21 Haziran 2024 Cuma

ALMANYA SİYASETİNDE TÜRKİYE - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA  KALESİ

ALMANYA SİYASETİNDE TÜRKİYE

            Dünya haritasını önünüze sererek incelemeye başladığınız zaman Almanya ve Türkiye’nin ne kadar birbirine yakın devletler olduğu görülmekte ve bu doğrultuda akla birçok konu gelmektedir. Geçmişe doğru bir bakış çerçevesinde bu bölgeler son yüz yıllardaki siyasal gelişmeler içinde ele alınarak incelendiğinde, Çanakkale savaşları içinde Alman Osmanlı askerleri ile birlikte, generallerinin de yer aldığını gösteren resmi fotoğraflar dikkati çekmektedir. Birinci dünya savaşı sürecinde İngiltere ve Fransa gibi Atlantik kıyısındaki emperyal ülke askerlerinin, dünyanın merkezi coğrafyasını ele geçirme doğrultusunda Balkanlar üzerinden Anadolu yarımadasına doğru çıkış ve işgale yönelirken, Osmanlı ordusunun yanında Almanya ordusu destekleyici ordu olarak yer almıştır. Daha sonraki aşamada ise Macaristan ve Bulgaristan gibi gene orta dünya haritasında yer alan Türk kökenli ülkeler de Balkanlarda başlatılan birinci dünya savaşının uzantısı olarak, Doğu Avrupa bölgesi üzerinden kışkırtılan sıcak çatışmalara dahil olarak batı emperyalizminin orta dünya topraklarını işgal etmelerine karşı kuvvetli bir mücadeleye kalkışmışlardır. Almanya bir orta Avrupa devleti olarak Orta Doğu merkezli bir savaşa katılırken, Balkan harbi sonrasında Almanya doğu Avrupa’ya doğru savunma amaçlı bir mücadeleye kalkışırken, İngiliz, Fransız ve Rusya ordularına karşı bir merkezi coğrafyayı savunma atılımına kalkışmıştır. Tarih kitaplarında yer alan Türk ve Alman generallerinin ortak resimleri, aslında iki orta alan ülkesinin var olan jeopolitik konumun gerekli kıldığı bir çizgide dayanışma içinde yer almaları, kaçınılmaz bir durum yaratmıştır. Osmanlı yıkılırken İngiltere, ABD ve Fransa gibi batılı ülkeler merkezi alan taksiminden yararlanabilmek üzere, Osmanlı topraklarına her yerden saldırmışlardır. Bu aşamada Osmanlının yıkılışını önlemek üzere Almanya yönetiminde Macaristan ve Bulgaristan gibi devletler devreye girerek, saldırgan batı Avrupa’ya karşı yeni bir doğu Avrupa barışı yaratabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu  üçgeni içinde birinci dünya savaşı yayılırken, Orta Avrupa ülkesi olarak Almanya Doğu Avrupa bölgesinde yer alan Orta doğuya yönelerek Orta Avrupa ile birlikte yeni bir orta alan barışı arayışı içinde olmuştur. Almanya’nın orta Avrupa bölgesindeki konumu cihan savaşında hem orta Avrupa hem de doğu Avrupa bölgelerinin birlikte korunmaları gerektiğini göstermiş ve bu nedenle de Almanya, Orta Avrupa üzerinden Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerinin savunulabilmesi için dünya savaşını kazanmaya çalışmıştır.

            Birinci dünya savaşı sonrasında Orta ve Kuzey Asya ülkelerinin içinde yer aldığı bir ideolojik imparatorluk olarak Sovyetler Birliği kurulurken, birçok Avrupa kökenli Alman asıllı insanlar Özbekistan ile Kazakistan arasında yer alan bölgelere yerleşerek en büyük kıta olarak dünya haritasında yer alan Asya’nın tam ortalarında yeni bir Germen hegemonyası oluşturabilmenin çabası içinde olmuşlardır. Yüz yıla yakın bir yeni devlet arayışını Almanlar orta Asya’nın doğu bölgelerinde araştırırken, Rusların hoşgörülerinden yararlanmayı bilmişler ve bu doğrultuda Çin’in önünü kesmek doğrultusunda orta Asya devletlerinin topraklarında örgütlenerek, Sovyet sonrası dönemler için bir Alman hegemonyasının öncülüğünü yapmak için yoğun çabalar göstermişlerdir. Sovyetler Birliğinin yirminci yüzyılın sonlarına doğru dağılmak zorunda kalması üzerine, Orta Asya bölgesindeki Türkler ile birlikte yaşayan Almanların ve diğer etnik topluluklarının bir kısmı geri dönerek, yeniden birleşen Almanya’nın doğu bölgelerine yerleşmişlerdir. Avrupa Almanları ana vatanlarının güçlendirilmesi ve de Avrupa Birliği uğraşlarında önemli derecedeki öncülük görevlerini yerine getirmek için çaba harcamışlardır. Orta Avrupa’dan başlayarak Orta Asya’ya kadar uzanan Avrasya bölgesinin geleceği için eski dönemlerde yapılan plan ve programlar yeni dönemlerdeki siyasal çekişmelerin temelini oluşturmuştur. Büyük Almanya bir yönü ile Avrupa Birliği diğer yönü ile de Avrasya Birliğine yönelik olarak yol almaya devam ettiği sürece Almanya da bir orta dünya bölge ülkesi olarak, tıpkı Türkiye gibi her iki yöne açılmak durumundadır. Amerikan kıtasındaki ABD hegemonya için doğuya doğru açılımlar yaparken, Almanya’da bir orta dünya ülkesi olarak tıpkı İngiltere gibi hareket etmekte ve hem batıya hem de doğuya doğru açılım yaparak küresel hegemonya planlarını gündeme getirmektedirler. ABD’nin çok yönlü yayılma politikalarını İngiltere ile birlikte Almanya’da kendi jeopolitik ortamında sürdürdükçe, dünya ülkeleri beş kıta üzerinde egemen olma hedefine doğru gitmektedir. Bir orta dünya ülkesi olarak Türkiye’de Almanya gibi hareket ederek, kendi merkezli jeopolitik konumunun gereklerini yerine getirebilmenin arayışı içinde bulunurken, birinci dünya savaşında Almanya ile bir dayanışma birlikteliği oluşturmuş, daha sonraki gelişmelerde de doğu ve batı ülkeleriyle bölgesel güvenlik örgütlenmelerine gidilerek, yeniden savaş rüzgarlarının merkezi coğrafyada öne çıkmasına izin verilmemiştir.           

            Birinci savaşın yarım kalması yüzünden ikinci bir savaş eğilimi Orta Doğu ülkelerini zorladığı aşamada, Hitler fenemoneninin liderliği ve komutasında ikinci dünya savaşı başlatılmış ve bu doğrultuda Alman orduları Asya kıtasında Volga kıyılarından Çin sınırlarına doğru geniş bir alan istilası yaratmışlardır. Birleşmiş Milletlerin kuruluşu ile ikinci dünya savaşına son verilince Nazi yönetimi teslim olmuştur. Naziler sonrasında bütün dünya ülkelerini demokrasi rüzgarları baskı altına alınca, Almanya’da demokrasiye yönelerek yeni dünya düzeninin kurucusu olmuştur. Ne var ki, bütün devletlerde olduğu gibi Alman devleti de harita üzerindeki jeopolitik konumunu unutamamış ve bu doğrultuda geçmişten gelen politikalarını sürdürmeye devam edince, batıya dönük yüzü ile Almanya giderek batılılar tarafından engellenince Avrupa kıtası ile bütünleşerek, Atlantik emperyalizminin okyanus kıyılarından Avrasya içlerine girmesini önlemeye çalışmıştır. Ne var ki, Avrupa kıtasında aynı Almanya yüzünü doğuya doğru dönünce, kendi emperyalizmini uygulayacak geniş bir alan ile karşılaşmaktadır. Tarih boyunca Türk devletlerinin at koşturduğu ve kılıç salladığı Avrasya bölgesinin geniş topraklarında, Asya uluslarının geleceğin dünyasının kurulması aşamasında, bütün bu alanların tarihten gelen temsilcileri olarak öne çıkmaktadır. Orta çağdan bu yana Almanlar, her zaman için doğu bölgeleri ile yakından ilgilenmişler ve Avrasya kıtasının çeşitli bölgelerinde Alman asıllı bazı sosyal topluluklar bölge ülkelerinin ve Asya uluslarının siyasal sorunları ve yapılanmalarına yakınlık göstermişlerdir. Bu bölgelere Almanlar girdikçe, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden kalma Türk varlığı ile cumhuriyet döneminde de karşı karşıya kalınmıştır. Orta çağ sonrasında yaşanan modernleşme dönemlerinde Almanlar ve Türkler geç kalmış uluslaşma süreçlerini tamamlarken, hem ulusal bir varlık olarak kendi devletleri içinde hem de Alman ve Türk topluluklarının tarih içinde birlikte yaşadıkları ortak geçmişlerinin yaşandığı topraklarda yeni bir dönem başlarken ,geçmişten gelen siyasal mirasın bugünün gerçekleri içinde ele alınarak  yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir .Orta dünyanın Avrupa ve Asya kıtalarının köşegeninde yer alan iki büyük ülke dünya dengelerinin yeniden belirleneceği aşamada, Alman ve Türk devletlerinin karşı karşıya gelmeden işbirliği içinde hareket etmeleri, daha barışçı ve adil bir siyasal düzenin kurulmasını sağlayacaktır.

  Almanya ve Türkiye iki ayrı kıtanın tam ortasında yer almasına rağmen bugün her ikisi de komşu kıta üzerinden birbirine komşu olan bir statüye sahiptirler. Özellikle yakın kıtadaki ülkeler ile ilişkiler, Türkiye ve Almanya gibi iki büyük ülkeyi dünya düzeni ve küresel barış ortamı içine çekerken, modern dünyanın birçok siyasal sorunu daha da kolay çözümlere sahne olmaktadır. Almanya Avrupa’nın en güçlü devleti olarak dünya ülkelerine yön gösterirken ve geçmişteki savaş dönemlerinden dersler çıkararak küresel sorunları çözerken, geleceğin dünyasının yeniden biçimlenmesine de katkılar getirmektedir. Almanya ulus devlet kimliğini kazandığından bu yana diğer ulus devletlere karşı ağabeylik yaklaşımlarını daha da artırarak, bölgesel sorunların çok büyümesini önleyebilmektedir. Bütün dünya ülkeleriyle kardeşlik yaklaşımları çizgisinde kurulan diplomatik ilişkiler, Almanların emperyal arayışlarına bir yönü ile tercüman olmakta diğer açıdan da beklenmedik durumların ortaya çıkardığı sürtüşme ve çekişme gibi olumsuz gelişmeler de bu arada sıraya girerek yeni koşulların getirdiği çözüm yoluna doğru yön alabilmektedirler. Şimdiye kadar Alman devletinin devreye girerek çözüm girişimleri yarattığı olumlu durumların artık yeni dönemde, Türk devletinin öne çıkması ve bölgesel bir insiyatifi kullanmasıyla birlikte, yeni çözüm yollarının birbiri ardı sıra öne çıktıkları görülebilmektedir. Yeni Türkiye farklı sorunlara karşı çözüm üretebilen bir orta boy devlet olarak, komşu küçük devletler ile bölgesel orta boy devletler için bir öncülük misyonu geliştirebilmektedir. Zamanında Osmanlı devletinin orta Avrupa’da Katolik ve Protestan çatışmalarına karşı Macaristan’a giderek doğu Avrupa’da siyasal dengelerin yeniden kurulmasını sağladığı gibi, bugün de dünyanın ortasındaki Türk devletinin bir yandan doğu bölgelerinde bir  Türk birliği oluşturma çabaları devam ederken, yirmi birinci yüzyılda Osmanlı devletinin halefi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Almanya ve Macaristan üzerinden orta ve doğu Avrupa topraklarında yeni siyasal girişimlerde bulunarak, Türklerin ve Almanların birlikte  yeni bölgesel denge politikalarına doğru yol aldıkları görülmektedir.

Her iki devlet orta ve doğu Avrupa toprakları üzerinde yeni siyasal girişimler örgütlerken, önceliği bölge dışı büyük devletlerin emperyalist saldırılarını önleme konusuna vermişlerdir. Almanlar Çanakkale savaşında Osmanlı devletine yardımcı olmak için doğu seferlerine kalkışırken, Rusya ile savaşı göze alarak bir anlamda ikinci dünya savaşının provasını Rus ordularına karşı yapıyordu. Merkezi coğrafyanın üç büyük devletin birisinin kontrolu altına girmesiyle birlikte kavga ve savaş ortamı gündeme gelirken, üç büyük devlet arasında çekişme ve çatışmalar birbirini izlemiş ve dünya tarihi bu yüzden savaş dolu yıllar görmüştür. Alman desteğinin Osmanlı devleti için yeterli olamadığı aşamada, Rus askerleri gelerek batı emperyalizmine karşı destek sağlamaya çalışmışlardır. Almanya kendi güvenliği için Osmanlı devletine yardımcı olurken geleceğin dünyasında bir orta Avrupa ve Orta doğu işbirliğinin yeni adımlarını atabilmiştir. Almanlar birinci dünya savaşını kaybederek geri çekilirken, önce Ruslar ve sonra da İngilizler İstanbul adalarına yerleşerek Osmanlı yönetimini desteklemişlerdir.

Dün Almanya Osmanlı ülkesine gelerek buradaki emperyalistlerin oyunlarını önlemeye çalışırken, bugünün dünyasında da Türk devleti ortalarında bulunduğu merkezi alanının, batılı emperyalistlerin kontrolü altına geçmesin diye etkili bir çıkışı Almanya ve Macaristan üzerinden orta ve doğu Avrupa topraklarında öne geçirmeye çalışmaktadır. İki kutuplu dünya döneminde Amerikan orduları Atlantik üzerinden saldırıya geçerlerken, Almanya merkezi hedef konumuna yerleştirilerek bir Avrupa ve Asya hegemonyasının önü açılmaya çalışılmaktadır. Osmanlı döneminden gelen siyasal birikim ve tecrübeler Almanya’nın konumu birlikte ele alınarak değerlendirildiği zaman aşamada bugünün dünyasına ışık tutan bazı gerçekler gündeme gelmektedir. Türkiye’de bir Müslüman hükümet işbaşına gelince, bunun önünü kesmek isteyen batı kendi Hristiyan yapılanması doğrultusunda Türkiye’deki ılımlı İslam yapılanmasının önüne geçmeye uğraşmaktadırlar. Fener Rum patrikhanesinin öncülüğünde batının etkin Hristiyanları din savaşını sürdürerek, laik Türkiye Cumhuriyeti’ni basamak yaparak Asya kıtasını 21.yüzyılda Avrupa ve Amerika kıtaları üzerinden, Hristiyan yapmaya uğraşmaları yüzünden Müslüman kimliği ile Avrupa’dan uzak tutulan Türk devleti, yeni iktidarı döneminde siyasal dengeleri yeniden tesis etmeye yönelmiştir. Böylesine yeni bir sürecin başlarında ortaya Avrupalı Osmanlılar adıyla yeni bir örgüt kurulmuştur. Bu örgüt Osmanlı dönemini çıkış noktası olarak ilan ederek ve adını da buna göre belirleyerek çalışmalarını sürdürmüştür. Avrupa’ya Osmanlı düzenini yeniden getirmek bir düş olmanın ötesine gidememiştir. Doğu Avrupa ve Balkan yarımadası üzerindeki devletlerde geçmişten kalan Türk asıllı nüfusların Türk ve Müslüman kimliklerinin korunması ve eski Osmanlı coğrafyasında korunabilmesi ve yeni bir Osmanlı benzeri bir yeni siyasal düzen kurulabilmesi amacıyla yeni dünya düzeni ve geleceğe dönük çalışmalar, Avrupalı Osmanlılar örgütü üzerinden tamamlanmaya çalışılmış ama istenen olumlu sonuçlar böylesine bir örgütlenme ile başarılı olamamıştır.  

            Türkiye’de yeni Osmanlıcılık girişimleri ılımlı İslamcı iktidarlar tarafından sürdürülürken, Avrupalı Osmanlılar örgütü yetersiz kalmış ve bu doğrultuda yenilikler düşünülürken, siyaset sahnesinin ana örgütü olan siyasal partilere yönelik ilgilerin arttığı görülmüştür. Yurt dışından gelen göçmenlerin bütün Avrupa ülkelerindeki partilere üye olmaları ve bu partilerin yönetim kademelerine seçilerek önde gelen siyasal kadroları oluşturmalarıyla birlikte, göçmen rüzgarlarının Avrupa siyasetini partiler aracılığı ile yönlendirmesi başarılı olunca, Almanya’daki Türk göçmenlerin önce Alman partilerine üye olmaları sağlanmış ve daha sonraları da Türk asıllı parti üyelerinin bir araya gelmeleriyle Alman siyasal sistemi içinde bir Türk lobisi oluşturulabilmiştir .Almanya’daki Türk nüfusun üç milyondan beş milyona doğu artması üzerine, ülkedeki Türk lobisinin etkileri artmış ve Türk lobisi içinden çıkan siyasetçi ya da iş adamlarının ülkenin her yerinde örgütlenmiş bulunan yapılanmalar aracılığı ile, rekabet düzeninde içine girdikleri yarışları  kazanmaları gerçekleştirilmiştir. Küresel emperyalizm alt kimlikleri hortlatarak bunlar üzerinden ulus toplumlarını ve devletlerini parçalamaya çalışmaları dikkate alındığı zaman bütün ulus devletler kendi ulusal toplumları ile birleşerek ulusal sınırları içinde tek bir bütünsellik içinde uluslaşma olgusunu tırmandırmaya çalışmışlardır. Önce dernek ile yola çıkan Almanyalı Osmanlılar daha sonraki aşamalarda ikinci adımda lobiciğe ağırlık vermişler ve üçüncü aşamada da yeni bir siyasal parti oluşturmak fikrine gelmişlerdir. Diğer Avrupa ülkelerindeki gelişmelerde Türklerin örgütlenmelerine ciddi anlamda destekler sağlanmış ve Türkleri güçlü bir yapılanmaya getirmiştir.

Küresel emperyalizmin alt kimlikleri hortlatması sonrasında, ulus devletlerin hepsinde ciddi anlamada alt kimlikçilik sorunları ortaya çıkarak ülkeleri sarsmaya başlamıştır. Almanya Avrupa’nın en güçlü ülkesi olarak yeni bir politik döneme girerken Avrupa’nın ortalarında bağımsız devlet olarak yer alan Avusturya, Danimarka, Hollanda gibi küçük ülkeler giderek bir Alman birliği arayışı içine girmiştir. Almanya hem orta Avrupa Germen nüfusunun odak noktası konumuna gelmiş, hem de kendi devleti içinde diğer alt kimlikli vatandaşlarının hareket tarzları ile karşı karşıya gelmiştir. Orta Avrupa’nın Germen topluluklarına Almanya sahip çıkmaya çabalayarak, Avrupa kıtasının tam ortalarında, bu güçlü ülkenin artan işçi ve çalışan orta yaş kuşağı nesiller ihtiyacı, geleceğin dünyasında bir Büyük Almanya devletini Avrupa’nın tam ortalarında insanlığın karşısına çıkartabilecektir. Benzeri bir durum bugünün koşullarında Türkiye için de söz konusudur. Almanya Avrupa’nın ortalarında kendisinden kopmuş Germen toplulukları ile birlikte bir büyük devlet arayışı içine girerken, yeni Osmanlıcılık söylemleri ile de Osmanlı hinterlandında sahip birçok Türk asıllı topluluk ve ülke bugünkü dünya haritası üzerinde birlikte yaşamaktadırlar. Almanlar yıllarca Osmanlı uzantısı toplum ve devletlerin yönlendirmesini yaparak Çanakkale savaşı sonrasında yeni bir geniş alan hegemonyası ardında koşarken, Türkler böylesine bir emperyal oluşumun öncülüğünü yapmamışlardır. Türklerin sömürgecilik yapmamaları dünya barışı için olumlu bir örnek oluşturmuştur. Almanların komşuları üzerinden büyük bir Alman birliği oluşumunu kurmak istemelerini öne çıkarmıştır. Birinci dünya savaşı sırasında Osmanlı devletinin Almanya önderliğindeki orta alan askeri yapılanması, daha sonraki aşamada Macaristan, Bulgaristan ve Türkiye gibi Türk asıllı ülkelerin Anglo Sakson devlet ve toplumların saldırılarına karşı, Alman ve Türk asıllı toplum ve devletlerin birlikteliğini öne çıkarmıştır. Almanlar ve Türkler orta dünya devletleri ve ulusları olarak birinci cihan savaşında dayanışma içinde savunma yapmışlardır.

 Almanya için bir alternatif olarak kurulan sağ ulusalcı parti son birkaç seçimde beklenenin üzerinde oy alması, kamuoyunda büyük sarsıntılar yaratmış ve tedirgin olan seçmen kitlelerini giderek yeni sol ve sağ partiler arayışına yönlendirmiştir. Alman ulusal kimliğinin ötesinde sol ya da sağ çizgiler hazırlayan yeni partiler ortaya çıkarak seçmen kitlelerini etkilemeye başladığında, siyasi partiler listesi değişmiştir. Önce aşırı uçları sarsan oy patlaması ile başlayan yeni süreç daha sonraki aşamada da aşırı uçlardan yavaş yavaş alt kimlikler temeline oturmaya başlayınca, Türkler de kendi siyasal partilerini kurarak Almanya siyasetinde nüfusu toplam ulusal nüfusun on beşte biri olan Almanya’daki Türk nüfusunun, siyasal bir parti ile örgütlenerek siyasal alandaki yarışa girmesine zemin hazırlamıştır. Beş milyonluk bir oy potansiyeline sahip olan Türk lobisinin yeni kurulan DAVA isimli partiye sahip çıkarak, genel siyaset düzeni içinde Alman yasaları ve siyasal düzeni çerçevesinde çağdaş bir siyasal örgütlenmeyi gündeme getirmişlerdir. Türkiye’nin doğu bölgesindeki gibi bir sorun ile Alman devleti karşı karşıya gelmiştir. Avrupa ülkelerindeki siyasal parti listelerine bakıldığı zaman ideoloji ve siyasetlerin yerini etnik köken ve dinsel kimlik örgütlenmelerinin aldığı yeni bir durum vardır. Almanya Türk partisinin Avrupa Parlamentosu seçimlerine girmesi üzerine aşırı uçtaki Almanya için alternatif partisinin, Türklerin ve diğer etnik grupların Alman siyasal alanı içindeki yerlerinin belirlenmesine yardımcı olmaktadır. Almanya’nın bölünmez bir bütün olduğunu savunan ulusalcılar ise hem aşırı uçlara hem de etnik kökenli örgütlenmelere karşı çıkmaktadırlar.

Sınırları geniş belirlenen demokrasilerin Avrupa gibi gelişmiş ve modern ülkelerde bile bölücülüğü öne çıkardığı, son Alman seçimlerinde açıkça ortaya çıkmıştır. Türkiye’ye karşı bölücülüğü destekleyen Avrupa ülkelerinin yeni dönemde kendi ülkelerinde de etnik kökenli siyasal örgütlenmelerin bölücülük yapma tehlikesiyle karşı karşıya gelmektedir. Yeni dönemde Almanya, bütün dünya ülkelerine karşı etnik köken ve ırksal yapılanma konularını insan hakları diye savunulmalarını zorla kabul ettirmeye çalışırken, kendisinin ulusal çıkarları doğrultusunda diğer devletlerin çatısı altında kendi alt kökenleri üzerinden yepyeni bir siyasal model yapılanmasına doğru yönlendikleri anlaşılmaktadır. Yıllardır batı dünyasının önde gelen devletleri böylesine çifte standartlı bir yapılanmaya dönük çalışarak dünya ülkelerini parçalanmaya doğru yönlendirirken, şimdi gelinen noktada Avrupalı ülkelerin düştüğü çelişkili durumlar Türkiye gibi dünya ülkelerinde de görülmektedir. Etnik ve dinsel farklılıkların  giderek siyasal örgütlenmelere dönüşmesi ulus devletlerde tedirginlik yaratırken, her ulus devlet kendi durumunu yeniden inceleyerek değerlendirme yapmak durumundadır. Uluslar bir devletin çatısı altında yaşayan herkesi ulus devletin ulusu olarak görmek ve bu doğrultuda ülkede birlik ve beraberlik statüsünü koruyarak devletlerin ülkeleri üzerinde kamu düzeni oluşturma yetkisi ile gücünü artırmak zorundadırlar. Ulus devletlerin birliklerini koruyamaz bir duruma geldikleri zor aşamalarda, aynı ulusun içindeki farklı kimliklerin kendilerine benzer bir biçimde örgütlenmeye çalıştıkları da artık bugünün gizlenemeyecek önde gelen siyasal gerçekliğidir.

Türkiye bütün dünya ülkelerinde temsilcileri ile bulunan modern bir orta doğu devletidir. Devletlerin ve toplumların birlikte var olduğu ve birbirlerine karıştığı çeşitli dünya bölgelerinde Avrupa, Asya, Afrika ve de Amerika gibi büyük kıtaların kesişme noktalarında her devletin jeopolitik konumları bölgesel sorunların kontrol edilmesinde ve çözüme kavuşturulmasında etkin rol oynamaktadır. Kıtadan kıtaya, bölgeden bölgeye her devletin konumu değiştiği için sorunlar farklılık göstermekte ve bunların çözüme kavuşturulmasında farklı yöntemler ve bakış açılarıyla hareket edilerek kesin sonuçlar alınabilmektedir. Almanya Avrupa’nın ortasında yer alan merkezi bir orta alan devletidir. Türkiye Cumhuriyeti yeni dönemde Avrupa Birliği ile birlikteliği sağlamak için Almanya gibi merkezi devlet ile yakınlaşmak ve bu ülkenin olanaklarından yararlanarak, tarihin zor aşamalarında gündeme geldiği gibi, Almanya’nın Orta Doğu’da ki girişimlerine benzer bir biçimde Türkiye Cumhuriyeti de Orta Avrupa bölgesinde kendi ulusal çıkarlarını korumak amacıyla siyasal çalışmalara yönelmesi durumunda, Avrupa ve Orta Doğu gibi  bölge ülkeleri gibi devletlerle yakınlaşarak barış ve güvenliği gerçekleştirmek  için üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmek zorundadır. Her ülkede çeşitli siyasal partiler vardır ve bunların siyasal aktiflikleri ile üretilecek siyasal tavır ve çözümler sorunların aşılabilmesi doğrultusunda işe yarar ve yeni bir düzenleme getirebilirse, o zaman her devlet için geçerli olan farklı yaklaşımların devreye girerek sonuç alması gerekmektedir. Almanya bütün Avrasya bölgesine dağılan Alman asıllı vatandaşları ile nasıl ki, Asya ve Avrupa ülkelerini gözetim altına alıyorsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin de bazı partiler ile yakınlık sağlayarak Almanya, Fransa ve İngiltere gibi Avrupa’nın en büyük ülkelerini yakından izlemesinde dünya barışı açısından ulusal ve küresel yararlar vardır. Türkiye’nin Almanya’yı daha yakından izlemesi de Avrupa kıtasının güvenliğine katkı sağlayacaktır. Alman-Türk birlikteliği gelecekte Avrasya barışının öncüsü olabilir.   

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

8 Haziran 2024 Cumartesi

KEMALİZM VE SİYONİZM - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

  KEMALİZM VE SİYONİZM 

        Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticileri, son günlerde yoğun bir biçimde Siyonist İsrail’i eleştirmekte ve bir çeşit emperyalizm olan Siyonizm’in yönettiği bu Yahudi Devletinin, uluslararası hukuka aykırı bir biçimde gerçekleştirdiği saldırı ve suç oluşturan eylemlere açıkça karşı çıkmaktadır. Özellikle insan haklarına aykırı şekilde gerçekleştirilen son Gazze katliamları, tüm İslam dünyasında olduğu gibi bütün dünya ülkelerinin açık tepkilerine yol açarken, Orta Doğu bölgesinin önde gelen merkez ülkesi Türkiye’nin de böylesine bir duruma seyirci kalması düşünülemezdi. Kuşatma altına alınarak bir anlamda açık hava hapishanesine dönüştürülen Gazze insanına, uluslararası bir yardım kuruluşu aracılığı ile yiyecek ve ilaç götüren bir gemiye, daha karasularına girmeden, uluslararası açık deniz bölgesinde İsrail Devleti tarafından hukuk dışı müdahale edilmesi, bunun sonucunda dokuz Türk vatandaşının öldürülmesi, aynı eylem sırasında çeşitli ülke vatandaşlarından oluşan onlarca insanın da yaralanması hiç bir biçimde kabul edilemeyecek, haksız bir eylem olarak görülmüştür. Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman bir bölge devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, böylesine insanlık dışı bir olayı görmezden gelmesi ve tepki göstermemesi söz konusu olamazdı. Başta üst düzey yöneticiler olmak üzere, Türk Devletinin ve toplumunun önde gelen yetkili temsilcileri ağız birliği yaparak, aç ve susuz insanlara yiyecek ve ilaç götüren bir gemilere yapılan saldırıyı protesto etmişlerdir. Toplumun Müslüman kesimlerinden gelen tepkilere diğer kesimlerin karşı çıkışları da eklenmiş, Türk toplumu böylesine bir haksızlığa karşı tepki göstermekte bir araya gelmişlerdir.

       Orta Doğu haritasına bakıldığı zaman Türkiye, İran ve İsrail dışındaki bütün devletlerin Arap asıllı oldukları ve bu nedenle de bölgede büyük bir Arap nüfusunun bulunduğu görülmektedir. Arapların bu büyük çoğunluğuna karşılık, bölgenin çevresinde yer alan Türkiye ve İran, Arap olmayan ülkeler olarak yüzlerce yıl varlıklarını sürdürmüştür. Yahudiler iki bin yıl sonra merkezi coğrafyaya dönerek, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri desteği ile üçüncü kez kendi devletlerini kurarlarken, merkezdeki iç kuşağın taşıdığı Arap ağırlığına karşılık, merkez dışı kenar kuşaktaki Türkiye ve İran devletlerini bir anlamda kendileri için bir destek unsuru olarak görmüşlerdir. Bu çerçevede, İsrail Devletinin kuruluşundan sonra Türkiye ve İran ile yakın ilişkilere girdiği ve Arap dünyası ortasında yeniden kurulan Yahudi devletinin geleceği için Türkiye ve İran’ı, Araplara karşı bir denge unsuru olarak kullanmağa başladıkları görülmüştür. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında ABD bölgeye gelirken Sovyetler Birliği, İran’ın batısında kendine bağlı bir Kürt devletini Mehabad Cumhuriyeti olarak ilan etmiş, ama İngiltere ve ABD ikilisi, uluslararası Siyonist lobilerin yönlendirmeleriyle bu yeni devleti ortadan kaldırarak, Orta Doğu’da Sovyetler Birliğinin üstünlük sağlamasını önlemiştir. Bugün yaşanmakta olan olaylar açısından konuya bakıldığında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bölgenin yeniden düzenlenmek istendiği anlaşılmakta ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere ile Fransa’nın beraberce çizdikleri harita eskimektedir. İsrail’in kuruluş döneminde Türkiye ve İran Yahudilerin Arap çoğunluğa karşı en büyük dayanağı olmuştur. Bugün İran’a savaş açarak, Türkiye’yi de karşısına almak durumunda olan İsrail Devletinin, kuruluş sürecinde en büyük destek gördüğü Türkiye ve İran’ın katkılarını hatırlamaması, dünya barışı açısından gerçekten umut kırıcı bir durum yaratmaktadır.

      Türkiye ve İran, Arap toplumlarına sahip olmamalarına rağmen büyük çoğunluğu Müslüman toplum yapılarına sahip iki komşu Orta Doğu devletidir. İran Devleti Milattan Önceki Pers İmparatorluğunun çağdaş devamı olarak varlığını sürdürürken, Türkiye Cumhuriyeti batı emperyalizminin Siyonizm ile işbirliği yaparak yıkmış olduğu Osmanlı İmparatorluğunun devamı olan Türk Devletidir. Türk Devleti imparatorluk sonrasında onurlu bir kurtuluş savaşı yapılarak kurulan üniter, ulusal ve merkezi bir devlet modeli özelliğini taşımaktadır. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında, kurucu iradeyi temsil eden kurucu devlet başkanı tarafından oluşturulan bu devlet modeli, aynı zamanda Kemalist ilkeler içerikli Cumhuriyettir. Son Osmanlı meclisinde belirlenen Misakı Milli sınırları içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu özelliği, Orta Doğu ve Avrasya bölgelerinin Türk ve Müslümanların çoğunluğu açısından da örnek özellik taşımaktadır. Kısacası Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türk ulusu adına kurulan Kemalist devlettir. Türk Devleti, Kemalist modeli ile yüz yıla yakın bir süre varlığını korumuş, İkinci Dünya Savaşı ve soğuk savaş dönemlerini atlatmış, küresel emperyalizm çağında da hem varlığını hem de kurucu irade tarafından oluşturulmuş olan devlet modelini koruyarak bugünlere gelmiştir. Siyonizm’in kontrolü altındaki küresel emperyalizmin her türlü saldırısına ve içerideki mandacı ve işbirlikçi kadroların Truva Atı olarak kullanılmasıyla, peş peşe gündeme getirilen her türlü siyasal senaryoya karşı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurucu iradenin gerçekleştirmiş olduğu siyasal devlet modeli ile varlığını korumaktadır.

        Dünya tarihi içinde önemli bir yer işgal eden Yahudi tarihine göre, Yahudileşme sürecinin Milattan Önceki dönemlerde ilk İsrail Devleti Mezopotamya’da ortaya çıkarak, ilk kez Filistin bölgesinde devlet yaratmasından sonra gündeme gelmiştir. Ancak ilk İsrail Devleti, Babil Krallığının Orta Doğu bölgesini bütünüyle ele geçirmesinden sonra yıkılmıştır. Bölgenin çeşitli yörelerine dağılan Yahudilerin daha sonraki aşamada, büyük Mısır göçü sonrasında yeniden eski yerlerine dönerek, ikinci kez İsrail Devletini kurmuş oldukları tarihi bir gerçektir. Ne var ki, Milat dönüşümü sırasında Roma İmparatorluğu’nun Orta Doğu’ya gelerek bu bölgeleri ele geçirmesi ve bir büyük Akdeniz imparatorluğu kurması üzerine, İsrail Devleti Romalılar tarafından ikinci kez yıkılmış ve Yahudiler Akdeniz üzerinden dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmışlardır. İki bin yıl önce ortaya çıkan bu dağılma süreci, dünya tarihi ile beraber kıtalar arasında devam etmiştir. Daha sonra, Avrupa’da Vestfalya Barış Antlaşması sonrasında, krallıkların ulus devletler süreci ve Fransız Devrimi ile bütün Avrupa ülkelerinde ulus devletlere dönüşümü başlayınca, dünya ülkelerine yayılmış olan Yahudi toplulukları ulusçuluk akımlarının hedefi haline gelmiş ve bu aşamadan sonra da Yahudilerin kendi ulus devletlerini kurmaları süreci de başlatılmıştır. Rusya, Polonya ve Almanya gibi ülkelerde birbirini izleyen Yahudi katliamları ve pogromlar bu ihtiyacı giderek artırmış ve böylece dünyanın tam ortasında yeniden bir Yahudi devleti olarak üçüncü İsrail’i kurma hedefi uluslararası alandaki güçlü Yahudi lobilerinin desteği ve öncülüğü ile Siyonizm akımını gündeme getirmiştir. Üç yüz yıllık bir geçmişi olan Siyonizm akımı, iki bin yıllık Yahudi sorunu olan İsrail devletinin kuruluşunu ana hedef olarak seçince, on sekizinci yüzyıldan başlayarak bugünkü İsrail’in kuruluşuna doğru giden bir doğrultuda, Siyonizm bir siyasal akım olarak tarihsel olayların yönlendirilmesinde en büyük belirleyicilerden birisi olmuştur. 

         Dünya tarihi bağlamında Yahudilerin yaşadıkları olaylar ve bunların karşısında izledikleri tutumlar dikkate alındığında, ciddi bir Siyonist örgütlenme içerisinde oldukları görülmekte ve iki bin yıl sonra dünyanın birçok ülkesine dağılmış olan Yahudilerin yeniden merkezi alana gelerek, kendi devletlerini kurmaları için birçok aşamadan geçtikleri görülmektedir. Yahudiler ilk iki İsrail’i, siyasal gelişmeler sonucunda yitirdikten sonra tarihi olaylardan ders alarak Orta Doğu’ya iki bin yıl sonra dönebilmişler ve her türlü zorluğa ve büyük devletlerin karşı çıkışlarına rağmen Siyonizm’in güçlü örgütlenmesi sayesinde üçüncü kez İsrail’i yeniden kurabilmişlerdir. Bu açıdan konu ele alınırsa; üçüncü İsrail Devletinin yeniden kurulabilmesi, bütünüyle Siyonizm akımının elde ettiği bir başarıdır. Dünyanın çeşitli ülkelerinden kovulan ya da dışlanmak zorunda bırakılan Yahudileri yeniden toplayarak dünyanın merkezinde bir Yahudi devleti kurulabilmesi; Siyonizm’in elde ettiği başarılar sayesinde gerçekleştirilmiştir. Bugünkü İsrail Siyonizm’in bir doğal sonucudur. Bu nedenle, İsrail ve Siyonizm birbirinden ayrılamayacak kadar bütünleşen bir yapıya sahiptir. Nasıl Kemalizm Türkiye Cumhuriyeti’nin yaratıcısıysa, Siyonizm de İsrail devletinin yaratıcısıdır. Her iki akım devlet yarattığından, ortaya çıkan bu iki devletin temelinde birer siyasal ideoloji bulunmaktadır. İki ideoloji iki ayrı devlet kurarken, kendi modellerini de devletlerin kuruluşu sırasında ortaya koyarak, geleceğe yönelik bir doğrultuda devletlerin birbirlerinden çok farklı bir çizgide yapılanmalarını sağlamıştır. Bu nedenle, Kemalizm ile Siyonizm birbiriyle hiçbir zaman karıştırılmamalıdır. 

İslam dünyası incelendiği zaman bazı tarikatlar ve cemaatlerin Kemalizm ile Siyonizm’i aynı kaba koymaya çaba gösterdikleri anlaşılmaktadır. Orta çağ düzenini savunan bazı dinci çevreler, Orta Doğu’da laik bir devlet kuran Kemalizm ile gene bu topraklarda bir Yahudi devleti kuran Siyonizm’i aynı kefeye koyarak, Kemalizm ile Siyonizm’i bir tutmak istemektedirler. Reel politiğin gösterdiği gerçekçi koşullara bütünüyle ters düşen bu kolaycı tutum nedeniyle, Kemalist Türkiye ile Siyonist İsrail, Arap ve İslam dünyasının dışında tutulma gayreti güdülmekte, kuruluşu sırasında İsrail için bir şemsiye olarak ABD tarafından kullanılan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu düşüncesi Kemalizm de sanki Siyonizm’in bir başka türüymüş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Konuyu fazla bilmeyen okumamış kesimlerde ve daha çok cemaatlerin kontrolleri altında hareket eden dinci alt tabakalar da giderek bir Kemalizm ve Siyonizm aynılığı yaratılmak istenmektedir. İsrail’in bir dönem şemsiye olarak kullandığı Türkiye Cumhuriyeti de sanki Yahudilerin kurmuş olduğu bir ikinci devlet olarak kamuoyunda gösterilmeye çalışılmaktadır. Tarihsel olaylara ve gerçeklere bütünüyle ters düşen bu durum, Orta Çağ düzeni arayışı içinde olan cemaatlerin en çok istismar ettiği ve kullandığı konuların başında gelmektedir. Kemalizm’ Siyonistlikle suçlanarak Türk halkının gözünden düşürülmek istenmekte, geleneksel Yahudi ve Müslüman çatışması bu doğrultuda körüklenerek, Kemalizm’in laik, ulusal ve üniter devlet modeli ile Müslüman halk kitleleri karşı karşıya getirilerek, bir anlamda devlet ve millet çatışması yaratılmak amaçlanmaktadır. Böylece; Kemalizm’in başarılı bir ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti modeli yıpratılıp yıkılmaya çalışılmaktadır. Giderek artan nüfus yapısı içerisinde kendisine daha fazla taban yaratmak isteyen dinci tarikatlar, okumamış kitleler ve masum cami cemaatini bu doğrultuda aldatarak, Atatürk Cumhuriyetinin çağdaş toplum yapısını yeniden Arabistan tipi bir modele doğru sürükleme çabası içinde oldukları görülmektedir.

           Avrupa ile Asya, Hıristiyan dünyası ile İslam ülkeleri arasında tarihin bir köprüsü konumunda olan Türkiye’nin, Atatürk devrimleriyle çağdaş bir toplum yapısına kavuşturulmuş olan ulusal yapısı dış baskı ve desteklerle zorlanırken, Türkiye’de küresel emperyalizmin gündeme getirerek zorla dayattığı bir dönüşüm süreci yaşanmaktadır. Küresel emperyalizmin Siyonist lobiler tarafından yönlendirilmesi nedeniyle, Orta Doğu’da İsrail merkezli bir harita çizilmek istenmektedir. Bölgenin en küçük devleti olan İsrail’in merkezinde yer aldığı ve Kudüs’ün başkent olacağı bir Büyük İsrail Projesi doğrultusunda Amerikan devletinin süper gücü yönlendirilince ve dünya ekonomisi Yahudi lobilerinin elinde bu amaç doğrultusunda seferber edilerek, gene Yahudi sermayesinin güdümü altındaki medya ve basın organları kutsal toprakların fethine doğru kullanılınca, Siyonizm merkezi bölgenin egemeni konumuna gelerek ve bu nedenle de ister istemez Kemalizm ile karşı karşıya gelmektedir. Türkiye’nin, eski Osmanlı ülkesinin hinterlandı içinde bulunması ve Yeni Osmanlıcılık adı altında Siyonizm’in bütün Osmanlı ülkelerine sahip çıkmağa çalışmasıyla gene Kemalist Türkiye modeli büyük bir tehdit altına sürüklenmektedir. Siyonist Yeni Osmanlıcılık bütünüyle Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye ederek İsrail merkezli bir yeni Orta Doğu Federasyonu kurmaya çalışması da, Kemalizm ile Siyonizm’i karşı karşıya getirmiştir. Orta Doğu’nun bütün alanlarına egemen olmak isteyen İsrail, Mezopotamya egemenliği için bir kukla devleti Irak’ın kuzeyinde kurdururken, aynı doğrultuda Suriye, Türkiye ve İran için de bölücü senaryoları devreye sokarak, bölgenin bütün büyük devletlerini ABD’nin desteği altında parçalayabilmenin yollarını aramıştır. Siyonizm dünya egemenliği hedefinde merkezi alanda küçük İsrail’i kurduktan sonra, ikinci aşamada Büyük İsrail Projesine yönelince, bütün bölge ülkeleriyle beraber, Atatürk Cumhuriyetini de hedef aldığı için doğal olarak bölge egemenliği yarışında, Kemalizm ve Siyonizm rakip konumuna gelmiştir. İsrail lobileri bu durumu sürekli olarak Türk kamuoyundan gizleyerek, İsrail’in geleceğe dönük projelerinde Türkiye’yi ABD ve Avrupa üzerinden sonuna kadar kullanmaya çalışmışlardır. Siyonizm Türkiye’deki Yahudilerden yararlanarak oluşturduğu işbirlikçi lobiler aracılığı ile Türkiye ve İsrail devletlerinin çatışan çıkarları gerçeğini, sürekli olarak Türk kamuoyundan gizlemişler ve sonuna kadar Türkiye’yi İsrail’in çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Bu tür politikalara alet olan Türkiye merkez sağ partileri önce çökmüş daha sonraları iktidara gelen sol partiler de aynı Siyonist ve emperyal çıkmazın içerisine sürüklenince, bunlarda çökmek zorunda kalmışlardır.

ABD emperyalizmini İsrail’in çıkarları doğrultusunda yönlendiren Siyonizm, Türkiye’nin sağ ve sol partileri ile kadrolarının çöküşünü İsrail’in çıkarları doğrultusunda gerçekleştirince, bu kez Türkiye’de demokrasiye devam edilebilmesi için İslamcı kadroların öncülüğünde İslam kimliğini öne çıkaran partiler iktidara gelmiştir. Milli görüş partisinin geniş halk kitlelerinin desteği ile iktidara gelmesinden sonra bir İsrail senaryosu çerçevesinde Siyonizm devreye girerek bu millici Müslüman partinin önünü kesmiştir. Daha sonraki aşamada ise Siyonizm’in güdümündeki küresel emperyalizmin Büyük İsrail hedefi doğrultusunda Büyük Orta Doğu ve ılımlı İslam projelerini gündeme getirdiği görülmüştür. Merkez sağ ve solun, emperyalizm ve Siyonizm’e teslimiyetçi politikalar yüzünden çökmesi üzerine, Atatürk’ün laik cumhuriyetinde İslamcı partilerin iktidar dönemi başlamıştır. Yenilikçi kanat adı altında geleneksel milli görüş çizgisinden kopanların oluşturduğu ılımlı İslam partisi, iktidarının ilk yıllarında kendisini destekleyen batılı çevrelere karşı ılımlı ve hoşgörülü davranmış ama bu tavizlerin karşılığında hiçbir şey alınamamıştır. Siyonizm, Büyük İsrail Projesi doğrultusunda Türkiye’yi dönüştürürken, İsrail’in çıkarlarını gizlemek üzere Avrupa Birliği sürecini öne sürmüş, Avrupa üzerinden gelen on uyum paketi ile Türk devleti yarı yarıya tasfiye edilmiş ama elli yıllık beklemeye rağmen bir türlü Avrupa Birliği içine alınmamıştır. Yirmi yıllık AB aday üyeliği döneminde sürekli olarak ABD ve İsrail ikilisi AB süreci görünümünde, Türkiye’yi değişime zorlamışlar ve bunun karşılığında Türkiye’nin gereksinmesi olan konularda hiçbir adım atmamışlardır. Avrupa Birliğine farklı yapısı ve özellikleri nedeniyle alınmayacağı başından belli olan Türkiye’nin AB süreciyle oyalanması, Büyük İsrail Projesinin devreye sokulması doğrultusunda değerlendirilmiştir. ABD’nin konumu ve süper gücü de gene Siyonizm’in hedefleri doğrultusunda sürekli olarak devrede tutulmuştur. Türkiye’nin sürekli olarak verdiği ödünler nedeniyle, devletin gücü zayıflamış ve Atatürk Cumhuriyeti İsrail yüzünden, merkezi bölgedeki etkisini yitirmek durumunda kalmıştır.

           Soğuk savaş sonrasında küresel emperyalizm dönemine geçildiğinde, ABD üzerinden İsrail ve Siyonizm dünya hegemonyası için uğraşmayı sürdürmüş ve bu doğrultuda merkezi coğrafyayı yeni bir yapılanmaya götürecek değişiklikler teker teker ortaya çıkarılmıştır. Küreselleşme, modern çağların ürünü olan bütün kazanımları devre dışı bırakmak üzere, postmodernizmi öne çıkarırken, ulus devletleri parçalayacak derecede birçok kültürcülüğü de zorla dünya ülkelerine empoze etmeye başlamıştır. Ayrıca küresel sermaye, giderek bütün dünya kapitalist sistemini bir Siyonist azınlığın elinde toplarken, her geçen gün yoksullaşan halk kitlelerini yeniden baskı altına alarak, toplumsal tepkileri devre dışı bırakma doğrultusunda dini ve cemaatleri araç olarak kullanmaya başlamıştır. Böylece din yeniden yoksulların umudu haline getirilmiştir. Zenginler bu dünyayı paylaşırken, yoksullara öteki dünya bırakılmış, sosyalist sistem çökertilirken yeniden sol muhalefetin yükselmesini önlemek için, dinci akımlar piyasaya sürülmüştür. Ayrıca cemaatlere çok büyük dış para yardımı sağlanarak, bunların içinden bir işbirlikçi cemaat burjuvazisinin doğması sağlanmıştır. Cemaatçi burjuvazi tarikatlar aracılığı ile yoksul kitlelerin din ile baskı altına alınmasında kullanılmıştır. Siyonizm’in güdümündeki küresel emperyalizmin bu gibi siyasal oyunlarının tamamı, Türkiye Cumhuriyeti’nde de sahneye konulmuştur. Siyono-emperyalizmin bu gibi stratejileri, Türk devletini son derece zor durumda bırakırken, Kemalizm’i de ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Kemalizm ve Siyonizm çekişmesinde, Siyonist lobiler Amerikan devletini, Avrupa Birliğini ve batı kapitalizmini Türkiye’ye karşı birlikte kullanmışlardır. Türkiye’yi yöneten hükümetler hep batı destekli olarak işbaşına geldiklerinden, bu duruma karşı çıkamamışlardır. Dış destekle iktidara gelen partiler batı emperyalizminin güdümünde batının çıkarları doğrultusunda çalışırken, Türkiye’nin ve Türk halkının ulusal çıkarlarını ihmal etmişler ve bu yüzden de Türk devletinin yarı sömürge konumuna gelmesine yol açmışlardır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde olduğu gibi bir yarı sömürge konumuna sürüklenmesinin ana nedeni; Batı Blokunun Türkiye’ye karşı çifte standartlı davranmasıdır. Böylesine olumsuz bir durumun ortaya çıkmasında, bölgede İsrail’i merkez yapmak isteyen Siyonizm’in çok önemli payı bulunmaktadır.

           Küreselleşme süreci sonrasında, nelerin olamayacağı iyice anlaşılmış, nelerin olabileceği konuşulmaya başlanmıştır. Küreselleşme sürecinin iki yıl önce kesilmesi ve ekonomik bir krizin çıkması üzerine, Avrupa Birliği dağılmaya başlamış, İsrail zorlamasıyla yapılan Irak savaşı yüzünden Amerikan ekonomisi çökme noktasına gelince, ABD merkezli evrensel kapitalizm imparatorluğu projesi de durmuştur. ABD gücünü yitirince, yeni ortaya çıkan Rusya, Brezilya, Çin ve Hindistan gibi dev ülkeler, dünyayı çok kutuplu bir yapıya götürmüşler, bunun sonucunda da ABD’nin süper gücü üzerinden bir dünya krallığını Siyon Tepesinin yanında kurmayı düşünen Siyonizm’in planları çökmüştür. Kurulduğu günden bu yana bir savaş ve terör devleti olarak, bölgede barışa hiç yer vermeyen İsrail’in, bütün plan ve hedefleri ortaya çıkınca, geçmişten gelen dünya konjonktürü ile hedefine varamayacağını anlayan Siyonizm, bu kez ekonomik krizi ve terörü dünyaya yayarak kaos ortamından yararlanmak istemiş, kaostan sonra bir yeni dünya düzeni hazırlığına girişmiştir. Siyonizm ücretli elemanları aracılığı ile bütün dünyaya ekonomik kriz korkusu aşılamaya başlamış, kurtuluş için de kaos ortamının yaşanması gerektiğini açıkça vurgulamıştır. Hem İsrail’in merkezi coğrafyaya egemen olabilmesi, hem de Siyonist lobiler üzerinden bir Siyon imparatorluğunun Orta Doğu üzerinden kurulabilmesi için, ekonomik kriz ile terörü tamamlayacak bir savaş konjonktürü de İran üzerinden tırmandırılmaya başlanmıştır. Irak sonrasında büyük bir çöküntü içine sürüklenen ABD’nin, İran savaşından kaçınması nedeniyle, İsrail açıktan bu ülkeyi tehdit ederek bir nükleer savaş riskini ortaya atmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, İsrail’in kurulmasıyla beraber bütün komşularıyla düşman konumuna gelen Türkiye, yeni dönemde Avrupa Birliği ve ABD üzerinden zorlanan batı baskıları nedeniyle İsrail ile İran arasına sıkışıp kalmıştır. Avrupa Birliğine üyelik vaatleriyle oyalanan Türkiye, Avrupa dışında kalınca, bu kez yeniden bulunduğu bölgeye bakarak kendine çeki düzen vermek zorunda kalmıştır. Sürekli olarak Avrupa üzerinden birtakım değişikliklere zorlanan Türkiye, bu durumdan ABD ve İsrail’in yararlandığını görünce, yeni bir değerlendirme yaparak daha bağımsız hareket etmeye başlamıştır. İşte bu aşamada, “dananın kuyruğu koptu” deyimini kanıtlarcasına, İsrail ile Türkiye aynı bölgede karşı karşıya gelmişlerdir.

          İki bin yıllık sorunu, üç yüz yıllık Siyonist hareket ile çözmeye çalışan Yahudi dünyası, yeni dönemde sahip olduğu tüm olanakları ve zenginliği Siyonizm’in dünya imparatorluğu için kullanmaya başlayınca, Atatürk ve Kemalizm düşman ilan edilerek, Türk Devletinin çatısı altından kurucu irade ve onun devlet sistemi kaldırılmak istenmiştir. Siyonizm’in güdümündeki neoliberaller ile ılımlı İslamcıların, İsrail’in planları doğrultusunda işbirliği yapmaları da Siyonizm’in, Kemalizm’e karşı açmış olduğu savaşın açık bir göstergesi olmuştur. Laik devlete karşı Orta Çağ din toplumunu postmodernizm adına savunanlar, ulus devlete karşı ilk çağların kabileci eyalet devletlerini de yerelleşme adı altında empoze etmekten, hiç çekinmemişlerdir. İsrail bütün Osmanlı hinterlandını ele geçiremeyince, Balkanlar, Anadolu, Kafkaslar ve Orta Doğu bölgelerinde yeni bir Balkanizasyon sürecini başlatarak bölücü hedefine ulaşmak istemiştir. Irak’ı zor kullanarak eyaletlere bölmeye çalışan İsrail, aynı şeyleri Türkiye’de demokratikleşme görüntüsünde gündeme getirerek sonuç almaya çalışmış, istediği eyaletleri oluşturmada Kürt kozunu tam olarak kullanamayınca, bu kez de Kürt terörünü bir bölücü terör örgütü aracılığı ile devreye sokarak, çıkarcı bir doğrultuda kullanma çabası göstermiştir. Kürt kozu ile İran, Irak, Türkiye, Suriye ve Azerbaycan gibi beş bölge ülkesini parçalamayı hedefleyen İsrail, bu doğrultuda bölücü terörü Kuzey Irak üzerinden beş ülkeye doğru yönlendirmiştir. Türkiye’nin elli yıllık bir süre içerisinde elli bin insanını yitirmesine neden olan bu bölgesel bölücü terör yıllardır siyonizm çizgisinde devam etmektedir. Büyük İsrail planı doğrultusunda kullanıldığı artık yavaş yavaş anlaşılmaya başlanmıştır. Büyük İsrail için hem terörü hem de savaşı kullanmaktan çekinmeyen Siyonizm, bütün bölge devletleriyle beraber Türkiye’yi de hedef alırken, aslında Kemalizm ile ciddi bir hesaplaşmaya girmiştir.

Emperyal saldırılara karşı bölgedeki ülkelerin bir araya gelerek oluşturacakları bir dayanışma örgütlenmesi üzerinden bölge barışını hedefleyen Kemalizm, merkezi coğrafyaya hegemonya doğrultusunda bir emperyal savaşı bölge ülkelerine dayatan Siyonizm ile karşı karşıya gelmiştir. Bölgede barış olacaksa Kemalizm, savaş olacaksa Siyonizm öne geçecektir. Devlet kuran iki akımın karşı karşıya geldiği merkezi coğrafyanın geleceği, Türkiye ve İsrail ilişkilerine bağlı bulunmaktadır. Filistin halkını faşist bir diktatörlük rejimi altında ezen, Irak halkını emperyal bir savaş ile mahveden, Türkiye’yi demokratikleşememe görünümünde dağılmaya sürükleyen Siyonizm ve onun uzantısı İsrail devletinin bugün gelinen aşamada, gene bilinen eski masalları okuyarak, nükleer tehlike gerekçesiyle İran’a saldırmaya kalkması, Kemalist Türkiye açısından kabul edilmeyecek bir durumdur. Son yarım yüz yıldır terör ve demokratikleşme programlarıyla hizaya getirmeye çalıştıkları Türkiye’den istedikleri sonuçları alamayınca, terörü azdırarak Türkiye’yi bir askeri maceraya ve savaşa doğru zorlamak Siyonizm’in yeni bir oyunu olarak görünmektedir.

        Siyon imparatorluğu doğrultusunda, Avrasya kıtasına egemen olmak isteyen İsrail ve onun destekçisi olan Siyonist lobiler, elbirliği ile İran savaşını kışkırtırken, eski oyunları yeniden kullanarak, Türkiye ile İran’ı savaştırmaya çalışmaktadırlar. ABD ve İsrail için çok pahalıya mal olacak böylesine bir savaş, üçüncü dünya savaşının başlangıcı olabilecek derecede tehlikeli bir gidiş olarak görünmektedir. ABD ve İsrail ikilisine karşı Çin, Rusya, Hindistan gibi doğu güçleriyle beraber, Almanya ve Fransa gibi devletler de İran ile olan iyi ilişkileri nedeniyle, Asya ülkelerinin s arkasında yer almaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün merkezi coğrafyanın emperyal ve Siyonist güçlere karşı korunması için İran ile ortaklık kurarak gerçekleştirmeye çalıştığı Sadabat Paktı bir bölgesel dayanışma örgütü olarak Kemalizm’in bölge planı biçiminde yeniden gündeme gelmektedir. Siyonizm bölge hegemonyası için Türkiye-İran savaşını kışkırtırken, Kemalist Türkiye Cumhuriyeti de kurucusu Atatürk’ün izinden giderek İran ile yakınlaşmaya çalışmakta, savaş yerine bölgede kalıcı bir barış ortamının temellerini atmaya çaba göstermektedir. Yeni dönemde Kemalizm Siyonizm ile mücadele ederken, Türkiye Çumhuriyeti başta İran olmak üzere Irak, Suriye ve Azerbaycan gibi ülkelere örnek ve model bir devlet olmak zorundadır. Ancak bu yoldan Kemalist Türkiye komşularıyla bir dayanışma ortamı sağladıktan sonra, Siyonist İsrail’in bölgesel hegemonya için öne sürdüğü terör ve savaş oyunlarına karşı çıkabilecektir. ABD’yi, dünya ekonomisini ve Avrupa Birliğini ele geçirmiş olan Siyonist lobilere karşı eşit ağırlıkta bir güç dengesi, ancak Atatürk’ün gündeme getirdiği Sadabat Paktı benzeri bir bölgesel dayanışma örgütlenmesi ile mümkün olabilecektir. Gerçek anlamda ülkeyi kurtaracak ve Türkiye’nin B Planı olacak böylesine bir bölgesel örgütlenme, Kemalist Türkiye’nin öne çıkarak bölge ülkeleriyle dayanışma düzeni kurmasıyla mümkün olabilecektir. Siyonizm dünya egemenliği için savaş dayatırken, Kemalizm bölge ve dünya barışı için komşularla dayanışma ve bölgesel örgütlenmeyi gündeme getirmektedir. Merkezi coğrafyada üçüncü dünya savaşının önlenebilmesi, Siyonizm’in önünün kesilmesine ve Kemalist Türkiye’nin öne çıkarak bölgesel yapılanmanın merkezi gücü olmasına bağlı bulunmaktadır. Olayların gelişim sürecinde, hükümetin Siyonist İsrail’e karşı başlattığı tepki ve direnişin devlet ve milletin millici kanatları tarafından desteklenmesi hem dinler arası çatışmayı hem de kıyamet senaryoları doğrultusunda bir üçüncü dünya savaşını önleyebilecektir. Siyonist emperyalizme karşı, Kemalizm’in barışçı dayanışmacılığına sahip çıkmanın zamanı çoktan gelmiştir. Türkiye’nin öncülüğünde gerçekleştirilecek bölgesel barış girişimine komşu devletler ile birlikte doğulu güçlerin ve devletlerin destek vermesi, kendiliğinden gündeme gelecek ve böylece batı emperyalizminin Siyonizm ile işbirliği yaparak merkezi alanı ele geçirmesi önlenebilecektir. Bugün gelinen aşamada Siyonizmin insanlık için nasıl bir tehlike olduğu açıkça anlaşılmıştır. Gazze saldırıları ile başlayan siyonist saldırı ve işgal girişimleri merkezi coğrafya topraklarını bütünüyle savaş alanına dönüştürmüştür. İnsanlık için bir nükleer terör ve savaş tehlikesini de içinde barındıran Siyonizm projesi bir an önce Birleşmiş Milletler örgütünün öncülüğünde önlenmelidir. Siyonizm orta dünyayı yıkarak emperyalizme yönelirken, yirminci yüzyılın başlarında bir anti-emperyalist mücadele ile tam bağımsız bir devleti dünyanın tam ortasında kurmuş olan Kemalizm yeniden gündeme getirilerek, bir muhtemel üçüncü dünya savaşı tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi önlenmelidir. Yurtta ve dünyada barış ilkesine dayanarak kurulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin öncülüğünde, dünya barışından yana olan bütün devletler bir büyük barış konseyi örgütlenmesini Birleşmiş Milletler çatısı altında örgütleyerek, uluslararası alanlarda ortaya çıkabilecek her türlü sıcak çatışma ve savaş oluşumlarının küresel düzeyde önlenmesini sağlamalıdırlar. Siyonizmin bir emperyalizm çeşidi olarak dünya ülkelerine saldırma girişimleri dünya barışına öncülük yapan anti-emperyalist Türkiye Cumhuriyeti devletinin yeniden Kemalist politikalara dönerek, bölge ülkeleriyle dayanışma düzeni kurulmasına öncülük etmesi sayesinde önlenerek, merkezi coğrafya üzerinden bir dünya barış düzeni oluşturularak kalıcı bir barışa ulaşılabilecektir. Siyonizmin savaş senaryolarına karşı, Kemalizmin Sadabat Paktı ile Balkan Antlandı girişimlerinin bugün yenilenerek, Avrupa – Asya hattı çizgisinde devreye sokulması giderek zorunluluk kazanmaktadır. Atatürk’ün izinden giderek yüzüncü yılını geride bırakan Türk devleti, gelecekteki yüz yılları aşarak, Kemalist barış girişimleri sayesinde dünyanın tam ortasında diğer bölgelere örnek olabilecek düzeyde bir barış ortamı yaratılmalıdır. Türkiye yüz yıl önceki antiemperyalist savaş ve barış girişimlerine yeni dönemde öncelik vererek, bölge ülkelerine barış ortamı ve kamu düzenini acilen yeniden kurmalıdır. Siyonizmin savaşçılığına karşı Kemalizmin bölgeye barış getiren politikalarının zaman içinde yavaş yavaş devreye konulması, bugün için acil bir durum göstermektedir. Her türlü emperyalizme karşı çıkan bir ülke olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, geleceğin barış ortamı için bugünün dünyasında öncülük yapmak zorundadır. Geçmişin siyasal birikimi ile geleceğin umutları birlikte ele alınarak, orta dünya için yeni bir barış düzeni gerçekleştirilebilmelidir. İnsanlık bir daha dünya savaşlarına alet olmamalı ve tüm ülkeler ile işbirliğinin kurumlaşması aracılığı ile yurtta ve dünyada barış ortamını, bölge devletleri, Türkiye’nin önderliğinde kalıcı bir kamu düzenine dönüştürebilmelidir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN