın bilimsel yaşamın verileri çizgisinde  yaşamaya başlaması üzerine modern çağlar birbirini izleyerek büyük bir tarih yaratmaları sürecinde ilk yaşam belirtileri Asya kıtasında gündeme gelmiş ve bu nedenle de ilk insanların yaşam gücü kazanmalarıyla birlikte ilkel uygarlıklara giden yollar açılmış ve böylesine bir dönem ilk olarak Asya kıtasının toprakları üzerinde yaşandığı için, insanlığın ilk çağlarına  Asya dönemi adı verilmiş ve eski Çin bölgesinde başlayan ve daha sonra da Hint yarımadasında devam eden yaşam sürecine, insanlığın ilk dönemi olarak Asya dönemi olarak isim verilmiştir. İlk insanların kemikleri ve diğer kalıntılarının Asya ve Afrika topraklarının üzerinde bulunması yeni bilimsel tasniflerin öne çıkmasına yardımcı olmuştur. Tarihin ilk çağlarında Asya kıtasının üzerinde yaşayan insanlar ve diğer canlılar birinci Asya dönemini yaşarlarken, orta çağlar ve modern çağlar üzerinden bugünkü dünya düzenine ulaşılmış ve on bin yılı aşan bir zaman diliminin getirdiği  veriler ve bilgilerin katkılarıyla geçmiş yüzyılların birikimi bugünün dünyasını yeniden Asya merkezli bir yeni dünya arayışını öne çıkarmış ve tam bu noktaya gelindiğinde, Türkiye Cumhuriyeti hükümeti de ülke ve devlet için “yeniden Asya “dönemini başlatmıştır. Tarihin her döneminde devletler kuran ve bu doğrultuda yaşadıkları toprak parçalarını uygarlığın bir parçası haline getiren insanlık, sonraki aşamalarda uygarlığın gelişmesi sonrasında Asya ve Afrika dönemlerini geride bırakarak yer kürenin batısına doğru bir ivme kazanmıştır. İlk uygarlıkların tarih sahnesine çıktığı Asya dönemi geride kalırken, At merkezli bir yeni yaşam düzeni kurulmaya çalışılmış ve bundan sonra Türklerin atlı uygarlığının at sırtında yönlendirilmesiyle Asya kıtasının kuzey bölgelerinden Avrupa kıtasına doğru bir uygarlık yolu açılmıştır. Avrupa devletlerinin yaşadığı Rönesans sonrasında bu devletler diğer kıtalar üzerinde denizler üzerinden bütün dünya karalarına yönelen uygarlık rüzgârı yer küreyi çevreleyerek, Avrupa üzerinden Amerika kıtasına doğru siyasal gelişmeler birbiri ardı sıra belirleyici olmuştur.

            Asya’dan Avrupa’ya geçen uygarlık zaman içerisinde dünyanın diğer bölgelerine de yayılarak tüm yer küreyle bir uygarlaşma sürecine doğru dönüştürürken, önce Avrupa ve daha sonra da Amerika kıtaları öne geçerek, yeni uygarlık bölgeleri çizgisinde merkezileşmeye başlayınca, bu iki kıta çağdaş uygarlığın yeni merkezleri coğrafya alanında yeni yapılanmanın öncüsü konumuna gelmişlerdir. Orta çağ sonrası ve de modern çağlarda da böylesine bir durum devam ederek post-modern dönemin ilk belirtileri ortaya çıkana kadar süreç hareketini tamamlamıştır. Bugün içine girilmiş olan elektronik devrim oluşumu içinde uygarlığın artık dünya merkezli olmaktan çıkarak, küreselleşmenin uzaya doğru uzanması üzerinden artık diğer gezegenler ile ortak bir yaşam düzeni uzay çağının getirdiği bilgi ve veriler aracılığı ile yer küre  yeni dünya düzeni görünümünde gerçekleştirilirken, bu yeni sürecin adı, ortaya çıkışı ve zamanı  gibi kronolojik bilgilerin yeniden tasnif edilmesi gibi bir  arayış ve çabaların birbirini izleyerek gündeme geldikleri görülmüştür. Türklerin Asya toprakları üzerinde başlamış olan tarihsel serüveni daha sonraki aşamalarda Avrupa, Afrika ve Amerika gibi kıtalara yayılarak, küresel bir dünya uygarlığının oluşumunda etkili olmuştur. Avustralya ile okyanus ve kutupların büyük adalarında en son aşamada uygarlık zincirine katılırken, uygarlık çemberinin bütün dünyayı sarıp sarmalaması işlemi tamamlanmıştır. Dünyanın çevresi uygarlığın kucaklaması üzerine insan uygarlığı bütün kıtaları, son beş yüz yıllık zaman dilimi içinde sentezci bir yaklaşımla bir büyük dünya uygarlığı hedefi aşılmaya çalışılmıştır. Ne var ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin tam ortasında yer aldığı beş büyük karasal kıtanın ulaşım ve iletişimin hızla yayılarak gelişmesi gibi yenilikler aracılığı ile önce yakınlaşma daha sonra da sağlanan hareketlilik içinde  bütünleşmeye doğru yol alındığı gözlemlenmiştir. Dünyanın etrafında bir küreselci entegrasyon giderek tamamlanırken, uygarlığın çıkış noktası olan Asya kıtası yeniden önem kazanarak böylesine bir sürecin ilk çıkış bölgesi olduğu gibi, yeni gelinen aşamada aynı zamanda yer küre üzerindeki son hedef olan küreselleşme oluşumunun da aynı zamanda son noktası haline gelmiştir.

            Üç kıtanın tam ortalarında yer alan Türkiye Cumhuriyeti önce Asya döneminin sonra Avrupa ve Afrika kıtalarının öne geçmesiyle birlikte, bu kıtaların hem yanında hem de içinde yer almıştır. Merkezi bir devletin kıtalar arasındaki köprülük görevini tam olarak gündeme getirerek bütün dünya kıtalarının ve devletlerinin “Yeniden Asya “döneminin içinde yer alarak tarihin tekrarlarından oluşan içeriğinin tamamlanması doğrultusunda, Türkiye’de diğer devletler ve  topluluklar gibi tarihin çıkış noktası olan Asya  kıtasını yeniden güncelleştiren küresel daireleri kendi açısından tamamlayarak “yeniden Asya “siyasetinin devreye girmesi hedefinde, gerekli olan misyonu tamamlamaya çalışmıştır. Bu yüzden uzun yıllar yüzünü batıya dönerek batı hegemonya düzeni içinde kendisine yer arayan Türk devleti, bugün eski yıllarında olduğu gibi bir körü körüne batıcılık yapmamış ama bütün dünya konjonktürünün küreselleşme aşamasında öne çıkarak, yeni bir Asya dönemini öne çıkarmasıyla birlikte, Türkiye’de böylesine radikal bir değişimin ilk hedefi olan yeniden Asya dönemini, küresel sürecin ana gündem maddesi haline getirmiştir. Ülkeler coğrafyası ya da atlasları gibi rehber kitap ve kaynaklara bakıldığında, Anadolu yarımadasının Türk devletinin üzerinde kurulu bulunduğu devletin ülkesi olarak bilim çevrelerince “Küçük Asya” adı ile Türkiye’nin anıldığı gözlere çarpmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin uluslararası yayınlarda, Küçük Asya adı ile anılan bir yarımada üzerinde  yer alması ile şimdiye kadar izlenen politikalarda, Avrupa ve Amerika merkezli bir çizgide belirlenen uluslararası politikalarda, Türkiye kendi konumunun Asya kıtasının merkez ülkesi olduğunu unutarak ve yıllarca yüzü batıya dönük bir tutum çizgisinde  batı merkezli bir politik çizgi izleyerek, kendi jeopolitik merkezi konumu ile tamamen çelişkili ve karşıt bir düzeyde siyasal çizgiyi takip etmek zorunda kalmıştır. Kendi coğrafi konumuna ters düşen böylesine çelişkili politikalara yıllarca uyum sağlamak zorunda kalan Türkiye, soğuk savaşın bitmesinden sonraki, merkezi konumda eskisine oranla daha serbest bir siyasal duruma gelebilmiştir. Bu aşamadan sonra yenilikçi yaklaşımlar öne çıkartılmıştır.                                                                                                                                                                                                                                                                                                 Bugün gelinen yeni noktada güneşin doğal olarak doğudan doğduğu hatırlanarak, Amerika ve Avrupa merkezli batı politikaları geride bırakılırken, Asya merkezli doğu politikaları giderek en ön plandaki yerlerini almaktadırlar. Avrupa ve Afrika kıtası ile Asya kıtasının harita üzerindeki konumları merkezi bir noktada bir araya gelmek gibi yeni bir jeopolitik kesişme bölgesi yaratması, yer küre üzerindeki dengeleri değiştirdiği gibi aynı zamanda jeopolitik açıdan farklı oluşumların da önünü açmıştır. İlk çağlarda herkes kendi doğduğu bölgede bir yaşam düzeni kurmaya çalışırlarken, hareketsiz toplulukların yaşam düzenleri dikkate alınarak durum tespitleri yapılıyordu. Hayvanlarla birlikte hareket eden diğer canlıların da toplamacılık ve avcılık dönemlerinde kırsal alanlar üzerinden ormanlara ve tarımsal üretim yapılan alanlarına doğru uzanmalarıyla, doğadan beslenen canlıların yer değiştirmeye başladıkları ve üzerinde yaşamaya başladıkları, bir süre sonra da yer yüzü karaları üzerinde hareket ederek, canlı organizmaların insanlar için çok daha geniş yaşam alanları ortaya çıkardıklarının farkına varmışlardır. İlk ve orta çağ dönemlerinde kendiliğinden içgüdüsel olarak ortaya çıkan bu gerçekler daha sonraki aşamalarda insanoğlunu yaşadıkları yeryüzü karaları üzerinden dünya ile doğal bir kaynaşmaya götürdüğü farkına varıldığında, doğada var olan canlı hayvan ve de bitkilerin insanların gıda sorunlarının çözümüne yaradığı anlaşılınca avcılık ve toplayıcılık devirleri biterek, insanların kendilerinin içinde yer aldıkları tarım ve üretim çağlarına geçildiği görülmüştür. Doğada kendi halinde var olan bitkilerin, meyve ve sebzelerin taşıyıcılık aktiviteleri yolu ile doğal alanda uygun yerlere yerleştirildikleri, bu gibi faaliyetlerin zaman içinde sürekli olması ve daha düzenli bir ekme biçme düzenine kavuşturulmalarıyla da tarımsal çalışmalar üzerinden eski insanların dile getirdiği gibi, her türlü ziraat hareketlilikleri programlı ve planlı bir düzen içinde insanların biyolojik varlıklarının ve yaşamlarının yeniden daha sağlıklı bir biçimde örgütlenmesiyle de tarımsal etkinlikler aracılığı ile insanoğlunun çağdaş uygarlıklara dönüşen yaşam biçiminin yaşamsal süreç içinde daha gelişmiş bir düzeye insanları taşıdıkları ve de tarım ürünleri olarak ortaya çıkan gıdalar aracılığı ile açlık sorununu  çözmüşlerdir.

            Türk tarihi incelendiği zaman ilk Türk devletlerinin sürekli olarak Asya kıtası topraklarında kurulduğu görülmüştür. Türklerin Asya kıtasında devletler kurmadan önce Büyük Okyanusun tam ortasında var olan MU kıtasında yaşadıkları ,daha sonraları bu büyük kıtada devlet ve uygarlık kuran Türklerin tıpkı Atlantis kıtasının okyanusun üzerine batması gibi, Mu kıtasının da geçmişteki bir zaman diliminde bugünkü Büyük Okyanus sularına gömüldüğü ve bu yüzden de bu kıtada yaşayan insan topluluklarının bugün Asya kıtasının doğu kıyılarında yer alan Çin üzerinden, Uygur devletinin toprakları üzerinden yeni bir devlet ve uygarlık düzenini kurdukları görülmüştür. Asya kıtasının zamanla nüfusunun artması ve yeni oluşan insan topluluklarının da bu çok büyük kıtanın toprakları üzerinde zaman içinde daha da kalabalıklaşarak yaşayan bölgesel yeni toplulukların, giderek devletleşerek yeni devletlerin tarih sahnesine çıkışına aracı oldukları anlaşılmaktadır. Böylesine bir tarihsel süreçte Mu kıtası sonrasında Türk toplulukları devletleşerek tarih sahnesine çıkarken, Uygur bölgesinden orta Asya’ya doğru bir çıkış yolu aramışlardır. Bu arayış döneminde önlerine çıkan uçsuz bucaksız orta Asya topraklarında Mu kıtası ile Uygur devletinin halkları birbirini izleyerek siyasal yapılanma içine girmişlerdir. Büyük Okyanus kökenli MU kıtası çökerken, bu kıtanın nüfusu Asya kıtası üzerinden Orta Asya derinliklerine doğru gelişmeler gösterirken, Asya üzerinden Avrupa ve Afrika kıtalarına da dağılarak yayılan Türk toplulukları, önce Asya topraklarında Büyük Hun İmparatorluğunu kurarak üç büyük kıtaya merkezi olarak egemen olmuştur. Bundan sonraki aşamada ise Batı Hun ve Avrupa Hun imparatorluklarından sonra Akhun imparatorluğu gene Asya kıtasının batı ve güney bölgelerinde kurulmuştur. Hun devletlerinin bir süre sonra dağılması üzerine bu devletlerin uzantısı olarak Avar İmparatorluğu kurulmuştur. Tarihsel dönüşüm süreci sonucunda Avar imparatorluğu halkları kuzey Asya bölgesine gelerek burada Göktürk imparatorluğunu kurmuşlardır. MU kökenli halkların bir Türk devleti çatısı altında bir araya gelirken “GÖK” başlıklı bir devlet vatandaşları olmaları MU kıtası halklarının uzaysal kökenini göstermektedir.

            Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Türklerin kökenleri üzerine araştırmalar yaparken ve tarih kitaplarını okuyarak incelerken, Uygur ve Göktürk kökenli toplulukların tarihlerine ağırlıklı yer vermiş ve bazı bilim adamlarıyla diplomatlara görevler vererek bilimsel raporlar getirtmiştir. Göktürk devletinin gök kavramı ile adandırılmasının Türklerin gök kavramına ağırlık veren uzaysal kökenlerini ortaya koyduğunu gören Türk devletinin kurucusu Atatürk, bilimsel araştırmaları örgütleyen Tarih ve Dil kurumları aracılığı ile toplanan bilgilerin tasnif edilerek Türkiye Cumhuriyeti  kütüphanelerine ve devletin araştırma merkezlerine gönderilmelerinin talimatlarını bizzat Atatürk vermiştir .Daha sonraları Türkiye Cumhuriyeti başkanlık makamının simgesi olarak belirlenen 16 yıldız ,geçmişten gelen tarihsel süreçte 16  adet Türk imparatorluklarının egemenliğini tarih kitaplarına konulmuştur. 16 büyük devletin imparatorluk olarak egemenlik sürecinde tarih sahnesine çıkışı belgelenmiştir. Göktürk imparatorluğu sonrasında Avarlar, Hazarlar, Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliller, Harzemşahlar ve daha sonra Altınordulular, Timurlular, Babürlüler, Selçuklular ve Osmanlılar olarak haneden imparatorluklarını devlet kuran hanedan beyinin sultanlığında büyük devletleri temsil eden imparatorluklara dönüştürmüşlerdir. Türk boyları bölgesel halklar olarak birbirlerinden ayırılmışlar ama üzerinde yaşadıkları ülkeler daha çok Asya kıtasının önde gelen bölgeleri olarak tarihteki yerlerini almışlardır. Türklerin tarihleri kavimler ve boylar üzerinden incelendiği gibi aynı zamanda devletler, imparatorluklar, beylikler, hanlıklar, atabeylikler ve cumhuriyetler olarak da tasnif edilmektedirler. Balkanlar’da ve doğu Avrupa bölgeleri ile kuzey Afrika Asya topraklarında yer alan bölgeler de kurulmuş olan Türk devletlerinin büyük çoğunluğu Asya kıtasının farklı bölgeleri olarak tarih kitaplarında yer almaktadır. Birbiri ardı sıra kurulan devletler ve imparatorluklar açısından bakıldığı zaman Türkiye’nin kaynağının ve Türklerin tarih sahnesine çıktığı sahnenin kara kıtası olarak, Asya kıtası öne çıkmaktadır.

            Türkiye’nin üzerinde devlet olarak yer aldığı Anadolu yarımadası, aslında Asya kıtasının bir yarımada konumunda Avrupa kıtasına doğru bir giriş yapan doğal konumda uzanarak coğrafya haritasında yer almaktadır. Anadolu yarımadasının çıkış yeri Kafkasya bölgesidir. Orta Asya bölgesinin batı yönünde devamı olarak öne çıkan Anadolu yarımadası, aslında Asya kıtasının Avrupa kıtasının doğru yer aldığı bir yapılanmadır. Günümüzde yeniden ASYA dönemi olarak ilan edilen Türk devletinin uluslararası siyasetinde, Türkiye’yi yönetenler ve diğer Türk devletleri ya da örgütleri Türk tarihini iyi bilmek zorundadırlar. Ortaya çıkış yeri ile birlikte Türk devletlerinin her birisinin dünya sahnesine çıktığı alanlarda Türk devletlerinin hem toplumlarıyla hem de ülkeleriyle birlikte ele alındığı bir toplu Türk varlığı incelemesi, bugünkü gelişmelerin uzantısı olarak ele alınmalıdır. Türk tarihinin her aşaması iyice incelenirse, neden Anadolu yarımadasına “ASYA MİNÖR “ adının verildiği daha iyi anlaşılacaktır. Tarih boyu değişik dönemlerde kendi özel konumuna göre yeni yapılanmalar kazanan Anadolu yarımadası Asya’dan çıkan bir burun olarak dünyanın merkezi bölgesinde, Avrupa kıtasının içlerine doğru uzanmakta ve böylece Asya ve Avrupa kökenli uygarlıkların zaman içinde birbirine yaklaşması sağlanmaktadır. Asya kıtasında kurulmuş olan bir devlet kuruluşundan sonra, genişlerken Avrupa kıtasına doğru genişlemekte, bu durumun tamamen tersi olarak da Avrupa kıtasında kurulmuş olan bir imparatorluk Asya topraklarında genişleyebilmektedir. Bu durumlardan birincisine örnek olarak Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğu ikincisine örnek olarak da Roma, Bizans ve İskender imparatorlukları örnek olarak gösterilebilir. Üç kıtanın birleştiği kesişme noktasında, bir araya gelirken bazen Avrupa ve Asya kıtalarının arasına Afrika kıtası da eklenmektedir. Bugün gelinen yeni aşamada Asya ve Avrupa kıtalarının birlikteliği AVRASYA olarak tanımlanmaktadır. Afrika ve Asya kıtalarının birlikteliği ise, AFRASYA adları  ile bazı projelerin ve siyasal yönelimlerin adları olarak merkezi üç kıtanın birlikteliğini, dünyanın merkezi birlikteliği olarak  öne çıkarmaktadır. Avrasya ve Afrasya üç kıtanın birliğinde ortaya çıkan merkezi birlikteliklerin ortak adı olarak kullanılmaktadır.

Doğu ve batı gibi yön gösteren kelimelerin bir araya gelmesi de Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birlikte oluşturdukları merkezi alanın tanımlanmasında değişik konular ya da tasniflere uygun bir biçimde ele alınmaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman Orta Doğu, Yakın Doğu ve Uzak Doğu gibi kavramlar Asya, Avrupa, Afrika ekseninde üç kıta arasında bir araya getirilirken, bazan iki kıta birliktelikler gündeme geldiği zaman üçüncü kıtanın dışlandığı göze çarpmaktadır. Tarihin son dönemlerinde ulusal devletler, uluslaşma, devletleşme, siyasallaşma gibi halkçı süreçleri tırmandırırken, soğuk savaş dönemin koşullarında bunların üstüne çıkan yeni görüşler olarak tekelci şirketler bölgeselleşme, küreselleşme, pazarlama ve  şirketleşme gibi diğer emperyalist vizyonlar uygulayarak öne geçerken, dünya bölgeleri arasında yapılar, konjonktürler ve jeopolitik dengeler değişmektedir .Böylesine bir aşamada Asya, Afrika ve Avrupa üçgeninde doğu, batı, kuzey ve güney yönleri değişiklik arz etmekte ve bu durum dünyanın jeopolitik merkezine yansıdığı zamanda  bugüne kadar sömürge imparatorlukları olmuş olan doğu devletleri dünyanın doğusunda yer alırken, Orta Doğu, Yakın Doğu ve Uzak doğu kavramlarının yer ve yön değiştirerek dünyanın sahip olduğu geleneksel dengelerin daha farklı çizgilere doğru değiştiğini göstermektedir. Merkezi konum, yakınlık ve uzaklık kavramları böylesine bir aşamada yer ve anlam değiştirerek ve küresel harita üzerindeki devletlerin yeni konumlarına doğru hareket ederek, yeni dengelere göre oluşan, jeopolitik siyasetler yönünde hareket ettikleri görülmektedir. İnsanların bir yönün adı olan doğu kavramından hareket ederek yakınlık, uzaklık, ortalık ya da merkezlik gibi kavramların içeriğini doldurmaya çalıştıkları gündeme gelmektedir. Dünyanın batısında yer alan Avrupa kıtası, yön belirleme ya da jeopolitik koşulları öne çıkarmaları gibi durumlarda, dünyanın merkezi alanı konumundaki Orta Doğu bölgesini dünyanın doğusunda gösterebilmektedir. Benzeri bir biçimde Asya’da yaşayanlar da Avrupa kıtasını dünyanın batı bölgelerinden birisi olarak tanımlayabilmektedirler.

Top’un yuvarlak olması gibi durumlar nasıl yönlerin durumunu kesin tespit edemiyorsa aynı biçimde yer küre üzerindeki yerlerin yönlerini tespit edebilmek son derece zordur. Top’un dönerek kaleye girişi gibi küresel dünyanın her dönüşünde de nasıl bir hava ya da jeopolitik denge ile karşılaşılacağı önceden belli değildir. Dünyanın yuvarlak bir top biçiminde olması yüzünden jeopolitik dengeleri oluşturan koşullar her zaman değişmektedir. Yirminci yüzyılın en büyük ekonomik gücünün Amerika Birleşik Devletleri olması yüzünden, dünyanın merkezi olarak Amerika gösterilmiştir. Bugün ise ABD dünyayı yönetme gücünü kaybettiği için dünyayı yönetme şansını yitirmiştir. ABD bu durumda merkez ülke konumunu yitirmekte ve dünyanın yönetimi yeni güç merkezi sahibi olma konumundaki büyük devletin üzerine geçmektedir. Batı merkezli bir dünya oluşturan batı ülkeleri bu yüzden Avrupa’yı merkeze koymuşlardır. Bu durumda Avrupa’yı merkeze koyanlar Avrupa’nın batısına batı, doğusuna da doğu adını vermişlerdir. Doğuyu yakın ya da uzak olarak tasnif edenler, Balkanları yakın doğu olarak tanımlarken ve Asya’nın batı kıyıları yakın doğu kavramı kapsamında yakınlıkla ölçülürken, aynı Asya kıtasının doğu kıyıları da uzak doğu olarak tanımlanmıştır. Kıtaların kesişme noktası orta dünya olarak kabul edilirken, Asya ya da Avrupa gibi kıtasal merkezler kendilerini merkeze koymaktadırlar. Dünyanın merkezi gücü olmak büyük devletler arasındaki siyaset yarışlarına bağlıdır. Bu tür yarışları kazanan devletler harita üzerinde bulundukları kıtanın konumunu değiştirebilmektedirler. ABD devleti güçlü iken Amerikan kıtası merkez olarak benimsenmekte, ama aynı ABD zayıflayarak güç kaybettiği zaman, dünyanın merkezi ya yeni süper güç olan devletin bulunduğu kıtaya ya da jeopolitik dengeler üzerinden süper güç konumundaki devletin ülkesinin bulunduğu bölgeye kaymaktadır. Orta Doğu denilen merkezi bölge süper güçler arasındaki rekabet ve yarışlar sonucunda belli olur. Orta Doğuya merkez kaydığı zaman, diğer bölgeler merkez olma konumunu yitirdiğinden Orta Doğu devletleri kendiliğinden merkezi devlet konumuna gelmektedirler. Merkezi bölge ya da merkez ülkeler zamanla uluslararası sorunların odak noktası haline gelerek belirleyici olmaktadırlar. Süper güç konumuna sahip olan devletler dünyayı bu bölge üzerinden yönetirlerken, Orta Doğunun merkezi durumunu güçlendirirler.

Dünyanın önde gelen en merkezi ülkelerinden birisi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin böylesine bir konuma sahip olması nedeniyle, gerginlik, çatışma ve savaşların çıkmaması için doğu ve batı ülkeleriyle olan ilişkilerin iyi izlenmesi ve merkezdeki diğer devletlerin dünyanın merkez dengelerine dikkat etmesi gerekmektedir. Türkiye’nin bu konudaki önceliği sınır komşusu olan ülkeler ile sıcak çatışma ya da savaşlara girmemek olmalıdır. Ne var ki, Prof. kimlikli bir öğretim üyesi dışişleri bakanı olduğu aşamada, hemen Türkiye’yi komşularıyla savaşlara yönlendirerek ve çok büyük çelişkiler yaratarak tehlikeli olmuştur. Uzun süre batılı ülkelerin kontrolü altında tutulan Türk devleti, batılı ülkeler tarafından gönderilen uzman görünümlü siyasal kadroların hegemonyası altında batı blokunun çıkarlarına uygun düşen çizgilerde kontrol edilmiştir. Türkiye’nin komşuları ile ilişkilerini bozan ve bu doğrultuda komşu ülkeleri Türkiye ile savaşa sürüklemek gibi bölge barışını tehdit eden olumsuz ve kışkırtıcı girişimler yüzünden, Türkiye Cumhuriyeti, kurucu önder Atatürk’ün bizlere emanet ettiği cumhuriyet devletini korumak ve bu hedefte yurtta ve dünyada kalıcı bir barış düzenini gerçek boyutlarda harekete geçirmekle görevli olan Türk devleti ve Türk milleti, önümüzdeki yakın dönem içinde Orta Doğu merkezli bir barış düzenini, merkezi orta dünyanın içinden acilen devreye sokarak doğusuyla batısıyla birlikte kenetlenmiş bir yapıda, kalıcı ve kurumlaşmış bir uzlaşma ortamı yaratacak bir doğrultuda dünya ve bölge barışı için sonsuza kadar mücadele edilmesi gerekmektedir. Sonsuza kadar devam edecek bir çağdaş cumhuriyet devletini emperyalizme karşı kurmuş olan Türk ulusu, önümüzdeki kritik çatışma ve savaş ortamında gereken tavrı göstererek, çağdaş Türk Cumhuriyetine karşı girişilen her türlü saldırı ve tehdidi önleyecek bir savaşı göze alarak sonuna kadar direnmek ve bir büyük dünya barışını gerçekleştirmek amacıyla, komşu devletler arasında bölge dışı devletlerin saldırılarının önünün kesilmesi gerekmektedir.

Türkiye Birleşmiş Milletler üyesi bir devlet olarak acilen hem doğu hem de batı ülkelerini harekete geçirerek merkezi alanda dünya çapında bir barış düzeninin mimarı olmak zorundadır. Dünyadaki batı emperyalizmi sona ererken Avrupa ve Amerika ikilisinin dünya hegemonyası sona ermektedir. Yeni dönemin hegemonya düzeninin önce Asya kökenli bir gücün ortaya çıkmasıyla merkezi dünyada egemen olacağı ve sonra da orta dünya üzerinden küresel hegemonya düzeninin hem doğu bölgesinde Asya kıtasında hem de batı dünyasında gene Avrupa ve Amerika gibi kıtaların önde gelen büyük devletleri üzerinde eskisine benzer bir biçimde devreye gireceği bugünün koşullarında söylenebilir. Coğrafya atlasları ve kitaplarında asıl adı Asya Minör ya da küçük Asya ismi  ile dile getirilerek ifade edilen Anadolu yarımadası ile bu toprakların üzerinde devlet kurarak hegemon güç haline gelen Türkiye Cumhuriyeti’nin önümüzdeki yakın tarihli zaman dilimi içinde, dünyanın en büyük kara kıtası olan Asya toprakları üzerinde yüz yıllarca batı bölgesinden gelen emperyalist saldırıların önlenmesi, bugünün koşullarında  güncel önem kazanarak, koruyucu savunma savaşlarının bu aşamada öne çıkarılmasıyla her türlü emperyalist ve Siyonist hedefler yıkılarak ortadan kaldırılabilecektir . Dünya son beş yüzyılda öne çıkan batı emperyalizmi ile bunun uzantısı olarak merkeze gelen İsrail Siyonizmi ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Üçüncü bir dünya savaşını ortaya çıkararak kutsal kitaplardaki Armegeddon senaryolarına inanan toplum kesimleri, artık daha dikkatli ve sistemli savunma mekanizmalarıyla harekete geçerek, bir an önce savaş alanı ilan edilen orta dünya toprakları üzerinde, bölge devletlerinin dayanışmalarıyla kurulacak olan bir güvenlik ve saldırı mekanizmasına olan gereksinme giderek hızla artmaktadır. Asya, Avrupa ve Afrika ülkeleriyle sınır komşusu olan bir merkezi bölge devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, önümüzdeki günlerde kaos ve savaş ortamları arasında sıkışıp kalmamak için daha aktif bir savunma ve gerekli bir kamu düzeni gündeme getirecek biçimde örgütlenmesi giderek zorunluluk kazanmaktadır. Türkiye gerçekçi bir barış düzeni ortaya çıkarabilmek için sınır komşusu devletler ile Asya kıtasının büyük devletlerinin katılacağı yeni bir güvenlik örgütünü oluşturmak amacıyla “Yurtta ve dünyada barış hareketini” acilen örgütlemek zorundadır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

31 Ekim 2024 Perşembe

NEDEN TÜRK İSTİKLAL HAREKETİ? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

NEDEN TÜRK İSTİKLAL HAREKETİ?

            TÜRK İSTİKLAL HAREKETİ, büyük taarruzun yıldönümü olan 26 Ağustos 2024 tarihinde kuruluş hazırlıkları tamamlanarak ve kuruluş için başvuru dilekçeleri dosyalanarak, Türkiye Cumhuriyeti yasaları ile uluslararası hukuk kuralları dikkate alınarak ve resmen yeni bir hukuk tüzel kişiliği var olan usullere uygun biçimde oluşturularak kurulmuştur. Emperyalizme karşı kurulmuş olan Kuvayı Milliye hareketi ile yüz yıl önce bağımsızlığını kazanmış olan Türkiye Cumhuriyeti devleti ile birlikte, Türk ulusu da bir ölüm kalım savaşı sonrasında tam anlamda bağımsız ve özgür bir yaşam düzenini kurarak varlığını birinci İstiklal Hareketi ile güvence altına alabilmiştir. Birinci İstiklal savaşı ile özgürlüğünü kazanmış bulunan Türk ulusu, aradan tam bir yüz yıllık zaman dilimi geçtikten sonra bir asırlık süreç içinde kendisini kurumlaştırırken, siyasal hareketin temelini oluşturan halk kitlelerinin de tam bağımsızlık statüsü içinde özgürlüklerini elde etmesini sağlayan dönüşümleri ,yirminci yüzyılın başlarında merkezde oluşturulan hukuk  düzeni çatısı altında cumhuriyet devletinin varlığı ve yaşamı her türlü tehlikelerden uzak tutularak, yirmi birinci yüzyıla uzanan bir çizgide korunabilmiştir. Akıp giden zaman sürecinde ortaya çıkan ilk İstiklal hareketi olarak Kuvayı Milliye mücadelesi, Türk devleti ile birlikte aynı zamanda Türk ulusunu da bütün kazanımlarıyla birlikte kucaklayarak, bu iki kutsal varlığın gelecek yüzyıllara doğru korunmalarını gerçekleştirmiştir. Altı yüz yıllık çok uluslu imparatorluk sahip olduğu büyüklük ile birlikte emperyalist saldırılara karşı uzanıp giden devletin sınırlarını koruyamamış ve merkezi coğrafyanın tam ortalarında tarihin birikimi olarak oluşturulan çok uluslu imparatorluğun devleti ve toprakları, kazanımları ile birlikte korunarak yirminci yüzyılın başlarına kadar ayakta tutularak korunmuştur. Bugün gelinen noktada Türk devleti ve ulusu halk kitlelerinin zayıf bırakılmaları çizgisinde yeterince korunamadığı için düşman Türk ulusunun içine girerek, var olan her topluluk ya da merkezin inisiyatiflerini ele geçirerek dışa karşı savaş ve mücadele yöntemlerini birbiri ardı sıra kullanarak, Düveli Muazzama’ya denilen en büyük emperyalist yapılarla boğuşarak bir hayat kavgasına düşürülmeye çalışılmış ama Türk gücünün direnmesi sayesinde buna izin verilmemiştir.

            Türkçe sözlüklere bakıldığı zaman. İstiklal kelimesi ülkelerin, tüzel kişiliklerin dernek ve vakıfların birbirleriyle rekabet etmesi olarak kendi varlıklarını koruması ya da geleceğe dönük bir biçimde mücadele edilmesi nedeniyle bir güç çekişmesi olarak da açıklanabilmektedir. Bu doğrultuda kavram ele alındığında, bir başka gücün ya da küçüklerin büyüklerin arasında kalması gibi bir anlam boyutu da ortaya çıkabilmektedir. İstiklal kavramının öz Türkçe içinde tam anlamıyla bağımsızlık, dokunulmazlık ya da serbestiyet statüsü kazanmak biçiminde anlam boyutları kazanabildiği anlaşılmaktadır. Dünya tarihine bakıldığı zaman emperyalizm ve işgal girişimlerine karşı çıkan ulusal kurtuluşçu çizgide mücadele eden ya da savaşan kişilere verilen madalya ya da plaket ve benzeri anı armağanlarına da, İstiklal madalyası ya da brövesi gibi batı dillerinde yer alan farklı kavramlar kullanılmaktadır. Tarihin her döneminde farklı devletlerin çatısı altında var olan Türklerin, sürekli savaşan ya da insanlık için mücadeleye yönelen Türklerin, gene plaket ya da madalya gibi armağanlara layık görülmeleri de gene İstiklal adını taşıyan hediyelerle taltif edilmelerini gündeme getirmektedir. Her türlü bağımsızlık ya da özgürlük mücadelelerinin İstiklal  hareketi başlığı altında  madalyalara konu edilmesi de karşılığını fedekârlık ya da armağan takdimi ile tanımlamaya çalışmak da gene  İstiklal mücadelesi ya da madalyası çizgisinde değerlendirilecek bir konu olarak  da ele alınmaktadır. Sözlüklerde aynı sayfalarda yer alan İstiklal kavramı ile birlikte İstikbal kavramı gelecek anlamını taşırken, aynı zamanda  her türlü bağımsızlığı içeriğinde taşıyacak bir  çok yönlü bir  serbestiyeti ifade etmektedir.

            İstiklal kavramının açıklığa kavuşması sırasında, öne çıkarak çok kullanılan kavramlardan birisi de İstiklal Mahkemeleri konusudur. Dünya tarihine ve coğrafyasına bakıldığı zaman beş büyük kıtanın haritalarında büyük devletlerin işgale yönelen saldırılarına karşı bu toprak parçaları üzerinde yaşam kavgası verenler, aynı zamanda Kuvayı Milliyeci ya da İstiklal savaşçısı gibi isimlerle adlandırılmışlardır. Saldırı ve işgalleri önlemeye çalışan direnişçilerin uzun süreli mücadeleye yönelmek zorunda kalmalarıyla sürdürülen kavgaların, bu tür aşamalarda İstiklal savaşçısı ya da İstiklal savaşı gazisi gibi yeni ünvanlara sahip olmaları da mümkündür. Fas gibi Müslüman ülkede sömürgecilere karşı savaş amacıyla kurulan milliyetçi partinin adı İstiklal Partisi olarak ilan edilmiş, Fransa gibi bir büyük emperyalist ülkeye karşı Fas devleti İstiklal partisinin sürdürdüğü uzun süreli mücadeleler sayesinde bağımsızlığını kazanarak, Birleşmiş Milletler örgütünün tam üyesi olabilmiştir. Türkiye ulusal kurtuluş savaşı sırasında İstiklal Mahkemeleri aracılığı ile asker kaçakları ve vatan hainlerini cezalandırmaya yönelerek, ülkeyi kontrol altında toplamaya çalışmıştır. Olumsuz kişiler İstiklal mahkemeleriyle cezalandırılırken, olumlu kişiler ve vatansever insanlar da zaman içerisinde İstiklal madalyaları verilerek devletin manevi koruması altında oldukları açıkça ifade edilmiştir. Türk kurtuluş savaşı çok ağır koşullar arasında sürdürülürken, vatan hainleri ile birlikte vatanseverler de eşit koşullarda değerlendirilerek geleceğin tam bağımsızlık devleti olarak belirlenecek, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir özgürlükler adası olarak merkez alınmasına dikkat edilmiştir. İstiklal hareketi işte bu nedenlerle bir ulusal kurtuluş hareketi olarak doğmaktadır.

            İstiklal kavramının zihinlerde yer etmesi ve zaman içinde bir ulusun ya da devletin geleceğinin belirlenmesinde de her ülkenin bağımsızlık savaşının göstergesi olarak bestelenen İstiklal Marşlarının simgesel anlamları da çok önem kazanmaktadır. Zaman içerisinde İstiklal marşı açısından İstiklal hareketine gereken siyasal anlam verilmeye çalışılmıştır. Bu doğrultuda bir İstiklal marşı aracılığı ile de böylesine özel konuma var olan bir marşın, Türk halk kültürüne kazandırılması cumhuriyet devleti tarihi içinde her zaman için devletin ulusal yapısının ve ulusun ulusal kimliğinin belirlenmesi açısından yarar sağlamaktadır. Bu gibi konuların Türk devleti çatısı altında fazlasıyla ele alınması, hem Türkiye’nin sahip olduğu coğrafyanın özel konumu hem de geçmişten gelen güçlü Türklük birikiminin önemli bir rolü var olan özelliklerin, bir araya geldiği durumlarda etkili rol oynamaktadır. Cumhuriyet devletinin ilk kuruluş aşamasında açılmış olan yarışmalarda, Türk edebiyatının önde gelen kesimlerinin temsilcileri ulusal marş yarışmasına katılmışlar ve sonunda en iyisini seçerek Türk devletine ve ulusuna ulusal bir milli marşı kazandırırken bu marşın resmi adı olarak da tam anlamıyla bağımsızlığı ifade eden İstiklal Marşının toplum içinde yeterince örgütlenebilmesi açısından, Türk yasaları doğrultusunda bir İstiklal Marşı adı altında edebiyatçıların ve sosyal bilimcilerin katılmasıyla İstiklal Marşı Derneği, bu derneğin ana konusu olan kültür ve müzik alanındaki birikimin bugünün koşullarında değerlendirilmesi ile  yeni yetişen cumhuriyet kuşaklarının ve bugünün gençlik kesimlerinin Kuvayı Milliye adı ile gerçekleştirilen birinci İstiklal Savaşı sonrasında gelmekte olan ikinci İstiklal hareketinin devreye girmesinin önü açılmaya çalışılmıştır. Kuvayı Milliyenin ulusal kurtuluş savaşı ile, bugünün koşullarında gündeme gelmekte olan ikinci Müdafai Hukuk mücadelesinin tarih önünde birbirini tamamlayan yanlarını da dikkate alarak yeni bir değerlendirme yapıldığı zaman, Türk devleti ve ulusunun eskisine oranla daha güçlü ve bütünleşmiş bir çizgide varlığını geliştirerek koruduğu göze çarpmaktadır. İstiklal Marşının bestecisi olan Mehmet Akif Ersoy, kurtuluş savaşları zaferlerinin öncüsü olan Türk Ordusuna armağan ederken, devlet ve millet kaynaşmasının giderek bütünleşmesine giden yolda ulusal bir müzik bağlantısı Türkiye’nin iç çatışmalardan uzaklaşarak dışa karşı taş gibi bir sertlikte direnme bilincinin toplumsal taban kazanmaya başladığı görülmüştür. Mehmet Akif’in öncülüğünde öne çıkan İstiklal Marşı hareketi, bu açıdan marş aracılığı ile yeni bir bütünleşme girişiminin gene İstiklal hareketi ile giderek hızlanan bir çizgide, artık Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kendi ülkelerine ve devletlerine sahip çıktıkları görülmektedir.

İstiklal hareketi hem İstiklal marşının hem de İstiklal madalyalarının bir araya geldiği bir ulusal konudur. Çok uluslu imparatorluktan tek uluslu ulus devlete yönelirken, Türkiye Cumhuriyeti imparatorluk kalıntılarından temizlenmek üzere, bir bağımsızlık arayışı içine girerek her türlü baskı, müdahale ve saldırılar gibi dışarıdan gelebilecek sınırlayıcı etkiler ile bunlara karşı gelişecek olan tepkilerden de uzak olmanın arayışı içine girmiştir. Büyük  şairlerin deyimi  ile gerçek anlamda tam bağımsızlığın hedeflendiği ulusal kurtuluş savaşı ve bu savaşın getirdiği ulusal kazanımlar korunmaya muhtaç olduğu için, böylesine bir savaş döneminde her türlü baskı, zorlama ya da komplolar gibi sosyal organizasyonlara karşı toplu bir biçimde  her çeşit dışarıdan gelecek riskli ve tehlikeli girişimlere öncelikle dikkat edilmeli ve bu doğrultuda öne çıkarken “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış  şaşarım “gibi bir büyük kararlılığın İstiklal hareketi gibi öncü bir siyasal direniş cephesinde dile getirilerek, her alanda kararlı mücadele anında karşı taraflara doğru yönlendirilecek çıkışlara doğru bir zemin hazırlamalıdır. Plansız ya da programsız bir ulusal kurtuluş mücadelesi olamayacağı, tarihten gelen çeşitli örneklerle ortaya çıkmıştır. Yirminci yüzyılın başlarında ulus devletler kurulurken, ulusal kurtuluş savaşları birbiri ardı sıra görülmüştür. Ulus devletlerin yüz yıllık gelişimlerinden sonra bölge devletlerine geçiş amacıyla eski imparatorluk devletleri yeni organizasyonlara yönelirken, ülkelerin haritaları değiştirilmeye çalışılmaktadır. Bir ulus devletin vatandaşı olarak ulusal vatandaşların, kendi kimliklerini ulus devletler üzerinden belirlemesi gerekmektedir .Bugün gelinen yeni noktada güç merkezleri daha güçlü hegemonya arayışlarına yönelirken, ortaya çıkan eskisinden farklı devlet modelleri çerçevesinde gene ülke, devlet ve millet gibi kutsal kavramların her türlü olumsuz gelişmelerin ötesinde tutulması gerektiği, gene bir bağımsızlık arayışı olarak İstiklal kavramı çerçevesinde dile getirilerek, her ülkenin ya da devletin tam anlamıyla bağımsızlığına kavuşabilmesi açısından önemli ağırlık taşıdığı için, geleceğin tam güvenilir kamu düzeninin oluşturulması ve  güvencesi  sorunun her açıdan ele alınması ile mümkün olabilecektir.

           Tam bağımsızlık yolunda bir ulus ya da devlet harekete geçtiği zaman bu tür bir çıkışın sonuç verebilmesi için gerekli olan alt yapı, toplumsal taban ve harekete omurgalı bir bünye kazandırılması gerekmektedir. Bu tür dayanak noktaları oluşturulduğu zaman iyi bir kadroya dayanan sosyal ya da siyasal örgütler öne çıkarak tam bağımsızlık için öncülük yapabilmektedirler. Yeryüzünde var olan bütün devletler kendilerini güvence altına alacak önemli adımları atarak güvenlik arayışlarını yükseltirken, büyük ve zengin devletlerin daha çok küçük ve orta boy devletler üzerinde daha sıkı ve katı önlemler alarak yönlendirme yapmaya çalıştıkları görülmektedir. Bu tür politikalar ya da siyasal girişimler devletler arası çekişmeleri ve rekabet yarışını doğrudan etkileyerek genel olarak dünya barışını açıkça tehdit etmektedir. Her devlette olduğu gibi herkes tam bağımsızlık düzeni içinde kendisine daha özgür ve güçlü bir ortam yaratmaya çaba gösterirken, büyük ve güçlü devletler dünya haritasının her bölgesinde mutlak hegemonya arayışlarını sürdürerek mücadele ederken, onların saldırılarda bulunduğu küçük ve orta boy devletler kendilerini her türlü saldırılara karşı koruyabilmek üzere harekete geçebilmektedir. Güç sahibi büyük devletler dünya haritasındaki hegemonyalarını geliştirmek için uğraşırlarken, dünyanın küçük ve orta boy devletleri de kendi bağımsızlıklarını korumak ya da her türlü  tehlikeden uzak durabilmek üzere başlatmış oldukları istiklal savaşlarını kazanmak için her gün ve her dakika kendi çıkarları ya da bir parçası oldukları milli toplumun ulusal çıkarlarını ve birikimini kurtarabilmek uğruna antiemperyalist direnişler, devam ederken, yeni bir dünya düzeni ardında koşarak daha geniş bir alanda mutlak egemenlik peşinde koşmaktadır. Bugün yeni geliştirdikleri eskisinden çok farklı emperyalist politikalar ile elektronik devriminin ve sahip oldukları büyük birikimin getirdiği zenginliklerin sağladığı olanaklar yeni emperyalizmi güçlü kılarken, yıllarca okuyarak ve çalışarak ortaya konan dünya toplumlarının entellektüel birikimini bugünkü insanlık toplumlarını daha geniş olanaklarla donatmak gibi yeni gelişmeler, eskisinden çok farklı bir dünya ve makinalaşma çıkmazlarını bugünkü dünya gündeminin ana  maddelerini oluşturmaktadır.

Üç büyük kıta arasında jeopolitik açıdan önemli bir konuma sahip olan bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti tarihin her döneminde önemli bir konuma sahip olmuş ve bu durumu değişen yüzyıllara ve dünya haritalarına göre de korumasını bilmiştir. Dünya tarihi açısından orta doğu ve orta Asya bölgeleri incelemeye alındığı zaman, Asya, Avrupa ve Afrika gibi üç büyük kıtanın kesişme noktasında Orta Asya ile Orta doğu bölgeleri birbiri içine girmektedir. Her üç kıta jeopolitik konumlarıyla öne çıkarken dünya haritasında Türkiye’nin işgal ettiği merkezi alan, küresel dünya yapılanmasında kilit bir durum yaratarak dünya yapılanmasında anahtar bir rol oynamaktadır. Emperyalistlerin bütün dünya kıtalarını ve ülkelerini teslim almaya çalıştığı son beş yüzyıl içinde kendilerinin merkezinde yer aldığı yeni siyasal düzenler kurmuşlardır. İlk ve orta çağlar geçtikten sonra modernizmin öne çıktığı sömürge imparatorlukları ortaya çıkmış, İngiltere ve Fransa gibi sömürge imparatorlukları birkaç yüz yıllık dönemlerde dünya kıtaları üzerinde birbirine paralel sömürge imparatorluklarını yirmi birinci yüzyılın ilk yarısına kadar devam ettirmişlerdir. Emperyalistlerin sürdürdükleri fiili işgal ve kültürel emperyal düzenleri ile dünyaya açılarak modern çağların devlet ve toplum modelleri ortaya çıkartılmıştır. Yaşanan yüzyıllar boyunca bilimsel ve teknolojik devrimler, birbirini izledikleri sürece emperyal imparatorluklar daha da güçlenerek yollarına devam etmişler ve insanlığın toplam birikimini daha gelişmiş bir yaşam düzeni uğruna kullanarak, uygarlık alanındaki çağdaş atılımların öncüsü olmuşlardır. Bir yandan imparatorluklar yükselirken insanlık eskisinden çok daha farklı yönlere doğru çekilerek küresel dünyada çok kültürlü ve aynı zamanda çok devletli siyasal yapılar öne çıkartılmıştır. İmparatorluklar, kralların ya da otoriter yönetimlerin uzantıları olarak bugünlere kadar devam ederek geldiği için, küçük ve orta boy devletler ile büyük ve zengin devletler arasında çekişmeler yaşanmıştır. Böylesine bir çekişme ortamında küçük ve orta boy devletlerin bağımsızlıkları elden gitmiş ve büyüklük ölçüsüne göre İstiklal yani tam bağımsızlık statüsü tehlikeye girmiştir. Tarih boyunca Kurtuluş savaşları ve İstiklal hareketleri böylesine çıkmazlardan kurtulabilmek için örgütlenmiştir.

           Devletler arası konumun ötesinde her devlet kendi yapısı ve çıkarlarının doğrultusunda hareket ederken, yeni kurulmakta olan Türk İstiklal Hareketi Türk kamuoyuna Türkiye Cumhuriyeti de kendi yolunda giderek ve doğru yolunu bularak böylesine bir rekabet düzeni içinde, Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Türk milletinin bazı yenilikleri kendi bünyesinde oluşturarak, aşağıdaki önerileri acilen yerine getirilmesi gerekmektedir.

1-6 ok olarak benimsenen ATATÜRK ilkeleri yeniden uygulamaya getirilmelidir. 

2-Türk parasını koruma kanunu yeniden çıkartılmalıdır.

3-Devletin babalık yapması için kamu hizmetleri devletleştirilmelidir.

4-Yabancılara verilen her tür teşvik ve destek kaldırılmalıdır.

5 -Gümrükler yeniden eskisi gibi devletin denetiminde düzenlenmelidir.

6-Bütün madenler devletleştirilmeli ve kontrol altına alınmalıdır.

7-Bir insan hakkı olan suyun özelleştirilmesi önlenmelidir. Su hayattır.

8-Türk vatandaşı olmak için en az 100 yıl ailece Türkiye’de yaşanmalıdır.

9-Son yıllarda Türkiye’ye zorla getirilen göçmenlerin hepsi geri gönderilmelidir.

10-Emperyalist yabancı misyonerlik okulları kapatılmalıdır.

11-Türkiye kendi güvenliği için NATO dışında alternatifler üretmelidir.

12-Ödemeler dengesinde Türk parasına öncelik verilmelidir.

13-Yeni kurulmakta olan savunma sanayii yatırımları desteklenmelidir.

14-Siber güvenlik merkezleri bir an önce kurulmalıdır.

15Tarımsal üretim devlet desteği ile genişletilmelidir. Yerli tohum üretimi yapılmalıdır.

16-Biyolojik savaşa karşı koyma kurumu acilen kurulmalıdır.

17- Milli bilimsel koordinasyon kurulu oluşturulmalıdır.

18-Milli Güvenlik kurulu yeniden eski sisteme benzer biçimde kurulmalıdır.

19-Kuvvetler Ayrılığı sistemi yeniden getirilmelidir.

20-Küresel sermaye kuruluşlarına karşı ulusal sermaye kuruluşları güçlendirilmelidir.

21-Ulusal hukuk düzeni yeniden öncelikli olarak uygulanmalıdır.

22-Uluslararası hukuk uygulamaları ikinci planda yer almalıdır.

23-Devlet ve toplum yeniden laiklik ilkelerine göre düzene konulmalıdır.

24- Devlet Deprem Kurumu acilen öncelikli olarak kurulmalıdır.

25-Devletin bozulan kadroları Devlet Liyakat Enstitüsünce yeniden düzenlenmelidir. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN