ANKARA KALESİ
Merkezi Devletler
Birliği (MEDEB)
Dünyanın Merkezi
Batı uygarlığının merkezi bu bölge olmuştur. Uygarlık tarihi
incelendiği zaman, Avrupa’ya kaynaklık yapan birikimin eski Yunan’dan doğduğu
görülmektedir. Eski Yunan’a eski Mısır, Mısır’a da Mezopotamya uygarlık beşiği
olarak kaynaklık yapmışlardır. Günümüz süper gücü olan ABD’yi yaratan da Avrupa
uygarlığıdır. Avrupa ise birikimini, eski Yunan ve Roma döneminden gelen miras
ile gerçekleştirmiştir. Kısaca dünya tarihinin oluşumunda Orta doğu denilen
bölge ana merkez olarak işlev görmüştür. Milat sonrası dönemde dünya gücünü
eline geçiren siyasal yapılar ya da devletler, bu nedenle Orta doğu bölgesini
kendi denetimleri altında tutmak istemişlerdir. Bu yüzden bölgenin insanları ve
devletleri tarih boyunca dış saldırılardan ve hegemonya mücadelelerinden kurtulamamışlardır.
Ortadoğu'da kurulmuş olan devlet yapıları, jeopolitik konumları gereği,
Asya ve Avrupa arasında kaldıkları için, tarihin her döneminde ya Asya ya da
Avrupa güçlerinin hedefi konumunda olmuşlardır. Asya'da ya da Avrupa kaynaklı
bölgeye yönelik saldırılar tarihin her döneminde görüldüğü gibi günümüzde de
benzeri bir saldırı ortaya çıkmıştır. Bu kez saldırı, bir başka kıtadan,
okyanus ötesi Amerika'dan kaynaklanmaktadır. Okyanus ötesi bir kıtadan, on bin
kilometrelik mesafeyi aşarak gelen dünyanın yeni süper gücünün bölgede
yerleşmeye çalışması, bu bağlamda bakıldığında tarihin dinamiklerine uygun bir
gelişme olarak görülmektedir. Avrupa'nın bütünleştiği, Asya'nın büyük
güçlerinin yavaş yavaş dünya sahnesinde ağırlıklarını hissettirmeye başladığı
bir dönemde; okyanus ötesi gücün dünyanın ana karası olan Avrasya bölgesini
kendi kontrolü altında tutma zorunluluğu ortaya çıkmakta ve bu nedenle de ABD,
kendisini yaratan ve kendinden önce dünyanın egemeni olan diğer Atlantik gücünü
de yanına alarak, dünyanın jeopolitik merkezine girmektedir, Böylesine büyük
bir operasyon gerçekleşirken üç yüz yıllık Siyonizm'in ve bu harekete bağlı
olarak hareket eden Siyonist lobilerin son derece etkin çalıştıkları ve yarım
yüzyıl önce kurulmuş olan küçük Yahudi devletini "Büyük İsrail"e
dönüştürme doğrultusunda ellerinden gelen her türlü desteği Atlantik güçlerine
sağladıkları görülmektedir, Sadece Yahudi kökenlilerle yetinmeyen bu lobilerin,
Tevrat'a inanan Evanjelik Hıristiyanlarla da Büyük İsrail Projesi doğrultusunda
ciddi bir Siyonist ittifakı oluşturdukları görülmektedir.
Bu proje, Osmanlı İmparatorluğu'nun hasta adam düzeyine geldiği 19. yüzyılın ortalarında Yahudi asıllı İngiliz Başbakanı Benjamin Disraelli tarafından hazırlanmış olan, "Dörtlü Konfederasyon" planının yeni bir versiyonu olarak devreye girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu merkezi gücünü kaybederek sarsılmaya başladığı bir aşamada; Rus İmparatorluğu ile İngiliz İmparatorluğu dünyanın merkezi devletini hasta adam olarak ilan etmişler ve bunu paylaşmak için birbirlerini yoklamaya başlamışlardır. Bir Yahudi başbakanın yönetimindeki İngiliz İmparatorluğu, Siyonizm’in ana hedefi olan İsrail'i kurmak ve bu doğrultuda Yahudileri Filistin'de toplamak olduğu için, bu amacı da gerçekleştirecek bir planı, dünya dengelerini dikkate alarak yavaş yavaş uygulamaya başlamışlardır. 20. yüzyıla kadar dünyanın batısını keşfetmeye uğraşan insanlığı yeniden dünyanın doğusuna yönlendirme noktasında oryantalizm çalışmaları başlamış ve dünyanın bütünleştirilmesi noktasında, Batı'nın yanı sıra Doğu'nun da kontrol altına alınması gereği ortaya çıkmıştır. Batı'nın egemen gücü bu doğrultuda. Dünyanın merkezi alanına sahip çıkmak istemiş ve Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra meydana gelen otorite boşluğu alanında yeni bir siyasal yapılanma planlanmıştır.
Günümüzde Orta doğu'ya Batı'dan gelen güç Avrupa kıtasından değil ama
Amerika kıtasından gelmekte ve bir Atlantik ittifakı doğrultusunda kendisinden
önceki Atlantik gücü ile ortak bir girişim çerçevesinde, Osmanlı
İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra meydana gelen otorite boşluğu alanını
doldurmak üzere devreye girmektedir. İngiltere'nin eski Osmanlı alanında
meydana gelen otorite boşluğunu "Şark Meselesi" olarak ilan etmesi ve
bu sorunu çözmek üzere Dörtlü Konfederasyon olarak bir "Yakın Doğu
Konfederasyonu" kurmak istemesi, Atlantik gücünün dünya hegemonyasına
dönüşebilmesi için yüz elli yıl önce yapılmış bir plandı. 20. yüzyıla kadar
dünyayı "güneş batmayan" bir imparatorluk olarak yöneten Britanya
Krallığı, iki dünya savaşı sonrasında gücünü kaybedince yerine onun yavrusu ve
varisi olarak Amerika Birleşik Devletleri geçmiştir. İkisi de Atlantik gücü
olduğu için Atlas Okyanusu'ndan bu bölgeye baktıkları zaman, dünyanın
merkezinin Avrupalı ve Asyalı güçlere bırakılmaması gerektiğini görüyorlar ve
kendilerinin dünya hegemonyası doğrultusunda dünyanın merkezine gelerek, burada
kendi güçlerinin merkezde yer alacağı bir bölgesel konfederasyon kurmayı
planlıyorlardı.
İngiltere açısından, Osmanlı İmparatorluğu çöktüğü zaman meydana gelen
otorite boşluğu alanının, başka bir güce bırakılmaması gerekiyordu. Bu noktada;
Almanya'nın doğuya ilerlemesi, Rusya'nın güneye inerek sıcak denizlere
ulaşması, Arapların bir araya gelerek bir Arap Birliği Konfederasyonu
kurmaları, İran'ın önderliğinde Abbasi ya da Emevi İmparatorluğu benzeri yani
bir İslam Birliği Konfederasyonu oluşturulması, Osmanlı topraklarında yaşayan
Türklerin yeniden eski Selçuklu İmparatorluğu alanına yönelerek bir Türk
Birliği yapılanması yaratması, ya da Asya'nın büyük güçleri olan Rusya, Çin ve
Hindistan'ın sahip oldukları milyonlarca Müslüman nüfustan yararlanarak bu
bölgeye sahip olmalarının önlenmesi gerekiyordu. Aynı şekilde, İtalya'nın Doğu
Akdeniz'de yeni bir Roma İmparatorluğu arayışının, Fransa'nın 11. yüzyılda
Filistin'de kurduğu Latin Devleti planı ve bu doğrultuda Ermenileri kullanarak
ve Hıristiyan Süryanilerden yararlanarak, Suriye Devleti ya da Büyük bir
Ermenistan yapılanmasını gündeme getirmesinin de önlenmesi gerekiyordu.
İngiltere merkezli dünya, Osmanlı sonrasında ortaya çıkan Şark sorununun çözümü
için Dörtlü Konfederasyon planını gündeme getiriyordu. Bu doğrultuda;
Balkanlarda, Anadolu'da, Kafkasya'da ve Ortadoğu'da etnik topluluklar ve cemaatlerden
oluşan küçük devletlerin federasyon kurmasını ve oluşacak bu dörtlü
federasyonun daha sonra "Yakın Doğu Konfederasyonu" adı altında
İngiltere'nin güdümünde, İstanbul merkezli bölgesel yapılanmaya götürülmesini
hedefliyordu. Bir anlamda İngiltere, Anglosakson egemenliği üzerinden yeni bir
Bizans Projesi'ni devreye sokuyordu.
Eğer I. ve II. Dünya Savaşları sonrasında, Büyük Britanya
İmparatorluğu eski gücünü koruyabilseydi; Londra merkezli dünya yapılanması
çerçevesinde Yakın Doğu Konfederasyonu Osmanlı sonrasında bir siyasal merkez
olarak gerçekleştirilecekti. Yeni yükselen güç olarak Almanya'nın tasfiye
edilmesinde İngiltere çok zorlanınca; II. Dünya Savaşı sonrasında yeni dünya
yapılanması. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği dengesinde yeni
bir dünya düzeni, soğuk savaş aşaması olarak gündeme geliyordu. Soğuk savaş
yıllarında İngiltere'nin yerini bütünüyle Amerika alıyor ve dünyadaki İngiliz
egemenliği ile kurulmuş olan Atlantik inisiyatifi düzeni, Amerika'nın denetimi
altına giriyordu. İşte bu aşamada, ABD, II. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında
geleceğe dönük yeni bir plan hazırlayarak; Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından
sonraki dönem için yavaş yavaş yeni girişimlerde bulunuyordu.
Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği macerasıyla hem Türkiye hem Avrupa
kamuoyu oyalanırken; ABD'nin soğuk savaş sonrası için geliştirmiş olduğu Büyük
Ortadoğu Projesi hazırlanıyordu. II. Dünya Savaşı sonrasında bölgeye gelen ABD, Filistin'de İsrail devletini
kurdurduktan sonra, İsrail merkezli bir Büyük Orta doğu için çaba göstermiştir.
Bu doğrultuda, Türkiye'nin NATO'ya girmesinden yararlanılmış; Türkiye
Cumhuriyeti'nin ülkesi, Amerika'nın bölgeye girişi için bir giriş kapısı
konumuna getirilmiş; İncirlik ve benzeri NATO üsleri ABD merkezli dünyanın
güvenlik arayışı çerçevesinde kullanılmıştır. Türkiye Atlantik İttifakı'nın,
bölgeye girişinde merkezi üs olarak kullanılırken, "stratejik
müttefik" olarak ilan edilmiş ve böylece ABD planlarına uyumlu olması
sağlanmış ama aynı zamanda bölgenin merkez ülkesi olması nedeniyle, Atlantik
İttifakı'nın bölgede gerçekleştirmeye çalıştığı yeni siyasal düzene uyum için
dönüştürülmeye de çalışılmıştır. İsrail'in büyük bir bölgesel federasyona
dönüşebilmesi için; Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa kapısında, Avrupa Birliği
ilkeleri doğrultusundaki uygulamalarla dönüştürülmeye çalışılmış; Türkiye,
Avrupa'ya tam üye olabilmek için uyum programları çerçevesinde birçok ödün
vermiş ama buna rağmen Avrupa Birliği'nin dışında kalmıştır. Avrupa'ya
giremeyen Türkiye, üye olma sürecinde vermiş olduğu ödünlerle yapısal bir
dönüşüm içine sürüklenmiş ve bu aşamada İsrail merkezli bölgesel yapılanmanın
istediği gibi, Büyük İsrail Projesi'ne uygun bir duruma getirilmiştir. İsrail
de tıpkı İngiltere gibi, küçük küçük eyaletlerden oluşacak devletçiklerin bir
araya gelmesinden oluşacak bir bölgesel konfederasyon arayışını
gerçekleştirmeye çaba göstermiştir. Bu plan doğrultusunda Kürdistan'ın kuruluşu
gündeme gelmiş, İsrail'in organizasyonu ve ABD'nin desteği ile bölgeye yeni bir
devlet olarak getirilen Kürdistan projesi fiilen zorlanarak kurulmuştur.
ABD merkezli Ortadoğu Projesi; İngiltere'nin alternatifi olarak Osmanlı
alanını düzenlemek değil, Sovyetler Birliği'nin çökmesinden yararlanılarak
dünyanın tek süper gücü olarak hegemonyaya dayanan küresel bir düzen kurmak
olduğu için; Osmanlı hinterlandı merkez alındıktan sonra buna dünyanın merkezi
belgesinde bulunan İslam coğrafyası da eklenmiştir. Fas'tan Endonezya'ya kadar,
bütün Kuzey Afrika, Orta doğu, Kafkasya, Orta Asya ve Güney Asya İslam
coğrafyası olarak bu projenin içinde yer almıştır. Osmanlı'dan kalma önemli bir
Müslüman nüfus barındırdığı için Balkanlar'ı da bu Müslüman coğrafyasına
eklemek mümkündür. Bosna ve Arnavutluk gibi Müslüman ülkelerin halkının
dinlerine sahip çıkması, Osmanlı mirasının Balkanlar'da günümüze kadar devam
etmesini sağlamıştır. Bu kadar geniş bir alana yayılan Müslüman ülkeleri tek
bir projenin denetimi altında kontrol etmekte zorlanınca, bu kez ABD, projenin
adını değiştirerek; Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Orta doğu adı altında yeni
bir proje uygulamasını gündeme getirmiştir. Amerika böylece, İngiltere'nin Şark
Meselesinin çözümü için hazırladığı, dört federasyona dayanan Yakın Doğu
Konfederasyonu yerine, gene Osmanlı ülkesini merkez alacak ama doğu ve batıya
doğru genişleyen ve Müslüman ülkelerin hepsini kucaklayan bir hegemonya
projesini; "Büyük Ortadoğu" adı altında devreye sokmaya çaba
gösteriyordu.
Milad sıralarında Roma İmparatorluğu, dünyanın merkezi bölgelerini ele
geçirirken, bölgedeki tek tanrılı din devleti olan İsrail'i hedef almış ve bu
devleti yıkarak tek tanrılı dine tapan Yahudileri hem dağıtmış hem de kitleler
halinde öldürmüştür. Ülkelerinden iki bin yıl önce kovulmuş olan Yahudiler,
dünya ülkelerinde göçebelik yapmaktan yorulmuş ve kimliklerini gizleyerek
yaşamaktan kurtulmak üzere yeniden Filistin bölgesinde yeni bir Yahudi devleti
kurabilmek için harekete içmişlerdir. 15 yüzyıl boyunca Avrupa ve Akdeniz
kıyılarında ticaret ile uğraşan Yahudiler, daha sonraları sömürge
imparatorlukları ile dünyaya yayılmışlar ve dünya ekonomisini ele geçirdikten
sonra sahip oldukları ekonomik ve siyasal güç ile yeniden eski ve kutsal
topraklarına gelerek bir Yahudi devleti kurabilmenin arayışı içinde
olmuşlardır. 20. yüzyılın başlarında İngiliz yönetimini kullanarak Filistin
bölgesine yerleşmeye başlayan Yahudiler, II. Dünya Savaşı'nın hemen ertesinde
de resmen bir Yahudi devleti olarak İsrail'i kurmuşlardır. İki bin yıl sonra
yeniden bir Yahudi devletinin Ortadoğu'da kurulmuş olması, bölge ve dünya
dengelerini sarsmış ve bu devlet kurulduktan sonra bölgedeki çatışmalar sürekli
olarak tırmanmış ve günümüze kadar gelip dayanmıştır. İsrail devletinin elli yıllık
tarihi tam bir savaş ve çatışma tarihi olarak geçmiştir. Çevresindeki Müslüman
devlet baskısından kurtulmak isteyen İsrail, bu doğrultuda Büyük İsrail
Projesi'ni hazırlamış ve ABD'den yararlanarak uygulamaya başlamıştır.
İngiltere merkezli Yakın Doğu Konfederasyonu, Amerika merkezli Büyük
Ortadoğu Projesi, İsrail merkezli Büyük İsrail Projeleri'nin hepsi de Osmanlı
İmparatorluğu'nun alanında kendi egemenliklerini kurmak isteyen ülkelerin
emperyalist girişimlerdir. Bu alanı Atlantik güçlerine ya da Yahudilere
bırakmak istemeyen Avrupalılar da Büyük Avrupa Projesi bu doğrultuda devreye
girmektedir. Laik, üniter, ulusal ve çağdaş bir cumhuriyet modeli çerçevesinde
Türkiye Cumhuriyeti’ni içine almak istemeyen Avrupa Birliği, Türkiye'nin üyelik
sürecini uzatarak, müzakere döneminde Türkiye'yi dönüştürmeyi ve bundan sonra
da ikinci bir Yugoslavya deneyini gerçekleştirerek, Anadolu'da kurulacak
Hıristiyan eyaletlerini, eski Yugoslavya cumhuriyetlerine benzer biçimde içine
almaya yönelmektedir. Büyük Avrupa Projesi, Atlantik'ten Urallara kadar
uzanırken, bütün Osmanlı coğrafyasında Avrupa standartlarına uygun küçük
devletçikler oluşturmayı hedeflemektedir. Bu bölgelerden Müslümanlığı tasfiye
etmeyi hedefleyen Batı Avrupa merkezli Büyük Avrupa Projesi; Avrupa'nın
doğusuna, Yeni Bizans Projesi biçiminde Avrupa hegemonyasının yayılması
anlamına gelmektedir. Berlin merkezli Büyük Avrupa'nın kurulduğu gün, Balkan,
Kafkas. Anadolu ve Ortadoğu eyaletleri Hıristiyanlaşarak Avrupa Birliği'nin
içinde yer alacaklar, böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü ile meydana
gelen Şark Meselesi Avrupa merkezli yapılanma ile çözüme kavuşturulacak.
Yani Atlantik güçlerine, Asya güçlerine, Yahudi egemenliğindeki Büyük İsrail
Projesi'ne dünyanın merkezi alanı bırakılmayacaktır. İran merkezli bir İslam
Birliği'ne ya da Çin, Hindistan, Rusya gibi Asya'nın büyük dev ülkelerinin,
dünyanın merkezinde etkinlik kurmalarına izin verilmeyecektir.
Osmanlı sonrası dönemde gündeme gelen Sovyet Devrimi, dünyanın kuzey yarı
küresinde bir büyük ideolojik imparatorluğu ortaya çıkarmış ama bu siyasal yapı
yetmiş yıl içinde çökmüştür. Sovyetler Birliği sayesinde tüm Kuzey Asya'da ve
Doğu Avrupa'da hegemonya kurmuş olan Rus devleti, sonradan ilan ettiği
"Yakın Çevre Doktrini" çerçevesinde eski Sovyet Cumhuriyetleri'nin
bazılarını "Bağımsız Devletler Topluluğu" adı altında gevşek bir
konfederasyon olarak kendisine bağlamış ve eskisi gibi dünyanın merkezi alanı
olan Avrasya kıtasını Rus egemenliği altında tutabilmek için girişimde
bulunmuştur. İran'ı kendine stratejik partner seçen Rusya Federasyonu, izlediği
Avrasya siyasetinde Türkiye'yi de yanına alarak Bağımsız Devletler
Topluluğu'nun alanını eski Osmanlı hinterlandına genişletmek istemekte, böylece
Rusya'nın kontrolü altında bir Türkiye ile, Avrupa ve Atlantik güçlerin
Ortadoğu'ya girmelerini önlemek istemektedir. Ayrıca, İsrail Merkezli bir Orta
doğu yapılanmasının Kafkaslar’a ve Orta Asya'ya uzanması ise, Rusya'nın hiç de
işine gelmemektedir. Bağımsız Devletler Topluluğu ile Avrasya'yı denetiminde
tutacak olan Rusya, Türkiye'yi da yanına alarak Büyük İsrail Projesini önlemek
istemekte, Avrupa ve Amerika'nın bölgeye girişinin önünü kesmeye çalışmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu sonrasında meydana gelen otorite boşluğunun yarattığı
Şark Meselesi'nin çözümünde Rusya, Çin ve Hindistan; Doğu güçleri olarak,
belirli bir rekabet içinde bulunmaktadırlar. Her üç ülkenin vatandaşları
arasında milyonlarca Müslüman nüfus bulunması, Asya’nın dev ülkelerini,
Ortadoğu'nun Müslüman ülkelerini etkilemek açısından şanslı bir konuma
getirmektedir. Bir buçuk milyarlık Çin ve Hindistan ile yüz elli milyonluk
Rusya Federasyonu, sahip oldukları Müslüman vatandaşları ile Ortadoğu'nun İslam
topluluklarını doğrudan etkileyebilme ve kendi doğrultularında yönlendirebilme
imkanını değerlendirmeye çalışmaktadırlar. Batılı ülkeler ve güçler arasındaki
hegemonya kavgasında, Batı dünyası Ortadoğu'nun geleceği için anlaşamazsa,
ortaya çıkacak çözümsüzlük ortamında Batı'nın dünyanın merkezi alanındaki
kontrolünü bütünüyle kaybetmesi gündeme gelecek, bu durumdan da dünyaya açılan
Asya'nın dev ülkeleri yararlanabileceklerdir. Çin ve Hindistan kendi içlerinde
barındırdıkları Müslüman topluluklarla Orta doğu ülkeleri ile daha yakın
ilişkiler kurabilecekler, bu bölgede oluşturulabilecek bir İslam Birliği'ni
kendilerine bağ!ayabileceklerdir, Hindistan, İran üzerinden; Çin ise, Orta Asya
üzeriden Ortadoğu İslam toplulukları ile doğrudan temas kurabilecekler ve
onların etkin olacağı böylesine bir siyasal yapılanma Türkiye'yi de
kendiliğinden içine çekebilecektir. Bölgesel bir İslami yapılanma bir Müslüman
ülke olarak Türkiye'yi Asya merkezli İslami entegrasyonun parçası durumuna
getirecek, Avrupa'nın yanı başında Batı'nın çağdaş uygarlığı ile bütünleşmek
için yola çıkan Türkiye Cumhuriyeti'nin laik cumhuriyet yapısı kendiliğinden
sarsılacaktır. Çin, Hindistan ya da Rusya'nın kontrolü altına girmiş bir İslam
dünyası içinde yer alacak bir Türkiye, tıpkı Avrupa Birliği sürecinde olduğu
gibi bağımsızlığını yitirmek tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır.
Amerika Birleşik Devletleri'nin küresel hegemonyasına karşı Avrupa ülkeleri
bir kıtasal konfederasyona giderken, Asya ülkeleri de benzer arayışlara
yönelmişlerdir. 20, yüzyılda dünyanın merkezi konumuna gelen New York'a karşı
Çin, Şanghay kentini 21. yüzyılın dünyasının merkezi olmaya aday bir kent
olarak çıkartırken; bu kentin adı ile anılan Şanghay İşbirliği Örgütü'nü de bir
kıtasal ittifak olarak gündeme getirmektedir. Avrupa Birliği'ne yarım yüzyıldır
üye olmak için çırpınan Türkiye, sonuçsuz kaldığı bir aşamada, geleceğin Asya
entegrasyonunun çekirdeğini oluşturacak Şanghay İşbirliği Örgütü'ne üye
olabilmek için çağrı almaktadır. Çin ve Rusya, Türkiye üzerindeki Batı
hegemonyasını ortadan kaldırabilmek amacıyla Atatürk'ün Cumhuriyet devletini,
Asya'nın gelecekteki birliğinin çekirdeğini oluşturan Şanghay İşbirliği
Örgütü’ne üye olmak için dolaylı yollardan zorlamaktadırlar. Türkiye bu örgüte
tam üye olarak girerse hem Avrupa Birliği'nden hem ABD'den uzaklaşır. Böyle bir
durumda, İsrail devleti tek başına Orta doğu' da ayakta kalamaz ve zamanla
dağılır gider.
Osmanlı devletinden kalan topraklarda hak iddia eden ve kendine bağlı bir
hegemonya düzeni kurmak isteyen emperyal projelere karşılık, bölge ülkelerinin
de kendilerine göre gelişmek için izledikleri planlar bulunmaktadır. Bölgenin
en büyük topluluğunu oluşturan Arapların, Arap devletlerini bir araya getiren
bir Büyük Arap Birliği projesi vardır, Mısır'ın başında Arap milliyetçisi bir
önder olarak Nasır varken, Mısır ve Suriye'nin Birleşik Arap Cumhuriyeti adı
altında birleşmeleri gündeme gelmiştir, Bölgedeki Batı emperyalizmine ve
İsrail'e karşı gündeme getirilen bu modeli Sovyetler Birliği desteklemiştir ama
Batılı güçlerin devreye girmeleri ile beraber Birleşik Arap Cumhuriyeti
yapılanması çok kısa ömürlü olmuştur. Irak, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi Arap
devletlerini içine alamayan Birleşik Arap Cumhuriyeti girişimi Batılıların
engellemeli ve İsrail'in provokasyonları ile başarısız kılınmıştır. Nasır
iktidardan düştükten sonra ise, Araplar arasında böylesine bir siyasal birlik
oluşturma girişimi görülmemiştir. Özellikle Suriye ve Irak gibi Arap
ülkelerinde, Arap milliyetçisi Baas Partisi iktidar olmasına rağmen, parti içi
kanat çekişmeleri ve Batılı emperyal güçlerin engellemeleriyle iki komşu ülke
bir türlü bir araya gelememiştir. Bu iki ülke birleşemedikleri için de bölgeye
giren Atlantik emperyalizminin saldırıları yüzünden bölünmek ve çökmek zorunda
kalmışlardır. Irak bu durumun faturasını çok ağır ödemiş ve iki kez Amerikan
saldırısı ile karşı karşıya kalarak yıkılmıştır. Arap Birliği Örgütü'nün de yeterince
etkin çalışamaması, Arap ülkelerinin bir araya gelerek bölgesi birlik
oluşturmalarını önlemiştir. Bu nedenle, Osmanlı sonrası dönemde bu bölgede bir
Arap Birliği'nin oluşturulması projesi yürümemiştir.
Bölgenin Arap olmayan büyük ülkesi İran ise, Müslüman kimliği ile bütün
Ortadoğu'nun İslam topluluklarına öncülük etmek istemiştir. Soğuk savaşın son
döneminde Sovyetler Birliği'ni çökertmek üzere Avrupa emperyalizminin desteği
ile İran'ın başına getirilen Humeyni, yeşil kuşak stratejisi doğrultusunda Orta
Asya'ya değil ama Ortadoğu'ya bir İslam Birliği için yönelince, ABD'nin desteği
ile Irak, İran'a saldırmıştır. Dokuz yıl süren savaş sonucunda Irak çökme
noktasına gelince Amerikan ordusu I. Körfez Savaşı amacıyla Irak'a girmiş ve
Suudi Arabistan'da Merkezi Kuvvetler Komutanlığı'nı kurarak, dünyanın merkezini
kendine bağlı bir ordu yapılanmasıyla gerçekleştirmiştir. Bu komutanlığın
kurulmasından sonra Amerika Birleşik Devletleri Orta doğu ile ilişkilerini
devletten devlete bağlantılarla değil ama doğrudan kendine bağlı askeri
birlikler aracılığı ile yürütmüştür. Bu durumdan yararlanarak diğer projeleri
önlemiş ama askerleri aracılığı ile hem Büyük Orta doğu hem de Büyük İsrail
projelerinin önünü açmıştır. ABD halen bu düzen ile geleceğe yönelik
projelerini bölgede dayatmacı biçimde uygulamaktadır.
Orta boy ülkeler, küçük ülkelerle beraber, büyük ülkelerin ve emperyalist
güçlerin çekişme alanı konumundadırlar. Dünya hegemonyasına ya da bölgesel
egemenliğe yönelen bütün emperyal devletler, küçük ve orta boy ülkeler üzerinde
egemenlik yarışı içinde olurlar. Son on beş senedir Türkiye üzerinde, Batı
Bloku'nun üç merkezi olan ABD, AB ve İsrail hegemonya çekişmesi içine
girmişlerdir. ABD’yi yönlendiren Yahudi lobileri İsrail'in çıkarları
doğrultusunda Amerikan baskısını Türkiye üzerinde sürdürürlerken, Avrupa
ülkeleri de Avrupa Birliği sürecinden yararlanarak, Türkiye üzerinde etkin
olmak ve ülkeyi istedikleri hedeflere doğru yönlendirmek istemişlerdir. Türkiye
bu yüzden, bir türlü toparlanamamış eski müttefiklerinin baskıları ile onların
çıkarları doğrultusunda bir yerlere çekilmek istenmiştir. Bu olumsuz koşullara
rağmen gene de bir avuç vatansever Türk aydını, Atatürk'ün Cumhuriyeti'nin
bağımsız geleceğini değişen dünya koşullarında yaptıkları çalışmalarla
belirlemeye çalışmışlardır. Yüz yıllık cumhuriyetin ve bu devleti kuran Kuvay-ı
Milliye mücadelesinin birikimi, Türkiye'nin bağımsız gelecek arayışını
etkilemiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış ulus devlet
olarak, 20. yüzyılda yoluna devam ederek, 21. yüzyıla ulaşmıştır. O dönemin
koşullarında, imparatorlukların yıkıldığı bir aşamada, Avrupa'nın önde gelen
ülkelerinde geçerli olan devlet model olarak ulus devlet biçiminde kurulan
Türkiye Cumhuriyeti, daha sonra ülke koşullarına uygun kendi modelini
oluştururken, üniter ve laik bir cumhuriyet devleti rejimine yönelmiştir. Soğuk
savaşın hassas dengelerinde kendi modelini koruyabilen Türkiye Cumhuriyeti'ne,
21 yüzyılın başlarında dünyanın egemen güçleri tarafından karşı çıkılmaktadır.
I. Dünya Savaşı sonrasında bir Ulusal Kurtuluş Savaşı yaparak ayakta kalan, bu
yoldan kendi bağımsız devletini kuran Türk ulusuna, devlet olarak yoluna devam
etme hakkını, bu bölgenin geleceği için plan ve projeleri olan egemen güçler
izin vermek istememektedirler. Uluslararası hukuka göre her ulusun devlet kurma
hakkı olduğu gibi her devletin de değişen dünya koşullarında var olma hakkı
bulunmaktadır. Her ulus ve her devlet için geçerli olan bu durum, Türkiye
Cumhuriyeti ve Türk ulusu için kabul edilmek istenmemektedir. Osmanlı
İmparatorluğu'nun yıkılması ile ortaya çıkan boşluk alanında, kendi
bağımsızlığı için savaşan bir halk, ulusal kurtuluşu gerçekleştirdikten sonra
kendi ulus devletini kurmuştur. Lozan Antlaşması ile uluslararası düzende
tanınmış olan Türkiye Cumhuriyeti'ni devlet olma hakkını ve kurulduğu gibi
kendi modeli ile yoluna devam etme şansını hiçbir otorite elinden alma hakkına
sahip değildir.
Yeni Dünya Düzeni sürecinde, bu bölgede kendi planlarını gerçekleştirmek
isteyenler hem Türk ulusunun elinden bağımsız bir siyasal varlık olarak var
olma hakkını hem de bu ulusun kurmuş olduğu devletin bağımsız bir siyasal
organizma olarak yaşama hakkını ortadan kaldırmak istemektedirler. Dünyanın
ortasındaki diğer ülkelere de göz dikerken, Irak için uyguladıkları
saldırganlığı, merkez bölgenin diğer orta boy ülkeler için de geçerli kılmak
istemektedirler. Konunun jeopolitik hesapları olmakla beraber; petrol ve doğal
kaynaklara el koyma planları ile dinsel amaçla kutsal topraklara el koyma
planları Osmanlı arazisi üzerindeki bütün devletleri tehdit etmektedir.
Türkiye, Osmanlı ülkesinin merkez ülkesi olarak emperyalist saldırganlığın baş
hedeflerinden birisi konumundadır. Bu nedenle de tasfiye edilme sürecine
zorlanmakta, Atatürk'ün bağımsız Türkiye Cumhuriyeti zaman içerisinde tasfiye
edilirken, bir yandan da bölgesel bir konfederasyonun temelleri atılmaktadır.
Ama bu konfederasyonunun nereye bağlı olacağı, kim tarafından yönetileceği ve
merkezinin neresi olacağı daha belirlenmiş değildir. Batılı emperyal güçler
arasındaki çekişmeler bu durumun yapısını belirleyecektir.
II. Dünya Savaşı sonrasında baskı altına alınarak, kontrol altında tutulan
Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği'nin yıkılması sürecinde de yoğun bir
psikolojik savaş yönlendirmesine maruz kalmış ve bu nedenle de Türk halkının
uyanarak gerçekleri görmesi engellenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında gündeme
gelen Avrupa ülkelerinin birleşmesi konusu, Türk kamuoyunun önüne atılmış,
Türkiye sürekli olarak Avrupa Birliği'ne üye olma hayali ile oyalanırken
dünyanın egemen gücü olan Atlantik İttifakı Türkiye üzerinden Osmanlı alanına
girmiş ve dünyanın merkezi bölgesinde geleceğe dönük kendi planları
doğrultusunda örgütlenmiştir. Amerika merkezli Büyük Ortadoğu Projesi, İsrail
merkezli Büyük İsrail Projesi ile beraber yürürlüğe konulmuştur. Türkiye'nin
Avrupa Birliği'ne üyeliği konusu gündeme getirilerek yarım yüzyıla yakın bir
süredir oyalandığı, 17 Aralık kararlarıyla bir kez daha ortaya çıkmıştır. Fakat
bu süre içinde Avrupa Birliği uyum paketleri ile Türkiye'nin içine girerek
Türkiye üzerinden Ortadoğu'nun yeniden yapılanmasında yer almıştır.
Türkiye, Avrupa ile oyalanırken ABD, NATO aracılığı ile Ortadoğu'nun
gelecekte kendi planlarına göre yapılandırılmasına çalışmış ve Türkiye
üzerinden bölgeye dönük girişimlerini sürdürmüştür. Daha önce ifade edildiği
üzere aslında Büyük Ortadoğu Projesi, özü itibarıyla Büyük İsrail Projesidir.
Amerikan devletini ve başkentini işgal eden Siyonist lobiler Tevrat
doğrultusundaki bu projeyi zorla ABD'ye uygulatıyorlar ve Türkiye'deki
gayrimüslim lobileri de işbirlikçi olarak kullanıyorlardı. Basın ve medya aracılığı
ile bu lobiler Büyük İsrail ve Büyük Ortadoğu projeleri doğrultusunda Türk
toplumunu psikolojik olarak yönlendiriyorlar ama yaptıklarını sürekli olarak
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olması düşüncesine dayandırıyorlardı. Bir
anlamda Türkiye Avrupa sopası ile dövülüyor, Avrupa kapısının önünde üyelik
için bekletilirken bekleme süreci içinde zorla dönüştürülüyor ve gelecekte
Büyük İsrail ya da Büyük Orta doğu projelerinin uygulanabileceği elverişli bir
yapıya doğru sürükleniyordu. Görünüşte Türkiye Avrupa için değiştiriliyordu ama
gerçekte İsrail'in büyük devletine uygun bir biçimde dönüştürülüyordu. İsrail
lobileri Türkiye'nin dönüştürülmesinde, Avrupa Birliği oluşumunu göz boyama
doğrultusunda çok iyi kullanıyorlar ve bu doğrultuda gelen tepkiler ile
eleştirileri Avrupa üzerinden karşılıyorlardı.
Avrupa ile uğraşmaktan başı dönmüş Türkiye ne Büyük Ortadoğu ne de Büyük
İsrail projelerinin devreye girdiğini anlıyordu. Bu işin farkına varan ve bu
doğrultuda Türk devletini ve ulusunu uyaran uzmanlar ise, toplumdan ve
siyasetten dışlanarak gerçekle rin belirginlik kazanması Önleniyordu, Son
askeri dönem sırasında ABD'ye yakın yönetimin getirmiş olduğu basın cuntası,
Türkiye'nin küreselleşme dönemine uygun ama son tahlilde Büyük Orta doğu
üzerinden Büyük İsrail'i gerçekleştirecek biçimde dönüştürülmesi için her türlü
psikolojik savaş ve yönlendirme işlevini yerine getiriyorlardı. Basın
mensupluğundan iş adamlığına terfi eden bu dıştan kumandalı kadro, Türk
kamuoyunun gerçekleri görmesini önlemek üzere her türlü yolu deniyordu, Zaman
içerisindeki gelişmelerle Türkiye'deki basın Türk olmaktan çıkıyor ve küresel
patronların emrinde, Büyük Orta doğu ya da İsrail için kendilerine verilen
görevleri yerine getiriyorlardı. Jeopolitik ve stratejik bilgi ve düşünceden
uzak kalan Türk kamuoyu da bir psikolojik yönlendirmenin etkisi altında
kalıyordu. Ara sıra gerçekleri söyleyen bir bilim adamı ya da yazar ortaya
çıktığında ise hemen psikolojik savaş kadrosunun koro halindeki
"paranoyaklık" suçlaması ile karşı karşıya kalıyordu. Paranoya,
şizofreni ya da komploculuk suçlamasından çekinen Türk aydınları da gerçekleri
görmelerine rağmen konuşamıyorlar ve etkin olamıyorlardı.
Soğuk savaşın bitiminden sonraki süreçte yaşanan gelişmeler ve birbirini
izleyen olaylar, bazı gerçeklerin gün ışığına çıkması ve daha iyi anlaşılmasına
yardımcı olmuştur. Türkiye’nin Atatürk'ün kurmuş olduğu devlet modeli ile
Avrupa Birliği içine alınmayacağı kesin olarak anlaşılmıştır. Avrupa'nın ancak
Yugoslavya gibi parçalanan ve Hıristiyan eyaletler halinde bölünen bir
Türkiye'yi içine almayı planladığı görülmüştür. Böylelikle de Vatikan'ın
istediği Yeni Bizans Projesi gerçekleşmiş olacaktır. Büyük Orta doğu ve Büyük
İsrail projeleri de öncelikli olarak bir Kürdistan devleti kurmaya yöneldiği
için, sonunda Türkiye'nin parçalanmasına giden yol açılacaktır. Bu doğrultu da
Büyük Ermenistan, Pontus, İyon ya ve Trakya devletleri projeleri gündeme
iliştirilmekte, İstanbul'da ise bir Bizans eyaletinin oluşması için
çalışılmaktadır. Yaşanan süreçte Türkiye, ne Avrupa'dan ne Amerika'dan ne de
İsrail’den beklediği anlayış ve yardımları görmüştür. Sürekli olarak
müttefiklik görünümü ile oyalanan Türkiye’yi, Batılı güçler hiçbir zaman
ciddiye almamışlar ve sürekli olarak Türkiye'yi, kendi çıkarları için gene
kendi planlarına uygun bir yönde kullanmışlardır. Son elli yılda ise dışarıdan
getirilen yöneticiler aracılığıyla Türkiye tam bir sömürge yönetimine mahkûm
edilmiş ve Türkiye'nin kendi yolunu bulmasına izin verilmemiştir.
2000'li yılların başlarından itibaren ise Türkiye kendi çıkarlarını görmeye
ve Batılı emperyalistlerin söylediklerini eleştirmeye başlamıştır. Saldırgan
Amerika'nın insan haklarını nasıl ihlal ettiği açıkça ifade edilebilmiş, bütün
zorlamalara rağmen Türkiye Cumhuriyeti parlamentosu, Irak savaşına karşı
çıkarak asker göndermeyle ilgili tezkereyi reddetmiştir. İsrail ve Amerika'nın
pervasız saldırganlıkları karşısında, Türk halkı bu iki ülkeyi saldırgan ve
terörist olarak gördüğünü birçok kamuoyu araştırmasıyla göstermiştir. Herkes
kendisine göre bir yol izlerken, Türk devleti de ulusal çıkarlarına önem
vererek diğer devletlere karşı koymaya öncelik vermeye başlamıştır. Her devlet
kendi çıkarına göre hareket ederken diğer devletlerin plan ve programlarına
öncelik vererek hareket etmiştir.
Bugün Türkiye, Avrupa'ya, Amerika'ya ve İsrail'e artık güvenmemektedir.
Kendi çıkarlarını tek doğruymuş gibi bize dayatan bu emperyalist güçlerin,
Türkiye Cumhuriyeti'ni bitme noktasına getirmek istediği artık daha net
anlaşılmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti bitmemek ve yoluna davam edebilmek için Batılı
müttefiklerinin emperyalist baskılarından kurtularak, bağımsız bir dış
politikaya yönelmelidir. Türkiye, Atatürk'ün döneminde olduğu gibi Türkiye ve
Ankara merkezli bir dış politikaya acilen dönerse kendini kurtarabilecektir. Bu
aşamada artık, Avrupa, Amerika ya da İsrail merkezli politikalara değil, Ankara
ve Türkiye merkezli politikalara öncelik verilmesi gerekmektedir. Şimdiye kadar
işbirlikçi İstanbul medyası nedeniyle Türkiye'nin kendi ulusal çıkarlarına
uygun bağımsız açılımları kamuoyu önünde yer alamamıştır. Yıkılmakta olan
Osmanlı İmparatorluğu'nu otuz üç yıl ayakta tutan Abdülhamit dış politikası ile
Batılı emperyal güçlere karşı bağımsızlık mücadelesi yürüten Mustafa Kemal
politikası arasında bir yeni sentez arayışının gündeme gelmesi gerekmektedir. Türkiye'yi II. Dünya Savaşı batağından uzak tutan İsmet İnönü dış politikası da bu
dönemde Türkiye açısından yeniden önem kazanmaktadır. Dünyanın jeopolitik
merkezinde kurulmuş olan orta boy stratejik bir devlet olarak Türkiye, sahip
olduğu jeopolitik konumunu kullanarak Ankara ve Türkiye merkezli yeni bir
strateji izleyebilirse, bu aşamada hem devlet olarak hem de ulus olarak
bulunduğu coğrafyada yerini koruyabilir. Aksi takdirde. bu bölgeye yönelik
emperyalist planlar uğruna Türkiye Cumhuriyeti'nin dağılması kaçınılmazdır.
Dağılma sürecini hızlandırmak için her türlü baskı halen devam etmektedir. Bu
tür baskıların ortadan kalkması için Türkiye'nin kendi ulusal planını ortaya
koyması gerekmektedir.
Türkiye için A Planı olarak yıllarca gündemde tutulan Avrupa Birliği
üyeliğinin gerçekleşememesi durumunda, Türkiye'nin bunun yerine kendi ulusal
çıkarlarına uygun bir biçimde B Planı olacaktır. B Planı har zaman A Planı'nın
gerçekleşmediği aşamalarda ortaya çıkar. Türkiye'nin A Planı artık devre dışı
kaldığına göre, müzakere süreçlerinde yeniden bir yarım yüzyıl kaybetmenin
hiçbir anlamı bulunmamaktadır. Emperyal güçler dünyanın merkezi bölgesini ve
buradaki doğal zenginlikleri paylaşmak için çekişirken, altta kalarak ezilip
yok olmamak için, Türkiye kendisini ayakta tutabilecek bir B Planı'nı ortaya
koymak zorundadır. Bu planı hiçbir dış güç Türkiye için hazırlayamaz.
Türkiye'deki dış güçlerin işbirlikçisi lobiler ya da kadrolarda böylesine bir
planı hazırlayamazlar çünkü Türkiye ve Ankara merkezli dünyaya bakma
alışkanlığına sahip değildirler. Tıpkı Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde olduğu
gibi, Ankara ve Türkiye merkezli bakış açısı, değişen koşullarda Türkiye'nin B
Planı'nı ortaya koyacaktır. Çünkü Türkiye bu tür bir bakış açısı ile
kurulmuştur o nedenle de Türkiye'nin yoluna devam etmesi aynı bakış açısıyla
sağlanacaktır.
Hiç kimse, Amerika, İngiltere, Almanya ya da İsrail merkezli bakış
açılarını Türkiye'ye zorla kabul ettirme durumunda değildir. İsrail nasıl Kudüs
merkezli Ortadoğu'ya bakıyorsa, Avrupa nasıl Brüksel merkezli bu bölgelere
yaklaşıyorsa, Türkiye de Ankara merkezli bir bakış açısı ile Misakı Milli
sınırlarına ve bu sınırlar içerisindeki ülkenin birliğine sahip çıkabilecektir.
Bize dost olduğunu söyleyen Batılı ülkelerin hepsi emperyal bakış açısı ile
dünyanın merkezini kendilerine göre düzenlemeye çaba gösterdiklerinden,
Türkiye'nin çıkarları ve istekleri sürekli olarak güme gitmekte ve
ertelenmektedir. Böylesine olumsuz bir süreç içinde Türkiye Cumhuriyeti devleti
yarı yarıya tasfiye edilmiştir. Tam bu aşamada Ankara'daki devleti küçültmek
üzere harekete geçen cemaatçi bir kadro ulus devleti başına geçmiştir. On beş
milyonluk İstanbul'dan Ankara'ya gelerek beş milyonluk Ankara'yı küçültmek
üzere hareket edenler, İstanbul'un Ankara'nın üç misli büyük olduğunu görmezden
gelmekteler, her nedense mütareke dönemindekine benzer bir konuma sürüklenmiş
olan İstanbul'u değil de Yeni Bizans ya da Büyük Ortadoğu projelerinin önünü
açmak için ulus devletin başkenti Ankara'yı ortadan kaldırmayı
hedeflemektedirler. Türkiye'nin ulusal çıkarları için ve Üniter devletin sağlıklı
biçimde yoluna devam edebilmesi için Ankara'nın değil fazlasıyla dağınık bir
gelişim göstermiş ve bu nedenle de hastalıklı bir yapıya sürüklenmiş olan
İstanbul'un küçültülmesi zorunlu görünmektedir. Küresel emperyalizme sermaye
ilişkileri ile teslim olmuş İstanbul küçültülmezse, İstanbul'u bir atlama
tahtası olarak gören küresel emperyalizmin bütün ülkeyi teslim alması gündeme
gelebilecektir. Türkiye'nin B Planı açısından Ankara'nın Orta Anadolu'da daha
da büyütülmesi ve İstanbul'un devlet merkezine bağlı kalabilmesi için de bu
İstanbul'daki Bizans artığı zihniyetin hakimiyetinin kırılması gerekmektedir,
Ankara merkezli bir ulusal plan ancak İstanbul'un küçültülmesi ile başarılı
olabilir, aksi takdirde bu dış rüzgarlara fazlasıyla açık metropoldeki zihniyet
Yeni Bizans projesi doğrultusunda kullanılmaya devam edilecek ve Ankara'nın
karşısına başlıca engel olarak çıkacaktır.
Atatürk’ün İran'ı muhatap alarak bir bölgesel paktı gündeme getirmesinin;
Türkiye gibi bir Türk ülkesi olan, nüfusunun yüzde yetmişi ile Türk asıllı olan
İran'ın Anadolu'daki Türk devletinin kurucusu tarafından muhatap olarak ele
alınmasının; Batılı emperyalistlerin bölgeye yeniden gelmelerini önlemek üzere
Türkiye ile İran arasında bir yakınlaşmanın temellerinin o dönemde atılmasının
anlamı çok büyüktür. Dünyanın merkezinde, Ön Asya'da bir Türk devleti kuran
Atatürk, belgenin diğer büyük Türk devleti olarak İran'ı başlıca muhatap olarak
kabul etmiş ve dünyanın büyük emperyal güçlerine karşı bir ittifak oluşturmak
istemiştir. Sadabat Paktı. II, Dünya Savaşı öncesinde Ortadoğu'ya Batılı
emperyalist güçlerin gelmesi tehlikesine karşı atılmış bir adımdır Mustafa
Kemal, batıda Balkan Paktı ile Türkiye’yi güvence altına alırken, doğuda da
Sadabat Paktı ile Türkiye’yi daha güvenli bir ortama kavuşturmak istiyordu.
Emperyal güçler yerinde kaldığı sürece Türkiye kendi coğrafyasında ayakta
kalabilmek için, sınır komşusu ve akrabası olan İran ile yakınlaşmak zorunda
idi. Türkiye'nin iki misli genişlikte bir ülkeye sahip olan ve nüfusu Türkiye
ile aynı düzeyde olan bu büyük petrol ülkesi ile yakınlık, Türkiye açısından
son derece önem kazanmaktaydı. İki Türk asıllı toplumun bir dostluk ve
dayanışma ittifakı çerçevesinde bir araya gelmesi, dünyanın jeopolitik
merkezinde Osmanlı sonrasında meydana gelen otorite boşluğunu dolduracak
nitelikte bir girişimdi. II, Dünya Savaşı öncesinde oluşturulan bu yakınlık,
Hitler'in ordularının Ortadoğu'dan uzak kalmasında etkili olmuştur.
Mustafa Kemal, Osmanlı sonrası dönemde dokuya açılırken güney Avrasya
hattını esas almış ve bu hat üzerinde bulunan iki Türk ülkesi olarak İran ve
Afganistan'ın Sadabat Paktı içinde yer almasını sağlamıştır. Ayrıca eski bir
Osmanlı ülkesi olan ve milyonlarca Türkmen’in yaşadığı Irak’ı bu paktın içine
alarak, dünyanın merkezi bölgesinde bir bölgesel ittifakın temellerini
atmıştır. II Dünya savaşı öncesinde zorunlu görünen bu girişimin benzeri
günümüzde yeniden önem kazanmaktadır. İsrail ve Amerika’nın sürekli
tehditlerine maruz kalan İran ve Suriye, günümüzde Türkiye'ye yakınlaşmaktalar
ve Türkiye ile beraber ortak bir hareket tarzı geliştirebilmek için çaba
göstermektedirler. Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun tamamı Türk asıllı bir ülke
konumundaki Azerbaycan'ı da yanına alarak, İran ve Suriye ile bir araya
gelmelidir. Türkiye ve Iran gibi iki eşit ağırlıkta ülkenin bir araya
gelmesiyle dünyanın yeni bir süper gücü bu kez anakaranın merkezinden ortaya
çıkacaktır. Orta Asya ve Ön Asya Türklüğü arasında köprü görevi yapabilecek bir
konuma sahip olması nedeniyle önem kazanmakta olan Bakü, küçük ülke başkenti
olarak İran ve Türkiye arasındaki yakınlaşmanın da merkezi olabilir. Suriye de
eski bir Osmanlı ve Türk ülkesi olarak böylesine bir yakınlaşmanın içinde sınır
komşusu bir ülke olarak yer alabilecektir. Sadabat Paktı sırasında Fransız
işgali nedeniyle dışarıda kalan Suriye bu kez bağımsız bir devlet olarak
Ortadoğu'daki dört ülke birliğinin içine girecektir.
Dünyayı işgale kalkarak, finans kapitalin küresel imparatorluğunu kurmak
üzere yola çıkmış olan Amerikan emperyalizminin, Ortadoğu'daki askeri
birliklerinin adı "Merkezi Kuvvetler" olarak konulmuştur. Bu
adlandırma ABD tarafından da bölgenin, dünyanın merkezi olduğu kabul ettiğine
işaret eder. Bölge ülkeleri de merkezi kuvvetlerin işgali ve saldırı tehdidi
ile karşı karşıya kaldıkları için, böylesine bir merkezi hegemonyaya karşı bir
araya gelerek; Merkezi Devletler Birliği'ni kurmalıdırlar. Böylelikle merkezi
kuvvetlerin emperyalist işgal saldırısına karşı, Merkezi Devletlerin birliği
direnecek, karşı koyacak, gerekirse savaşacaktır. Merkezdeki ülkeler kesinlikle
emperyalistlerin çıkarları için birbirleriyle savaşmayacaklar ama bir araya
gelerek, dünyanın merkezini işgal ederek bu bölgedeki bütün devletleri ortadan
kaldırmak, bölge halklarını parçalayarak sömürge yönetimine sürüklemek gibi
insanlık dışı girişimlere karşı direneceklerdir. Bölgenin saflık ve selameti,
bölge ülkelerinin bir araya gelerek dayanışma içine girmelerinde ve
örgütlenerek ortak bir savunma gücünü, eski CENTO gibi, işgalci saldırgan
merkezi kuvvetlerinin önüne koyabilmesine bağlı görünmektedir. Eski CENTO'da
ABD ve İngiltere vardı, yenisi ise bu iki saldırgan emperyalist ülkeye karşı kurulacaktır.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından son Yakın Çevre Doktrini çerçevesinde
komşularını Bağımsız Devletler Topluluğu adı altında gevşek bir konfederasyon
statüsünde bir araya getirmiş olan Rusya'nın tecrübesinden Merkezi Devletler
Birliği'nde faydalanılabilir. Sovyetler'in geri çekildiği Avrasya bölgesine bir
anlamda Batılı emperyal güçlerin girmesini önleyebilmek devreye sokulmuş olan
Bağımsız Devlet Topluluğu örneğine benzeyen bir gevşek konfederasyon Merkezi
Devletler Birliği için de düşünülebilir. O zaman varolan devletler davam
edecek, dörtlü birliğe üye olan devletlerin birbirine karışması ya da bunlardan
birisinin başka bir yapıya sürüklenmesine karşı, konfederasyon protokolü ile
gerçekleştirilecek çatı altında bir ortak koruma düzeni saklanacaktır. İran,
Türkiye, Azerbaycan ve Suriye'nin hızla bir araya gelerek oluşturacağı Merkezi
Devletler Birliği, acilen bölgede yayılma tehlikesi gösteren savaşa karşı üye
ülkeleri koruyacak bir yeni yapılanmayı gerçekleştirecek. Kurulacak ortak
savunma birlikleri ile bölgenin güvenliği saklanacaktır, Halen NATO üyesi olan
Türkiye'nin kendini korumak için böyle bir savunma örgütüne girmesine başta
Amerika olmak üzere diğer Batılı ülkelerin karşı çıkacağı açıktır, Bölgenin
petrol yataklarından yararlanmak isteyen bütün Batılı emperyal devletler, bölge
ülkelerinin kendilerini korumaları için böylesine bölgesel bir birlikteliği
oluşturmalarına izin vermek istemeyeceklerdir. Dörtlü birliğe yönelecek olan
bölge ülkeleri bu durumları da hesap ederek, kendi varlıklarını güvence altına
alma doğrultusunda adım atacaklardır,
İran ve Türkiye'nin öncülüğünde başlamış olan Ekonomik İşbirliği
Teşkilatı'nın da yeni dönemde daha da gelişmesi ve giderek bir bölgesel ortak
pazarın Avrupa kıtasında olduğu gibi gündeme gelmesi de sağlanmalıdır. Batılı
emperyalist devletlerin her türlü engelleme oyunlarını bozacak yeni adım,
eskiden bu yana davam adan Ekonomik İşbirliği Teşkilatı hızla bir Ortadoğu pazarına
dönüştürülmedir. Böylece, Batılı Ülkelere ekonomik bağımlılıkları azalacak olan
dört ülke daha kolay bir biçimde ekonomik entegrasyona yönelebileceklerdir,
Türkiye, Avrupa'nın dışında kaldığı yeni dönemde, kendi bölgesinde Merkezi
Devletler Birliği çatısı altında gerçekleştireceği bu yeni entegrasyonu, kendi
bağımsız geleceği açısından düşünmelidir. Zamanla Orta Asya ülkelerini de içine
alacak bir bölgesel ortak pazar, bu bölgenin Batılı emperyalistlerin sömürge
alanı olmaktan kurtularak, bağımsız bir ekonomik yapılanmaya yönelmesini
sağlayacaktır. Bölge ülkeleri hem petrollerine daha güçlü biçimde sahip
çıkabilecekler hem de sahip oldukları tüm ekonomik zenginliklerini dengeli
biçimde yardımlaşarak paylaşacaklardır. Böylece bölge halklarının emperyalist
Batı ülkelerinin, yardımlarına gereksinmeleri kalmayacaktır.
Kurulacak olan birlik bir devletler birliği olacağı için, ülkeler siyasal
rejimleri arasındaki farklılıklar ikinci planda kalacaktır. Her ülke kendi
içişlerinde özgür olacak, bağımsız devlet statüsü ile dışarıya açılacak ama
bölgenin güvenliği ve ortak gereksinmeleri için işbirliği yapacaktır. Güvenlik
ve ekonomik gereksinmeler doğrultusunda başlayacak merkezi ülkeler işbirliği
zamanla daha da gelişecek; sosyal ve kültürel alanlarda da ortak çalışmalar öne
çıkabilecektir. İşbirliği çalışmaları sırasında hiçbir ülke diğerinin siyasal
rejimine ya da içişlerine karışmayacak; birlik üyesi ülkeler işlerine geldiği
noktada bağımsız devlet olarak hareket etme hakkına sahip olacaklardır.
Türkiye'nin laik cumhuriyet rejimi ile İran'ın İslam demokrasisi rejimleri arasındaki
farkları ülkeler ikinci planda bırakacaklar önceliği kendi güvenliklerine ve
kalkınmalarına vererek, emperyalistlere karşı ortak bir dayanışma
sergileyeceklerdir. Rejim farklılıkları devletler arasındaki yakınlaşmayı,
dayanışmayı ve ortak hareket etme düzenini hiçbir zaman sarsmayacak, böylece
emperyalist güçlerin Orta doğu ve Hazar bölgesine egemen olabilmek için bölge
ülkelerini birbirine düşürme ya da karşılıklı savaştırma provokasyonlarının önü
kesilecektir. Ortadoğu'ya gelmeden önce Amerika, Irak'ı İran'a karşı
kışkırtarak savaştırmış ve sekiz yıllık savaşın getirdiği çöküntüden
yararlanarak Irak'ı işgal etmiştir. Şimdilerde benzeri bir senaryoyu Atlantik
emperyalizmi İran ve Türkiye arasında denemek istemektedir. Dünyanın merkezinde
yer alan iki büyük ülke Atlantik emperyalizminin ya da Siyonizm'in kışkırtmalar
karşısında kesinlikle birbiriyle savaşmamalıdır. Bu tür bir savaş, Irak
örneğinde görüldüğü gibi hem İran'ın hem de Türkiye'nin çökmesine neden olacak,
böylece hem Büyük Ortadoğu hem de Büyük İsrail projelerinin önü açılacaktır.
Böylesine savaş provokasyonlarının önlenebilmesi için de Merkezi Devletler
Birliği'ne gereksinim bulunmaktadır.
Merkezi Devletler Birliği, eğer gerçekleşirse, dünyanın ortasında çıkacak
yeni bir süper güç olabilir. Avrasya'nın ortalarından çıkacak böylesine büyük
bir yapılanma, üç milyon kilometre karelik tesir alanı, iki yüz milyonluk
nüfusu ile dünyanın büyük güçlerine karşı bir denge unsuru olabilecektir.
Merkezi Devletler Birliği çatısı altında bir araya gelecek dört ülke, dünyanın
diğer büyük güçlerinin, tarihte örnekleri görüldüğü gibi, merkezi alana yönelik
bir emperyalist işgale kalkışmasını önleyecektir. Bölge dışı süper güçlerin
bölgeyi işgale yönelme planları bu tür bir büyük siyasal yapılanma ile
önlenebilecektir. Hiçbir emperyal devlet böylesine bir büyük siyasal
yapılanmanın bulunduğu merkezi alanı işgale kalkışamayacaktır.
Merkezi Devletler Birliği, dünyanın jeopolitik merkezinde yeni bir kutup
merkezi olacak ve dünyanın bozulmuş olan dengelerinin çok kutupluluk çizgisinde
yeniden oluşmasına katkıda bulunacaktır. Avrupa ve Batı'nın dev ülkeleri ile
Asya'nın dev ülkelerine karşı dünyanın merkezinde benzeri bir büyük gücün
ortaya çıkması gerekmektedir. Üç Türk ülkesinin bir araya gelmesi, Suriye'nin
de buna katılması ile oluşacak, bir Türk varlığı entegrasyonu, dünyanın
merkezini büyük emperyal güçlerin saldırılarından uzak tutacak bir yeni siyasal
gücü ortaya çıkaracaktır. Merkezi Devletler Birliği yeni bir kutup başı olarak
gündeme gelirken, Ön Asya'daki Türk varlığını örgütleyecek ve gelecekteki
Avrasya yapılanmasının da Türk ağırlıklı olmasını sağlayacaktır. Avrasya'nın Türk
ağırlığı olarak örgütlemesi açısından da Türkiye-Azerbaycan-İran üçgeninde
Merkezi Devletler Birliği etkili olacak; Rusya, Çin, Amerika ve Avrupa
emperyalizmlerinin Avrasya'da kendi çıkarları doğrultusunda bir siyasal oluşuma
yönelmelerine izin vermeyecektir. Merkezi Devletler Birliği hem Ortadoğu'nun
hem Hazar bölgesinin hem de geleceğin Avrasya'sının güvenlik sorununu çözerek
dünya barışına da katkıda bulunacaktır. O zaman Teksaslı kovboy on bin
kilometre öteden gelerek dünyanın petrol ve maden zenginlilerine el koyma
cesaretini kendinde göremeyecektir.
Merkezi Devletler Birliği hem Türkiye'nin hem İran'ın hem Suriye'nin hem
Azerbaycan'ın devlet olarak varlıklarını sürdürebilmeleri açısından önemli bir
şanstır. Böylesine bir şans zamanında değerlendirilemezse o zaman, bölge dışı
emperyalistlerin saldırıları bu dört ülkeyi ortadan kaldırarak araziyi onların
çıkarları doğrultusunda düzenlemelerine fırsat bırakılabilecektir. Dünya
haritasına bakıldığı zaman, her bölgede belirli bir otoriteye dayanan
örgütlenmelerin geliştiği görülmektedir. Atlantik emperyalizmi ile İsrail
merkezli Siyonizm'in merkezi alandaki otorite boi1uğunu kendi çıkarları
doğrultusunda doldurmak istemeleri; diğer büyük güçleri ve kutup merkezlerini
rahatsız ederek yeni bir dünya savaşına elverişli bir ortam yaratacaktır. Dünya
barışı ve üçüncü dünya savaşının önlenebilmesi için de Merkezi Devletler
Birliği'nin kurulması acilen gereklidir. Türk dünyasına yönelen Turancılık
planları bile buna bağlıdır. Ön Asya'da Türk egemenliği olmasa Orta Asya
Türklerini Anadolu Türkleri kurtaramaz; Avrasya bölge dışı güçlerin denetimine
girerken Turan bölgesi de yeniden emperyal işgal alanına dönüşebilir. Ön
Asya'da Türk varlığı Merkezi Devletler Birliği ile güçlendirilmeli ve ondan
sonra ikinci adım olarak Orta Asya Türkleri bu birliğin içine alınarak Merkezi
Devletler Birliği Türk egemenliğine dayanan bir Avrasya Birliği'ne
dönüştürülmelidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin ayakta kalabilmesi işte bu B
Planı'nın gerçekleşmesine bağlı görünmektedir. Aksi takdirde Anadolu'da Türk
varlığını kimse koruyamaz.
Mustafa Kemal'in, Kuvay-ı Milliye'nin başına geçmesinden sonra, Irak
bölgesindeki milliyetçi Araplar ve Türkmenler arasında Kemalist bir hareket baş
göstermiş ve Irak'tan bir heyet de gelerek, Mustafa Kemal'den yürüttüğü
kurtuluş savaşı içine Irak bölgesini de dahil edilmesini talep etmişlerdi.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Suriyelilere gösterdiği tavrın benzerini
Iraklılara göstermiş, her ülkenin kendi kurtuluş savaşını vermesini
gerektiğini, ancak ondan sonra merkezi bölge ülkelerinin bir araya gelerek eski
Osmanlı döneminde olduğu gibi beraber yaşayabileceğini ve bölgesel bir
konfederasyon düşünülebileceği ni açıkça belirtmiştir. Eski Osmanlı ülkelerine
beraberce yaşama önerisi getiren Mustafa Kemal, cumhuriyetin ilanından sonra da
İran ile yakınlaşmış ve II. Dünya Savaşı öncesinde Sadabat Paktı ile bir
bölgesel ortaklığa yönelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu öncesinde Selçuklu
İmparatorluğu'nun bulunduğu; Anadolu ve İran bölgesinin de birlikte aynı
devletin çatısı altında yer aldıkları göz önüne alınırsa böylesine bir
gelişmenin tarihsel temelleri ortaya çıkacaktır. İran, Irak ve Suriye ile
beraber Azerbaycan da eski Selçuklu alanının devleti olarak böylesine bir
birliktelik için uygun bir ortak olarak görünüyordu. Sovyetler Birliği
dönemindeki demir perdenin ortadan kalkması ile beraber Azerbaycan'da Selçuklu
hinterlandındaki yerini alarak eskiden beraber olduğu ülkelerin devletleri ile
ortak bir gelecek arayışına zaten yönelmişti.
Avrupa Birliği, Hıristiyan kimliği ile Ortadoğu bölgesine "Yeni
Bizans" projesi ile yönelirken; Türkiye'yi bu alanın merkez ülkesi olarak
Sevr haritası doğrultusunda eyaletleştirmeye öncelik verirken; Amerika Birleşik
Devletleri de "Yeni Osmanlı" vizyonu ile Türkiye'yi Balkanlar'da
Avrupa Birliği'nin karşısına çıkarmaya hazırlanmaktadır. Türkiye'nin Müslüman
kimliği. Balkanlar'ın Avrupa Birliği'nin eline geçmesinin önlenebilmesi için
stratejik olarak kullanılmakta ve Balkanlar'ın Müslüman halkları yeniden Osmanlı
vizyonu ile Türkiye'ye yönlendirilerek Avrupa Birliği'nin doğuya açılmasının
önü kesilmek istenmektedir. ABD'nin NATO'yu kullanarak Balkan ülkelerinde
askeri üsler kurması da bu projenin tamamlayıcı bir adımı olmuştur. Yeni
Osmanlı vizyonu, ABD ile beraber İsrail'in de Türkiye'yi yönlendirmeyi
amaçladığı bir proje olarak gündeme gelmektedir. İsrail, Ortadoğu'nun Müslüman
toplumu içinde rahatça barınabilmek için, Osmanlı millet sistemine geri dönüşü
ve cemaatler halinde yaşamayı bölgede geçerli kılmayı düşünmekte, "Yeni
Osmanlıcılığı" Orta doğu bölgesinde geçerli kılmak istemekte ve lobileri
aracılığı ile de Türkiye'yi bu doğrultuda yönlendirmeye devam etmektedir.
Anadolu ve Trakya'da bir
ulus devlet kurmuş olan Türk ulusu, 21. yüzyılda Atatürk'ün cumhuriyetini bir
üniter ve ulusal devlet olarak korumak istiyorsa hem Avrupa'nın Yeni Bizans
modeline hem de İsrail ve Amerika ikilisinin Yani Osmanlı vizyonuna karşı çıkmak
zorundadır. Her iki projede Türkiye'yi şimdiki yapısından hızla bölgesel yapıya
dönüştürmeyi hedeflemekte, etnik ayırımcılık ve bir siyasal İslamcılık olarak
Türk Cumhuriyeti'ni tehdit etmektedir. Türkiye'nin yeni yüzyılda her iki
projeye karşı gündeme getireceği vizyonun adı "Yeni Selçuklu Projesi"
olacaktır. Çünkü Selçuklular zamanında Türkler Orta Asya'dan kopup gelerek,
Kafkaslara, İran'a, Suriye'ye, Irak'a ve son olarak da Anadolu'ya
yerleşmişlerdir. Selçuklu yönetimi bir Türk imparatorluğu olarak, dünyanın
merkezi bölgesindeki bu komşu ülkelerin halkını Türkleştirmiştir. Ön Asya bir
bağımsız Türk devleti olarak ayakta kalmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti Yeni
Selçuklu vizyonu ile Selçuklu İmparatorluğu'nun Türk asıllı ülkelerini ve halklarını
dünyanın merkezi bölgesinde Merkezi Devletler Topluluğu olarak bir araya
getirmelidir. Böylesine büyük bir proje ile Ön Asya' da kurulacak Merkezi
Devletler Birliği ikinci aşamada Orta Asya Türk devletlerini de içine alarak
Türk toplulukları tabanına dayanan bir büyük Avrasya Birliği'nin
gerçekleşmesini sağlayacaktır. Ön Asya'daki Merkezi Devletler Birliği hem
dünyanın ortasında Türk hegemonyasını devam ettirecek hem de gelecekte Avrasya
Birliği'nin Türk kimlikli halkların birlikteliğinin de gerçekleşmesine yardımcı
olacaktır. Bu proje ile bütün emperyalist güçleri kızdırabiliriz ama onların
projelerinin ardından çeşitli yönlere sürükleneceğimize, kendi projemiz
doğrultusunda belirlenmiş hedefimize yönelerek; onların oyuncağı olmaktan
kurtulabiliriz. Dünyadaki yeni
gelişmeler bütün dünya halklarının gözleri önünde çok farklı bir bölgeselleşme
yapılanmalarını öne çıkarmaktadır. Sermaye sahiplerinin küresel bir proje
olarak gündeme aldıkları emperyalist hegemonya saldırı ve işgallerinin eskisi
gibi gizli metotlarla birlikte uygulama alanına getirilmesi artık önlenemeyecek
bir oluşum olarak dünya devletlerini ve halklarını daha güçlü oluşumlara
dönüştürülecek gelişmeler olacaktır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder