ANKARA KALESİ: Kanunlar önünde eşitlik yoksa; "İnsan Hakları, Adalet ve Hukuk" yok demektir... Prof. Dr. Anıl Çeçen
30 Aralık 2019 Pazartesi
28 Aralık 2019 Cumartesi
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER YENİDEN KURULMALIDIR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER
YENİDEN KURULMALIDIR
Dünyada
her geçen gün; küresel sermayenin yeryüzü imparatorluğu oluşturma
doğrultusundaki zorlamalar, baskılar, saldırılar, tehditler ve işgaller
yüzünden sıcak çatışmalara hızla sürüklenirken, evrensel barış ortamı giderek ortadan
kalkmakta ve insanlık iki büyük dünya savaşı macerasından sonra üçüncü bir
büyük savaş tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın
çok kanlı geçmesi nedeniyle, insanlığı temsil eden büyük devletlerin
öncülüğünde yirminci yüzyılın başlarında Milletler Cemiyeti adı altında bir
uluslararası örgüt kurulmuş ve bu doğrultuda ikinci bir dünya savaşı çıkmasını
engellemek üzere insanlık seferber olmuştur. Ne var ki, bütün çabalara rağmen
Milletler Cemiyeti örgütü zayıf kalmış ve Hitler üzerinden geliştirilen yeni
bir proje ile dünya ikinci dünya savaşına sürüklenmiştir. İki büyük dünya
savaşı Avrupa topraklarında cereyan edince batılılar, üçüncü kez bir dünya savaşı
ile karşılaşmamak üzere, Milletler Cemiyeti deneyinden yararlanarak daha ciddi
ve güçlü bir uluslararası örgüt olarak Birleşmiş Milletleri kurmuşlardır. ABD İkinci
Dünya Savaşı sonrasında dünya jandarmalığına soyunurken, bu konumunu bütün
devletlere kabul ettirebilmek üzere Birleşmiş Milletler örgütlenmesini
kullanmış ve bu uluslararası kuruluş üzerinden dünyayı yönlendirme
politikalarını geliştirmeye başlamıştır. Böylesine bir evrensel örgütün
kurulmasına giden yolda, Hitler Almanya’sı öncülüğünde geliştirilen faşist
cepheye karşı, bir Atlantik inisiyatifi, İkinci Dünya Savaşı’nın tam ortalarında İngiltere
ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bir araya gelerek Atlantik bildirisini ilan
etmeleri ilk adım olmuş daha sonra da Çin ve Rusya’nın öncülüğünde imzalanan
Moskova Bildirisi, dünya uluslarının evrensel bir örgütün çatısı altında bir
araya gelmelerini sağlayan ikinci adımı oluşturmuştur.
İkinci Dünya Savaşı’nın son yılında önce bir
Amerikan kentinde daha sonra da Rusya’nın Kırım yarımadasında bir araya gelen büyük
devletler, aralarında anlaşmaya
vardıktan sonra 26 Haziran 1945 tarihinde Birleşmiş Milletler örgütünü kuran,
uluslararası antlaşmayı imzalayarak, insanlığın ortak bir çatı altında bir araya
gelebilmelerini sağlayan resmi gelişmeyi tamamlamışlardır. Bu örgütün öncüsü
olan dört büyük ülke olarak ABD, İngiltere, Rusya ve Çin aralarına beşinci
büyük ülke olarak Fransa’yı da alarak Birleşmiş Milletler örgütünün üst yönetim
organı olan Güvenlik Konseyinin beş sürekli üyesi olmuşlardır. Birleşmiş
Milletler, resmi adında ulusların birliği olarak adlandırılmasına karşılık, antlaşmanın
giriş bölümünde halkların birliği olarak tanımlanmakta ama gerçek politik
yaşamda bir devletler birliği olarak hareket etmekte ve her devleti de kendi
hükümeti bu örgütün çatısı altında temsil etmektedir. Başlangıçta elli ülkenin
katılması ile kurulan bu uluslar arası örgüt daha sonra bağımsızlığını elde
eden eski sömürgelerin devlet olarak başvurmasıyla ve bazı devletlerin
bölünmesinden sonra ortaya çıkan yeni devletlerin başvurmasıyla günümüzde 220
devletten oluşan bir uluslararası kuruluş konumuna gelmiştir. Avrupa
sömürgelerinin bağımsız devletler haline gelmesi, Sovyetler Birliği’nin
dağılması sonrasında ortaya çıkan yeni devletlerin de Birleşmiş Milletler üyesi
statüsü kazanmalarıyla beraber bu örgüt neredeyse bütün dünyayı kucaklayan ve
her devleti çatısı altında toplayarak bir anlamda dünya devletlerinin bağlı
olduğu bir çeşit üst dünya devleti konumuna gelmiştir. Uluslararası alanda bir
dünya düzenin kurulması, Birleşmiş Milletlere bağlı örgütler aracılığı ile
çeşitli alanlarda düzenlemeler yapılarak ve uluslararası protokoller hazırlanarak
evrensel bir hukuk düzeni yaratılmak istenmiştir. Örgütün genel kurulu, güvenlik
konseyi ve bağlı kuruluşların üst yönetimlerinin aldığı kararlar üzerinden
küresel bir dayanışma ortamı sağlanmaya çalışılmış ve bu doğrultuda uluslar
arası bir inisiyatif geliştirilerek ülkeler ve milletler arasındaki çekişmelere
ve problemlere çözümler bulunmaya çalışılmıştır.
Birleşmiş Milletler çatısı altında çeşitli
uluslararası kuruluşlar oluşturulmuş ve Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde bu
kuruluşların kendi alanlarında etkin çalışmalar yapmaları sağlanmıştır. Uluslararası
çalışma örgütü, Uluslararası eğitim, bilim ve kültür örgütü, Dünya Sağlık
örgütü, Uluslar arası kalkınma birliği, uluslar arası imar ve kalkınma bankası,
Dünya fikri mülkiyet örgütü, Uluslar
arası atom ajansı, Dünya posta birliği, Dünya gıda örgütü, uluslar arası yerleşim
birimi, Çevre sorunları örgütü, Uluslar arası kalkınma programı, Mülteciler
Yüksek Konseyi, Uluslar arası insan
hakları yüksek konseyi, Uluslararası maliye örgütü, Uluslar arası denizcilik
kurumu gibi kuruluşlar, Birleşmiş Milletlere bağlı olarak bu örgütün aldığı
kararlar ve yönlendirmesi doğrultusunda çalışmalarını sürdürerek bir dünya
düzeninin oluşumuna kendi alanlarındaki etkinlikleri ile katkıda bulunmaya
çalışmaktadırlar. Uzmanlık kuruluşları aynı zamanda kendi alanlarının sorumlusu
olarak da Birleşmiş Milletlerin gereksinme duyduğu konularda çalışmalar yaparak
örgütün etkinliğinin artmasına ciddi katkılarda bulunmaktadırlar. Otuzdan fazla
uluslar arası kuruluşu çatısı altında örgütleyen Birleşmiş Milletler bir
anlamda dünya devleti boşluğunu doldurmakta ve yerkürede yaşayan yedi milyar
insan ile 220 devleti ortak bir yönetime doğru götürerek küresel barış
ortamının istikrarlı bir doğrultuda sürdürülmesine sağlamaktadır. Çalışmalar
sırasında bazı yeni alanlarda boşluk görülürse, Birleşmiş Milletler örgütü
genel kurul kararı ile kendisine bağlı olarak çalışacak yeni uluslar arası
kuruluşlar örgütleyebilmektedir.
Bütün üye devletlerin tek bir temsilci ve oy
ile temsil edildiği genel kurul örgütün hem tartışma hem de karar organıdır.
Dünya kamuoyunu ilgilendiren bütün konular ilgili devletler ya da uluslar arası
kuruluşlar aracılığı ile Birleşmiş Milletler çatısı altına getirilerek her yönü
ile tartışılmaktadır. Belirli gündem ile yapılan genel kurul toplantılarında
dünya kamuoyunu yakından ilgilendiren bütün uluslar arası meselelerde tartışmalar
yapılır ve ilgili tarafların görüşleri alındıktan sonra sorunların çözümü
doğrultusunda genel kurul kararları alınır. Normal koşullarda devletler için
alınan kararlar tavsiye niteliğindedir ama kritik ve acil konularda Birleşmiş
Milletler genel kurulu kesin bağlayıcı kararlar alarak, tehlikeli ve zarar verebilecek durumların
önlenebilmesi doğrultusunda hareket edebilir. Genel sekreterliği bağlı olarak
görev yapan çeşitli komisyonlar uzman kişilerden oluşturularak sorunların
incelenmesi ve komisyon raporları ile beraber genel kurula getirilmeleri
sağlanmağa çalışılır. Evrensel barışın korunması ve örgütün üst düzeyde
yönetilmesini sağlayan Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyidir. On beş üyeden
oluşan bu konseyin beş sürekli üyesi, öncü beş büyük devlet olarak belirlenmiş
ve on üyelik de iki yıl için seçilen geçici devlet temsilcilerinden oluşturulmuştur.
Beş kurucu sürekli üyenin veto hakkının bulunması zaman zaman güvenlik
konseyini karar veremez durumlara getirmiştir ama gene de örgütün ağırlığı
sorunların çözüme kavuşturulmasında etkili olarak, uluslar arası ihtilafların örgüt çatısı
altında sonuçlandırılmaları sağlanabilmiştir. Sosyalist blok zamanında
Sovyetler Birliğinin sürekli veto mekanizmasını kullanması nedeniyle güvenlik
konseyinden karar alınamaz gibi durumlar ortaya çıkmıştır. Soğuk savaş
döneminin sona ermesinden sonra, Güvenlik konseyi daha rahat çalışma olanağı
bulmuştur ama gene de büyük devletlerin birbirlerinden ayrılan politikaları
yüzünden konsey karar alamaz durumlara düşmüştür. Güvenlik konseyinden ayrı
olarak vesayet yönetiminin yürütüldüğü ülkeler için bir vesayet konseyi ve dünya
ülkelerinin gereksinmelerinin karşılanabilmesi için de ekonomik ve sosyal
konsey Birleşmiş Milletlerin çalışmalarında önde gelen hizmetler yapan ilgili
birimlerdir. Uyuşmazlıkların ya da çeşitli ihtilafların barışçı çözüme
kavuşturulması genel kurul ya da güvenlik konseyi kararları ile sağlanmaya
çalışılmış, üye devletlerin dikkatli çalışmaları ve hoşgörülü tutumları
sayesinde barışçı sonuçlar elde edilebilmiştir.
Barışa
karşı tehdit ya da normal barış ortamının bozulması gibi durumlarda Birleşmiş
Milletler örgütü otomatikman dereye girerek, Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda
çeşitli önlemleri ya da yaptırımları devreye sokarak yeniden barış ortamına
dönüşü sağlamaya çalışmaktadır. Konsey, uluslar arası hukuka aykırı bir
doğrultuda saldırı ya da tehdit durumlarını belirlerse o zaman devreye girerek taraflara
önce tavsiyelerde bulunur, taraflar bunlara uymazsa o zaman çeşitli yaptırımlar
gene konsey kararı doğrultusunda devreye sokulabilir. Gelişmekte olan ülkelere
her türlü yardımın yapılması, bu
ülkelerdeki devlet ve hükümet yapılanmalarının geliştirilmesi, bütün dünya
ülkelerinin ortak insanlık ortamına kazanılabilmesi için Birleşmiş Milletler örgütü
üzerine düşen görevleri yerine getirmeye çalışmaktadır. Özellikle insan hakları
alanında çeşitli mağduriyetlerin giderilmesi için yetkili uzmanlar aracılığı
ile hukuksal altyapının kurulabilmesi doğrultusunda hukuk yardımları da düzenli
olarak yapılmaktadır. Her türlü sorunun aşılabilmesi ve çeşitli sorunlarda
etkili çözümler üretilebilmesi için Birleşmiş Milletler özel fonu kullanılmakta,
Birleşmiş Milletler kalkınma konferansları aracılığı ile de geri kalmış
ülkelerin hızla dış dünyaya açılabilmeleri ve ileri ülkeler seviyelerine
gelebilmeleri için çeşitli uluslar arası girişimler planlı ve düzenli olarak
yürütülmektedir. Bu gibi çalışmaları ile Birleşmiş Milletler bir anlamda bütün
dünya ülkeleri için ve özellikle geri kalmış devletler açısından bir can idi ya
da kurtarıcı konumundadır. Yirmi birinci yüzyılda yedi milyarlık dünyada birçok
sıcak sorun bulunmasına rağmen, insanlığın yoluna gene de barış ortamında
devam edebilmesi Birleşmiş Milletlerin varlığı sayesinde mümkün olabilmektedir.
Dünyanın birçok yerinde sıcak çatışmaya dönüşen yerel ya da bölgesel sorunların
bir büyük dünya savaşına dönüşmesi Birleşmiş Milletler aracılığı ile önlenerek
üçüncü dünya savaşına giden yolun önü şimdilik kesilebilmektedir. Ne var ki, büyük
devletlerin ve güç merkezlerinin asılmaları ve de zorlamaları yüzünden zaman
zaman Birleşmiş Milletlerin gücü de sınırlı kalabilmekte ve bu uluslar arası
kuruluşun otoritesi güçler arası çekişmelerin çatışmalara dönüşmesini önlemekte
yetersiz kalabilmektedir.
Birleşmiş Milletler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulduktan
sonra yirminci yüzyıl içerisinde yarım yüzyıllık bir çalışma dönemini geride
bırakarak üçüncü bin yıla girerken bir milenyum bildirisi yayınlamıştır. Daha
zengin, barışçı ve adil bir dünya için açıklanan bu bildiride insan onuru, eşitlik
ve haklılık ilkelerine sahip çıkılmış, daha adil bir dünyada sürekli barış ortamında
ve bütün insanlığın refah ortamının getirdiği zenginliklerden
yararlanabilmeleri açıkça bir dilek olarak ifade edilmiştir. Devletlerin eşit
egemenliği, toprak bütünlüğü, sınırlarının dokunulmazlığı, bağımsız statüleri
resmen tanınmış, insan haklarına saygı ile beraber devletlerin iç işlerine
karışılmaması, uluslar arası işbirliği çerçevesinde bütün sorunların adil
çözümlere kavuşturulması kabul edilmiştir. İnsanlığın ortak geleceği için
sürekli çaba göstermek gerektiği vurgulanırken, bütün dünya halklarının daha
iyi bir durumda olabilmeleri için küreselleşmenin önemi üzerinde durulmuştur.
Özgürlük, eşitlik, hoşgörü, dayanışma, doğaya saygı ilkeleri doğrultusunda
bütün insanlığın ortak sorumluluğu bulunduğu ve bunun dünya devletleri
tarafından paylaşılması gerektiği dile getirilmiştir. İnsan kitlelerinin yok
edecek silahlardan kurtulmak, bu doğrultuda yürütülecek silahsızlanma
girişimleri ile uluslar arası barışın güvenlik altına alınması gerektiği
belirtilmiştir. Anlaşmazlıkların barışçı yollardan önlenmesi, silahlı
çatışmalara meydan verilmemesi, silahların denetimiyle beraber silahsızlanmanın
desteklenmesi, uluslararası terörizm, kaçakçılık ve uyuşturucu sorunlarının
çözümü için güçlü bir işbirliğinin sağlanması önerilmiştir. Nükleer silahların
sınırlandırılması, uluslar arası kuruluşların denetimi altına alınması. Birleşmiş
Milletlerin bu konuda öncü girişimlerde bulunması gerektiği açıkça savunulmuştur.
Yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlikle ciddi plan ve programlar doğrultusunda
mücadele edilmesi gerektiği, kalkınma ve daha iyi bir yaşam düzenine sahip
olmanın herkes için bir hak olduğu ifade edilirken, en az gelişmiş ülkeler için Birleşmiş Milletlerin
özel bir konferans örgütlenmesine gideceği ilan edilmiştir. Geri kalmış
ülkelerin borçlarının silinmesi ya da uzun vadeli ödeme programlarına
bağlanması, kalkınma yardımlarından
olabildiğince fazla düzeyde yararlandırılmaları, bazı ülkeler için sahip
oldukları özel koşullar nedeniyle farklı kalkınma programlarından
yararlandırılmaları gerekliliği, herkese ulaşılabilir temiz suyun ve gıdalar
ile ilaçların sağlanması, salgın hastalıklar ile uluslar arası alanda güçlü
programlar doğrultusunda mücadele edilmesi, iletişim ve teknoloji alanında meydana
gelen hızlı değişimlerden halk kitlelerinin olabildiğince yararlandırılmaları, ortak
çevrenin el birliği ile korunması, ormanların ve yeşil alanların doğal
yapılarının korunması, kuraklık ve çölleşme ile mücadele edilmesi, demokrasi ve
insan haklarının her açıdan korunması ve desteklenmesi, her türlü ayırımcılığın
önlenmesi, kadınların, çocukların ve zayıf insanların korunmaları, sivil toplum
kuruluşlarıyla beraber halkların ve göçmenlerin de korunmaları, Afrika kıtasının geri kalmış koşullarının
dikkate alınarak Afrika ülkeleri için özel koruma ve destek programlarının
geliştirilmeleri gerektiği üçüncü bin yılın başında genel kurul kararı ile ilan
edilen milenyum bildirisinde açıkça ifade edilmiştir.
Birleşmiş
Milletlerin, gerektiği gibi çalışabilmesi ve kendisinden beklenen kamu
hizmetlerini yerine getirebilmesi için güçlendirilmesi gerektiği Milenyum
bildirisinin son kısmında dile getirilmiştir. Birleşmiş Milletler genel kurulu
kararı ile bu bildiri dünyaya açıklanırken örgütün amaçları ve fonksiyonlarının
gerçekleşebilmesi doğrultusunda her türlü çabanın gösterileceği ve hiçbir
özveriden çekinilmeyeceği insanlığa bir söz verilme biçiminde açıklanmıştır.
Merkezi organ olarak genel kurulu daha güçlü bir konuma getirmek, güvenlik
konseyinde her açıdan kapsamlı bir reformun yapılması, ekonomik ve sosyal
konseyin ana sözleşmede belirtilen görevlerini yerine getirebilmesi için güçlendirilmesi
ve uluslararası işlerde adaleti ve yasa egemenliğini sağlayabilmek için
uluslararası adalet divanın konumunun güçlendirilmesi, görev ve sorumlulukların
daha etkili bir biçimde yerine getirilebilmesi için Birleşmiş Milletlerin esas
organlarında danışma ve eşgüdüm yöntemlerinin geliştirilmesi ve bütünüyle
Birleşmiş Milletler örgütünün güçlendirilmesi için gerekli olan maddi
kaynakların bütün üye ülkelerin katkıları ile sağlanması zorunluluğu, sekreterlik
makamının bütün örgütün işleyişini sağlayacak düzeyde güçlendirilmesi ve Birleşmiş
Milletlere bağlı olan uzmanlık kuruluşlarıyla beraber diğer uluslararası
kuruluşlar arasında daha düzenli ve etkili bir çalışma düzeninin kurulması
gerektiği, bütün uluslararası kuruluşlar arasında barış ve güvenliğe dayanan
daha istikrarlı bir çalışma ortamının yaratılmasının yararlı olacağı, insanlık
ailesinin gelecekte daha gelişmiş ve insan onuruna yaraşan bir yaşam düzenine sahip
olabilmesi için ve evrensel barış ile işbirliğinin süreklilik kazanabilmesi
açısından Birleşmiş Milletlerin vazgeçilemez bir uluslararası örgüt olduğu ve
bu bildiride geleceğe dönük olarak belirtilen hedefler doğrultusunda örgütün
çalışıp çalışmadığının genel sekreter raporları ve genel kurul kararları ile
belirlenmesi gerektiği, üçüncü binyıl
bildirisinin son kısmında belirtilerek, genel kurul üyelerinin bu bildiride dile
getirilen bütün yenilikler için kesintisiz destek vereceği dünya kamuoyuna
karşı bir söz olarak verilmiştir.
8 Eylül
2000 tarihinde resmen ilan edilen üçüncü bin yıl bildirgesi doğrultusunda
Birleşmiş Milletler örgütü ele alındığında, bu uluslar arası örgütün geleceği
açısından çok ciddi bir reform gereksinmesi bulunduğu bizzat örgütün üyeleri ve
yönetim organları tarafından resmen ilan edilmiştir. Ne var ki aradan on yıldan
fazla bir zaman dilimi geçmesine rağmen Birleşmiş Milletlerde milenyum
bildirisinde belirtilen hedefler doğrultusunda yeniden yapılanmaya dönük olarak
herhangi bir adımın atılamadığı anlaşılmıştır. Bu büyük uluslararası örgütün hem
ana yapısında hem de çalışma düzeninde köklü reformlar gerekirken, üye devletlerin özellikle de güvenlik
konseyinin sürekli üyesi olan öncü beş büyük devletin aralarında anlaşamamaları
yüzünden Birleşmiş Milletler de reform girişimleri bir türlü sonuç vermemiştir.
Her geçen gün artan çalışma temposunun getirdiği gereksinmeler giderek tırmanırken,
bir türlü yeniden yapılanmaya yönelik yeni adımların atılamadığı görülmüştür.
İkiyiz aşkın üye devletin temsilcileri genel kurul salonunda çeşitli dünya
sorunları için bir araya gelebilmelerine rağmen, bu birlikteliklerden ya da
genel kurul toplantılarından Birleşmiş Milletler örgütünü yeniden
yapılandıracak yenilikçi girişimlerin, güvenlik konseyi üyesi büyük devletlerin
bir türlü anlaşamamaları nedeniyle gerçekleşemediği anlaşılmaktadır. Ayrıca
geçen zaman içerisinde bazı ülkelerin güçlenerek öne çıkmaları, diğerlerinin
güç kaybederek gerilemeleri dünya dengelerini değiştirdiği için gelinen yeni
aşamada farklı bir uluslar arası konjonktür Birleşmiş milletleri etkilemekte ve
bu örgütün çalışmalarının yetersiz kalmasına neden olmaktadır. Yıllardır yaşanan
sorunların çözümsüz kalması ve zaman içerisinde bunlara yenilerinin eklenmesiyle
bazen Birleşmiş Milletler gibi büyük bir örgütten istenen çalışmaların ya da
kararların çıkmadığı görülmekte ve bu durumdan da bütün dünya ülkeleri zarar
görmektedir.
Birleşmiş Milletler örgütü soğuk savaş
döneminde canla başla çalışarak üçüncü dünya savaşını engellemekte başarılı
olmuştur. Ne var ki, küreselleşme
dönemine geçilmesiyle beraber Dünya Ticaret Örgütü adı altında yeni bir uluslar
arası kuruluşun ABD öncülüğünde küresel sermaye ve bu yapıya bağlı uluslar
arası tekelci şirketlerin desteği ile devreye girmesi üzerine Birleşmiş
Milletlerin çalışma düzeni bozulmuş ve özellikle ekonomik ve sosyal açıdan
engellenmiştir. GATT adı altında eskiden çalışmalarını sürdüren Dünya Gümrük
Tarifeleri Birliği Uruguay Raund görüşmelerinin sonunda Merakeş Deklarasyonun
ilanı üzerine kurulmuş olan Dünya Ticaret Örgütü ekonomiye ticaret üzerinden el
koyarak Birleşmiş Milletlerin ekonomik ve sosyal fonksiyonuna karşı çıkan ve
bunu sınırlayan bir karşı mekanizmayı devreye sokmuştur. İkinci dünya savaşı
sonrasında ABD merkezli yenidünya düzeni içerisinde Uluslar arası Para Fonu ile
Dünya Bankası Bretton -Woods Antlaşması doğrultusunda ABD’ye bağlı bir çalışma
düzeni içerisinde olmuşlar ve Amerikan devleti bu kendine bağlı uluslar arası
kuruluşlar aracılığı ile ekonomik ilişkiler üzerinden bir dünya hegemonya
düzeni oluşturabilmiştir. Birleşmiş Milletlerin hem öncüsü hem de kurucusu olan
ABD’nin bu uluslar arası kuruluşun dışında ve kendi kontrolü altında böylesine
emperyal bir uygulamaya girmesinden hem bütün dünya ülkeleri hem de evrensel
bir dünya devleti boşluğunu doldurmaya çaba harcayan Birleşmiş Milletler örgütü
çok ciddi boyutlarda zarar görmüştür. ABD Uluslar arası Para Fonu aracılığı ile
dünya ülkelerini borç batağına sürükleyerek ve düşürerek bunların çökmesine ve
iflas etmesine yol açmış ve ondan sonraki aşamada sömürgeciliğe yönelerek yeni
bir tür süper emperyalizmi küreselleşme görünümü altında beş kıtaya yaymaya
çalışmıştır. Dünya Bankası programlarını da İMF reçeteleri ile beraber devreye
sokan ABD, İsrail destekli Siyonist lobiler aracılığı ile bir tür süper
emperyalizmi örgütlerken Birleşmiş Milletleri görmezden gelmiş ve bu büyük uluslararası
kuruluşun kararlarını hiçe sayabilmiştir. Soğuk savaş sonrasında ABD’nin
öncülüğünde ve dayatmasıyla küreselleşme aşamasına geçilirken, küresel sermaye ABD’nin koruması altında bütün
dünyaya egemen olabilmenin yollarını arıyordu. Ticaret ve ekonomi üzerinden Dünya
Ticaret Örgütü yeni dönemde dünyanın merkezi konumuna getirilirken, Birleşmiş
Milletler örgütü by-pas ediliyordu. Uzun yıllar dünyanın ekonomik sorunları
Birleşmiş Milletler çatısı altında ele alınmıştır. Bu örgüt özel olarak kendi
çatısı altında ekonomik ve sosyal konseyi kurarak her türlü ekonomik soruna
sosyal boyutları ile yaklaşım geliştirmeye çalışırken, Dünya Ticaret Örgütü
uluslar arası tekelci şirketlerin oluşturduğu bir finans kapital yapılanması
doğrultusunda öne çıkıyor ve küresel alanda yeni bir örgütlenmeyi kapitalist
enternasyonal olarak yapıyordu. Böylesine bir süreç içinde Amerikan devleti Amerikan
halkının insiyatifinin dışına çıkarak, Federal Rezerv denilen küresel
sermayenin kontrolü altına giriyor ve finans kapitalin çıkar düzenini bütün
dünya ülkelerine askeri, siyasi ve ekonomik gücü ile dayatıyordu. Birleşmiş
Milletler çatısı altında eşitlikçi ve dengeli bir dünya devleti arayan halk
kitleleri ve devletler, Dünya Ticaret Örgütü üzerinden böylesine büyük bir
emperyal kıskaç ve saldırı ile karşı karşıya kalınca ne yapacaklarını
şaşırıyorlardı.
Soğuk savaş sonrasında küresel sermayenin
küreselleşmeyi bir süper emperyalizm olarak bütün dünya ülkelerine dayatması
üzerine, Birleşmiş Milletlerin yeniden güçlendirilerek devreye girmesi, bozulan
dengelerin eskisinden güçlü olarak tekrar tesisi için acil ve zorunlu
görünmektedir. Dünya Ticaret Örgütünü küresel sermaye ve tekelci şirketlerin
kontrolü altına alan para babaları, ne Birleşmiş Milletleri ne de uluslar arası
hukuku takmamakta sadece kendi çıkarları doğrultusunda bir küresel
imparatorluğu bir an önce oluşturabilme doğrultusunda Dünya Bankası ve Uluslar
arası Para Fonunu da Dünya Ticaret Örgütü ile beraber kullanmaktadırlar. Dünya kıtalarının
altındaki yer altı zenginliklerini ele geçirmeyi kafalarına koyan para babaları,
dünya devletleri ile beraber halklarını
devre dışı bırakırken, bunların Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya
gelerek oluşturdukları uluslar arası hukuku tanımayarak, küresel emperyalizmin
gündeme getirdiği emperyal ekonomik kuralları dünya uluslarına karşı
dayatabilmektedirler. Neredeyse, iki bin
yıldır insanlığın sahip olduğu uygarlık birikimi ile beraber, Birleşmiş
Milletler örgütünün yarım yüzyılı aşkın bir süredir yeryüzünde uyguladığı
uluslar arası hukuku hiçe sayan bir emperyal saldırganlık, giderek hukuk tanımayan bir yüzsüzlük olarak insanlığa
saldırmaktadır. Küresel sermayenin ferman dinlemeyen saldırganlığı, Amerikan devletinin öncüsü ve kurucusu olduğu
uluslar arası hukuk düzenini dinlemeyerek hukuk kurallarını açıkça çiğnemeye
doğru yönlendirdiği açıkça görülmektedir. Asgari maliyet ile beraber azami
kazanç peşinde koşan uluslar arası tekelci şirketler, Dünya Ticaret Örgütü çatısı altında bir araya
gelerek tüm insanlığa karşı saldırgan bir emperyalizme geçerlerken, Birleşmiş
Milletlerin üçüncü bin yıl bildirisinde dile getirdiği insancıl hedefleri, insan
onurunu ve daha adil ve eşitlikçi kalkınma sorununu görmezden
gelebilmektedirler. Amerikan devleti ile beraber ordusu da, dolar
milyarderlerinin emrinde bir sömürge düzenine yönelmekte ve bütün dünya
devletleri ile karşı karşıya gelerek evrensel barışı tehdit eden bir olumsuz
durum yaratmaktadır.
Yeni gelinen bu aşamada öncelikle
yapılması gereken iş, Bileşmiş milletlerin daha güçlü bir yapıda yeniden
kurulması olacaktır. Milenyum bildirisinde ifade edildiği gibi daha adil, daha eşitlikçi, güvenli ve barışçı bir dünya
düzenine kavuşabilmek için, yokluğu hissedilen dünya devleti yapılanmasının
yeniden Birleşmiş Milletler örgütü çatısı altında örgütlenmesi gerekliliği her
geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda daha güçlü bir Birleşmiş
Milletler yaratılabilmesi için örgüte üye olan dünya devletlerinin
olabildiğince fazla bir maddi kaynağı bu örgüte aktarabilmesi gerekmektedir.
Para babalarının aşırı zenginliğini tırmandırarak her ülkeden dolar
milyarderleri çıkartan Dünya Ticaret Örgütünün yerine, uluslar arası ekonomi ve
kalkınma işlerinin yeniden Birleşmiş Milletler ekonomik ve sosyal konseyinin
yönetimine bırakılması, daha adil ve eşitlikçi bir kalkınma ve refah düzenine
bütün dünya ülkelerinin sahip olabilmesi açısından zorunlu görünmektedir.
Özgürlükçülük görünümü altında palazlanan ve pazarlanan ekonomik serbesiyetçilik
tam anlamıyla sömürgeci bir düzenin kurulmasına yol açmıştır. Dünya Bankası ve
Uluslar arası Para Fonu programları da bu doğrultuda ABD zorlamalarıyla
uygulamaya aktarılınca küresel şirketler devleşmiş, dünya ülkeleri ise iflas ederek dağılma ve
parçalanma sürecine sürüklenmişlerdir. Böylesine sömürgeci ve istismarcı bir çıkmazdan
dünya ülkelerini ancak Birleşmiş Milletler gibi bir uluslar arası kuruluş
kurtarabilir. Birleşmiş Milletler genel kurulu bu aşamada kesin bir karar
alarak Dünya Ticaret Örgütü ile beraber Dünya Bankası’nı ve Uluslar arası Para
Fonunu kendisine bağlamalı ve böylece Amerikan devleti üzerinden küresel
sermayenin bu uluslar arası kuruluşları dünya ülkelerini sömürmek üzere
kullanmalarına bir son vermelidir. Diğer uluslar arası kuruluşlar gibi
Birleşmiş milletlere bağlanacak bu kuruluşları artık Amerika’da yuvalanmış olan
para babaları ya da finans kapitalin patronları değil ama dünya ülkelerinin ve
uluslarının temsilcilerinin eşit koşullarda yer aldığı Birleşmiş Milletler
genel kurulu yönlendirecektir. BM çatısı altında kabul edilen ve uluslar arası
alanda bütün devletler tarafından resmen benimsenen protokoller doğrultusunda
çalışacak bu üç ekonomik kuruluş, artık
dünya sömürgeciliğinin ana örgütleri olmaktan çıkarak BM amaç ve hedefleri
doğrultusunda dünya halklarının eşit kalkınmalarını sağlayacak kuruluşlar
olacaklardır. Son zamanlarda küresel sermayenin jandarması konumuna getirilen
NATO örgütü bir güvenlik kuruluşu olmaktan çıkarak, küresel sermayenin bekçiliğine soyunmuştur.
Tekelci şirketlerin yer altı kaynaklarına göz koyduğu ülkelere saldırı için kullanılan
bu askeri örgüt bir güvenlik kuruluşu olmaktan çıkarak, tekelci şirketlerin çıkarları doğrultusunda
dünya ülkelerine saldıran bir lejyoner birliğine dönüşmüştür. Bu durumun da
acilen önlenebilmesi için NATO örgütünün Birleşmiş Milletlere bağlanması ve acilen
bir Dünya Ordusuna dönüştürülmesi gerekmektedir. Ancak bu yoldan bu büyük
güvenlik örgütünün emperyalist sömürü doğrultusunda işgal ordusuna dönüşmesi önlenebilecek
ve Birleşmiş Milletlerin dünya barışı hedefleri doğrultusunda görev yapacak bir
acil müdahale birliği misyonu ile dünya ordusu olarak evrensel barışın
sağlanmasını gerçekleştirecektir. NATO’nun ABD üzerinden küresel sermaye ve
Siyonist lobilerin çıkarları doğrultusunda kullanılmasının önlenebilmesi ancak
Birleşmiş Milletler çatısı altında alınacak kararlar ve uygulamalar sayesinde mümkün
olabilecektir.
Birleşmiş Milletlerin, milenyum bildirisinde
belirtildiği gibi güçlenebilmesi için genel kurulunun, güvenlik konseyinin ve
genel sekreterliğin yeniden düzenlenmesi zorunlu görünmektedir. Genel
sekreterlik icranın başı olarak daha güçlü yetkiler ile donatılmalıdır. Genel
kurul başkanlığı ise daha güçlü bir temsil ve denetim organı konumuna sahip
kılınmalıdır. Genel kurula katılım zorunla hale getirilmeli, kurul karalarının bağlayıcılığı ise
artırılarak yaptırıma bağlanmalıdır. Örgütün öncüsü olan ABD ile BM kararı ile
kurulmuş olan İsrail gibi ülkelerin sürekli olarak Birleşmiş Milletler
kararlarına uymaması dikkate alınarak, kararlara uymayan ülkelere karşı daha büyük ve
etkili yaptırımların devreye sokulması gerekmektedir. Kararlara üç kez uymayan
üye devletlerin örgütten ihraç edilmesi ve yalnız bırakılması ya da ambargo
gibi olumsuz uygulamalar ile karşı karşıya bırakılması genel kurul kararlarının
hem ağırlığını hem de bağlayıcılığını artıracaktır. Ayrıca, güvenlik konseyinin
de yeniden düzenlenmesi değişen koşullar dikkate alındığında zorunlu
görünmektedir. İkinci dünya savaşı sonrası durumun getirdiği konjonktür
doğrultusunda belirlenen güvenlik konseyinin yapısının hemen değiştirilerek, çok kutuplu dünyanın yeni kutup merkezlerinin
de bu üst organda daimi üyelik statüsünde temsil edilmeleri sağlanmalıdır.
İkinci dünya savaşının iki karşı ülkesi olan Almanya ve Japonya dünyanın en
büyük ekonomik güçleri olarak daimi üye olma hakkına sahip görünmektedirler.
Ayrıca, Hindistan, Brezilya, Avustralya, Nijerya, Güney Afrika, Mısır, Türkiye,
İran gibi ülkelere sürekli üyelik hakkı verilerek, güvenlik konseyindeki daimi
üye sayısı on beşe çıkarılmalı, geçici üye sayısı da on beşe çıkarılarak bu üst
organ da yeni bir denge oluşturulmalıdır. ABD’nin G-20 ülkeleri arasına alarak Rusya
ve Çin iki büyük dev ülkeyi çokluluk çerisinde kontrol etme girişimi de bu on
ülkenin güvenlik konseyinde daimi üye olarak yer almaları gerektiğini ortaya
koymaktadır. G-20 ülkeleri gruplamasıyla yeni kutup başı ülkeleri kontrol
edemeyen ABD, bu gibi geçici uygulamaları bir yana bırakarak, güvenlik konseyinde
on daimi üyeliği G-20 arasına aldığı büyük ülkelere verebilirse, o zaman çokluluk içerisinde denge ve kontrolü
Birleşmiş Milletler çatısı altında yapabilecek ve böylece güvenlik konseyinin
yeni yapılanmasıyla daha etkili bir güvenlik üretimi söz konusu olabilecektir.
Güvenlik konseyi ile beraber genel kurulu da güçlenecek bir Birleşmiş Milletler,
gerçek anlamda uluslar arası hukuka uygun bir küreselleşmenin merkezi
olabilecek ve bu uluslar arası örgüt zaman içerisinde gerçek bir Dünya
Devletine dönüşme şansına sahip olabilecektir. O zaman da Dünya Ticaret Örgütü
üzerinden emperyalist ve sömürücü bir yanlış küreselleşme süreci sona erecek, yerine
daha adil ve eşitlikçi bir dayanışmacı küreselleşme bütün dünya devletlerinin
ve uluslarının bir araya gelmeleriyle mümkün olabilecektir. Merkezi coğrafyada
batılı gizli servislerin başlattığı, terör ve karışıklıkların bir üçüncü dünya
savaşına dönüşmesi tehlikesi ancak böylesine güçlü bir Birleşmiş Milletler
örgütünün duruma müdahale etmesiyle mümkün olabilecektir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
9 Aralık 2019 Pazartesi
NATO BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ORDUSU’NA DÖNÜŞMELİDİR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
NATO BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ORDUSU’NA
DÖNÜŞMELİDİR
Soğuk savaş döneminin güvenlik örgütü olan NATO,
Türkiye’deki sivil örgütlenmesi açısından tartışılırken, Romanya’nın başkenti
Bükreş’te son zirve toplantısı yapıldı. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi,
her siyasal dönemin örgütlenmesi ya da devlet modelleri zaman içerisinde
eskimekte ve içine girilen yeni dönemlerde bu gibi yapılanmaların varlığı ya da
devam edip etmemesi tartışma konusu olmaktadır. 21. yüzyılın başında artık NATO
için de benzeri bir değerlendirme dönemi söz konusudur. İkinci Dünya Savaşı’nın
hemen sonrasında, dünyanın yeni süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin
öncülüğünde kurulmuş olan Batı Bloku’nun savunma sistemi olarak NATO, yarım
yüzyılı geride bırakan bir tarihe sahip olan bir uluslararası kuruluş olarak,
bugünün dünyasında ne gibi bir yere sahip olacağını bilememekte, kurucu patron
olan ABD’nin güdümünde bazı kesimlerin özel çıkarları doğrultusunda
yönlendirilerek yeni bir tür emperyalizmin koruyucu ya da bekçisi konumundaki
güvenlik örgütü durumuna doğru sürüklenmektedir.
Asıl hedefi, komünizm tehdidine karşı Batı İttifakı
içinde yer alan Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerini bir araya getirmek olan
NATO, dünya tarihine İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri arasında
imzalanan Kuzey Atlantik inisiyatifi doğrultusunda girmiş ve kimlik kazanmış
bir uluslararası güvenlik örgütlenmesidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında,
Rusya’nın önderliğinde bütün Kuzey Yarımküre’yi ve Doğu Asya ülkelerini
kapsayan Sovyetler Birliği’nin dünyaya sosyalist sistemi yaymasını önlemek
üzere kapitalist sisteme sahip olan Batılı ülkeler “hür dünya” görünümü altında
NATO örgütlenmesi içinde yer almışlar ve uluslararası geliştirilen savunma
projeleri ile süreç içerisinde İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler
Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan illerini talep etmesi üzerine, Türk
devleti de Batı savunma sistemi içerisinde yer almaya karar vermiş, bu
doğrultuda komünist yayılmacılığa karşı Kore Savaşı’nda hür dünyanın askerî güçleri
içinde Türk askeri de savaşarak, Türkiye NATO ittifakı içinde yer almaya giden
yolda önemli bir adım atılmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında,
Türkiye’de demokrasiye geçilmesiyle beraber ABD Ortadoğu’ya gelmiş, İsrail’in
kurulmasıyla da NATO savunma örgütü Türkiye’de yerleşerek, dünyanın merkezî
bölgesinde, Sovyet Bloku’nun hegemonya kurmasını önlemiştir. Türkiye’nin
merkezî coğrafyadaki jeopolitik konumu, başta ABD olmak üzere bütün Batılı
ülkeler açısından önem taşıdığından, NATO Türkiye’ye tam olarak girmiş, askerî
yapılanmanın yanı sıra, sivil kadrolarla da NATO’nun Türk siyasetinde yer
aldığı görülmüştür. Bir Batı savunma ittifakı olan NATO Türkiye’ye yerleşirken,
dünyanın merkezî alanında Batı hegemonyasını sürekli kılmak ve Sovyetler Birliği’nin
sıcak denizlere ulaşmasını önleyerek, Batılı kapitalist sistemi bütün dünyaya
yaymayı hedefliyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında NATO üzerinde ABD ve
Batı İttifakı’nın bu politikasının sancılarını Türkiye fazlasıyla çekmiş ve bu
yüzden zaman zaman iç karışıklıklar yaşayarak askerî dönemlere sürüklenmiştir.
Batı ve ABD hegemonyası doğrultusunda NATO kaynaklı askerî müdahaleler
Türkiye’nin siyaset sahnesinde Demoklesin Kılıcı gibi baskı unsuru olmuştur.
NATO gibi güçlü bir siyasal ve askerî örgütlenme
sayesinde ABD’nin öncülüğündeki Batı İttifakı soğuk savaşı kazanmış, izlenen
politikalar sayesinde bir tek kurşun atılmadan sosyalist sistem tasfiye
edilmiştir. Böylesine önemli bir değişim süreci içerisinde, dünyanın
merkezindeki ülke olarak Türkiye önemli olaylar ile karşılaşmış, Türk
devletinin bu dönüşüm süreci içerisinde kendi inisiyatifini kullanarak ulusal
çıkarları doğrultusunda hareket etmesine ne yazıktır ki ABD, NATO yapılanmasını
kullanarak, izin vermemiştir. Soğuk savaş dönemi sona ererken ve bütün dünya
küreselleşme dönemine doğru sürüklenirken, bütün dünya devletleri değişimi
kavrayarak buna uyum sağlamaya çalışırken, ABD ve Batı dünyası NATO üzerinden
Türkiye’yi eski soğuk savaş koşullanmaları doğrultusunda ellerinde tutmaya
gayret etmişler ve bu doğrultuda NATO’nun Türkiye’deki sivil kadrolarını
kullanarak, Türk siyasetini yönlendirmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin dağılması
sırasında başta Almanya ve İtalya olmak üzere bütün NATO üyesi Avrupa ülkeleri
bu askerî örgütün gizli sivil yapılanmalarını tartışma alanına getirerek
tasfiye etmişler, ama böylesine bir adımın atılmasına ABD kendisine bağlı
kadrolarla Türkiye’de izin vermemiştir. Avrupa ülkelerinde yirmi yıl önce
yapılan bu tür tartışmalar ve yenilenme girişimlerinin Türkiye’de NATO aracılığı
ile engellenerek, tam da ABD’nin İran üzerinden bütün Avrasya kıtasına yönelik
bir askerî harekâta kalkışması aşamasında gündeme getirilmesi son derece ilginç
bir durumu yansıtmakta ve böylece Türkiye’nin Avrupa dışında ele alındığını bir
kez daha kanıtlamaktadır. Avrupa Birliği’ne tam üye yapılmayan Türkiye sırf
güvenlik nedeniyle NATO’ya üye yapılmış ve şimdi de ABD ile beraber Batı
İttifakı’nın çıkarları doğrultusunda bir cephe ülkesine dönüştürülmek
istenmektedir. Batılı ülkeler kendi güvenlikleri için Türkiye’yi kullanmalarına
rağmen, ortak ittifak içinde yer aldıkları Türkiye’nin cephe ülkesi konumuna
sürüklenmesine seyirci kalmışlar ve kesinlikle Türkiye Cumhuriyeti’nin
güvenliği için kendilerini yükümlülük altına sokmamışlardır. Böylesine çifte
standartlı bir durum da NATO örgütünün konumunu küreselleşme sürecinde Türk
kamuoyunda tartışılır bir duruma getirmiştir. Bir güvenlik örgütü olan NATO,
küreselleşme döneminde artık Türkiye için güvensizlik üreten bir konuma
gelmiştir. Değişen koşullarda yeni bir değerlendirme yapılmaması, bu durumun
nedeni olmuştur.
1949 yılında Washington Antlaşması ile devreye giren
NATO örgütü, Türkiye ve Yunanistan’ın katılmalarıyla, bir Batı İttifakı
kuruluşu olarak soğuk savaş döneminde yoluna devam etti. Ne var ki, Sovyetler
Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsız kalan bazı Doğu Avrupa ülkeleriyle,
Varşova Paktı’na üye olan sosyalist devletler de kendi içlerinde bir dönüşümü
gerçekleştirdikten sonra NATO’ya üye olmaya başladırlar. Sovyetler Birliği bir
Rusya merkezli bölgesel ittifak olarak dağılırken, Fransa ve Almanya’nın
öncülüğünde oluşturulan Avrupa Topluluğu da daha sonra bir kıtasal birliğe
yönelmiş ve bu aşamadan sonra Avrupa Birliği doğuya doğru genişlerken, eski
sosyalist Doğu Bloku ülkelerini Birliğe üye yapmaya başlamıştır. Almanya-Fransa
işbirliğine dayanan bu kıtasal örgütlenmenin ABD hegemonyasını tehdit ettiğini
gören Amerikan devleti de, bu kez Avrupa Birliği’nden önce davranarak, Çek
Cumhuriyeti’nin başkenti olan Prag’da yapılan NATO zirvesi ile Doğu Avrupa
ülkelerini öncelikle NATO ittifakı içine aldırmıştır. Böylece Avrupa ve Amerika
arasındaki hegemonya çekişmesi, NATO ile beraber Avrupa Birliği’nin doğuya
doğru genişlemesi sürecinde tırmanma göstermiş, bu yarış küreselleşme
aşamasında Batı İttifakı’nın kendi içinde yeni çekişmelere neden olmuş ve
Türkiye bu aşamada Avrupa ile Amerika arasında sıkışıp kalmıştır.
Yeni dönemde Rusya’nın D-8 ülkeleri arasına yer
almasını sağlayan ABD, Rusya ile ilişkilerini geliştirirken, kendisine karşı
direnen Avrupalı büyük ülkelere karşı yeni bir denge kurarak NATO üzerinden
doğuya doğru açılma siyasetini sürdürmüştür. Rusya kapitalist sistem ile
dünyaya açılırken, Doğu Avrupa ülkelerinin NATO içerisinde yer almalarına ses
çıkarmamış hızla, kapitalist sistem içerisinde Batılı ülkelerle rekabet
edebilecek güçlü bir konuma gelebilmeye öncelik vermiştir. Rusya’nın bu
durumundan yararlanan ABD, Avrupa Birliği’nin doğuya doğru ilerlemesinin önünü
kesebilmek uğruna, Doğu Avrupa ülkeleri içinde NATO üzerinden örgütlenmiş ve
Avrupa Birliği’nin yeni dönemde kendisine karşı bir inisiyatifi bu bölgede
geliştirmesinin önünü kesmiştir. Böylesine bir politikada, Avrupa Birliği’ne
tam üye olamayan Türkiye’nin sıkışık durumundan da ABD fazlasıyla
yararlanmıştır. Sovyetler Birliği’nin yerine kendisine rakip bir karşı kutbu
Avrupa Birliği’nin oluşturmasına izin vermek istemeyen ABD’nin, NATO örgütü
aracılığı ile kendisine bağlı bazı gizli örgütlenmelerle, dünya dengelerinde
kendi çıkarları doğrultusundaki politikaları İttifak’a üye olan ülkeler
üzerinde baskı unsuru olarak kullandığı görülmüştür. ABD’nin bu gizli
politikalarından en fazla zarar görün ülkelerden birisi Türkiye olmuş, NATO
örgütü aracılığı ile yürütülen baskı politikaları sonunda ABD’nin çıkarları ve
istekleri doğrultusunda üye ülkelerin yönlendirilmeleri gerçekleşmiştir. Askerî
örgütlenmenin yanı sıra geliştirilen sivil ve gizli yapılanmalar ABD
emperyalizminin NATO’yu istediği gibi kullanmasını sağlamıştır.
Küreselleşme döneminde, soğuk savaş döneminin savunma
örgütü olan NATO’nun bu kez bir savunma örgütü olmaktan çıkarak hegemonya
kuruluşuna dönüştüğü görülmektedir. ABD’li yetkililer her ne kadar bu durumu
gözlerden kaçırmak isteseler de, Avrupa ülkelerinde başlayan NATO
tartışmalarının ABD ile Avrupa Birliği arasında yeni gerginlik unsurlarını
oluşturduğu görülmüştür. Türkiye’de NATO üzerinden istediği gibi at koşturan
ABD’nin böylesine bir hareket serbestliğine Avrupa ülkeleri içinde sahip
olmaması, NATO içindeki tartışmaları artırmış, İttifak’a yeni üye olan Doğu Avrupa
ülkelerinin konumu üzerinde ABD ve Avrupa Birliği arasında çok ciddî
gerginlikler yaşanmıştır. Böylesine bir aşamada, Avrupa Birliği’ne tam üye
yapılmayan Türkiye’nin konumundan ABD fazlasıyla yararlanmış ve Türkiye’nin
içindeki varlığını Avrupa Birliği’ne karşı her fırsatta kullanmıştır. Doğuya
doğru yayılma ve genişleme politikası doğrultusunda Avrupa Birliği ve Amerika
Birleşik Devletleri yeni bir rekabet yarışına kalkarken, NATO örgütlenmesi,
ABD’nin üstünlüğü olmuştur. ABD NATO’ya giren her ülkeye girerek, NATO
örgütlenmesi görünümünde kendisi için gerekli olan her türlü yerleşmeyi
tamamlamış ve bu ülkeleri birer Amerikan uydusu ya da denizaşırı eyaleti
konumuna getirmiştir. Avrupa’nın eski emperyalist ülkelerine karşı sürdürülen
bu ABD hegemonyası NATO içinde yeni tartışmalara neden olurken, yarım yüzyıllık
bir ortaklıktan sonra Avrupa ülkeleri NATO’dan çıkarak bir Avrupa savunma
kuruluşu oluşturma planını devreye sokmuşlardır. Ortaçağ sonrasında dünyayı beş
yüz yıl yöneten Avrupalı emperyalist ülkeler bir türlü ABD emperyalizminin
uzantısı ya da bekçisi konumunu NATO içinde kabul edememişlerdir. Avrupa
Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, NATO’nun bir ABD örgütlenmesine dönüşmesi
üzerine gündeme getirilmiştir. Önümüzdeki dönemde eğer NATO ABD hegemonyasının
bütün dünyaya yayılmasının örgütlenmesine dönüşürse, Avrupalıların kendi
savunma örgütlerini kurmak üzere NATO’dan ayrılma yoluna gidecekleri
anlaşılmaktadır. ABD bu görüş ayrılığını gizlemek üzere ne kadar çaba sarf
ederse etsin, Avrupa’nın önde gelen eski emperyalist ülkeleri bir ABD
emperyalizminin parçası olmayı reddederek, NATO’ya karış yeni bir güvenlik
örgütünü Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası çerçevesinde orta çıkarmaya
hazırlanmaktadırlar. Küreselleşmenin bir ABD merkezli hegemonya düzenine
dönüşmesini Avrupa Birliği’nin öncüsü olan ülkelerin kesinlikle kabul
etmedikleri anlaşılmaktadır. NATO içindeki bu gerginliği ABD, yeni üye olan
Doğu Avrupa’nın küçük ülkelerini yanına çekerek aşmak istemektedir. Ne var ki,
dünyayı beş yüz yıl emperyalist bir düzen içerisinde yönetmiş olan Avrupa’nın
büyük ülkelerinin böylesine bir ABD hegemonyasına alet olmayacakları şimdiden
belli olmuştur. ABD bu durumu aşabilmek için birçok girişimi gündeme
getirmesine rağmen istediği sonucu alamadığı için, Batı İttifakı içindeki
anlaşmazlık bugün de devam etmektedir.
Irak Savaşı sırasında ABD Başkanı Bush, “eski Avrupa’yı
tanımadığını ve kıtanın doğu ülkelerinden meydana gelen genç Avrupa’yı hedef
aldığını” söyleyerek aslında, Avrupa’nın batısında kendisine karşı ortaya çıkan
direnmeyi aşabilmek üzere NATO’nun genç üyesi olan Doğu Avrupa’nın küçük
ülkeleriyle beraber hareket etmeyi sürdüreceğini açıkça ifâde etmiştir. Bu
doğrultuda NATO’ya üye olan Balkan ülkelerinde ABD, NATO ittifakının ötesine
giderek, kendisi için özel askerî yapılanmalar yönelmiş ve gelecekte muhtemel
bir yeni Balkan Savaşı ya da Avrasya harekâtını düşünerek, bir daha çıkmamak
üzere bu ülkelere girmiştir. ABD’nin bu ikili tutumu Avrupa ülkelerinde ciddî
tepkiler yaratmış ama bu ABD emperyalizminin yayılmasını dizginleyememiştir.
ABD, Avrupa ile ihtilaflarını dünya kamuoyundan gizlemeye çalışırken Rusya ile
geliştirdiği ilişkilerini öne çıkarmak istemiş ve bu durumdan yararlanarak
Avrupa ülkelerinin direnişini kırmak için uğraşmıştır. Türkiye’nin Avrupa’nın
dışında kalan konumundan fazlasıyla yararlanan ABD, D-8 örgütlenmesi içinde
Rusya ile başlattığı ilişkileri daha da geliştirerek Rusya yakınlaşmasını
Avrupa Birliği üzerinde bir yeni baskı unsuru olarak kullanabilmenin arayışı
içinde olmuştur. Bir süre için bunu başaran ABD, daha sonra Rusya ile belirli
konularda karşı karşıya gelince gene Avrupa’nın eleştirilerine karşı yalnız
kalmıştır.
Avrupa Birliği üzerinde, Rusya’yı bir baskı unsuru
olarak kullanmak isteyen ABD, Rusya Federasyonu’nun NATO içinde gözlemci
statüsü ile yer almasının önünü açmış ve NATO ile Rusya arasında bir Barış İçin
Ortaklık sözleşmesinin imzalanmasını gerçekleştirmiştir. Eski Varşova Paktı
üyesi ülkeleri de bir bütün olarak kapsayan Barış İçin Ortaklık, ABD’nin NATO
üzerinden doğuya doğru yayılması sırasında Rusya’nın engel olmamasını sağlamak
üzere düşünülmüş bir çözüm olmuştur. Ne var ki, zaman içerisinde ABD’nin gerçek
emperyalist emellerinin açığa çıkması üzerine, bu barışçı girişim de devre dışı
kalmıştır. NATO, yeni üyelerle doğuya doğru ABD emperyalizminin yayılışı
doğrultusunda geliştikçe, Amerikalılar için barış ortaklığı anlamını
yitirmiştir. Rusya’da bunun üzerine, Avrupa ülkelerinde yapılan güvenlik
zirvelerinde Amerika’ya karış meydan okumaya başlamıştır. Özellikle Almanya,
yeni dönemde ABD yayılmacılığına karşı Rusya ile yakınlaşmaya başlamış, ABD’nin
emperyalist baskılarına karşı eskiden olduğu gibi bir Prusya-Rusya
dayanışmasına giderek gelecekte kuzeyde yeni bir birlik oluşturacak düzeyde
gündeme gelmeye başlamıştır. Rusya ile Almanya’nın dünya güvenliği için bir
denge oluşturmak üzere yakınlaşmaya başlaması üzerine ABD ve İsrail, Sarkozy
gibi kendilerine yakın bir politikacının Fransa’nın başına gelmesini
sağlayarak, Avrupa Birliği’ni ortadan ikiye bölmüşlerdir. Avrupa Birliği’ni
fiilen ortadan kalktığı yeni aşamada, dünya yeniden Birinci Dünya Savaşı öncesi
dönemin koşullarına geri dönmüştür. Bu yeni dönemde NATO’nun konumu daha fazla
tartışma konusu olmaktadır.
Yirmi yıllık bir küreselleşme denemesinden sonra, dünya
soğuk savaştan sıcak savaşa doğru gitmektedir. Özellikle Amerika’nın, Irak ve
Afganistan’da sıcak çatışmalara girmesi ve bunu Ortadoğu’da İsrail ile,
Avrasya’da da küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda zorlaması, bütün
Avrupa ülkeleri ile beraber doğunun ve Asya’nın önde gelen devletlerini de
rahatsız etmektedir. Yeni dönemde ABD, İran’a yönelik bir savaşı bölgeye
zorlaması nedeniyle başta Türkiye olmak üzere bütün Avrasya ülkeleri cephe
ülkesi olmaya doğru sürüklenmektedirler. ABD böylesine hegemonya savaşı
planlarında NATO’yu kullanabilmek üzere yeni bir strateji geliştirmiş ve
“terörle mücadele” kavramını öne çıkararak kendisine karşı çıkan diğer Batılı
ülkeleri ortak düşmana karşı kendi inisiyatifi altında birleştirebilmenin
yollarını aramıştır. Özellikle Taliban ve El-Kaide gibi terör örgütleri
böylesine bir ortak hedef yaratarak, ABD’nin terörle mücadele politikasının öne
çıkmasını kolaylaştırmışlardır. ABD terörü kullanarak Batı İttifakı’nı yanında
tutabilmenin çabası içinde olmuş ve bu doğrultuda NATO toplantıları
düzenleyerek dışa karşı ortaklığın devam ettiği izlenimi vermeye çalışmıştır.
11 Eylül olayları bu doğrultuda kullanılarak dünya medyası aracılığı ile
ABD’nin hegemonya politikasına elverişli bir ortam yaratılmak istenmiştir.
Yeni dönemde, Varşova Paktı’ndan vazgeçen Rusya,
ABD’nin saldırgan emperyalist tutumundan fazlasıyla rahatsız olmuş ve yeni
dönemde dünya dengelerinin oluşturulabilmesi amacıyla bu kez, Çin ile bir araya
gelerek Şanghay İşbirliği Örgütü’nü kurmuştur. ABD’nin Irak ve Afganistan
saldırıları üzerine Şanghay İşbirliği Örgütü yavaş yavaş bir askerî yapılanmaya
dönüşmüş ve kuruluşun son Kırgızistan zirvesinde büyük bir askerî tatbikat
yapılmıştır. Irak ile dünyanın merkezine, Afganistan ile de Avrasya kıtasına saldıran
ABD’nin bu tutumunu Avrupa ülkeleri benimsememiş ve NATO içerisinde ABD’ye
sürekli olarak karşı çıkmışlardır. Batı’nın patronu olarak bir dünya egemenliği
peşinde koşan ABD’ye Avrupalı ülkeler itiraz ederken, Avrupa Birliği’nin bir
karşı denge yaratması mümkün olamamıştır. Bunun üzerine Rusya, Çin ile
yakınlaşarak ve Orta Asya’daki yeni bağımsız olmuş Türk Cumhuriyetleri’ni de
içine alarak Şanghay İşbirliği Örgütü ile ABD’ye karşı bir Doğu Savunma Paktı
yaratabilmenin arayışı içinde olmuştur. Çin ve Rusya gibi çok büyük bir askerî
güç olan Hindistan da İran ile beraber ABD saldırganlığına karşı, Asya’nın ve
doğunun korunması sürecinde Şanghay İşbirliği Örgütü ile yakın işbirliği içine
girmişlerdir. ABD’nin Irak ve Afganistan’daki saldırganlığını Suriye ve İran
gibi yeni ülkeler üzerinde sürdürmesini istemeyen Asya ve doğu ülkeleri,
giderek Şanghay İşbirliği Örgütü etrafında yeni bir korunma mekanizması çatısı
altında toplanmaya başlamışlardır. Çin ile Rusya’nın başını çektiği böylesine
bir bütün güvenlik yapılanması, ABD saldırganlığı önünde çok büyük bir set
yaratmış ve yavaş yavaş bütün dünya ülkeleri tarafından desteklenmeye
başlamıştır.
Amerikan devletinin Evangelizm’in kıyamet senaryosuna,
Siyonizm’in dünya hegemonyasına ve Yeni Muhafazakarların 11 Eylül benzeri
çılgınlıklarına kilitlendiği bu aşamada, küreselleşmenin patronu konumundaki
ABD petrol, silâh ve otomotiv tekelleri Amerika’yı Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru
zorlamaktadır. Soğuk savaş döneminde Vietnam savaşını kaybeden ABD’de bunun
intikamını İran üzerinden bütün Asya’da almak isteyen yeni bir çılgın dalganın
öne geçtiği görülmektedir. Daha Irak bataklığından çıkamayan ABD Siyonizm’in
merkez bölge egemenliği uğruna üç trilyon dolarlık bir ekonomik yıkıma mâruz
kalmıştır. Bu yüzden Afganistan’da yeterince Çin’e karşı güç sağlayamayan ABD,
hegemonya çılgınlıklarına NATO üzerinden bütün Batı ülkelerini de dâhil etmek
istemekte ve Batı’nın temsilcisi olarak dünyanın doğusunu saldırırken, bir
Doğu-Batı savaşında bütün Batılı ülkeleri NATO disiplini içerisinde kendi
yanında tutmak için baskı yapmaktadır. Son Bükreş Zirvesi’nde Bush açıkça bütün
NATO üyelerini yeni bir 11 Eylül olayı ile tehdit ederek, Batılı ülkeleri de bu
belaya sokmak istemiştir. Başta Almanya olmak üzere, Fransa, İtalya ve İspanya
gibi büyük ülkeler bu ABD çılgınlığına karşı çıkmışlardır. NATO’nun İstanbul
Zirvesi’nde görülen durumun bir benzeri Bükreş’te ortaya çıkmıştır. Türkiye ABD
baskısı ile bu zirvede pasif kalırken, Avrupa’nın büyük ülkeleri bir Üçüncü
Dünya Savaşı çılgınlığına karşı çıkmışlar ve NATO’nun Ortadoğu’ya taşınarak
Üçüncü Dünya Savaşı’nda ABD’yi kullanan güçlerin savaş oyuncağı olmasına izin
vermemişlerdir.
Amerikan devlet kendisini Üçüncü Dünya Savaşı’na
sürükleyen altı lobinin baskısı altında yalnız kalmaktan kurtulabilmek üzere,
işi NATO’ya havale ederek yükü paylaşmak istemektedir. Evangelistler ile
Siyonistlerin, Yeni Muhafazakârlarla beraber Amerikan devletini ele
geçirmeleri, petrol, silâh ve otomotiv şirketlerinin de savaşı körükleyen bir
ekonomik politika içinde olmaları, Amerikan devletini Üçüncü Dünya Savaşı
uğruna bir çöküşe sürüklemiştir. Dünyanın süper gücü olan Amerika bugün bir
büyük ekonomik krize, savaş çılgınlıkları yüzünden mâruz kalmıştır. Aklı
başında Amerikalılar, savaş isteklisi çılgın lobilerin elinden Amerikan
devletini kurtarabilmenin mücadelesi içine girmişlerdir. ABD Başkanlık
Seçimleri’nde bu durum fazlasıyla netlik kazanmıştır. ABD’yi çılgınlıklardan
kurtaracak bir sağduyunun, devletin başına gelmesini isteyen aklı başındaki
Amerikalılar Başkanlık Seçimleri’ne giderek ağırlıklarını koymaktadırlar.
Seçimlerin sonucu, Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkıp çıkmayacağını da
belirleyecektir. Amerikan halkı böylesine bir bilinçle hareket etmeye başladığı
için bütün dünya kamuoyu bu aşamada ABD Başkanlık Seçimleri’ne kilitlenmiş
görünmektedir. ABD, çılgın lobilere karşı çıkabilecek aklı başında bir Başkan
seçebilirse, dünya saldırgan politikalardan ve emperyalist işgallerden
kurtularak yeni bir barış dönemine girebilecektir.
Dünyanın süper gücü konumunda olan Amerikan devletini
bir savaş makinesine dönüştürmek isteyen çılgın lobilere karşı Amerikan halkı
galip gelirse, ABD hegemonyası altındaki NATO örgütü de savaş senaryolarına
alet olmaktan kurtulabilecektir. Bu aşamada Amerikan halkına ve devletine önemli
görevler düşmekte, ABD’yi ve bütün dünyayı ciddî bir çöküşe sürükleyecek her
türlü savaş senaryosuna karşı direnmeleri gerekmektedir. Savaş makinesinin
çılgınların eline geçmemesi için Amerikan halkı ve devleti işbirliği yapmalı ve
Başkanlık seçimlerinden savaş senaryolarına karış çıkacak bir adayın zaferle
çıkmasını sağlamalıdırlar. Amerika bunu başarabilirse yirmi birinci yüzyılda da
üstünlüğünü koruyabilir, aksi takdirde savaş senaryolarına alet olacak bir
Amerika Avrasya çöllerinde ve dağlarında dağılıp gidecektir. Irak’ta ortaya
çıkan üç trilyonluk borç stokunun en az on misli Avrasya macerasında ABD’nin
başına bela olacaktır. Avrasya’da hegemonya kurabilmenin ardından koşan ABD
yönetimi, arka bahçesi olan Latin ülkelerindeki etkisini yitirdiğini görerek
kendine gelmelidir. Arka bahçesini kontrol edemeyen dünyaya egemen olamaz.
Irak’tan çıkamayan İran’a saldıramaz, Afganistan’da zorlanan Hazar ya da
Sibirya bölgelerine giremez, ABD bunları tek başına aşamayacağını bildiği için
NATO’yu da kendisini savaşa zorlayan oyunlara alet etmek istemekte, savaşı bir
Doğu-Batı çekişmesine dönüştürmek istemektedir.
Amerika’nın dünya egemenliği planına göre NATO
merkezinin Brüksel’den Türkiye’ye taşınması düşünülmektedir. Hatta kamuoyundaki
söylentilere göre tıpkı Merkez Bankası’na İstanbul Ataşehir’de yeni bir yer
hazırlanması gibi NATO için de İzmir’in Balçova bölgesinde yeni bir yerleşim
merkezinin hazırlandığı söylenmektedir. ABD’nin Avrasya savaşı sürecinde
Ankara’nın devlet olarak devre dışı kalması, ekonominin İstanbul üzerinden
savaşın da İzmir üzerinden Batı’nın denetimi altında yönlendirilmesinin
planlandığı Türk kamuoyunda artık açıkça tartışılmaktadır. Konya ovasının üç
kıtaya yönelebilecek bir savaş senaryosunda merkez askerî alana
dönüştürülmesinin düşünüldüğü basına yansımıştır. Bütünüyle Anadolu’yu hem bir
cephe ülkesine hem de emperyalizmin dünya hegemonyasının kalesine dönüştürecek
böylesine bir çılgınlığa ne Batılı ülkeler ne Doğulu ülkeler ne de Türkiye
“evet” demeyecektir. Ne var ki, savaş isteyen lobilerin bütün dünyayı bir
maceraya sürükleyecek böylesine planları zorlamaları doğrultusunda ciddî bir
güvenlik sorunu ortaya çıkmaktadır. NATO’nun böylesine bir dönemde güvenlik
örgütü olmaktan çıkartılarak hegemonya ve saldırı kuruluşuna dönüştürülmesi
bütün NATO ülkelerini tehdit altına sürükleyecektir. Bunu çok iyi bilen
Batı’nın büyük ülkelerinin ABD zorlamalarına Bükreş Zirvesi’nde karşı çıkmaya
devam ettikleri görülmüştür. ABD bu olumsuz duruma karşı yeni üye olan küçük
devletlerle beraber ortak bir eylem planı geliştirmek durumunda kalmıştır.
Bükreş Zirvesi’nde, NATO’nun Balkanlar’daki
örgütlenmesinin tamamlanması doğrultusunda, Arnavutluk ve Hırvatistan’ın
üyeliği kabul edilmiş ama Yunanistan’ın itirazı nedeniyle Makedonya’nın üyelik
kararı alınamamıştır. Yunanistan Güney Makedonya’nın kendi sınırları içinde
bulunması nedeniyle bir türlü Kuzey Makedonya’nın bağımsız devlet olmasını
kabul etmemektedir. Bu nedenle Makedonya Balkanlar’da ortada kalmıştır. Ayrıca,
doğuya doğru genişleme politikaları doğrultusunda Ukrayna ile Gürcistan’ın
üyeliği de tartışma konusu olmuş ve eski Sovyetler Birliği’nin eyaleti olan bu
iki ülkenin NATO üyesi olmasına Rusya karşı çıktığı için Ukrayna ve Gürcistan
NATO üyesi olamamışlardır. Yeni bir Slav Birliği peşinde koşan Rusya
Federasyonu bu doğrultuda Sırbistan ve Beyaz Rusya ile beraber Ukrayna’yı da
böylesine bir birliğe dahil etmek istemekte ama batının itirazı ile
karşılaşmaktadır. Sorus fonları ile desteklenen turuncu devrimler Gürcistan ve
Ukrayna’nın Rusya’dan uzaklaşmalarını sağlayamamışlardır. Rusya Kiev’in
doğusunda yaşayan yirmi beş milyonluk Rus nüfusa dayanarak Ukrayna’nın
geleceğinde hak iddia etmekte ve gerekirse, Doğu Ukrayna’yı Rusya Federasyonu
içine almayı düşünmektedir. Rusya’nın benzeri bir planı Kuzey Kazakistan için
de söz konusudur. Böylece, Rusya yeni dönemde Panslavizm politikası
doğrultusunda Doğu Ukrayna ile Kuzey Kazakistan’ı sınırları içine almaya
hazırlanmaktadır. Ayrıca, Panortodoksizm doğrultusunda, Rusya Gürcistan ile
Ermenistan gibi iki küçük Hıristiyan Kafkas ülkesinin geleceği ile de yakından
ilgilenmektedir. Bu doğrultuda Gürcistan’ın NATO içinde yer almasını Rusya
kendi güvenliği açısından kabul etmemektedir. Gürcü Devlet Başkanı’nın ABD
vatandaşı olması, Turuncu Devrim ile desteklenmesi de bu küçük Hazar ülkesinin
NATO’ya üye olmasını sağlayamamıştır. ABD’nin Gürcistan üzerinden NATO’yu
Kafkaslar’a sokmak istemesi, Hazar bölgesinde yeni üsler kurarak İran ile
beraber Çin ve Rusya’ya karşı bir askerî yapılanmayı sürdürme planlarına Rusya
bölgenin eski patronu olarak karşı çıkmıştır. Bu yeni aşamada artık Rusya ile
oluşturulan Barış İçin Ortaklık anlaşmasının da geride kaldığı görülmektedir.
Petrol şirketlerinin Hazar’a girmek istemesi ABD’yi Gürcistan üzerinde
yoğunlaşmaya yönlendirmekte ve Rusya’yı da karşı önlemlere sürüklemektedir.
Rusya’nın ABD’ye karşı direnişinde NATO üyesi olan Avrupa ülkelerinin desteği
olduğu görülmektedir. Bölge dışı emperyal güç olan ABD’nin Hazar’a girmesini
istemeyen Avrupalı ülkeler Rusya ile yeni bir enerji ortaklığına girerek Hazar
havzasından daha fazla pay alabilmenin arayışı içindedirler. ABD gibi on bin
kilometre öteden gelerek savaşmadan, Rusya ile kurulan ittifaklar sayesinde
Avrupa ülkelerinin gelecekteki enerji sorununu barış içinde çözebilmenin çabası
içinde oldukları görülmektedir. Avrupa’nın barıştan yana tutumu Çin ve Rusya da
desteklemektedir.
NATO’nun Füze Kalkanı Sistemi, Rusya, İran,
Çin, İslâm dünyası ve bütün doğu ülkelerini hedef alan bir Üçüncü Dünya Savaşı
hazırlığıdır. Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yerleştirilmek istenen füze
kalkanları bir Prusya-Rusya ittifakını önleme çalışırken, gelecekte Hazar ve
Sibirya havzalarını ele geçirecek derece geliştirilen emperyalist saldırı
planın ön aşamasıdır. Bu sistem tam olarak kurulursa Türkiye NATO üyesi bir
ülke olarak bütünüyle Üçüncü Dünya Savaşı’nın cephe ülkesi konumuna gelecektir.
Bu durumda bütün Doğu ülkeleri Türkiye’yi hedef alan savunma sistemlerine
yönelecek ve Türk ulusunun üzerinde yaşadığı topraklara karşı ateş menzilleri
oluşturabileceklerdir. Yeni NATO Ortadoğu’ya gelirken bir Avrasya savaşına
yönelmekte ve geleceğin kutup merkezlerini tehdit etmektedir. Ve geleceğin
kutup merkezi olabilecek Rusya, Çin ve Hindistan’ı doğrudan tehdit etmektedir.
Böylesine bir durum da NATO’nun artık ABD’nin tekelinden çıkartılması
gerektiğini ve Birleşmiş Milletler’e devredilerek dünya ordusuna
dönüştürülmesinin zorunluluğunu açıkça göstermektedir. Avrupa ve ABD’nin
yollarının ayrıldığı bir aşamada NATO artık Batı savunma sistemi olmaktan
çıkmış Atlantik emperyalizminin Truva Atı konumuna gelmiştir Üçüncü Dünya
Savaşına giden yolda dünya barışının korunması için artık NATO’nun BM’nin
denetimi altına alınması zorunludur.
Bir Üçüncü Dünya
Savaşı ardında koşan altı büyük lobiye Amerikan devletinin teslim olması,
NATO’yu gelecekte bu savaşın saldırı örgütü konumuna getirebilecektir.
Böylesine bir durum dünya barışına zarar vereceği gibi, güvenlik için
oluşturulan bir kuruluşun savaş aracına dönüşmesine yol açacaktır. Güvenlik
örgütlerinin saldırı kuruluşlarına dönüşmesi, dünya aklının kaybedilmesine
neden olacak yirmi yüz yıllık uygarlık birikiminin ürünü olan bugünkü dünya
düzeni çökecektir. İsa’nın dönmesi için kıyamet bekleyenlerin ekmeğine yağ
sürülecektir. Böylesine bir durumun acilen önlenmesi gerekmektedir. Tek başına
dünya devletlerinin gücünün yetmediği noktada, dünya uygarlığının merkezi olan
Birleşmiş Milletler örgütünün göreve davet edilmesi gerekmektedir. İki büyük
dünya savaşı sonrasında evrensel barışı kurmak ve bunu geleceğe dönük
kurumlaştırmak üzere oluşturulan Birleşmiş Milletler’in hem Genel Kurulu ile
hem de Güvenlik Konseyi ile duruma el koyması gerekmektedir. Barıştan yana olan
bütün güçler ve dünya devletleri Birleşmiş Milletler çatısı toplanmalı ve bu
uluslararası örgütün alacağı kararlar doğrultusunda savaşa giden yolun önü
kesilmelidir. Güvenlik konseyinde üye olan Çin ve Rusya, Almanya ve Fransa ile
beraber hareket ederek, İngiltere’yi de yanlarına alarak Birleşmiş Milletler
üyesi olan bütün dünya ülkelerini bir barış platformunda bir araya
getirmelidirler.
ABD’yi kendi çıkarları doğrultusunda bir savaş makinesi
olarak kullanan lobilere karşı, NATO üyesi ülkeler bir araya gelerek, NATO’nun
bir güvenlik örgütü olarak Birleşmiş Milletler’e bağlanmasını karar altına
almalıdırlar. NATO erişmiş olduğu büyük askerî güç ile Birleşmiş Milletler
ordusuna dönüşmeli ve Güvenlik Konseyi ile Genel Kurul’un kararları
doğrultusunda hareket etmelidir. Ancak o zaman Amerikan devletini işgal etmiş
olan savaş lobilerinin senaryolarına alet olmaktan kurtarabilecektir. Birleşmiş
Milletler’in barış güçleri dünya barışı için yetersiz kalmaktadırlar ama NATO
gibi güçlü bir güvenlik örgütü Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşürse o zaman
dünyanın neresinde bir devlet savaş çıkarırsa insanlık ve dünya barışı adına
Birleşmiş Milletler kararı ile bir dünya ordusu olarak NATO duruma müdahale
edecektir. Yeni dönemde NATO adı artık geride bırakılmalı, Birleşmiş Milletler
Ordusu adı altında dünya barışına katkıda bulunmaya bir güvenlik örgütü olarak
devam edilmelidir. Zirve toplantıları ile NATO’nun yönlendirilmesi artık mümkün
olamamaktadır. Bu durum dikkate alınarak NATO artık Birleşmiş Milletler’e
taşınmalı ve bu büyük evrensel örgütün ordusu olarak dünya barışına katkıda
bulunmalıdır. Böylece Avrupa’nın ayrı bir ordu kurması ya da Şanghay İşbirliği
Örgütü’nün bir askerî birliğe dönüşmesi de önlenecek, bütün kıtalar ve ülkeler
dünya barışı için Birleşmiş Milletler ordusunun gücü altında evrensel barışa
kavuşma şansını elde edebileceklerdir. Birleşmiş Milletler ordusu ile de
güçlenecek ve o zaman Genel Kurul’un aldığı kararlara bütün devletler uymak
zorunda kalacaklardır. Küresel savaşın yerini evrensel barışın alabilmesi için
bir an önce NATO’nun Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşmesi zorunlu
görünmektedir. Bu doğrultuda NATO merkezi İzmir’e değil New York’a
taşınmalıdır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
2 Aralık 2019 Pazartesi
TÜRKLERE YAPILAN SOYKIRIMLAR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
TÜRKLERE YAPILAN SOYKIRIMLAR
2020 yılına doğru
günler ilerlerken, yeniden soykırım kavramı Türk kamuoyu önüne getirilmekte ve uluslar
arası bir insanlık suçu olan bu kavram üzerinden Türk devleti yargılanmaya ve
suçlanmaya çalışılmaktadır. Bir asır önce tarihsel süreç içerisinde ortaya
çıkmış olaylar üzerinden Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu dünya kamuoyu önünde
zor durumlara düşürülmeye çalışılmakta, o tarihte var olmayan ve ancak ikinci dünya savaşı sonrasında
tanımlanarak ortaya konulan soykırım
kavramı üzerinden, dünyanın merkezi coğrafyasında var olan Türk varlığı
toplu bir mahkumiyete
doğru sürüklenmeye çalışılmaktadır. Olayların gündeme geldiği tarihte
var olmayan bir kavram üzerinden, Türklere yönelen bu haksız girişimler, dünya
siyaset tarihinde ibretlik bir olay olarak öne çıkmakta ve böylesine çelişkili
bir duruma dayanılarak, yüz yıl sonra bir asır önceki olayların hesabı
görülmeye çalışılmaktadır. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına doğru
ilerlerken, bir yandan da geçmişin hesaplaşması içine çekilmek istenmekte ve
böylesine büyük bir hesaplaşma üzerinden Türk devletinin yüzüncü yıl dönümüne
ulaşması engellenmeye çalışılmaktadır. Türkiye hiç de hak etmediği bir olumsuz
durum ile karşı karşıya bırakılarak, yüzüncü
yıl dönümüne doğru tasfiye edilmek istenmekte ve böylesine bir siyasal komplo
için de 1915 olayları kullanılarak mahkumiyet gerekçesi haline getirilmek
istenmektedir.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Doğu Anadolu’da yaşanan olaylar bir soykırım değil,
yıkılan bir imparatorluğun topraklarında Müslümanlar ile hırıstıyanların kendi devletlerini
kurma çabalarının doğal bir sonucu idi. Öncelikle Osmanlı İmparatorluğu Birinci
Dünya Savaşı sürecinde yıkıldığı için ortaya çıkan devletsizlik ortamında
herkes kendi devletini kurmak istemiş, Orta Doğu’ya gelen Fransızların ve
kuzeyden Kafkasya’ya inmiş olan Ruslar’ın kışkırtma ve destekleri ile silahlanan
Ermeni kökenli insanlar Doğu Anadolu topraklarında bir Büyük Ermenistan devleti
kurmak istemişlerdir. Bu doğrultuda Türk ve Müslüman kökenli Osmanlı ahalisinin
yaşadığı köylere ve ilçelere Emeni çeteleri, komitacı subayların nezaretinde
saldırılar düzenleyerek binlerce Türk ve müslümanın yok yere yaşamlarını kaybetmelerine neden
olmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu dünya savaşı sırasında kendisini kurtarmaya
çabalarken, devletin arkasında kalan geri topraklarında geleceğin Kafkasya ve
Orta Doğu bölgeleri için çeşitli çekişmeler yaşanmış, Fransızlar ile Ruslar
Ermenileri kullanarak bu bölgelerde etkinliklerini artırmaya çalışırlarken,
Almanlar Osmanlılara bir Kafkas Müslümanları ordusu kurdurarak, Ruslara ve
Ermenilere karşı bir çıkış yapmaya çalışmıştır. Ne var ki, daha sonraki dönemde
bir dünya egemenliğine kalkışacak olan Amerika Birleşik Devletlerindeki kapitalist
ve Siyonist lobilerin destekleri ile Kızıl devrim gerçekleştirilince, Sovyetler
Birliğinin müdahaleleri ile eski Osmanlı hinterlandının geleceği bu yeni yapılanmaya
paralel olarak gelişmiş ve ortaya bugünkü harita çıkmıştır. Tamamen dünya
savaşından kaynaklanan ve yıkılan imparatorluğun eski toprakları üzerinde
emperyal güçlerin çekişmesi yüzünden gündeme gelen karşılıklı çatışma
olaylarını bir soykırım olarak nitelemek mümkün değildir. Tarafların karşılıklı
olarak kendi devletlerini kurma çabası içerisine girdikleri aşamada yaşanan
sıcak çatışmalar eski deyimi ile muketele olarak tanımlanabilmekte ve bu da
karşılıklı çekişmelerin adlandırılması olarak gerçeği yansıtmaktadır. İkinci
dünya savaşı sonrasında kabul edilen soykırım kavramı ise, bir etnik topluluğun
kendisinden daha büyük bir topluluk tarafından zor ve güç kullanılarak yok
edilmesi anlamına gelmektedir. Burada böylesine bir durum hiçbir biçimde söz
konusu olmamıştır. Türkler ve Müslümanlar savaşarak kendilerini korumuşlar ve
daha sonra da bağımsız devletleri olarak Türkiye Cumhuriyetini ilan etmişlerdir.
Misakı
Milli sınırları içinde Türk devleti ilan edilince, Doğu Anadolu Ermenilerinin
bir kısmı ülkeyi terk ederek güneye doğru inmişler ve bu siyasal göç
hareketinin sonucunda bir kısım Ermeni Suriye’ye yerleşmiş, bir kısmı da Akdeniz limanlarından gemilere binerek Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ile bazı
Latin Amerika ülkelerine gitmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sürecinde koskoca
bir Sovyetler Birliği doğu bloku olarak örgütlenip batı blokunun karşısına
çıkınca, Rusların sıcak denizlere inmesini önleyecek derecede güçlü bir devlete
merkezi alanda gereksinme duyulmuş ve bu nedenle batılı ülkeler, ulusal
kurtuluş savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyetini doğu blokuna karşı bir tampon
devlet olarak tanımışlardır. I915 olaylarına rağmen ve Ermeni lobilerinin büyük
engellemelerine karşılık, dünyanın önde gelen büyük devletleri Lozan Antlaşması
sırasında Türkiye Cumhuriyetini bağımsız bir devlet olarak resmen tanımışlardır.
Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan Ermeni grupları ise daha sonraki yıllarda
gittikleri ülkelerde güçlü lobiler oluşturarak, Türkiye aleyhine harekete
geçmişler ve Türk devletini haksız yere soykırım suçlusu ilan ederek geçmişten
gelen çekişmelerini sürdürmek istemişlerdir. Onların atalarının intikamını
almak için sürekli gündemde tuttukları bu gibi girişimleri yüzünden soykırım suçlamalara
dinmek bilmemiş ve Türkler böylesine ağır bir suçlama ile karşı karşıya
bırakılarak Türk devletinin üniter yapısının bütünlüğü bozulmaya çalışılmıştır.
Batının önde gelen emperyalist devletleri Türkiye’nin üzerine gelirken, her
fırsatta bu soykırım sözcüğünü öne çıkarmışlar ve haksız yere Türkleri
suçlayarak Türk devletinden yeni tavizler elde edebilmenin yollarını aramışlardır.

İnsanlık
tarihi incelendiğinde, etnik topluluklar kadar dinler arasında da uzun süren
savaş dönemleri yaşandığı ortaya çıkmaktadır. İlk tek tanrılı din olarak
Yahudilik ortaya çıkmış, daha sonra hırıstıyanlık Milat dönemecinde gündeme gelince, önce bu iki
din arasında büyük bir çekişme ve çatışma yaşanmıştır. Üçüncü tek tanrılı din
olarak Müslümanlık gündeme gelince,
yaklaşık olarak on beş asırdır bu iki büyük din mensupları arasında uzun
süreli savaşlar yaşanmıştır. Önce İspanya ve batı Avrupa’da, daha sonraları da
Avrupa kıtasının doğu kısmında Müslüman-hırıstıyan çatışmaları sürekli olarak
devam etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu bu yüzden yedi yüzyıllık bir tarih
diliminde sürekli olarak savaşmak zorunda kalmıştır. İspanya’daki Endülüs İslam
devleti Hırıstıyan orduları tarafından yıkılınca, çok büyük katliam olayları
yaşanmış ve böylece daha sonraları soykırım olarak adlandırılan topluca yok
etme girişimleri başlamıştır. Müslümanlar ile Yahudilerin İspanya’dan
kovulmaları sırasında aynı zamanda büyük katliamlar yapılmış ve Hırıstıyan
fanatizminin bu ilk örnekleri Müslümanları soykırım suçunun ilk mağdurları
haline getirmiştir. Avrupa kıtasında Endülüs sonrasında tam bir Katolik faşizmi
yaşanmış, orta çağ denilen bin yıllık karanlık dönemde Vatikan önderliğinde bir
dinsel fanatizm kıtanın üzerine çöreklenmiştir. Orta çağdan çıkarken, gündeme
gelen Protestanlık akımı mensuplarına ise, Katolik faşizmi her fırsatta topluca
yok etme girişimlerine kalkışmış, bu yüzden Avrupa tarihi sürekli olarak dinler
çatışması olarak geçmiştir. Böyle bir Avrupa’ya karşı merkezi coğrafyada ortaya
çıkan bir büyük Türk devleti olarak Osmanlı İmparatorluğu yeni bir dünya
dengesi oluşturmaya çalışmış ve Osmanlı gücünün Macaristan’a hakim olduğu bir aşamada
Protestanlık Katolik kilisesinin baskı ve toplu katliamlarından kurtularak
yaşama şansını elde etmiştir. Osmanlılar Protestanlara yardım ederken, Vatikan
da, İran’da Şiiliği destekleyerek Türk imparatorluğunu arkadan vurmaya
çalışmıştır.
İslam gücünü temsil eden Osmanlı zayıflayınca,
Vatikan’ın yönlendirdiği Hrıstıyan
orduları tıpkı Endülüs devleti gibi
Osmanlılara Avrupa kıtasından kovmağa yönelmiş ve bu yüzden on dokuzuncu asır boyunca, Osmanlılar’a karşı
savaşı örgütlemiştir. Savaşların öncesinde ya da sonrasında Türklere karşı her
dönemde çeşitli baskınlar yapılmış ve bu baskın girişimlerinin doğal sonucu
olarak kitlesel katliamlar Türklere yönelik olarak birbirini izlemiştir. Osmanlı
sınırları içerisinde altı asır boyunca yaşayan Balkan yarımadasındaki ülkeler
sahip oldukları Müslüman ve Türk kimliklerini koruyabilmek üzere büyük
mücadeleler vermişler ama Avrupa’nın Hrıstıyan ordularının toplu
katliamlarından Osmanlı ahalisini kurtaramamışlardır. Bütün Avrupa kıtasını
Vatikan’ın komutasında bir Hrıstıyan dünyasına dönüştürmek isteyen Katolik
faşizmi, Müslümanlar ile beraber
Yahudileri de hedef tahtasına oturtunca, katliamlar birbiri ardı sıra gelmiş ve
çok ciddi bir soykırım süreci Osmanlı devletine karşı dayatılmıştır.
Osmanlı’nın son yüzyılı, Türklerin ve Müslümanların Avrupa kıtasından atılma
dönemi olmuş, bu süreçte Balkan yarımadası çok kanlı katliam ve soykırım
olaylarının gerçekleştirildiği bölge haline gelmiştir. Bu yüzden, ikinci dünya
savaşı sonrası dönemde gündeme getirilmiş olan soykırım suçunun esas faili
olarak, Türklere ve Müslümanlara sürekli olarak toplu katliam uygulayan Avrupa
kıtası ve bu kıtanın emperyal Hrıstıyan
devletleri olmuştur. Kendi içinde büyük
bir rekabete yönelen Avrupa kıtasının büyük ulus devletleri, hegemonya
mücadelesinde öne geçebilmek üzere, merkezi coğrafyaya yöneldiği zaman Balkan
bölgesindeki Türk ve Müslüman varlığını temizlemek üzere doğrudan katliamlara
yönelerek, soykırım suçunun gerçek anlamda ilk örneklerini ortaya koymuştur.
Osmanlı devletinden kopan küçük Balkan devletçikleri, Batı Avrupa’nın büyük emperyal devletlerinin
bölgedeki işbirlikçisi olarak, Türklere ve Müslümanlara karşı yürütülen
soykırım suçunun hem ortağı hem de faili olarak birçok toplu katliam olayının
kahramanı haline gelmişlerdir. Osmanlıların Avrupa kıtasından sürülmeler, insanlık
tarihinin en önemli soykırım suçları ile dolu ve ders alınması gereken bir acı
süreçtir.

Türklerin
uzun süreli devlet kurduğu geniş alanlardan birisi de Kuzey Asya bölgesidir.
Asya ile Avrupa’nın kesişmiş olduğu Avrasya bölgesinde bugün uçsuz bucaksız
topraklara sahip olan Rusya Federasyonu eski Rus Çarlığının bugünkü temsilcisi
olarak dünyanın altıda bir topraklarına hükmederken, eskiden Türklerin büyük
imparatorluklar kurmuş olduğu bu coğrafyadaki Türk boyları ve topluluklarına
karşı yok edici bir toplu katliam politikasını kararlı ve istikrarlı bir
doğrultuda uygulamıştır. Finlandiya’dan Kore ve Japonya’ya kadar uzanan Türk
asıllı topluluklar coğrafyasının bugünkü sahibi olan Rusya Federasyonu, gene eski
Çarlık yönetiminin katı ve acımasız yok
edici politikalarını Türk ve Müslüman asıllı topluluklara karşı
uygulayarak soykırım suçunun
şampiyonluğunu yapmaktadır. Özellikle Bosna’da
Hrıstıyan Sırpların Müslüman Boşnaklara karşı uyguladığı soykırım suçunu
geride bırakır bir doğrultuda, Ortodoks faşizminin kararlı bir uygulayıcısı
olarak Müslüman Çeçenlere karşı toptan
yok etmek üzere tam anlamıyla bir
soykırım suçunu gerçekleştirmiş ve bu yüzden yarım milyon Çeçen asıllı insanın soyunu kırıp dökerken, toplu
katliam uygulamalarının şampiyonluğunu da kimselere bırakmamıştır. Rusya tarihi
geriye dönük incelendiği zaman, Rusların, Hazar Türklerinin ülkesini ele geçirirken,
bütün Türk ve Müslüman asıllı topluluklara karşı toplu katliamlara yönelerek
bölgeyi ele geçirdiği açıkça görülmektedir. İdil-Ural bölgesinde yaşamlarını
sürdüren Türk boyları olarak Tatarları, Başkurtları ve Çuvaşları Birinci Dünya
Savaşı sırasında aç bırakarak ölmeye mahkum eden Rusya, ele geçirdiği
bölgelerde yok edemediği Türk ve Müslümanları
Orta ve Doğu Asya’ya zorla sürerek soykırımın bir başka türünü de
gerçekleştirmekten uzak kalmamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Sovyetler
birliği olarak bütün Atom denemelerini Türk toprakları üzerinde gerçekleştiren
Rusya, böylece Türk boylarını Nükleer bir ölüme sürükleyerek soykırım suçunun
farklı bir örneğini de gündeme getirmiştir. Rusya Federasyonu içinde varlığını
sürdürmekte olan Türk Cumhuriyetlerinin hepsine karşı ikinci sınıf insan
muamelesi yürütülürken, Komünizmin getirmiş olduğu baskıcı faşist uygulamaların
bütün kurbanları Türkler arasında çıkmıştır. İdil, Ural halklarıyla beraber
Kafkasya Müslümanları da, Türklere karşı kararlı bir biçimde uygulanan faşizmin
kurbanları olmuşlardır.
Asya kökenli Türk toplulukları bu büyük
kıtanın her bölgesinde toplu katliamların ve soykırım uygulamalarının
kurbanları olmaktan kurtulamamışlardır. Tarihte çok büyük devletleri bu büyük
kıtanın çeşitli bölgelerinde kurmuş olan Türkler, daha sonraki dönemlerde
varlıklarını Rusya ya da Çin gibi bir büyük devlet yapılanmasının çatısı
altında güvence altına alamadıklarından dolayı, her dönemde ve her bölgede
toplu katliamların hedefi olmuşlardır. Zamanla çöken ve yıkılan Türk
devletlerinin kalıntısı olarak belirli bölgelerde yaşamlarını sürdürme
mücadelesi veren Türkler, daha sonraki aşamalarda ortaya çıkan başka büyük
devletlerin hedefi olmaktan kurtulamamışlar ve bu yüzden de sürekli bir
soykırım mağduru konumunda kalmışlardır. Atlas okyanusundan Pasifik okyanusuna
kadar uzanan çok geniş bölgede tarihin her döneminde çeşitli devletler kurmuş
olan Türkler, zamanla yıkılan devletlerinin altında kalmışlar ve daha sonra da
çöken devletlerin yerini alan yeni devlet yapılanmalarının soykırım
saldırılarına maruz kalmışlardır. Asya’daki büyük imparatorluklarını kaybeden
Türkler, yirminci yüzyıla doğru Rusya, Çin ve Hindistan üçgeninde birçok savaş
ya da sıcak çatışmanın tarafı olmaya doğru yönlendirilmişler ve bunların
sonucunda da çeşitli soykırım girişimleri Türklere dayatılmıştır. On dokuzuncu
ve yirminci yüzyıl tarihi incelendiğinde bu gibi birçok olumsuz gelişmenin
birbirini izleyerek tarih sahnesine geldiği görülmektedir. Doğu Türkistan’da
Çinlilerin Türklere karşı uyguladığı sistemli ve sürekli soykırım
girişimlerinin benzerlerinin Ruslar tarafından Kafkasya Türklerine karşı
uygulandığı görülmekte, Doğu Türkistan ile Azerbaycan birbirine benzer bi tür
olayların fazlasıyla görüldüğü ülkeler olarak öne çıkmaktadır. Çinliler
sistemli bir kürtaj siyaseti ile Uygur Türklerinin önünü kesmeğe çalışırken,
bölgede Türk asıllı nüfusun yarısını yok edebilmekte, Ruslar ise İdil-Ural
bölgesi ile beraber Kırım ve Kafkasya’daki Türklerin varlığına kesin olarak son
vermek üzere, her zaman askeri seferler düzenleyerek sistematik yok etme
operasyonlarını Türklerin soyunu yok etme doğrultusunda kararlı bir çizgide sürdürmüşlerdir.
Büyük
Selçuklu İmparatorluğunun ön Asya’ya taşıdığı Türk toplulukları ise, Osmanlı
İmparatorluğu döneminde yaşamlarını güvence altında sürdürebilmişlerdir. Ne var
ki, imparatorluğun cihan savaşı sonrasında ortadan kalkması üzerine merkezi
alana gelen İngiliz ve Fransız ordularının kararlı saldırıları ile karşılaşmışlar
ve bu yüzden birçok Orta Doğu ülkesinde Türklere karşı kararlı soykırım
girişimleri gündeme getirilmiştir. İngilizler Irak’da ve Mısır’da, Fransızlar Suriye’de ve Lübnan’da, İtalyanlar Libya’da Türk topluluklarını yok etme yoluna gitmişler,
böylece eski Osmanlı İmparatorluğunun
son kalan kalıntılarını da ortadan kaldırarak, işgal ettikleri ülkelerde daha
mutlak bir sömürgeci düzen kurmaya çaba göstermişlerdir. Savaş yıllarında
İran’da da çeşitli karışıklar ve isyanların çıkması, İran’da ülkesinde yaşamakta
olan bazı Türk topluluklarına karşı soykırım denebilecek bazı toplu yok etme
operasyonlarını gündeme getirebilmiştir. İran nüfusunun büyük çoğunluğunun Türk
asıllı olması yüzünden, bu devletin yönetiminde Türklere karşı büyük bir
güvensizlik yaratmış ve bu yüzden gündeme gelen olumsuz duygular, Türk
topluluklarına karşı yok edici bazı olumsuz uygulamaları öne çıkarmıştır.
İran’daki olaylara benzeyen bazı girişimlerin daha sonraki dönemde
Afganistan’da, Pakistan’da ve diğer Asya ülkelerinde de zaman zaman ortaya
çıktığı görülmüş ve böylece Türkler çeşitli Asya ülkelerinin istenmeyen
adamları haline getirilmişlerdir. Bölge devletleri arasındaki çekişmeler ya da
sınır anlaşmazlıkları sırasında Türk asıllı toplulukların öne çıkarılarak
kullanıldığı görülmüş ve bu yüzden de karşı devletler tarafından Türk
toplulukları saldırılar ve toplu katliamların mağdurları olma durumuna sürüklenmişlerdir.
Bir büyük Türk devletinin eksikliği yüzünden, Asya’nın çeşitli bölgelerinde
tarihteki Türk devletlerinin uzantısı olarak kalan Türk toplulukları her zaman için
saldırı ve katliamların hedef haline gelmekten kurtulamamışlardır. Asya’daki bu
olumsuz durum, eski Osmanlı hinterlandı üzerinden ön Asya ve merkezi coğrafyaya
da yayılmıştır.
Türklere
yönelen soykırım suçlarının en önemlisi Hocalı katliamıdır. Sovyetler
Birliği’nin dağılması sonrasında yeni bir dünya düzenine doğru yerküre yol
alırken, birden beklenmedik bir biçimde Azerbaycan’ın Hocalı bölgesinde bir köy
basılarak üç yüze yakın köylü insan bir
gecede öldürülmüş ve beş yüzden fazla insan da yaralanmıştır. Ruslar
tarafından silahlandırılmış Ermeni çetelerinin Hocalı köyünü basmasıyla gerçekleşen
bu olay sonrasında küçük Ermenistan devleti kendisinden beş kat daha büyük bir
devlet olan Azerbaycan Cumhuriyetinin topraklarının yüzde yirmisini işgal
etmiştir. İki devlet arasında geçmişten gelen bir büyük sorun olan Karabağ
yüzünden sürüp giden çatışma ortamında küçücük Ermenistan’ın Azerbaycan’a
böylesine bir saldırıya kalkışmasında, bölgedeki Türk nüfus çoğunluğundan
rahatsız olan Rusya, Fransa, ABD ve İsrail gibi devletlerin de payı olduğu daha
sonra görülmüş ve bu batılı emperyal devletlerin gelecekte bir Hazar bölgesi
hegemonyası için küçük Ermenistan’ın arkasında olduğu ortaya çıkmıştır. Koskoca
bir Türk ve Müslüman köyünü haritadan silen bu büyük soykırım olayında dünya
kamuoyu ayağa kalkmış ama Ermenistan üzerinden bölge politikası yürüten batılı
Hırıstıyan emperyal devletlerin araya girmesiyle beraber Ermenilerin Türklere
karşı uygulamış olduğu en büyük soykırım olayı olan Hocalı katliamı karşılıksız
kalmıştır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun almış olduğu beş ayrı karar ile
soykırım suçu olduğu belgelenen Hocalı katliamının daha sonraki dönemde cezasız
kalması insanlık açısından son derece düşündürücüdür. Bosna, Ruanda, Vietnam
gibi ülkelerde yaşanan kitlesel soykırım suçlarında uluslar arası mahkemeler
kurulurken, Hocalı soykırım suçu için bir mahkeme kurulmaması gene batı
dünyasının Hırıstıyan kimliği nedeniyle açıklanmaya çalışılmış ve böylece insan
hakları sorunlarında her zaman olduğu gibi gene çifte standartlı bir olumsuz
durum yaşanmıştır. Uluslar arası ceza mahkemesine bile gidilememiş, Hocalı köyünü
haritadan silen Ermeni çetelerine, insanlık suçu yüzünden ceza verilememiştir. Karabağ
bölgesi ile beraber Azerbaycan’ın beşte birini de Ermeni işgaline terk eden
batı dünyası, Azeri Türklerinin başına gelen bu büyük faciada gereken ilgiyi
göstermeyerek dünya kamuoyunun vicdanının kanamasına neden olmuştur.
Gelecekte
Büyük İsrail’in uzantısı olarak Büyük Kürdistan ve Büyük Ermenistan devletlerini
birbirlerine bağlı olarak Orta Doğu bölgesinden Hazar bölgesine bir köprü
kurmak üzere oluşturmak isteyen batılı emperyalist ve Siyonist güçler hem
Türkiye hem de Azerbaycan Türklerine yönelen çeşitli soykırım girişimlerinin
dolaylı ya da açık destekçileri olmuşlardır. Hocalı katliamını görmezden
gelenler daha sonraki dönemlerde “Hepimiz Ermeniyiz “ diyerek Türkiye’de de Ermenistan’dan
yana bir ortam yaratmaya çaba göstermişler, kardeş Azerbaycan’ın başına gelen
bu büyük felaket ile ilgili olarak hiçbir girişimde bulunmamışlardır. Azerbaycan’da,
Hocalı katliamını görmeyenler, bu ülkedeki haksız Ermeni işgalinin destekçisi
olarak, soykırımın yaratmış olduğu olumsuz ortamı daha da derinleştirmişlerdir.
Karabağ’ı Ermenistan’a bağlayarak büyük Ermenistan Projesine destek sağlayan
batılı emperyalist güçler Türkiye ile Azerbaycan’ın iki kardes ülke olarak
birleşmelerini önlemeye çalışmışlar ve bu doğrultuda iki kardeşi devletin birbirinden
uzak kalması için ellerinden gelen her yolu denemişlerdir. “Hepimiz Ermeniyiz
“diyen batılı güçler ve onların yerli işbirlikçileri Azerbaycan’ın haklı
davasına karşı çıkarak Hocalı katliamının bir çağdaş soykırım örneği olarak
dünya kamuoyunun önüne gelmesini önlemişlerdir. Türklerin içinde yaşayan Türk
olmayanlar ya da Türk kimliğinden uzak duranlar, yabancı güçlerle işbirliğini
açık bir Türk düşmanlığına kadar götürmüşler ve bu doğrultuda Türklere yönelen
soykırım benzeri ağır insanlık suçlarının karşılıksız ve cezasız kalmasına
yardımcı olmuşlardır. Uluslar arası kuruluşların Birleşmiş Milletlerin üst üste
almış olduğu kararlara rağmen pasif kalması ve Türklere yönelmiş olan bu büyük
soykırımı önemsememeleri hala uygar olduğunu öne süren batı dünyasının ne
derece çıkarcı bir emperyal düzen içerisinde olduğunu bir kez daha
kanıtlamıştır.
Türkler olmadan tarih yazılamayacağını
batılı bilim adamları her fırsatta dile getirmektedirler. Tarihin ilk
dönemlerinden bu yana tarihsel sürecin dinamik güçleri oldukları için olumlu ya
da olumsuz bir çok olayla karşı karşıya kalmışlardır. Batılı emperyalist
güçlere karşı her zaman için doğu bölgesinin ve Türk dünyasının temsilcisi olan
Türk devletleri tarih boyunca sürekli olarak savaşmak zorunda kalmışlar ve bu
doğrultuda da Türk devletlerinin uzantısı olan Türk topluluklarının başına birçok
soykırım ya da benzeri büyük katliam olayları gelmiştir. Yıkılan devletler
sonrasında Türklerin geri çekilmek zorunda kaldığı bütün bölgelerde, Türk varlığına
son vermek isteyen birçok soykırım girişimi birbiri ardı sıra gündeme
getirilmiştir. Bu yüzden Türk tarihi bir anlamda da toplu katliamların
tarihidir. Dünyanın orta yerlerinde bir biri ardı sıra çeşitli devletler kurmuş
olan Türklerin başına bu tür olumsuz girişimlerin gelmesi de siyasal yaşamın
acımasızlığını ortaya koymaktadır. Bosna’da, Çeçenistan’da, Azerbaycan’da, Doğu
Türkistan’da ve Kırgızistan’da yaşanan birçok toplu katliamlar Türklerin tarih
boyunca maruz kaldığı soykırım girişimlerinin açık örnekleridir. Her katliam bir
soykırım olayı olarak tarihe geçerken, olayların geçtiği bölgelerdeki Türk
topluluklarının da ya sürülmelerine ya da göçe zorlanmalarına giden yolları
açmıştır. Tarihin her dönüm noktasında merkezi coğrafyaya yansıyan siyasal
gelişmeler Türk topluluklarının başına çeşitli soykırım girişimlerini
beraberinde getirmiştir.
Küreselleşme
sürecinde uluslar arası tekelci şirketler bütün dünyaya ekonomi üzerinden
egemen olmağa çalışırlarken, ulus devletleri karşılarına almakta ve daha küçük
eyalet devletçiklerine geçiş için, ulus devletlerin çatısı altında yaşamakta
olan çeşitli etnik ve kültürel toplulukları self -determinasyon üzerinden ayrılmaya
ve kendi devletlerini kurmata doğru yönlendirmektedirler. Özellikle son dönemde
bu tür girişimler çok artmış ve yeni dönemde etnik çatışmaları ulus devletlerin
bölünmesine doğru zorlamıştır. Bu tür bölücü ve parçalayıcı girişimler ulus
devletlerin geleceğini tehdit etme noktasına geldiğinde, var olan devletler ile
etnik topluluklar karşı karşıya gelmektedir. İşte bu aşamada demokrasinin karanlık
yüzü ortaya çıkmakta ve etnik çatışmaları iç savaşlara doğru sürüklemektedir.
Bu durumda, ulus devletler kendi varlıklarını koruma doğrultusunda eskiden
olduğu gibi etnik temizliğe doğru zorlanmaktadırlar. İmparatorluklardan ulus
devletlere geçerken yaşanan toplu katliamlar benzeri etnik temizlik meseleleri
günümüzde yeniden tartışma alanına getirilmek istenmektedir. Böylesine
tehlikeli bir gidiş, yeni Yugoslavya gibi dağılma senaryolarını ortaya
çıkarabilecektir. Tarih boyunca, toplu katliamlardan ve soykırım uygulamalarından
çok çekmiş olan Türkler ve Türk dünyası bir araya gelerek böylesine olumsuz bir
yeni sürecin önüne geçmelidirler. Bir avuç aşırı zenginin çıkarları uğruna
dünya devletleri ve halkları birbirlerini boğazlamamalıdırlar. Soykırımdan çok
çekmiş olan Türkler, bu konuda daha aktif bir tutum içerisine girerek, kültürel
haklar üzerinden kışkırtılan etnik çatışmaları önleyecek yeni bir uluslar arası
barış insiyatifini devreye sokabilmelidirler. Var olan devletlerin dayanışması,
dünya halklarının kardeşliği ile daha farklı bir yenidünya düzenine barış
ortamı içerisinde gidilirse o zaman, Türkleri çok uğraştıran soykırım benzeri
olayların önü kesilebilecektir. Soykırım gibi ağır bir insanlık suçunun bütün
dünyadan kaldırılabilmesi için, her türlü soykırıma karşı yeni bir barış
girişiminde Türkler Türk dünyası ile birlikte öncü olabilmelidirler. Emperyalizm
tarafından dünya haritasını değiştirme doğrultusunda yeniden gündeme getirilen
etnik temizlik senaryoları da, ancak böylesine bir yeni çıkış ile
önlenebilecektir. Dünya zenginliklerine el koyma peşinde koşan emperyalizmin,
etnik temizlik senaryoları ile, kendi planlarını gerçekleştirmesine izin
verilmemelidir. Etnik temizlik
senaryolarının yeniden soykırım suçlarına elverişli bir ortam yaratacağı da
hiçbir zaman akıldan çıkartılmamalıdır.
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Etiketler:
1. Dünya Savaşı,
ABD,
Doğu Anadolu,
Ermenistan,
Fransa,
Prof. Dr. Anıl Çeçen,
Rusya,
Türkiye Cumhuriyeti,
TÜRKLERE YAPILAN SOYKIRIMLAR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN,
Vatikan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)