Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN web sitesi - ANKARA KALESİ

ANKARA KALESİ: Kanunlar önünde eşitlik yoksa; "İnsan Hakları, Adalet ve Hukuk" yok demektir... Prof. Dr. Anıl Çeçen

  • ANA SAYFA
  • HAKKIMDA
  • SÖYLEŞİ.SUNUM
  • KONFERANSLAR
  • BASIN.MEDYA
  • YAZILARIM
  • KİTAPLARIM
  • SEÇTİKLERİM
  • GEZİ
  • ÖDÜL
  • FOTO GALERİ
  • VİDEO VİZYON

29 Haziran 2018 Cuma

Prof. Dr. Anıl Çeçen: “Akşener, Bir Batı Projesidir” Yörünge; Prof. Dr. Anıl Çeçen’le erken seçim kararını, Türkiye’nin beka sorunu olup olmadığını ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan karşında Cumhurbaşkanlığı için yarışacak olan CHP’nin adayı Muharrem İnce ile İYİ Parti’nin adayı Meral Akşener’i konuştu.

Prof. Dr. Anıl Çeçen: 
“Meral Akşener, Bir Batı Projesidir.”
Sinan Onuş "SÖYLEŞİ" Ankara, 01 Haziran 2018

Yahudi asıllı bilim adamlarından Bernard Lewis’in, “Orta Doğu’nun Geleceği” isimli bir kitapçığı var. Burada, Sovyetler Birliği sonrasında Orta Doğu’ya, “İslam’ın karanlığı çökmüştür” diyor. Bu karanlığı önleyecek olanların da Orta Doğu ülkelerinde yaşayan kadınlar olduğunu söylüyor. Bu çerçevede hem İsrail hem de Batı dünyası, kadın hareketi ve kadın önderliğini bir kurtarıcı olarak görüyor.
Yörünge, Prof. Dr. Anıl Çeçen’le erken seçim kararını, Türkiye’nin beka sorunu olup olmadığını ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan karşında Cumhurbaşkanlığı için yarışacak olan CHP’nin adayı Muharrem İnce ile İYİ Parti’nin adayı Meral Akşener’i konuştu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, erken seçim kararını açıklarken bir beka sorunundan söz etti?
Türkiye’nin beka sorunu var mı?
Türkiye’nin kurulduğu günden beri beka sorunu var. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra kuruluş aşamasında ortada kalan merkez coğrafya Anadolu’yu esas aldı. O dönemde başta İngiltere olmak üzere, Rusya ve Fransa’nın, Orta Doğu’nun yeniden yapılanmasında emperyal planları vardı. Bu coğrafyada, o zamandan bugüne gelen tarihsel süreç içerisinde Güneydoğu’da Kürdistan, Doğu Anadolu’da Ermenistan peşinde koşanlar ya da Doğu Karadeniz’de geçmişten gelen Pontus arayışları içerisine girenlerin bu arayışlarını yeni dönemde de gündeme getirdiklerini görüyoruz. Yani Türkiye Cumhuriyeti 100. yılına doğru giderken tarihsel olarak beka sorunu vardır.
Öte yandan İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu coğrafyada Amerika’nın ve İngiltere’nin desteğiyle bir proje olarak İsrail Devleti kuruldu. Bu proje gelecekte Orta Doğu’da Büyük İsrail İmparatorluğu hedefliyor ve eski Osmanlı hinterlandına yayılmayı amaç olarak ortaya koyuyor. Bu doğrultuda İsrail ve Amerika, Orta Doğu’da var olan devletlerin hiçbirini kabul etmiyor. Özellikle Irak ile Suriye’nin parçalanmasını istiyor ve şimdi de yavaş yavaş İran’ın parçalanması gündeme geliyor. Burada hep Türkiye’yi kullanmak istediler. Ancak ana hedefin, Türkiye ile İran’ı karşı karşıya getirmek olarak görüldüğü noktada, Orta Doğu’da İsrail’in büyümesi, bölgeye egemen olması için mevcut devletlerin yıkılması ve parçalanması gerekiyor. Irak’tan üç eyaletin, Suriye’den ve İran’dan beş eyaletin gündeme geldiği bir noktada, Türkiye’de de yedi-sekiz bölge valiliği üzerinden bir eyalet yapılanması çeşitli mecralarda tartışılmaya başlanmıştır. Buradan da anlıyoruz ki Batılı emperyalistler ve Siyonistler, Osmanlı sonrası kurulmuş olan bölge devletlerinin hiçbirisini kabul etmiyor ve bölgedeki bütün devletlerin parçalanması hedefleniyor. ABD Genelkurmay Başkanı Wesley Clark, Orta Doğu’daki yedi devletin önümüzdeki on yıl içinde parçalanacağını açıkça ifade etmiştir. İsrail gibi kaçak devletlerin bölgeye egemen olabilmesi için bölgedeki bütün Müslüman devletlerin eyaletlere bölünmesi, bunun da mezhep ya da etnik ayrılıklar üzerinden gerçekleştirilmesi hedeflenmektedir. Bu da hem Türkiye hem de bölge devletlerinin tümü için bir beka sorunu olduğunun açık bir göstergesidir.
Türkiye, Geleceğini Güvence Altına Alma Arayışında
Erken seçim kararı, Türkiye’ye yönelik bu planları öteleyebilir mi?

Bu, seçimlerin sonucunda Türk seçmeninin göstereceği demokratik olgunluğa bağlı bir durum. Seçim süreci içerisinde Türkiye, kendisini yeniden toparlayabilir, merkezi devlet gücü yeniden onarılabilir ve bu coğrafyanın geleceği için Büyük Orta Doğu, Büyük İsrail projelerine veyahut Avrupa Birliği projelerine alternatif olarak B Planı’nı ortaya koyabilirse o zaman seçim sürecinden olumlu bir sonuç alabilir. Ancak seçim sürecinde emperyal güçlerin kışkırtmalarıyla alt kimlikli çekişmelere sürüklenirse ya da bölgede başlamış olan sıcak çatışmalar terör hareketleri olarak Anadolu’ya, Misak-ı Milli sınırları içine taşınırsa o zaman Türkiye seçim sürecinden maalesef zayıflayarak çıkacaktır. Böyle bir durumda önümüzdeki dönemdeki gelişmelerde yeterince etkin olunamayacağı için bizi, ciddi boyutlarda zor günler bekleyecektir.
Bu tespitlerinizden yola çıkarsak erken seçim kararı, yerinde ve zamanında atılmış bir adım mı?
Normal seçimlerden bir buçuk yıl önce seçime gidiyoruz. Amerika, İran’la sağlanmış olan barış platformundan geri çekildiğini ilan etti. Savaşın önümüzdeki günlerde tırmanma olasılığını gördük. Ankara kulislerinde, NATO’nun da devreye girebileceği ve bölgedeki varlığını ağırlıklı bir şekilde kullanmaya yöneleceği tartışmaları yoğun olarak dillendirildi. Bu çerçevede bölgedeki devletlerin önümüzdeki dönemde bağımsız bir çizgide varlığını koruması, Türkiye açısından büyük önem taşıyor. Türkiye de varlığını ve bağımsız yapısını koruyarak bu savaş süreci içerisinden geçmek ve geleceğini güvence altına almak arayışı içerisinde.
Türkiye’nin önümüzdeki dönemde savaşa sürüklenmesi, bir NATO baskısıyla karşı karşıya kalması gibi riskli durumların da ortaya çıkacağını dikkate alırsak tam bu noktada bir erken seçim kararı bence sağlıklı olmuştur. Her hükümetin böylesine bir darboğazdan geçilirken kendi geleceği açısından toplumsal tabanını ve kendi güvencesini sağlama almak ve alacağı önlemlerle savaş ortasından kendini kurtarmaya öncelik vereceğini görmek lazım.
Erken seçim kararıyla hem iktidar partisi hem diğer partiler kendini yenilemek, toplumda var olan potansiyeli siyaset sahnesine taşımak ve bu noktada da daha güçlü bir iktidarın ortaya çıkmasını sağlamak için yeni bir şans elde etmiştir. Bunu görmemiz lazım. Kutuplaşmanın önlenmesi için erken seçimin Türkiye için bir şans kapısı olarak açıldığını görüyoruz.
Batı, Hükümeti Ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın Konumunu Devre Dışı Bırakmaya Çalışıyor
Mayıs ayı başlarında İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’i ziyaret eden Almanya’nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Bakanı Michael Roth, 24 Haziran seçimlerini yakından takip edeceklerini söyledi. Roth, AK Parti ve HDP arasında sıkışan Kürt seçmenin İYİ Parti’ye destek vereceğini öngördüklerini belirtti. Kürt seçmenin, İYİ Parti’yi tercih edeceğini düşünüyor musunuz?
Türkiye’de Kürt hareketi genelde Türk demokrasisinin solunda yer almıştır. İYİ Parti ise merkez sağın çökmesinden sonra yeniden merkez sağın toparlanması amacıyla gündeme getirilen yeni bir partileşme hareketidir. Buradan bakınca Kürt seçmenle İYİ Parti’nin bir arada olamayacağı gibi bir durum ifade edilmeye çalışılıyor. Ancak şartlar değişmiştir. Avrupa Birliği temsilcisi olarak gelen o diplomatın ortaya koyduğu çizgide hem Kürt hareketi hem de İYİ Parti üzerinden laik-çağdaş cumhuriyet yapılanması vardır. Türkiye’de 16 senedir Ilımlı İslam iktidarda. Ilımlı İslam en fazla Avrupa’yla karşı karşıya geliyor ve Avrupa’dan dışlanma gibi bir durumdan geçtiğimizi de hatırlamamız gerekiyor. Çünkü Avrupa Birliği bir Hristiyan Birliği’dir. Dikkat edin Balkanlarda, Osmanlı uzantısı olan Müslüman ülkelerin hiçbirini içerisine almamıştır. Türkiye’yi de Müslüman kimliği nedeniyle 50 senedir kapısında bekletmektedir. Hem bizi içlerine almıyorlar hem de bu coğrafyada Alman emperyalizminin ya da Avrupa emperyalizminin çıkarları doğrultusunda yönlendirme yapmaya çalışıyorlar. Bu çerçevede Avrupalıların, Türkiye’nin iç dinamikleriyle ya da iç çelişkileriyle oynama hakkı olmaması gerekir. Bu noktada ben, Güneydoğulu, Kürt asıllı temsilcilerin tıpkı Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy verdikleri gibi çağdaşlık çerçevesinde ve Avrupa Birliğiyle yakınlaşma noktasında İYİ Parti’ye de destek olabileceğini söylüyorum. Tabii bu, seçim sürecinde ortaya çıkacak gelişmelere ve partilerin izleyeceği politikalara ve yeni yaklaşımlara bağlı bir durum.
Bu tespitlerinizi biraz daha açalım isterseniz. Almanların Kürt meselesindeki yaklaşımını ve terör örgütü PKK’nın Almanya’daki örgütlenmesini biliyoruz. Alman Bakanın açıklamaları ne anlama geliyor?
Almanya, bir emperyal güçtür. 20. yüzyılın başında Almanların da Orta Doğu’ya, Osmanlıya geldiğini, Afrika ülkelerine girdiğini hatırlayalım. Almanlar bugün, Avrupa’nın patronu haline gelmiştir. Avrupa Birliği’nin tamamen Almanya’nın kontrolüne girdiği aşamada İngiltere, Brexit’le Avrupa Birliği’nden çıkmıştır. Şimdi Almanya bu aşamada hem Avrupa Birliği’nin hâkimi olmaya hem de Birinci Dünya Savaşı sürecindeki planlarını hayata geçirmeye çalışıyor. Şimdi biraz geriye gidelim. Alman istihbarat servislerinin, hem Osmanlı hem İran hem Orta Asya hem de Rusya’daki Müslüman kesimlerde yoğun bir kampanyayla Töton1İmparatorluğu adı altında bir Alman-İslam İmparatorluğu’na yöneldiklerini hatırlayalım. Önümüzdeki dönemde Almanya’nın özellikle Balkanlar üzerinden Karadeniz’e, Türkiye’ye ve Kafkasya’ya yönelik yeni girişimlerde bulunacağı kanaatindeyim. Almanya, bu nedenle Türkiye’nin seçimiyle yakından ilgileniyor. Almanya, Türkiye’deki alt kimlikli yapılanmayla mevcut siyasi yapılanma içerisinde var olan birtakım sorunları sanki gelecekte büyük çıkmazlar oluşturacakmış gibi kamuoyuna yansıtıyor. Kendi istediği şekilde bir dizayn yapmaya çalışıyor. Bunu bugünkü hükümeti ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın konumunu devre dışı bırakma çalışmaları olarak görebiliriz. Çünkü son yıllarda Türkiye, Avrupa Birliği ve Almanya ile çok ciddi boyutlarda karşı karşıya gelmiştir.
“Sıkışan Kürt seçmen oy verir” derken o zaman Meral Akşener topluma, “kurtarıcı” ya da “umut” gibi sunuluyor.
Kurtarıcı denilmesi biraz zor ama bir proje olduğu açık. Yahudi asıllı bilim adamlarından Bernard Lewis’i anımsayalım. Türkiye’nin çok yakından tanıdığı bir isim. Türkçe bilir, Türkiye ve Atatürk üzerine kitap yazmıştır. Aynı zamanda İsrail’in öncüsü olan Siyonistlerden birisidir. 1990’lı yılların başlarında bu bilim adamı, “Orta Doğu’nun Geleceği” diye bir kitapçık yayımlamıştır. Bu kitapçıkta, Sovyetler Birliği sonrasında Orta Doğu’ya, “İslam’ın karanlığı çökmüştür” diyor. Yani İslam yapılanmasını Orta Doğu’da, karanlık olarak görüyor. Bu karanlığı önleyecek olanlar da Orta Doğu ülkelerinde yaşayan kadınlardır diyor. Yalnız Türkiye değil, bütün Orta Doğu ülkelerindeki İslamcı güçlerin, kadın liderliği ve kadınların siyasi mücadele için sokağa inmesiyle dengelenebileceğini söylüyor. Orta Doğu’da öne çıkan İslam kimliği, Avrupa’yı ve aynı zamanda İsrail’i çok rahatsız ettiği için bölgedeki sancılı geçiş böylece aşılacak. Bu çerçevede hem İsrail hem de Batı dünyası, kadın hareketi ve kadın önderliğini bir kurtarıcı olarak görüyor. İşte bu doğrultuda Türkiye seçimlerinde de kadın adaylar öne geçme şansını elde etmektedir. Daha önce Tansu Çiller’in başbakanlığını da bu doğrultuda değerlendirmek mümkündür. Tansu Çiller’le başlamış olan bu açılım, Meral Akşener’le devam etmektedir.
Sivil Örümceğin Ağında
Lewis’in “kadınların desteklenmesi projesi” üzerinden devam edelim o zaman. Denge ve Denetleme Ağı’nın kurucularından ve bir dönem sözcülerinden olan Selda Tandoğan Demirel’in, Akşener’e “başdanışman” olduğu iddia edildi. Ancak kamuoyundan gelen tepkiler sonrası bu iddia yalanlandı. Demirel danışman değil şu an ama İYİ Parti’nin 200 kişilik kurucuları arasında yer alıyor. Demirel’in kurucusu olduğu sivil toplum kuruluşu (STK), Demokrasi için Ulusal Bağış (National Endowment For Democracy/NED) destekli Ulusal Demokratik Enstitü (National Democratic Institute/NDI) tarafından fonlanıyor. Bu iki örgütün Renkli Devrimlerdeki rolünü biliyoruz. Bu birliktelik tesadüf mü sizce?
Türkiye’de yeni bir siyasi yapılanma ortaya çıktığında her Türk vatandaşının bunun içine girme hakkı vardır. Selda Hanım’ın da o şekilde hareket ettiği kanaatindeyim. Kendisini çok yakın tanımıyorum. Ancak STK olarak hareket eden bir yapının temsilcisi olunca STK’ların arkasına bakmak lazım. Tam da bu noktada Mustafa Yıldırım tarafından kaleme alınan “Sivil Örümceğin Ağında” isimli kitabı anımsatmak isterim. Bu kitapta, Türkiye’deki STK’ların hangisinin, hangi Batı ülkesinden maddi destek aldığı tek tek yayımlanmıştır. Bu kitapta ortaya konan gerçekler açısından baktığımız zaman evet, Batı demokrasilerinin uzantısı olan STK’ların emperyal plan ve projeler doğrultusunda hareket ettikleri ve bu noktada da Batılı ülkeler tarafından finanse edildiklerini görüyoruz. Aynı durum Sovyetler Birliği sonrasında Rusya’da da vardı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin işbaşına gelince hepsini yasakladı. Banka hesaplarına el koydu ve Rusya, dışardan para alarak kendi ülkesinin aleyhine çalışan STK’lara izin vermedi. Türkiye ise daha demokrat davrandı. Bunların çalışmalarını Avrupa standartları içerisinde belirli bir düzene koymaya çalmıştı. Türkiye ne yazık ki bunda da başarılı olamadı.
CHP önemli bir hamle yaptı ve Muharrem İnce’yi aday gösterdi. Meral Akşener, biraz geride kaldı gibi duruyor. İnce’nin adaylığıyla Akşener’in ikinci tur şansı biraz düştü mü?
Devleti kuran, Atatürk’ün partisi çok durağandı. Bir türlü adayını açıklayamadı. Tabii iş geldi genel başkana kilitlendi. Genel başkanın da siyasetçi olmaması ve siyaset üretememesi nedeniyle Atatürk’ün partisi çok zayıf gidiyordu. Böyle bir noktada Sayın Cumhurbaşkanıyla rekabet edebilecek özelliklere sahip bir kişiyi yani halkın içinden gelmiş bir kişi olarak Sayın Muharrem İnce’yi aday çıkardılar. Böylece seçim yarışı hızlandı. Sayın İnce önümüzdeki dönemde medyada yer alabilirse dengeleri önemli bir şekilde değiştirecektir. Yeri gelmişken bir şey daha söylemek lazım. Daha işin başında Sayın İnce, Meral Akşener lehine birinci turda çekilebileceğini söyledi. Sanırım burada bir hesap yapılmaktadır. Eğer Meral Hanım ikinci tura kalırsa merkez sağdan gelen kemikleşmiş oylarla Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki Kürt oylarını bağdaştırmak kolay olmayacaktı. İnce’nin kamuoyunda estirdiği sol rüzgâr, Doğu ve Güneydoğu halkını biraz harekete geçirdi. Bu noktada da İnce bir jest yaparak arkasına aldığı rüzgârla birlikte Cumhurbaşkanlığı adaylığından Meral Akşener lehine feragat ederek seçimi ikinci tura bırakmamak gibi bir yeni strateji üzerinde çalıştıklarını ve bu konuda pazarlıklar yapıldığını Ankara kulislerinde duyuyoruz.
Kemalist Proje İle Siyonist Proje Orta Doğu’nun Geleceği İçin Bugün Karşı Karşıya
Siz, İYİ Parti’ye “proje” dediniz. Bu durumda Atatürk’ün kurduğu parti de bu projenin parçası olmuyor mu?

Türkiye Cumhuriyeti de bir proje. Ancak Atatürk’ün projesiydi. Kuvayı Milliye hareketi zafere ulaşıp devleti kurduktan sonra yola parti olarak devam etti. Atatürk’ün yaklaşımı, hem partiyi hem devleti aynı çizgiye getirmekti. Bu noktada da partiyle devletin arasında bir ayrılık olmaması gerekiyordu. Ancak bugün Atatürk’ün partisinde maalesef İkinci Cumhuriyetçi, yani küreselleşmenin etkisiyle neoliberal bir çizginin öne geçtiğini görüyoruz. Bu doğrultuda sermaye kesimleri, Avrupa-Amerika-İsrail üçgeninde Türkiye’ye müdahale ederken Atatürk’ün partisini de baskı altına alarak yönlendirmeye çalıştıklarını izliyoruz.
Soru işaretleri bırakmamak için bunu biraz daha açalım. O zaman dâhil olunan bu proje, Cumhuriyet’in kuruluşundan farklı olarak antiemperyalist olmayan bir proje mi?
Atatürk’ün partisi bugün, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi antiemperyalist çizgide devam etseydi, Türkiye’nin, Avrupa Birliği süreci içerisinde kabul etmek zorunda kaldığı programlarla devletin tasfiyesini önleyebilirdi. Ancak maalesef devletin tasfiyesi süreci, Avrupa Birliği süreci üzerinden başlatılmış ve bugün de Büyük Orta Doğu Projesi üzerinden devam ettirilmektedir. Büyük İsrail’in önü açılarak bu coğrafyadaki bölge devletleri, Siyonizm’in-emperyalizmin güdümünde eyaletler üzerinden yeni bir yapılanmaya yönlendirilmektedir. Bu coğrafyada yapılan mücadeleleri kendi haline bırakırsanız ya Arap Birliği ya İslam Birliği kurulur. Ya Rusya güneye iner ya Almanya doğuya açılır ya da bu coğrafyada iki proje çarpışır: Biri İsrail’i kuran Siyonist proje, öbürü Türkiye’yi kuran Kemalist proje. İşte Kemalist proje ile Siyonist proje bugün, Orta Doğu’nun geleceğinde karşı karşıyadır. Atatürk’ün partisinin Kemalist proje doğrultusunda hareket ederek ülkenin birliğini, bütünlüğünü ve bağımsızlığını güvence altına alması gerekirken bu coğrafyadaki eyaletler üzerinden bölgesel federasyon planına yumuşak baktığını görüyoruz.
Sizin belirttiğiniz kapalı kapılar ardındaki pazarlıklar gerçekleşmezse ve Muharrem İnce ikinci tura kalırsa İYİ Parti ve Saadet Partisi seçmeninin tulum halinde CHP’nin adayına oy vereceğini düşünüyor musunuz? Örneğin son yerel seçimlerde CHP, eski MHP’li bir isim olan Mansur Yavaş’ı aday gösterdi ve MHP seçmeni tulum olarak vermedi.
Muharrem İnce’nin son anda çıkan bir aday olarak hiçbir hazırlığı yok. Dikkat edin her gün sağdan sola konuşuyor, birçok şey söylüyor ama bir siyasi çizgi izlemiyor. Sadece polemik yapıyor. Gazete başlıkları üzerinden politika yapan bir adayın Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği noktasında istikrarlı bir çizgiyi ortaya koyması beklenemez.
O nedenledir ki bu izlenen zikzaklar nedeniyle Atatürk’ün partisinin, cumhurbaşkanlığı seçimi süreci içerisinde ortaya istikrarlı bir çizgi koyamadığını görüyoruz. Seçmen gidip Atatürk’ün partisinin adayına oy verirken bu partinin yine eskisi gibi antiemperyalist çizgide ülkenin geleceğini koruyup korumayacağından emin olması gerekir. Böyle bir durum söz konusu değilse o zaman önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak siyasi gelişmeler seçmen tabanını etkileyeceği için birtakım çelişkili gelişmeler ya da istikrarsız durumlar meydana gelecektir.
Devleti kuran Atatürk’ün partisi kuruluş ayarlarına dönmedikçe, Türkiye’nin geleceği için çözüm üretemez. Böylesine bir arayış içerisinde Muharrem İnce’den beklenen sonuç alınamayabilir.
1 Töton Şövalyeleri, bir Germen-Roman dini tarikatıdır. Tarikat, Katolik hacılara, hac yolunda yardım etmek, hasta ve yaralı Katoliklerin bakımlarını sağlamak üzere hastane kurmak amacıyla kurulmuştur. Adlarını özellikle Orta Çağ’da Haçlı Seferlerine katılarak duyurdular. Şövalyeler, üzerinde siyah bir haç olan uzun beyaz elbiseler giyerlerdi. Daha sonra bu imge, Prusya Krallığı ve Almanya tarafından Demir Haç Madalyası olarak da kullanıldı. Kimi araştırmacılara göre, Töton Şövalyeleri, dünyanın en güçlü imparatorluğu olacağına inandıkları “Türk-Germen İmparatorluğu” kurulmasını istiyordu.
Gönderen Prof. Dr. Anıl Çeçen zaman: 06:48 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş
Etiketler: Bir Batı Projesidir-Sinan Onuş-SÖYLEŞİ-Ankara-01 Haziran 2018-Ortadoğu-İslâm-Meral Akşener-Türkiye Cumhuriyeti-İyi Parti, Prof. Dr. Anıl Çeçen-Akşener

11 Haziran 2018 Pazartesi

Prof. Dr. Anıl Çeçen: Dünya barışı için Kemalist Avrasyacılık Röportaj (TÜRK SOLU) Kaya Ataberk, Ankara

Prof. Dr. Anıl Çeçen: 
"Dünya barışı için Kemalist Avrasyacılık"
Röportaj(TÜRK SOLU)Kaya Ataberk, 
Davutoğlu’nun bakan olması BOP’un iflasıydı
TÜRKSOLU: AKP’nin son yıllarında özellikle Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasıyla başlayan dönem Türkiye açısından dış politikada nasıl bir durum yarattı? Ulusal strateji ne duruma geldi? Türkiye güçlendi mi yoksa yalnızlaşıp “şer ekseni” olarak tabir edilen bir noktaya mı sürüklendi? Ne dersiniz?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Sayın Davutoğlu, Malezya’da üniversite eğitimi görmüş bir uzmandır. Ben, onun bakan olmasını Büyük Ortadoğu Projesi’nin bitme noktası olarak görüyorum. BOP’un iflas ettiği noktada Türkiye, Dışişleri Bakanı’nı değiştirerek bir Avrasya açılımı gündeme getirmek istedi. Sayın Davutoğlu’nun bu konulara özel ilgisinin olduğunu biliyorum. Meseleleri o doğrultuda takip ediyordu. İki konu Davutoğlu’nu bağlamıştır: Biri “stratejik derinlik” kavramıdır. Diğeri de “komşularla sıfır sorun” politikasıdır. “Stratejik Derinlik” Avrasya stratejisinde farklı yol izlemeyi getirdiği içindir ki geçmişin kalıplarının dışına çıktığı noktada Davutoğlu’nun önünü açıyordu. Bunu da hem strateji hem de derinlik kavramlarıyla açıklıyordu. Bunun yanında “sıfır sorun” politikası iddialıydı. Türkiye o güne kadar da Batı bloğunun, NATO’nun bir üyesi olarak İncirlik Üssü’nün komşularına karşı kullanılmasını da kabul ederek Soğuk Savaş döneminden gelen durumla da komşularıyla ayrı kamplarda ve karşı karşıya olmuştu.
“Komşularla sıfır sorun” politikası, Türkiye’nin İran’la, Irak’la, Suriye’yle yeni ilişkileri gündeme getiriyordu. Aynen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde olduğu gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu bölgede, II. Dünya Savaşı öncesinde komşularla dayanışma içine girmesi gibi bir arayışı Türk kamuoyunda çağrıştırmıştı. Ama sonrasında tüm gelişmelerde, özellikle Irak Savaşı’nın içine Türkiye’nin sonradan dahil olmaya çalışarak, Kuzey Irak’taki fiili yapılanmayla işbirliği yaparak Kuzey Irak petrolünden pay almaya çalışması, daha sonrasında da Suriye Savaşı’nda daha düne kadar dost ve kardeş ilan edilen Esat ile ciddi boyutlarda karşı karşıya gelinmesi bir handikap olarak ortaya çıkıyordu.
“Komşularla sıfır sorun” gerçekçi bir politika değildi
“Komşularla sıfır sorun” politikası Irak’ta ve Suriye’de yaşananlardan sonra maalesef iflas etme noktasına gelmiştir. Çünkü gerçekçi bir politika olmadığı, Irak’ın başkenti Bağdat’ın, Suriye’nin başkenti Şam’ın dışlanarak iki ülkenin kuzeyindeki yapılanmalara yönelik politikalar gündeme geldiğinde devlet merkezleriyle Türkiye karşı karşıya gelmiştir. Bu politikanın yanlış bir politika olduğu netlik kazandı. Atatürk’ün Sadabad Paktı arayışı içerisinde Bağdat, Şam ve Tahran’la diyalog kurarak, Ortadoğu’da mevcut devletlerle bir bölgesel ittifak arayışının da haklılığı bir kaz daha kanıtlanmış oldu.
TÜRKSOLU: Hocam, sizin “Büyük Selçuklu Stratejisi-Merkezi Devletler Birliği” stratejik öneriniz var. Bunu biraz anlatabilir misiniz?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Burası dünyanın jeopolitik ve stratejik merkezidir. Bu merkezde yer alan devletlerin bir araya gelmesiyle bir merkez oluşacak. Önceden Sovyetler Birliği vardı. Şimdi AB var. Ama yarın dünyanın orta alanında bir “merkez birliği” olabilir.
TÜRKSOLU: Siz bu birliğin kökenini Büyük Selçuklu Devleti’ne mi dayandırıyorsunuz?
Anadolu’daki Türk varlığının kökü Selçuklu inisiyatifidir
Prof. Dr. Anıl Çeçen, 1948 yılında Ankara’da doğdu. Ankara Koleji’ni ve AÜ Hukuk Faktiltesi’ni bitirdi. 1971’de avukatlık stajını tamamlayarak Türkiye ve Ortadoğu Enstitüsü’ne asistan oldu. 12 Mart dönemi İdari Reform Komisyonu’nda Merkezi İdare Sekreterliği yaptı. Üniversite öğrenciliği yıllarından başlayarak Ulus, Barış ve Halkçı gazetelerinde araştırmacı ve köşe yazarı olarak çalıştı. 1970-1978 arasında arkadaşlarıyla birlikte aylık Adım Dergisi’ni yayımladı. 1972’de AÜ Hukuk Fakültesi’ne asistan oldu. 1974-1978 arasında Halkevleri Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. 1972-1978 arasında Halkevleri Atatürk Enstitüsü Genel Sekreterliğini, 1975-1977 yıllarında Halkevleri 2. Başkanlığını, 1974-1978 arasında Unesco Eğitim Komitesi Sekreterliğini, 1976-1986 yılları arasında Sanat Kurumu Başkanlığını yürüttü. 1984 yılından başlayarak serbest avukat ve yazar olarak çalışan Çeçen, 1990’da Danıştay kararıyla üniversiteye döndü. Halen AÜ Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku öğretim üyesidir.
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Evet çünkü Anadolu’da Türk varlığının devam etmesinin ve bugüne gelmesinin arkasındaki inisiyatif Selçuklu’dur. Osmanlı da onun uzantısıdır. Osmanlı bu inisiyatifi Avrupa’ya taşımıştır ve Avrupa merkezli götürmüştür. Balkanlar’a baktığınız zaman hep Osmanlı eserleri görürsünüz, Anadolu’da ise Selçuklu. Anadolu, Selçuklu döneminde merkezdir; Osmanlı İstanbul’u alıp Balkanlar’a yayılınca burayı merkez almıştır. Şu anda Türkiye’nin Balkanlar’ın dışında kaldığı noktada Osmanlı hinterlandından geri çekilen Türklerin ayakta kalarak yoluna devam etmesi noktasında Türk varlığının Anadolu’ya yerleşmesini sağlayan esas giriş kapısı olan Azerbaycan ve İran önem kazanmaktadır. Benim konuyu Büyük Selçuklu vizyonu olarak konuyu gündeme getirmemin sebebi, “Yeni Osmanlı” adı altında Osmanlı hinterlandına Atlantik güçlerinin ve İsrail Siyonizmi’nin egemen olma çabasıdır.
Bunlar emperyal plan ve projelerdir. Bu çerçevede Türkiye’nin Atlantik güçlerinin böyle bir yeni yapılanmayı gündeme getirmesi noktasında, Türkiye’nin de alternatifinin olabileceğini, kendisini var eden çizgide ortaya çıkan hem Selçuklu döneminden gelen yapılanmaya hem de Osmanlı’nın yıkılmasından sonra ortaya çıkan Atatürk Cumhuriyeti’ne, Kemalist birlikteliğe dayanmamız gerektiğini vurgulamak için bu tanımlamayı gündeme getirdim. Bu projeyi biraz daha açarsak burada Selçuklu İmparatorluğu ile Kemalist devlet arasında bir sentez arayışı olduğunu görürüz. Bugün eski Selçuklu toprağı Anadolu’da Türk varlığı Türkiye Cumhuriyeti olarak devam ediyor.
Kemalist Avrasyacılık
Bizim için Türkiye’nin bu topraklarda varlığını koruyarak yoluna devam etmesi noktasında Selçuklu hinterlandına Kemalist modelle geçiş gündeme gelir. Bu önce dünyanın jeopolitik merkezinde söz konusudur. Daha sonra büyük emperyal güçlerle, Rusya, Çin, Hindistan gibi yeni dev ülkelerle karşı karşıya kaldığı noktada, bu alandaki yeni Avrasya yapılanmasında Türkiye’nin bu modeli çekirdek model olarak ortaya çıkar. Ben buna Kemalist Avrasyacılık diyorum.
TÜRKSOLU: Kemalist Avrasyacılık ile neyi ifade ediyorsunuz?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Kemalist Avrasyacılık projesi Turancılığın, Türkçülüğün, İslamcılığın, bu coğrafyada var olan bir takım siyasi akımların ötesinde, daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Mevcut durumu kabul eden, geçmişten gelen birikimle bugünü değerlendiren ve geleceğe dönük yeni bir yapılanmayı Rusya-Çin-Hindistan doğu üçgeni ile ABD-AB-İsrail Batı üçgeni arasında sıkışan Türkiye’nin Doğu-Batı dengesine de yönelmesini sağlayan bir projedir. Böylece Avrasya bölgesinde, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Orta Asya, Ortadoğu ve Kafkasya’daki birikimin, çağdaş dünya ile entegre olmasını sağlayacak bir antiemperyal modeli beraberinde gündeme getirir.
Dünya hegomonya kavgası Avrasya’da kilitleniyor
Ortadoğu’da İsrail-ABD ikilisinin savaş zorladığını görüyoruz. İngiltere’nin yeni projelerle Türkiye üzerinden bölgeye girmeye çalıştığını görüyoruz. Batı Asya Birliği denilen yaklaşım budur. Yine bunun ötesinde Rusya, Çin ve Hindistan’ın yeni emperyalizme hazırlandığını görüyoruz. Önümüzdeki dönemde Dünya hegemonya kavgası Avrasya bölgesine kilitlenmektedir. Avrasya; AB, Rusya, Çin ve Hindistan gibi dört büyük emperyal güçle sarılmıştır. Bu arada Batının diğer güçlerini yani ABD ve İsrail’i de devreye sokarsak bu Avrasya merkezli çekişmenin tarafları da ortaya çıkar.
TÜRKSOLU: Avrasya bizim için ne anlama geliyor?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Bu coğrafya ise bizim esas ve tarihi coğrafyamızdır. Türkler bugün Ortadoğu’nun merkezinde bir ülkeye sahiptir. Fakat Orta Asya kökenlidir. Türkiye’nin Ortadoğu’da varlığını koruyarak Orta Asya ile entegrasyonu da Kemalist Avrasyacılık dediğimiz açılımla, Ortadoğu ülkeleri üzerinden, Müslüman ülkelerin laik bir yapıya yönelmesiyle, Azerbaycan ve İran gibi çok önemli Türk nüfusları barındıran ülkelerin, Atatürk modeliyle bir araya gelmesini sağlayarak olabilir. Böyle bir yeni açılımı bölgeye getirmektedir.benim son dönemde yaptığım çalışmalara, yayınladığım makale ve kitaplara da bakarsanız bunu çok net olarak görürsünüz. Türkiye Dünya ile beraber çok büyük bir dönüşümün içerisindedir. Dünya sistemi ciddi biçimde kilitlenmiştir. ABD tek başına dünyayı yönetememektedir. Avrupa Birliği dağılma noktasına gelmiştir. Batı, hegemonyasını kaybetmiştir. Yeni bir arayış başlamıştır. Bütün bu arayışların dünyanın merkezi coğrafyasında sıcak çatışmalara yol açmaması için Türkiye’nin toparlanması gündeme getirilmelidir.
Balkan ve Sadabad Paktlarına benzer bir yapılanmaya ihtiyaç var
Önce bir milli programa ihtiyacımız vardır. Bu milli program ile güçlenecek Türkiye’nin çevresinde Atatürk’ün Balkan ve Sadabad Paktlarıyla getirdiği bir bölgesel yapılanmaya ihtiyaç vardır. Ama uzun vadede dünya dengelerinde ve Avrasya kıtasındaki bu hegemonya mücadelesinde de emperyalist Avrasya yapılanmalarına karşı, Avrasya içinde yer alan ülkelerin dayanışma ve kardeşlik içerisinde bir bölgesel yapılanmaya yönelmesi söz konusudur. Burada da kilit nokta Türkiye’dir. Avrasya’nın nüfusunun büyük kısmının Türk asıllı olması ve Türkiye’nin bu coğrafyada Atatürk Cumhuriyeti ile bir örnek ülke konumuna gelmesi nedeniyle, Türkiye’nin hem modelini bölgeye taşımak, hem bölgenin Türk varlığıyla entegre olmak hem de antiemperyalist bir Avrasya stratejisini emperyal ülkelerin Avrasya bölgesine girmesine karşı örgütlemesini sağlayarak, bölgedeki çekişmelerin bir III. Dünya Savaşı’na yol açmasını önleyecek şekilde bir stratejiyi izleyecek yeni bir iktidara ihtiyaç vardır. Bu da yeni bir yön arayışı olarak nitelendirilebilir.
TÜRKSOLU: 27 Mayıs 1960 sonrasında da Türkiye’de bir yön arayışı vardı. O amacına ulaşmadı mı?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: 27 Mayıs Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. 27 Mayıs’la beraber Türkiye kendini Soğuk Savaş döneminde, ki o dönemde SSCB büyük bir tehdit olarak vardı, Türkiye o çerçevede yeni bir yön arayışına girmişti. Türkiye’deki aydınlar bu arayışa girerken devletin kuruluşunda yer alan üç dünyanın dengelerini dikkate alarak hareket ettiler. Türkiye Cumhuriyeti dünyanın merkezinde ulus devlet olarak kurulurken, doğuda Sovyet Bloğu, batıda Batı Bloğu, güneyde ise İslam Bloğu vardı. İslam ülkeleri Batılı emperyalistlerin kontrolü altındaydı. Böyle bir noktada Türkiye bu üç dünya arasında bir merkez devlet modeli olarak kurulmuştu. Ama daha sonra Soğuk Savaşın son dönemine doğru gidilirken Rusya’nın yeniden güneye kayma girişimlerinin ortaya çıktığı noktada Türkiye’de karışıklık ve askeri dönemler yaşanmıştı.
Bugün geldiğimiz noktada bloklaşma ortadan kalkınca ve Rusya’da kapitalist sistem içinde yerine almaya başlayınca, Demir Perde de ortadan kalkmıştır. Bununla beraber de Türkiye’nin eskiden sırtını döndüğü Türk dünyasına yüzünü dönmesi gündeme gelmişti.
Merkez alanda var olmanın yolu büyük devlet kurmaktır
TÜRKSOLU: Hocam, Türkiye ne anlamda merkezdedir?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Türkiye Dünyanın jeopolitik merkezindeki bir ülkedir. Bu bölgedeki devletlerin tarihine bakarsanız bunların bazen Doğu-Asya bağlantılı, bazen Batı-Avrupa bağlantılı, bazen Rusya, bazen de güney bağlantılı olduğunu görürsünüz. Bu yön tanımlamaları Türkiye’ye göre yapılmıştır. Bu nedenle jeopolitik kitapları Türkiye’nin bulunduğu bölgeye Dünyanın merkezi demektedirler. Merkezde bulunmanın getirdiği bir sorumluluk vardır. Ya merkezde güçlü olarak ve büyük bir devlet haline gelerek var olacaksınız, ki bunu Bizans, Roma ve Osmanlı yapmıştır ve 800-1000 sene ayakta kalmışlardır, ya da Anadolu Selçuklu Devleti gibi küçük bir devlet olursunuz. O zamansa ancak 70-80 yıl yaşayabilirsiniz. Yani Anadolu’da var olan devletler küçülürlerse kayıp giderler. Çünkü emperyal merkezler Doğu-Batı Kuzey-Güney eksenlerinin kesiştiği bu merkeze müdahale ederler. Ya da merkezde çok güçlü bir yapı kurarsınız. Bu eksendeki müdahaleleri önler ve merkezde büyük devlet haline gelirsiniz. Osmanlı budur. Selçuklu İstanbul’u alamadığı ve Balkanlar’a müdahale edemediği için uzun süre yaşayamamıştır. Ama Osmanlı bunu yapabildiği için uzun süre hegemonyasını sürdürmüştür.
Türkiye’nin önünde hem Selçuklu hem de Osmanlı dönemleri vardır. Her iki dönemin de yanlışlarını ve doğrularını değerlendirerek hareket etmek durumundadır. Bu hinterland Türk coğrafyasıdır. Burada da bir otorite boşluğu vardır. Bu boşluğu ya Büyük İskender gibi kılıcınızla keserek emperyal saldırılarla doldurursunuz ya da Mevlana’nın söylediği gibi “Gelin dostlar bir olalım” diyerek bölge ülkelerine birlik çağrısında bulunursunuz.
Rusya-Çin-Hindistan ve ABD-AB-İsrail üçgenleri
Bugün emperyalizmin bir noktada geride kaldığı küreselleşme süreci içerisinde büyük devletler ön plana çıkarken bu coğrafyada otorite boşluğu olduğu ortaya çıkmıştır. Bu boşluğu ya bölge ülkeleri bir araya gelerek dolduracaktır ya da Rusya-Çin-Hindistan ve ABD-AB-İsrail üçgenleri müdahale imkânları arayacaklardır. Bunlar Avrasya bölgesine yönelik hegemonya mücadelesine girmişlerdir. Bu bölgedeki ülkeleri ele geçirerek, kendilerine yakın siyasi iktidarları gündeme getirerek yol almaktadırlar. Bu nedenle bu bölgede savaş durmamaktadır ve bugün Kafkaslar’a taşınmaya çalışılmaktadır. Balkanlar’da potansiyel sıcak çatışma senaryoları yaratılmaya çalışılmaktadır.
TÜRKSOLU: Son dönemde Ukrayna’da yaşananları da bu çerçevede mi değerlendirmeyiz?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Ukrayna’da yaşananları her gün görüyoruz. Bu açıkça Rusya ile AB arasındaki çekişmenin sonucudur. Ukrayna’daki bu süreç durdurulmazsa yarın bu karışıklıklar Beyaz Rusya’da, Polonya’da, Romanya’da, diğer Doğu Avrupa ülkelerinde ve Balkanlar’da da gündeme gelebilecektir. Ya da bu süreç Karadeniz kıyısına kayarsa zaten Ortadoğu üzerinden zorlanan petrol coğrafyasına, Kafkaslar’a ve Hazar bölgesine taşınması gündeme gelebilir. Bunları görerek hareket etmek gereklidir.
Türkiye içeride merkezi gücünü toparlamalı
TÜRKSOLU: Önümüzdeki süreçte Türkiye ne gibi adımlar atmalı?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Türkiye’nin yeni dönemdeki yönünü üç aşamada değerlendirmek gerekir. Birinci aşamada Türkiye’nin içeriye yönelerek merkezi gücünü toparlaması gerekir. Ben burada bir milli idari reform öneriyorum. İkinci aşamada bölge devletleriyle bir araya gelerek bölgedeki savaş sürecine karşı bir ittifak oluşturulmasıdır. Biz bunu daha önce CENTO’da yaşadık. CENTO bir merkezi dayanışma ittifakı olarak bölgede her türlü savaşa, o dönemde Sovyetler’e karşı bir bölgesel ittifak idi. Bugün aynı eksiklik hissedilmektedir. Önümüzdeki dönemde bir CENTO benzeri yapılanmanın merkezi devletler ile birlikte gündeme gelmesi bölgedeki savaşı önleyecek bölgesel bir dayanışmayı AB gibi gündeme getirecektir. Yani ikinci aşama bir merkez birliğinin oluşumudur.
Türkiye, Orta Asya ile Ön Asya Türklüğünü bir araya getirmeli
Üçüncü aşama ise bu birliği oluşturduktan sonra Türkiye’nin Kafkasya, Hazar ve Azerbaycan üzerinden Orta Asya’ya da açılarak Orta Asya-Ortadoğu arasında yakınlaşmayı sağlamasıdır. Burada Türkiye’nin İran’la işbirliği yapması, dayanışma içinde Bakü’de bir araya gelmesi, Azerbaycan üzerinden İran’a, Hazar’a ve Orta Asya’ya açılması önemlidir. Bunun beraberinde Orta Asya Türklüğü ile Ön Asya Türklüğünü bir araya getirerek, Avrasya yapılanmasının çekirdek gücü haline dönüştürmesi gelmektedir. Bu üçüncü aşamada Türkiye kendi modeliyle Kemalist bir Avrasyacılığı öne çıkaracaktır.
Böylece Atatürk modelini hem bölgedeki komşularına, hem de Orta Asya ülkelerine taşıyarak çok hızlı bir şekilde Atatürk’ün Türk milletine kazandırdığı çağdaş, ulusal, laik, demokratik ve üniter bir devlet yapısını, cumhuriyet modelini yeni Avrasya yapılanmasının izleyeceği yol olarak savunabilecektir. Bu doğrultuda dış politika geliştirilebilir, örgütsel oluşumlarda hem Ortadoğu hem Avrasya inisiyatifini kullanarak bu bölgeye müdahale etmek isteyen emperyal güçlere karşı harekete geçebilir. Bölgede yaratacağı dayanışmayla da savaş konjonktürünü durdurabileceğini söyleyebiliriz.
TÜRKSOLU: Bu bakış açısı neden gündeme getirilmiyor?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Batıcı, bölücü, işbirlikçi, dinci ve benzeri çevreler ve kadrolar benim bu bakış açımı bilinçli olarak gündeme getirmemektedirler. Makalelerimi, fikirlerimi okuyup takip ederler ama cevap vermek yerine dolaylı yoldan kitaplarımın satışını da önleyip, engelliyorlar. Ama buna rağmen kitaplarımın çoğu üçüncü baskısını yapmıştır. İnternette yıllardır yayın yapıyorum. Tüm bu engellemelere karşın fikirlerin gereken yerlere ulaşmıştır. Bu çerçevede artık baskıyla hiçbir şey önlenemez. Mızrak çuvala sığmamaktadır. Artık madem George Soros açık toplumu savunuyorsa biz de açık toplumu savunmak durumundayız. Gizli kapaklı bir yere gidilemez. Türkiye’nin göz ardı edilen, devre dışı bırakılmak istenen bir potansiyeli olduğunu söylüyorum. Bu da jeopolitik konumundan ileri gelir. Türkiye’nin bu bilinçli hareket ettiği bir noktada böylesine bir strateji kendi ulusal çıkarları doğrultusunda bölgeye barış getiren, Orta Asya Türklüğü ile Ön Asya Türklüğünü birleştiren bir potansiyeli olduğunu savundum. Savunuyorum. Önümüzdeki dönemde de yaklaşımımın kamuoyunda tartışılması gerektiğini burada vurgulamak istiyorum. Bir bilim adamı olarak bana bu fırsatı verdiğiniz için TÜRKSOLU dergisine teşekkür ediyorum.
TÜRKSOLU: Hocam Avrasyacılık son on yıldır Türkiye’de tartışılan bir kavram. Ve genellikle Aleksandr Dugin’in tezlerine dayanan, Rusya’nın jeopolitik alandaki genişlemesini anlatan ya da Şangay Beşlisi dediğimiz grubu temel alan bir kavram olarak konuldu. Sizin Avrasyacılık olarak koyduğunuz kavramı nasıl anlayalım? Türkiye ayrı bir kutup mu olmalı, yoksa daha farklı mı kavramsallaştırılmalı?
Prof. Dr. Anıl Çeçen: Türkiye şu anda bir devlettir. Uluslararası alanda Türkiye Cumhuriyeti adında bir devlet var. Amerikalı bir yazarın Türkiye’de de yayınlanan kitabında “Türkiye, Anadolu’da ne kadar yaşayacak?” diye sorulabilmektedir. Anadolu’yu Türkiye’den ve Türklükten ayırabiliyor. Siyasi kadroların, hele iktidar kadrolarının Türk kimliğini reddetmesi, bu kimlikten uzaklaşması, Anadolu’nun isminin Türkiye olmaktan çıkarılmak istenmesi, farklı devlet modelleri önerilmesi gündeme gelmektedir. Bugün içine düştüğümüz çıkmazda bir tarafta derin devlet, bir tarafta paralel devlet ve bir tarafta da parti devleti var. Ben bir kamu hukuku hocası olarak diyorum ki bunların üçü de yanlış devlet modelleridir. Bunları bir yana bırakalım ve esas devlete bakalım. Normal hukuki devlet yapısına bakalım. Türkiye Cumhuriyeti 90 yıldır bağımsız bir devlet olarak vardır. BM’nin, başka uluslar arası kuruluşların kurucusudur. O zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli’den ve Lozan’dan gelen varlığı inkâr edilemez. Türkiye merkezli bir Avrasyacılık gereklidir.
Batının projelerini zorla dayatması mümkün değil
Benim burada bir Türk bilim adamı olarak savunduğum görüşler uluslararası konjonktürdedir. Küreselleşme başlayalı 25 yıl oldu, çeyrek yüzyıl geride kaldı. SSCB, Yugoslavya dağıldı ama Türkiye dağılmadı. Suriye’yi yıkamadılar. Irak’ı parçaladılar ama yeniden toparlanıyor. Demek ki bir takım projeleri dışarıdan zorlamayla bu bölgeye kabul ettirmek mümkün değildir. Bu bölgenin tarihini bilmeden, devletlerini ciddiye almadan, devletleri bir kenara bırakıp etnik gruplarla, cemaatlerle, şirketlerle bu bölgeyi parçalamaya çalışmaktan sonuç alınamayacağı 25 yılda ortaya çıkmıştır.
Türkiye merkezli bir devletten Türkler vazgeçemez. Geçenlerde Ahmet Taşağıl isimli bir bilim adamı konuştu. “Biz Türkiye ile Türk dünyasını bir araya getiremeyiz” diyor. Bence son derece yanlış bir görüş. Eğer Anadolu’daki Türk devletiyle, Türk dünyası bir araya gelemezse biz Anadolu’daki Türklüğü de kaybederiz. Zaten plan da bunun üzerine kurulmuştur. Alt kimlikçilik, Kopenhag kriterleri ile Avrupa’da hortlatılamadı ama Türkiye’de hortlatılmak isteniyor. Türkiye’de Türk kimliği reddedilirse Anadolu’da “ben Türk’üm” diyenleri Orta Asya’ya gönderecekler. Hâlbuki Anadolu’da bin senelik geçmişi olan bir Türklük var. Selçuklu ve Osmanlı birikimi var. Bugün Türkiye Cumhuriyetinin hâlâ yola devam etme imkânı var. Bu kadar saldırıya rağmen devlet çökmemiştir ve hâlâ ayaktadır. Öyleyse biz de bu devletin vatandaşları olarak bu devletin birikimine ve tarihten gelen bin yıllık geleneğine sahip çıkarak dünyaya bu kimlikle bakmak durumundayız. O zaman müsaade etsinler; herkesin kendine göre bir projesi varsa bizim de kendimize göre bir projemiz olsun. İsrail’in Büyük İsrail Projesi, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi, Almanya’nın AB projesi olacak, herkes kendi projesiyle daha güçlü olmaya çalışacak, bizse birbirimizle uğraşacağız, alt kimliklerle kavga edeceğiz, bizim güçlenmemiz ve büyümemiz engellenecek. Yok böyle bir şey! Türkiye bundan sonra Selçuklu ve Osmanlı gibi at sırtında komşu ülkeleri fethedecek değildir. Biz komşu ülkelerle dostluk içinde olacağız. Onlarla bir araya geleceğiz, ortak pazar kuracağız, ortak dayanışma ve güvenlik örgütü kuracağız. Böylece bölgeden terörü ve savaşı çıkaracağız, etnik savaşı ve cemaatler kavgasını kaldıracağız.
Avrupa’nın tarihinde bin yıllık din savaşı var. Önce Yahudi-Hıristiyan, sonra Müslüman-Hıristiyan, daha sonra da Protestan-Katolik kavgaları var. Kendi içlerinde yaşadıkları ve çözemedikleri problemi bugün Şii-Sünni ya da Alevi-Sünni çatışmasıyla Ortadoğu’ya getirmeye çalışıyorlar. Avrupa’daki bu cemaat kavgalarından bir sonuç alamamışlardır. Bunun bin yıl süren geçmişine baktığımız zaman bu böyledir. Bugün hâlâ Vatikan ile İsrail arasında bir Hıristiyan-Yahudi kavgası yaşanırken, Siyonizm ya da Batı emperyalizmi Ortadoğu’ya egemen olsun diye neden biz komşularımızla kavga edelim? Neden etnik ya da mezhep kavgalarına sürüklenelim?
Emperyalizm alt kimlikleri hortlatarak bizi birbirimize düşürmek istiyor
Bu çatışmalar emperyalizmin bölgeye müdahalesi için elverişli ortam yaratmaktadır. Bu bölgede yaşayan bütün komşularımıza, kardeşlerimize ve vatandaşlarımıza seslenmek istiyorum: Gelin bir olalım ve emperyallerin alt kimliklerimizi hortlatarak bizi birbirimize düşürme oyunlarına bir son verelim. Bu doğrultuda bir hareketin doğru bir çözüm getireceği kanaatindeyim. Zaten Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’e de bakarsanız; Atatürk hiçbir şekilde emperyalist bir bakış açısıyla Ortadoğu’ya girmemiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında Suriye ve Irak’tan gelip “Paşam bizi de kurtar” diyenlere; “Siz kendi ülkenizi kurtarın, sonra gelin beraber olalım” demiştir. Yani Sadabad Paktı’nın temelleri daha Kurtuluş Savaşı sırasında atılmıştır. Hitler ve Mussolini’ye karşı Balkan ülkelerini bir araya getirerek, Balkan Paktı’nı kuran da Atatürk’tür. Balkan ülkeleri bugün AB içindedir ama bir gün AB dağılır ve yeniden emperyal bir Almanya ortaya çıkarsa, bu ülkelerle Türkiye yeniden Osmanlı döneminde olduğu gibi bir araya gelebilir. Bir bölgesel ittifak kurulabilir. O zaman Balkanlar’da Balkan Paktı, Ortadoğu’da Sadabad Paktı tekrar oluşur, Ankara ya da Bakü merkezli yeni bir yapılanmada merkezi devletler birliğini Türkiye’nin öncülüğünde ve komşularımızla işbirliği yaparak oluşturabiliriz. Bu birlikteliği daha sonra Kafkasya, Hazar ve Orta Asya’ya da taşıdığımız zaman bağımsız, antiemperyalist çizgide, çağdaş bir Avrasya yapılanması çıkar. Dünya barışı için Avrasya’da antiemperyalist dayanışma ve bölgesel bir ittifaka, Türkiye kendi modeli ile öncülük yapmalıdır.
Gönderen Prof. Dr. Anıl Çeçen zaman: 00:37 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş
Etiketler: anıl çeçen-avrasya-davutoğlu-jeopolitik-jeostrateji-kaya ataberk-kemalizm-sıfır sorun-merkezi coğrafya-Prof. Dr. Anıl Çeçen-Dünya barışı-Kemalist Avrasyacılık-Türk Solu-Kaya Ataberk

9 Haziran 2018 Cumartesi

"ABD’NİN SÜPER GÜÇ STRATEJİSİ" - Hukukçu-Yazar, Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


ABD’NİN, 
"SÜPER GÜÇ"
STRATEJİSİ!..
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Amerika Birleşik Devletleri, İkinci Dünya Savaşı’nın mutlak galibi olarak yirminci yüzyılda dünyanın süper gücü konumuna gelmiş ve bu durumunu yüzyılın son yıllarına kadar sürdürerek, yirmi birinci yüzyıla dünyanın kendi liderliğinde girmesini sağlamıştır. N e var ki, Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine iki kutuplu dünyadan tek kutuplu yeni bir döneme geçerken, Amerikan devletinin ciddi boyutlarda sarsıntılar geçirmeye başladığı görülmüştür. Sovyet Blokuna karşı batı dünyasının önderi konumuna sahip olan ABD, iki kutuplu denge düzeninde batılı bir süper güç olarak dünya hegemonyasında başı çekerken, karşısındaki kutup dağılınca dengeler bozulduğu için bir sarsıntı döneminden geçmeye başlamıştır. Soğuk savaş döneminden küreselleşme aşamasına geçerken, ABD’nin tek kutup başı olarak daha da güçleneceği beklenirken, yirminci yüzyılın son yılları ile yirmi birinci yüzyılın ilk yılları ABD için bir şaşkınlık, sarsıntı ve gerileme dönemi olmuştur.
11 Eylül olayları ABD’nin karşı düşmanla uğraşmayı bırakarak kendi içine döndüğü bir aşamada gerçekleşmiş ve Amerikan devleti içindeki güçlerin dışarıyla uğraşmayı bir yana bırakarak, birbirleriyle uğraşmaya başladıklarını göstermiştir. İki tarafı da okyanuslarla çevrili bulunan Amerikan devletinin dışarıdan bir saldırı ile karşılaşması mümkün değil gibi görünürken, asıl saldırının içeriden ve devletin içindeki gizli örgütlerden ortaya çıktığı görülebilmiştir. Yıllarca dünya egemenliği doğrultusunda kendisine karşı çıkan devletler ve güçlerle boğuşarak gelen Amerikan devleti, sahip olduğu büyük gücü eskisi gibi dışa dönük kullanamayınca, bu kez o emperyal gücün devletin içinde patlama yaratarak yeni dönemde gene eskisi gibi etkin olabilmenin yollarını aramaya başladığını, 11 Eylül olayları ortaya koymuştur. Küresel dönemin getirdiği yeni stratejiler doğrultusunda Amerikan devleti içinde patlamalarla ortaya çıkan güç kullanımı, uydurma senaryolarla göz boyamak için kullanılmış ve bu durumun suçlusu olarak Müslüman Araplar ilan edilince, Amerikan devleti Afganistan ve Irak hattı üzerinde yer alan bütün Müslüman devletleri ve İslam dünyasını hedef alarak sıcak savaş dönemini başlatmıştır.
İbni Haldun’un tezleri doğrultusunda aradan geçen uzun zaman dilimi içinde bazı koşulların değişmesi, devlet yönetimlerinin yozlaşmaya başlaması, toplum içinde yer alan farklılıkların bölücü bir nitelik kazanması üzerine, haksızlık ve yolsuzlukların hızla tırmanarak ülkeyi yaşanmaz bir duruma sürüklemesi ve bütün bu gelişmelere karşı devletin merkez i gücünü kaybederek, ülkede var olan kamu düzenini koruyamaması gibi olumsuz gelişmeler, devletlerin bir gerileme dönemi sonrasında çöktüğünü bilimsel olarak ortaya koymaktadır. İbni Haldun’un Endülüs devleti ile ilgili gerçekleri derleyerek ortaya koymuş olduğu çöküş teorisi, tarih içinde hemen hemen bütün büyük devletlerin yaşam süreçlerinde ortaya çıkarak tarihsel gelişmeler açısından belirleyici olmuştur. Ne var ki, Haldun’un tezi açısından büyük devletler incelendiğinde Endülüs devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve Hazar İmparatorluğu gibi büyük devletlerin, yaklaşık olarak yedi yüzyıllık zaman dilimlerinde var olabildikleri anlaşılmaktadır. Eskiden kendi çağının devleti olarak süper güç konumuna gelen siyasal yapıların yedi yüzyıl etkinliklerini sürdürebildikleri görülürken, Amerika Birleşik Devletleri gibi kendi çağının devleti olan süper güçlerin bu ağırlıklı konumlarını sonraki dönemlerde bir yüzyıl bile sürdüremedikleri ortaya çıkmaktadır. Eski bir İngiliz sömürgesi olarak yola çıkmış olan ABD’nin Britanya imparatorluğunun beş asırlık hegemonyası sonrasında devreye girerken, bir anlamda Atlantik düzeninin bekçiliğini de üstlenmiştir. İngiltere’nin bir Atlantik gücü olarak başlattığı bu hegemonya düzeni birinci dünya savaşı sonrasında ABD’nin eline geçmiştir.
Amerikan devletinin tarihsel süreç içerisindeki yerini belirlerken, İbni Haldun’un görüşlerinin yanı sıra Medeniyetler Teorisinin kurucusu olan Oswald Spengler’in ortaya koymuş olduğu varsayımı da dikkate almak gerekmektedir. Spengler tarihin tekerleği biçiminde özetlenebilecek görüşlerinde her büyük devletin ya da medeniyetin önce bir noktada ortaya çıktığını, zamanla büyüyerek ve güçlenerek geniş alanlar üzerinde kendisinin merkezinde yer aldığı bir medeniyet düzeni kurduğunu ama bu aşamadan sonra değişim sürecinin yeni medeniyet merkezi olan bu ülkeyi de sarsmaya başladığını ve bu yüzden devlet düzeninin sarsılma sürecine doğru kayarak, gerileme ile yok olma aşamalarını birbiri ardı sıra izlediğini öne sürmüştür. Spengler’e göre, her devlet böylesine bir dairevi süreç yaşayarak sonunda kurulmuş olduğu noktaya geri dönerek ortadan kalktığı için, her medeniyet düzeni için bir tekerlek benzeri çizginin ortaya çıktığı söylenebilmektedir. Medeniyetler Teorisi bu açıdan medeniyet tekerleği olarak adlandırılan bir siyasal bilim kuramı haline zamanla gelmiştir. Bu teoriye göre her devlet ya da medeniyet tarihin belirli bir noktasında ortaya çıkar, büyür, gelişir, duraklar ve gerilemeye başladıktan sonra da yok olur. Roma, Bizans, Hazar, Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarının tarihleri incelendiği zaman, tarih biliminin medeniyet tekerleklerinin ortaya çıktığını ve zaman içinde dönerek çıkış noktasında yok olma aşamasına geldiğini, önemli bir ders olarak insanlığa aktardığı görülmektedir. İnsanlık tarihi içinde yer alan devletler ve medeniyetlerin tarihsel gelişim süreci bu açıdan medeniyet tekerleğinin dönüşü çizgisinde belirginlik kazanmıştır. Bu teori doğrultusunda dünya durdukça ve insanlık yaşadıkça medeniyet tekerleği dönmeye devam edecek ve her dönemde yeni büyük devletler ortaya çıkarak kendi medeniyet düzenlerini kuracaklardır. Bu teori doğrultusunda, bugünkü dünya düzeninde süper güç konumuna gelen Amerika Birleşik Devletleri, yirminci yüzyıla girerken bitmiş olan Britanya İmparatorluğundan görevi devralarak, yeni yüzyılın süper gücü olarak tarih sahnesine çıkmıştır.
Paul Kennedy isimli bir siyaset bilimcisi, yirminci asrın sonlarına doğru yayınlamış bulunduğu “Büyük Güçlerin yükseliş ve çöküşleri“ adını taşıyan kitabında, büyük güç kavramı üzerinden giderek emperyal devletlerin ya da süper güç konumuna gelen yeni yapılanmaların tarihsel incelemesini, büyük güçlerin yükseliş ve çöküşleri başlığı altında incelemeye çaba göstermiştir. Paul Kennedy, kitabında Çin’den başlayarak tarih içinde Orta Doğu, Avrupa, Afrika ve Asya kıtalarında ortaya çıkmış olan büyük medeniyetleri incelerken, bunların kurucusu olan büyük devletler üzerinden gitmiş ve devletler ile medeniyetler arasında çok sıkı bağlantılar bulunduğunu gözler önüne sermeye çalışmıştır. Onun teorik yaklaşımı doğrultusunda bütün büyük medeniyetlerin arkasında çağının süper gücü konumunda büyük devletler bulunmaktadır. Güçlü devletlerin gelişmiş bir düzen kurmalarından sonra yeni medeniyetlerin çıkabileceği öne sürülürken, bir anlamda Spengler’in medeniyetler teorisine dönük bir bağlantı kurulmaktadır. Tarihin tekerleği dönerken dünya farklı dönemlere doğru yol almakta ve her yeni dönem insanlığın içinde bulunduğu konuma göre ayrı bir medeniyeti gündeme getirmektedir. İnsanlık bir medeniyetten ötekisine geçerken, yeryüzü haritasında da bu doğrultuda değişiklikler olmakta ve eski devlet yapılarının yerini yenisi alarak tarihin eskisinden daha farklı bir biçimde dünya haritaları gündeme getirilmektedir. Batı dünyasının yükselişi ile başlamış olan tarihin medeniyetler teorisi biçiminde incelenişi, bugünün koşullarında tarih ötesi bir bakış açısı ile de değerlendirilerek bu anlamda bir gelecek okuması yapılmaya çalışılmaktadır. Medeniyetler teorisine göre bütün büyük devletler kurulma, yükselme, duraklama, gerileme ve çöküş dönemleri yaşadıklarına göre, Amerika Birleşik Devletleri de duraklama ve gerileme dönemlerinden sonra bir çöküş aşamasına geçerek dağılacaktır.
Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık adı ile bilinen İngiliz hegemonyasını on dokuzuncu yüzyılın ortalarından sonra devralmaya başlamış, Japonya ve Osmanlı Devletinin sınırları içine girerek Asya kıtasının doğusu ve batısında yer alan iki ülkeye nüfuz ederek bu ülkeler üzerinden yirminci yüzyıl hegemonya planlarını devreye sokmuştur. Kırım savaşı ortaya çıkarılarak Osmanlı devletinin içine girilmiştir. Japon Krallığı ise içeriden ele geçirildikten sonra, Japonlar Rusların üzerine sürülmüş ve 1905 yılına gelindiğinde Rus Çarlığı içeriden çökertilmiştir. Böylece Kırım savaşı ile Osmanlı devleti ile kapıştırılan Rus İmparatorluğu, daha sonraki aşamada da arkadan Japon saldırısına uğratılarak ortadan kaldırılmıştır. Rusya’nın çökertilmesi planında Avrupalı emperyalistleri geride bırakan ABD yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde, İngiltere ve Fransa gibi batılı emperyal güçlerin yapamadığını yaparak, dünyanın anakarasını kuzeyden işgal eden Rus hegemonyasına son vermiştir. Japonya ve Osmanlı devletlerinin içine okullar ve dini cemaatler aracılığı ile giren Amerikan emperyalizmi aynı oyunu Rusya’da da tekrarlayarak, Çarlık sonrası farklı bir Rusya yaratmanın planlarını uygulama alanına getirmiştir. Böylece Rusya gibi geri kalmış bir büyük ülkede sosyalist devrime giden yol açılmıştır. Sovyet devrimi iyi incelendiği zaman, Rusların eseri olmadığı ama ABD merkezlerinden gelen desteklerle oluşturulan Bolşevik hareketinin bir ürünü olarak gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Çarlık rejimini Japonları destekleyerek arkadan çökertilmesini sağlayan ABD, Kırım savaşı sırasındaki merkezi coğrafya örgütlenmesini de iyi kullanarak, Avrupa kıtasını dünyanın yönetiminden uzak tutacak bir karşı blok yapılanmasını, Bolşevik hareketi üzerinden sağlayarak yirminci yüzyılda kendisinin egemen olacağı yeni bir dünya düzeninin önünü açmıştır. Birinci dünya savaşı sırasında İngiltere ve Fransa açıktan bütün cephelerde savaşırken, ABD Rusya’nın içlerine girerek, kendisini kapitalist blokun patronu yapacak biçimde bir karşı kutbu sosyalist ideolojiyi kullanarak ve Troçki’ye New York borsası üzerinden büyük miktarlarda para aktararak, bu yoldan kendi kurduğu kızıl orduyu yönlendirerek, bir ideolojik devrimi Rusya üzerinden dünyanın doğu yakasında oluşturuyordu.
“Büyük Güçlerin yükseliş ve çöküşleri“ isimli kitabında Paul Kennedy eski çağ uygarlıkları ile yeni dönemin büyük devletlerinin hem incelemesini hem de karşılaştırmasını yaparken, büyük devletleri ortaya çıkaran tarihsel kesişme noktasının çok önemli olduğunu vurgulamaktadır. Devletlerin ortaya çıkışı ile birlikte başlayan yeni düzen ve onun uzantısı olarak belirginlik kazanan süreçler insanlık tarihinin yazımında önemli yansımalar yaratmıştır. Batının Hrıstıyan dünya olarak ele alınmasıyla birlikte İslam dünyasının biçimlenişi, merkezi alanda yer alan büyük devletler ile birlikte Rusya ve Japonya gibi kenar bölgelerde kalmış olan devletlerin yaratmış oldukları siyasal birikim de dünya tarihinin biçimlenişinde etkili olmuştur. Batının tarihi Avrupa kıtası merkezli olarak ele alındığı zaman, on beşinci yüzyıl sonrasında Avrupa’nın büyük devletlerinin denizlere açılarak bütün dünya ülkelerine ayak basmaları sağlanmış ve bu aşamadan sonra da, kara kıtalarının bütün bölgeleri Avrupa’nın emperyal devletlerinin merkezlerine bağlanarak, büyük bir küresel yayılma planı kara parçalarının bulunduğu her yerde gerçekleştirilmiştir. Mal ve maden ticareti doğrultusunda gelişen savaşlar, beraberinde mali birikimleri ortaya çıkarmış ve bundan sonra da oluşan zengin hazineler, Avrupa devletleri arasındaki çekişmeler ile birlikte ulus devletleri yaratınca büyük güçlerin hegemonya düzeni kurma doğrultusundaki girişimlerinden beklenen sonuçlar alınamamıştır. Sömürgeciliğin getirdiği zenginlikler sanayileşmeye giden yolları açınca, en büyük sanayi devrimini yapan batılı ülkeler yeni zengin ülkeler olarak kendi hegemonya düzenlerini kurmuşlardır. İngiltere sanayi devrimini ilk yapan ülke olarak batı kapitalizminin başını çekerken Fransa onu izlemiş ve arkadan da İspanya, Hollanda ve İtalya gibi Avrupa devletleri gelerek batı blokunun kapitalist hegemonya düzeni kurma süreci içinde yerlerini almışlardır.
On beşinci yüzyılda denizlere açılan Avrupa kapitalizmi bu doğrultuda oluşturduğu hegemonya düzenini yirminci yüz yılın başlarına kadar getirebilmiştir. Ne var ki, kapitalist gelişmenin çok hızlı olması ve bunun sonucunda da batı ülkelerinin kasalarında önemli miktarda döviz ve sermaye birikmesi yüzünden, artan rekabet beraberinde hırs ve büyük hegemonya planlarını getirince Birinci dünya savaşı bu kavganın doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İngiltere’nin başını çektiği Avrupa sömürge imparatorlukları yeni gelinen aşamada cihan savaşına elverişli bir ortam yaratmıştır. Dünya savaşı sırasında ABD cephe savaşlarına girmemiş, her yerde İngiltere’yi destekleyerek, gelecekte onun sırtından batının patronluğunu alma girişimlerini hızlandırmıştır. Dışarıda ABD Büyük Britanya İmparatorluğunun arkasına saklanırken, Avrupa ülkelerini tümüyle devre dışı bırakacak biçimde Rusya’nın içinde Bolşevik hareketini örgütleyerek, Sovyet devriminin ön hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyordu. İşçi sınıfının bulunmadığı bir ülkede sosyalist devrim yapmak gibi antika bir işi, Amerikan donanması kızıl orduyu örgütleyerek başarıyordu. Sovyetler Birliğini kurmuş olan Kızıl ordu New York borsasının sermaye desteği ile Troçki tarafından örgütleniyor, Lenin ise Masonik bir örgütlenme ile İsviçre’nin Cenevre kentinden özel tren ile Moskova’ya gönderiliyordu. Sovyet devletinin kuruluş hazırlıkları savaş yıllarında tamamlandıktan sonra, savaşın ertesinde Amerikan donanması Kızıl ordunun düzenlemiş olduğu bir tören ile Vladivostoktan resmi bir tören ile uğurlanıyordu ama bu durum dünya kamuoyundan çok dikkatli bir şekilde gizleniyordu. Her sene elli yıl sonra yayınlanan İngiliz belgeleri incelendiğinde, bu durum açığa çıkıyor ve dünya kamuoyunda tartışma konusu haline geliyordu. Kapitalizmin temsilcisi olan ABD, böylece küresel hegemonyayı İngiltere’nin elinden alırken, eski Avrupa ülkelerini devre dışı bırakacak bir emperyal hegemonya düzeni oluşturmak üzere, karşı kutup olarak kullanılacak bir sosyalist düzeni de gene kendi planları doğrultusunda kuruyordu.
Sovyetler Birliği’ni komünizm ideolojisi üzerinden karşı kutup olarak gizlice oluşturmayı başaran Amerikan emperyalizmi, önce kendi ülkesinde Mc Carty isimli bir senatörü kullanarak Mc Cartycilik adı altında herkesi komünistlikle suçluyor ve böylece bir gergin ortam yaratarak siyasal hegemonyasını daha da artırabilmenin arayışları içine giriyordu. Amerika’dan esen komünizm suçlamaları bir rüzgâr olarak Avrupa kıyılarına gelince, bu kez ABD batı ülkelerini Sovyet tehdidine karşı kendi kontrolü altına alacak bir yeni yapılanmayı, NATO şemsiyesi altında gerçekleştirme yoluna gidiyordu. NATO’yu görünüşte Sovyetler Birliğine ve komünizm tehdidine karşı kurduğunu söyleyen Amerikan devleti, bu askeri örgüte bağlı oluşturduğu gizi kadrolar ile batılı ülkeleri ve diğer dünya devletlerini baskı ve kontrolü altına alıyordu. İngiltere bile ABD’nin bu kadar ağır bir baskı düzeni kurmasından rahatsız oluyor ve diğer Avrupa ülkeleri ile zaman zaman ortak eylem planları oluşturarak, ABD’yi sınırlamanın yollarını arıyordu. Türkiye gibi NATO şemsiyesi altına sürüklenmiş olan devletler ise, Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda gerektiğinde terör ya da askeri darbe senaryolarına sahne oluyordu. Türk devleti bu gibi emperyalist senaryolar yüzünden çok zor durumlarda kalırken, ABD istediği her türlü siyasal senaryo ya da komploları, gene NATO örgütünü kullanarak yapıyordu. Soğuk savaş sırasında baskı düzeni yüzünden pek bilinmeyen bu gibi durumlar soğuk savaşın bitmesi üzerine ortaya çıkıyor ve yirminci yüzyılın nasıl bir Amerikan hegemonyası doğrultusunda hukuk dışı olaylara ve gelişmelere sahne olduğu iyice anlaşılıyordu. Kendisinden önce Britanya İmparatorluğunun hazırlamış olduğu batı hegemonyası düzenine, ABD’nin nasıl el koyduğu görülünce, başta batılı müttefik ülkeler olmak üzere, birçok batı ülkesi ya da dünya devletinin Amerika Birleşik Devletlerine karşı bir tutum içine doğru girdiği kesinlik kazanmıştır. Kendi ortaklarına bile gerçekleri söylemeyen, kendi özel çıkarları için ortaklarını ateşe atmaktan çekinmeyen ABD, emperyalizmin süper gücü haline gelerek baskıcı hegemonya düzeni kuruyordu.
Sovyetler Birliği varken, komünizmi öcü olarak gösteren ABD bu doğrultuda bir Mc Cartycilik olgusunu örgütleyerek, soğuk savaş döneminde dünyaya egemen olabilmiştir. Ne var ki, soğuk savaş sonrasında bütün Avrupa ülkeleri teker teker Gladio dosyalarını açarak NATO’ya karşı mesafeli bir yol izlemeye başlamıştır. Sovyet devrimi gibi bir komplo ile dünyanın doğu bölgesini Avrupalı emperyal devletlerin elinden alan ABD, Sovyet tehdidini büyüterek bütün dünya devletlerinin içine girmiş ve bu gibi gizli örgütlenmeler yolundan kendi hegemonya düzenini yeryüzünün beş kıtası üzerinde yaygınlaştırmıştır. İki büyük cihan savaşı yaşayan dünya ulusları, Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelerek kalıcı bir barış ortamı gerçekleştirebilmenin çabalarını gösterirken, ABD eski örgütlenmeleri üzerinden dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyordu. Bütün dünya ülkelerinden sağlanan beyin göçü oluşumları ile yeterli kadroları devşiren Amerikan devleti, bildiği yolda devam ederek bütün dünyayı Sam amcanın çiftliğine dönüştürmeye öncelik veriyordu. Bu gibi olumsuz girişimleri yüzünden müttefikleri ile arası açılan Amerikan devleti, bazı olumsuz gelişmeleri değerlendirerek daha yumuşak ve medeni yolları siyaset sahnesinde deneyeceğine, gene eskisi gibi bildiği sert yollardan gitmeye ısrar etmesi yüzünden, hem devletlerarası yeni sorunların doğmasına hem de belirli bölgelerde sıcak çatışmaların çıkmasına neden oluyordu. Küreselleşme dönemine geçilmesiyle birlikte, soğuk savaştan kalma bazı siyasal gerçekler ortaya çıkınca, ABD’ye olan güven iyice sarsılmış ve bu yüzden de ABD merkezli bir küresel yenidünya düzeni, çok büyük zorlamalara rağmen bir türlü kurulamamıştır. Soğuk savaşın korku ve baskı dönemleri geride kalınca insanlar ABD emperyalizmini daha dengeli bir biçimde değerlendirerek karşı çıkmışlardır.
Yirminci yüzyılın kralı olan ABD, bu konumunu tek merkezli bir küreselleşme süreci ile iyice pekiştirebilmek üzere var gücü ile iplere asılarak, Amerika Birleşik Devletleri yapılanmasını kendisinin merkezinde yer alacağı Dünya Birleşik Devletlerine dönüştürebilmenin çabası içine girmiş ama bunu bir türlü başaramamıştır. Bu durumu en açık örnekleriyle kamuoyuna taşıyan bir Amerikalı iktisatçı olarak William Engdal, “Kaybolan Hegemonya“ isimli kitabında ABD’nin nasıl gerilediğini ve bir çöküş aşamasına geldiğini açıkça dile getirmiştir. Engdal’a göre, yirminci yüzyılın hegemonu olan ABD hızla çöküşe geçtiği için, yirmi birinci yüzyılın hegemonu olmaktan giderek uzaklaşmaktadır. ABD’li olmasına rağmen Almanya’da yaşayan yazar Frankfurt gibi bir sermaye merkezinden dünyayı ve ABD’yi gözleyerek Amerikan devletinin çok hızlı bir çöküş sürecine girdiğini ve bu yüzden yirmi birinci yüzyılda dünyaya eskisi egemen olamayacağını açıkça vurgulamaktadır. Kendi merkez bankasına sahip olamayan ABD’nin, küresel sermayeyi denetlemesi ya da bir düzen içerisinde yönlendirmesinin artık mümkün olamayacağını yazar açıkça ifade etmektedir. ABD’yi Amerikalıların değil ama bir avuç zenginin yönettiğini, Federal Rezerv denilen merkez bankasının tamamen onların kontrolü altında olduğunu, bu yüzden de Amerikan devletinin güçlü bir merkezi yönetimden uzak olduğunu belirten yazar, kendi devletine ve halkına hükmedemeyen bir siyasal yapının emperyal hegemonya düzeni oluşturamayacağını söylemektedir. İki kutuplu dünya düzeninden yararlanarak eski hegemonları devre dışı bırakan ABD’nin, eskiden yaratmış olduğu Amerikan yüzyılı efsanesi tam bir çöküş içerisine düşmüştür. Kendi müttefiki olan devletlere danışmadan Kudüs gibi tartışmalı bir kentin hiç ilgisi yokken ABD başkanı tarafından İsrail’in başkenti olarak ilan edilmesiyle , Birleşmiş Milletler örgütü çatısı altında bütün dünya devletleri ABD’yi teslim alan Siyonizm’e karşı çıkışı gerçekleştirmişlerdir. Amerika’nın böylesine büyük bir karşı çıkış ile karşı karşıya kalması da, hem çöküşün hem de şimdiye kadar uygulanan politikaların iflas ettiğinin tam bir göstergesi olmuştur. Kuzey Kore gibi küçük ülkeler ile savaşmayı düşünen, Türkiye gibi yarım asırlık müttefikleriyle karşı karşıya gelen, ittifak içinde olduğu ülkeleri korumayan, onlara karşı terör örgütlerine silah dağıtan bir devletin eskisi gibi bir hegemonik güç olarak yola devam etmesi mümkün değildir.
Amerikan gücünün süper devlet olma çizgisinde ikinci bir yüzyıl için yeterli olmadığı ortaya çıkınca, bütün dünya ülkeleri ve kamuoyu Amerikan hegemonyasının konumu üzerine tartışmaya başlamışlardır. Bu çerçevede, küreselleşmenin öncülerinden ABD emperyalizminin örgütleyicisi konumundaki bir siyaset bilimcisi olarak Prof.Dr.İmm Anuel Wallerstein, Amerika’nın geleceği ile ilgili olarak yeni teoriler oluşturmaya çalışmıştır. Dünya siyasal sistemi üzerine çeşitli eserleri bulunan bu bilim adamı, gelecekte nasıl bir dünya düzeni sorusuna yanıt ararken, aynı zamanda Amerika’nın yeryüzündeki konumunu yeni yüzyıl açısından ele alarak değerlendirmiştir. Çok yönlü bir bilim adamı olarak Wallerstein, ABD’nin yirmi birinci yüzyılda nasıl ayakta kalabileceğini ve eskisi gibi süper güç konumunu koruyarak nasıl bir hegemonyanın öncüsü olabileceğini tartışmıştır. Dünya siyasal sistemi üzerine çalışırken, jeopolitik konulara da girmek zorunda kalan Wallerstein “Jeopolitik ve Jeokültür “ isimli kitabında çöküş sorusuna yanıt ararken, Amerika’dan sonra neyin geleceğini ve nelerin olabileceğini belirli öngörüler üzerinden tespit etmeye çalışmıştır. Küresel emperyalizmi, ABD merkezli tek kutuplu dünyada gerçekleştirmek için yola çıkanlardan birisi olan Wallerstein, bunun olamayacağını gördüğü noktada, Amerikan hegemonyasının bitişinden sonra ne gibi gelişmelerin olabileceğini belirleyerek, dünya kamuoyuna bu tespitlerini aktarabilmenin çabası içine girmiştir. Amerika yüzyılının çöküşündeki kendisi gibi emperyalist bilim adamlarının suçlarını ört bas etmek için aslında Kuzey Atlantikçiliğin çöktüğünü öne sürerek, bu doğrultuda ABD’nin kusurlarını İngiltere ile paylaştırmaya çalışmaktadır. İngilizlerin dünya devleti oluşumuna esas olmak üzere, Birleşik Krallık oluşumunu gündeme getiren yaklaşımlarından herhangi bir geri adım atmak söz konusu olmamış, aksine Büyük Britanya İmparatorluğu biçimindeki Birleşik Krallık devlet düzeni bugünlere kadar devam edip gelmiştir. Küreselleşme sürecine girilmesiyle çeyrek asır ABD’nin dünyayı toparlamasını bekleyen İngiltere, sonradan Brexit kararını alarak Avrupa Birliğinden çıkmış ve eski sömürgeleri ile oluşturduğu Ortak Refah düzeni doğrultusunda yoluna devam edeceğini açıklamıştır.
Wallerstein, ABD’nin yirmi birinci yüzyılda süper güç olarak kalabilmesi için, dünyanın merkezi coğrafyası olan Orta Doğu bölgesine gelmesini ve bu bölgede bir büyük savaşı başlatmasını çözüm olarak gördüğünü, dolaylı yollardan ifade etmekten çekinmemiştir. Wallerstein’a göre ABD büyük ordusu ile Orta Doğu’ya gelecek, önce bu bölgenin Asya ülkelerine saldıracak, daha sonra da bu bölgenin yanı başında yer alan Balkan ülkeleri üzerinden Avrupa ülkelerine de saldıracaktır. Asya ve Avrupa ülkelerine aynı zaman dilimi içinde saldırarak bütün merkezi bölgeye savaşın yayılması sağlanacak ve daha sonra da Amerikan ordusu bölgede savaşan ülkeleri kendi haline bırakarak geri çekilecek ve son aşamada da Amerika’ya geri dönerek dünyanın merkezi coğrafyasında Asya ve Avrupa ülkelerinin karşılıklı olarak savaştığı bir ortamı yaratarak üçüncü dünya savaşını başlatacaktır. ABD politikalarında etkin olan Siyonist lobilerin istediği bir biçimde, kıyamet senaryolarına konu olabilecek derecede bir üçüncü dünya savaşı, kutsal kitaplardaki Armegeddon efsanesinin somut biçime dönüşmesi biçimindeki kıyamet savaşı senaryosu böylece ABD’nin öncülüğünde gerçekleşecektir. ABD ordularının saldırıları üzerine savaşa sürüklenmiş olan Asya ve Avrupa ülkelerinin merkezi alanda Avrasya üzerinden bir üçüncü dünya savaşını çıkartmasıyla, ABD’nin yeni yüzyıldaki süper güç rakipleri sonunda birbirleriyle tutuşacak, Almanya, Rusya, İran, Hindistan ve Çin karşılıklı savaş oyunları ile savaşarak birbirlerini bitirecekler ve böylece ABD’nin yeni yüzyıldaki rakiplerinin hepsi savaş süreci içinde yok olma yoluna doğru sürükleneceklerdir. Asya ve Avrupa güçleri merkezi coğrafyadaki üçüncü dünya savaşında birbirlerini yok ederken, ABD kendi ülkesinden bu durumu izleyerek önlemlerini alacaktır. Yirminci yüzyılda hegemon olarak ortaya çıkan ABD’nin bu konumunu koruyabilmesi için böylesine bir felaket senaryosuna ihtiyaç duyulması şaşırtıcıdır.
Orta Doğu bölgesinin, ABD’nin küresel hegemonyasını yirmi birinci yüzyılda koruyabilmesi açısından kilit bölge olarak sunulması, Wallerstein gibi önde gelen bir Amerikalı bilim adamının önemli bir çıkışıdır. ABD gibi jeopolitik bir yapıya sahip olan ülke açısından, Amerikan kıtasına saldırabilmek açısından bir okyanus geçme zorunluluğunun bulunması nedeniyle, ABD açısından saldırı tehdidi dışarıdan mümkün değildir ama her aşamada bir iç tehdit ile ABD karşı karşıya bulunmaktadır. ABD dış dünyada egemen oldukça kendi iç politikasına yönelik saldırılar geride kalmakta ama ABD güç kaybetme noktasına geldiğinde dışarıdan gelen rüzgârlar sayesinde bu dev ülkenin iç politikası alt üst olmaktadır. Ülkenin iç ve dış istihbarat servisleri birbirine düştüğü gibi, ordunun merkezi olan Pentagon da devlet bürokrasisi, dışişleri bakanlığı ya da devlet başkanlığı ile ters düşerek siyasi mücadele içinde bir kargaşa ortamına doğru sürüklenmektedirler. Son ABD başkanı seçilirken öne çıkan Pentagon ve iç istihbarat birliğinin karşı çıktığı, dış istihbaratın askeri-endüstriyel lobi üzerinden küresel sermayenin kontrolü altına girmesiyle, dünyayı yönetmesi beklenen Amerikan devletinin merkezi disiplininin ortadan kalktığını açıkça göstermiştir. Bugün böyle bir kaotik ortama sürüklenen ABD’nin, Orta Doğu’ya binlerce TIR dolusu silah göndermesi, ülkede başlayan iç gerginlik ortamının arkada bırakılabilmesi için önemli bir dış mesele yaratma yolunun açılmasıdır. Tarih boyunca görüldüğü gibi büyük devletlerin iç istikrarları bozulduğunda hemen bir dış mesele yaratarak içeride yeniden disiplin sağlama gayreti içine girdikleri görülmüştür. Amerika Birleşik Devletleri de son yıllarda giderek güçlenen İsrail lobilerinin baskıları altında hareket etmeye başlayınca, ülke içinde önemli ağırlığa sahip olan Hrıstıyan lobiler devreye girmekte, Katolik lobisi Kennedy’lerin öldürülmesi ile tasfiye edildikten sonra, ABD içindeki Anglo-sakson gruplar İsrail merkezli Siyonist lobilere karşı, Hrıstıyan Avrupa devletlerinin desteği ile mücadeleye girerek, dünyanın süper gücü olan ABD’nin küçük İsrail’in etkisi altına girmesini önlemektedir. İki bin yıl önce gündeme gelen Romalıların Yahudi devleti olan İsrail’i yıkması senaryosunun devamı olan olaylar zinciri bugüne kadar devam edip gelmiştir. Roma İmparatorluğunun bir Avrupa gücü olarak gelip Orta Doğu’daki Yahudi devletini yıkmasını bir türlü kabül edemeyen Yahudi ve Musevi lobilerinin, dünya üstünlüğünün Avrupa kıtasından Amerika kıtasına geçmesinden yararlanarak, yeniden dünyanın merkezi bölgesinde bir Yahudi devleti olarak İsrail’i üçüncü kez kurma başarısını küresel düzeyde örgütlenmiş bulunan Siyonizm sayesinde sağladıkları bütün dünyanın gözleri önünde gerçekleşmiştir. Amerikan vatandaşı olan ve ABD’de devlet görevi yapan Siyonistlerin Büyük İsrail projesi doğrultusunda hareket ederek, Amerikan devletini bu aşamada Kutsal kitaplardaki kıyamet senaryosu olan Armegeddon’a zorlamaları, yirmi birinci yüzyılın başlarında dünyayı ve insanlığı üçüncü bir büyük savaş tehdidi ile karşı karşıya getirmiştir. ABD’nin küresel hegemonyasını koruyabilmesi için Orta Doğu’da bir büyük savaşa girişmesi gerektiği gibi bir tehlikeli düşünceyi, gene Yahudi asıllı bir bilim adamı olan Wallerstein’ın savunması, üzerinde durulması gereken bir durumu gündeme getirmektedir. Bu aşamada ABD’ye Orta Doğu’da bir üçüncü dünya savaşını öneren Wallerstein’ın Yahudi asıllı olması, küreselleşme kadrolarının da Siyonist kökenli olduklarını hatırlatmakta ve böylesine bir komployu Amerikan devletinin başına musallat ederek, Büyük İsrail’in kurulması sürecinde Amerikan devletini iç bölünme sonrasında büyük bir savaş senaryosu üzerinden yok olmaya doğru götürecektir. Bir anlamda Tanrı kıyamete doğru zorlanmaktadır.
Bir asırdır dünyayı yöneten Amerikan gücü, kendi içinden çıkan bir başka kimliğin, etnik ya da dinsel yapılanmanın geleceği senaryosunda Siyonizm üzerinden kullanılmak istenmektedir. Dünya siyasal sistemi üzerine geniş araştırmalar yapmış bir bilim adamının, yazdığı kitaplarda Amerika’dan sonra ne olacak, ABD ile birlikte kuzey Atlantikçiliğin çöküşü, ABD’nin böylesine olumsuz bir süreçten kurtulabilmek için gerçekleştirdiği yeniliklerin sonuçsuz kalması, devletlerarası sistemin geleceği açısından ABD’ye rakip olabilecek güçlerin değerlendirilmesi ve özellikle bu süreçte Avrupa Birliği’nin ele alınması, 1968 gençlik olayları ile dünyanın eskisinden farklı bir noktaya doğru sürüklenmesi, Wallerstein açısından ele alındığında bütün bu gibi gelişmelerin Amerikan üstünlüğünün korunabilmesi çizgisinde bir büyük dünya savaşı ile aşılabileceği gibi bir yaklaşımı öne çıkarmaktadır. Küresel Siyonizm tam olarak hedeflediği Büyük İsrail İmparatorluğu’nu büyük bir savaş aracılığı ile kurma noktasına geldiğinde, ABD’nin küreselci ve Siyonist bir bilim adamı tarafından merkezi coğrafya da üçüncü bir büyük savaşa yönlendirilmesi, dünya güvenliği açısından ele alınarak tartışılması gereken bir acil durumu gündeme getirmektedir.
Orta Doğu bölgesi, tarihin ilk dönemlerinden bu yana bütün büyük siyasal gelişmelere alan olarak hizmet ettiği gibi, üç büyük dinin ortaya çıkmış olduğu bölge olarak da dinler arası savaşların uygulama alanı olmuştur. ABD gibi bir süper gücün dünya hegemonyasını ikinci bir yüzyıl daha devam ettirebilmesi için önerilen büyük savaşın İsrail’i büyütecek Armegeddon senaryosu olması, Siyonist kadroların içinden çıkmış oldukları Amerikan toplumuna ve devletine karşı hazırlanmış bir büyük komplo olarak görünmektedir. Dünyayı yönetmekte süper güç olan ABD’nin kendi içinden çıkmış olan bir Siyonist komploya kurban gitmesi dünya kamuoyunda serbestçe ele alınarak tartışılamamış, Siyonist lobilerin kontrolü altındaki basın ve medya organları gerçekleri yazarak Amerikan halkını ve devletini zamanında uyaramamıştır. Son ABD seçimlerinde küresel sermayenin desteklediği kadın adayın seçimleri kazanması için bütün medya organları seferber olmuş ama Siyonizmin küresel sermaye üzerinden uygulama alanına getirmiş olduğu böylesine büyük bir komplo, Amerikan genelkurmay merkezi olan Pentagon aracılığı ile bozularak, Amerikan devletini yeniden güçlü bir duruma getirecek başka bir aday başkanlığa seçilmiştir. Küresel sermaye Amerikan devleti üzerinden dünya hegemonyasını Amerikan devletinin elinden almaya çalışırken, İsrail’i büyütecek ama ABD’yi tehlikeye atacak ya da küçültebilecek bir takım siyasal oyunlara girebilmiştir. Siyonistler Amerikan merkez bankasını tekellerine alan küresel sermaye temsilcileri ile birlikte hareket ederek, ABD’yi Orta Doğu’da İsrail’in planları doğrultusunda kullanılmasına öncelik vermişlerdir. Bu durum nedeniyle de ABD ve bütün dünya bir kıyamet senaryosu ile karşı karşıya getirilmiştir.
Genel olarak bütün devletler sıkışınca savaş yoluna gitmeyi tercih edebilirler. İç meseleleri aşmak isteyen siyasal rejimler otoriter yöntemler ile devletlerini yönetemeyince, bir dış mesele icat ederek savaşlara kalkışabilirler. Roma İmparatorluğundan başlayarak Britanya İmparatorluğu, Moğol İmparatorluğu ve de Osmanlı İmparatorluğu gibi küresel güçler sürekli savaşarak üstünlüklerini koruyabilmişlerdir. Amerikan devleti de cihan savaşları sonrasında yeryüzü kıtalarının belirli bölgelerinde genel hegemonyasını koruyabilmek için süper güç olarak bölgesel savaşlara girmek zorunda kalmıştır. Ne var ki, ABD’nin küresel üstünlüğünü koruyabilmesi doğrultusunda önerilen Orta Doğu savaşı, ABD hegemonyasına yardımcı olacak gibi gösterilirken aslında içeriden bölünmüş olan Amerikan devletinin, zaman içinde iyice ayrışmasına ve eyaletlerin bağımsızlığa yönelmelerine ve böylece ABD’nin iyice zayıflatılarak çöküşüne giden yolu açacağı görülmektedir. Orta Doğu’da gerçekleşecek bir üçüncü dünya savaşı Amerikan İmparatorluğunun sonunu getirirken, Amerikan gücünü kullanan Siyonist lobilerin yönlendirilmesi doğrultusunda, ABD sonrasında yirmi birinci yüzyıl için Büyük İsrail projesini devreye sokacak gibi görülmektedir. Tarihteki büyük devletlerin içeriden çökertilmesi gibi ABD’de kıyamet savaşı senaryosuyla içeriden çöküşe zorlanmaktadır.
Tarihsel konjonktürün gündeme getirmiş olduğu olaylar dizisi çerçevesinde, Amerika Birleşik Devletlerinin geleceği, merkezi coğrafyadaki olaylara gelip kilitlenmiştir. Bir tarafta yeni kıtanın tam ortasında Amerika Birleşik Devletleri, diğer yanda ise dünya karalarının kesişme noktası olan merkezi coğrafyanın konumu, bugünün koşullarında birlikte değerlendirilir bir aşamaya gelmiştir. ABD bugünün süper gücü olarak kendisine rakip konumda tek bir ülkeyi görmektedir ki, bu da son yıllarda bir yenidünya devi olarak tarih sahnesine çıkmış olan Çin Halk Cumhuriyetidir. ABD, Çin’e karşı hareket ederken kendisinin eskisi gibi süper güç konumunda kalmasını sağlayacak bir açılım içerisinde hareket etmekte ve kendisinden önce batı uygarlığı adına küresel imparatorluklar kurmuş olan İngiltere, Fransa, İspanya ve Hollanda gibi batı Avrupa ülkelerinin yeniden devreye girmesini önleyerek, sosyalist sistem bahanesi ile kurmuş olduğu NATO düzeni çerçevesinde bunları kendi kontrolü altında tutmaya çalışmaktadır. Bu nedenle, Avrupa Birliğinin ordu kurmasına izin verilmemiş ve muhtemel bir üçüncü dünya savaşı ihtimali hesaplanarak Kosova gibi Balkanların en tartışmalı ülkesi işgal edilerek, dünyanın en büyük nükleer silah deposuyla birlikte askeri üssü de Balkanların tam ortasında oluşturulmuştur. ABD’nin Balkanlar üzerinden Karadeniz açılımına kalkışmasının nedeni de, gene eskisi gibi dünyanın süper gücü konumunu muhafaza ederek, yeni dünya düzenini Amerika Birleşik Devletleri merkezli olarak devam ettirme çabasıdır. Dünyanın kuzey yarıküresinin Rusya’nın kontrolü altında bırakılması, ABD’nin süper güç stratejisine ters düşmektedir.
Bugünün koşullarında ABD’nin yeryüzündeki konumu ele alındığında, hızlı bir çöküş süreci ile birlikte bütün dünyaya taşınan bir kaotik gidiş süreci de dünya barışını tehdit ederek, kontrol dışı bir dünya ortaya çıkarmaktadır. Herkese sözünü dinletebilen, dünya dengelerinde merkezi konumu ile belirleyici olan, yeryüzü barışını siyasal, sosyal ve ekonomik ağırlığı ile tesis edebilen bir süper güç konumundan hızla uzaklaşmakta olan Amerika Birleşik Devletleri; ileriye dönük bir süreç içerisinde Brezilya, Almanya, Fransa, Rusya, Hindistan ve Çin gibi ülkeler ile geleceğin önderliği için rekabet edeceğine, kendi içinde yer alan küçük bir etnik grubun ve bunu destekleyen diğer dini grupların yönlendirilmesiyle, Orta Doğu bölgesine gelerek bu bölgenin yeniden yapılandırılması doğrultusunda bir oluşuma kendi güvenliğine ters düşen bir biçimde odaklanmış durumdadır. ABD için gerçek nükleer tehdit Kuzey Kore olmasına rağmen, İsrail’in çıkarları doğrultusunda bir Siyon planına dünyanın dev süper gücü ABD alet edilmektedir. İki dünya savaşı sonucunda kurulabilmiş olan Siyonist devletin, hızla büyüyerek merkezi coğrafyada dünyanın en büyük süper gücü konumuna gelebilmesi ve üçüncü bir cihan savaşının kutsal kitaplar doğrultusunda gündeme gelmesi için çalışan Amerikan Siyonist lobileri, ABD’yi böyle bir maceraya atarak kendi süper güç konumun koruması ve ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması çabalarının önünü kesmektedir. Amerikan politikalarının İsrail’in güvenliği ve geleceği için Orta Doğu merkezli bir duruma getirildiği aşamada, ABD için ciddi bir tehdit süreci başlamakta ve ABD içinde Siyonist lobilere Amerikan devletinin alet olmasına karşı çıkan Hrıstıyan lobiler ve diğer gruplar Amerikan iç politikasında bu duruma karşı çıkan etkin çalışmalar yaparak, çağımızın süper gücü konumundaki ABD’nin bu konumuna kaybetmesine giden yolu açmaktadırlar. İngiltere’den kovulmuş olan aşırı dinci Yahudilerin Britanya İmparatorluğu üzerinden Amerikan devletini kurmaları gibi, bugün de Amerikan Siyonistleri Amerika’nın süper gücünü kullanarak önce küçük İsrail’i kurmuşlar, şimdi de bu süper gücün olanaklarından yararlanarak ve bir kıyamet senaryosunda bu büyük devleti üçüncü dünya savaşına zorlayarak, Büyük İsrail devletini kurma çabası içindedirler. Siyonistlerin planları ile Wallerstein gibi Amerika’nın devlet çıkarları doğrultusunda hazırladığı dünya hegemonya planları günümüzde çarpıştığı için Amerikan devleti son derece karışık bir kaosun ortasında bocalayarak çöküşe doğru hızla sürünmektedir.
İki kutuplu dünya düzeni ile üstünlüğü Avrupa’lı dev ülkelerin elinden alan Amerika Birleşik Devletleri, ikinci kutbun çöküşe geçmesinden sonra kendisinin merkezinde yer aldığı bir tek merkezli yeni dünya düzeni kuramadığı için bugün geçen yüzyıldan kalma dünyanın süper gücü olma konumunu giderek elinden kaçırmaktadır. Geleceğin büyük devletleri olmaya hazırlanan on civarındaki büyük devlet. ABD sonrası için birbirleriyle hızlı bir rekabet yarışına kalkıştıkları için, küreselleşme döneminde geleceğe dönük bir yeni bir dünya düzeni kuramamışlardır. ABD’nin kendi süper gücünü koruma noktasında gereken adımları atamaması, Amerikan devlet gücünün Yahudiler ve Hristiyanlar arasında bir çekişme konusu haline gelmesi yüzünden, ortaya kargaşa öncesi bir karışıklık dönemi gelmiştir. Bu doğrultuda hareket eden lobiler hem ABD içinde kendi güçlerini artırmak hem de diğer dünya devletlerini kontrol altına almak için birbirleriyle mücadele ederken, İsrail sonrası Orta Doğu’da öne çıkan yeniden yapılanma sürecinin giderek savaş konjonktürüne dönüşmesi gibi olumsuz durumlar doğmuştur. Bu doğrultuda izlenen politikalarda her zaman çifte standartlar uygulanmış ve önemli siyasal gerçekler küresel sermayenin güdümündeki medya ve basın organları aracılığı ile halk kitlelerinden saklanarak, kamuoyu kutsal kitapların yönlendirmesi doğrultusunda tarikatların siyasete yönelmesi gibi bir olumsuz durum ile karşı karşıya bırakılmıştır.
Amerika’nın süper güç olarak yola devam edebilmesi bir anlamda Siyonist lobilerin takdirine bırakılmıştır. Medya ve ekonomi üzerinden siyaseti finanse ederek yönlendirme durumunda olan Siyonistler, istihbarat örgütleri aracılığı ile hem Amerikan devletini içeriden teslim almışlar, hem de İsrail’in çıkarları ve beklentileri doğrultusunda Amerikan parlamentosunu yönlendirerek çağımızın süper gücünü; gelecekte Siyonist bir süper güç ortaya çıkarmak doğrultusunda kullanmışlardır. Bu duruma karşı çıkan ABD başkanı John Kennedy ile Amerikan adalet bakanı Robert Kennedy böylesine bir çekişme süreci içerisinde öldürülerek, Katolik lobisi Amerikan siyaset sahnesinden dışlanmıştır. İsrail’in atom santralına karşı çıkmak ve ABD merkez bankasını Amerikan parlamentosunun denetimine bağlamak gibi iki suç işleyen Amerika’nın ilik Katolik başkanı bu girişimlerinin sonucun hayatı ile ödemiş ve kardeşi adalet bakanının önü de başkan adaylığını açıkladığı gün silahlı bir saldırı ile önlenmiştir. Amerika kendi başkanını koruyamaz bir duruma geldiği aşamada, gelecekte yeni bir dünya devletini Orta Doğu’da oluşturmaya çaba gösteren Siyonist lobiler, Amerikan devletini kendi ulusal çıkarlarına aykırı bir biçimde yönlendirerek Büyük İsrail projesinin gerçekleştirilmesi hedefi doğrultusunda kullanmaya çalışmışlardır.
Bugün gelinen aşamada, geçmişin süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri, Orta Doğu bölgesindeki Büyük İsrail projesi yüzünden bu konumunu yitirme noktasına gelmiştir. İsrail’in üçüncü dünya savaşı planı için merkezi coğrafyaya sürekli olarak askeri birlikler gönderen ve sınırsız sayıda silah dağıtan Amerikan devleti, bu davranışları ile Siyonist kıyamet senaryolarına alet olurken aslında kendi gücünün ve sahip olduğu merkezi insiyatifin dibini kazmak gibi ters bir duruma düşmüştür. İngiltere’nin içinden çıkarak ABD’yi kuranlar Puritanlar gibi, Amerika’nın içinden çıkarak İsrail’i kuranlar senaryosu eskinin bir tekrarı olarak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. ABD, Orta Doğu’ya gönderdiği silahları ve askerleri İsrail’in çıkarları doğrultusunda kullanırsa, o zaman çağımızın büyük gücü olmaktan çıkacaktır çünkü ABD’nin merkezi alandaki savaşa taraf olması demek, bu süper gücün artık eski konumunu yitirmesi anlamına gelmektedir. Savaşa taraf olan bir büyük devlet olarak ABD, her kesimin saygı duyduğu bir büyük devlet olmaktan çıkacak ve üçüncü dünya savaşı sürecinde giderek eriyecektir. Savaşı kimin kazanacağı önceden belli olmadığı için, uzun sürecek böylesine bir savaş sonrasında, yeni Orta Doğu savaşını kazanan tarafın çıkarları doğrultusunda yenidünya düzeni biçimlenecektir. Tanrının kıyamete zorlandığı bir savaş oyununa alet olmak, ABD üstünlüğünün de sonu olacak ve Büyük İsrail Devleti savaş sonrasında kurulursa, süper güç hegemonyası Siyonistlerin eline geçecek ve dünyayı Büyük İsrail İmparatorluğu yönetecektir. Bugünün ABD yönetimi böyle bir oyuna alet olmazsa o zaman ABD merkezli dünya düzeni devam edebilecek ve İsrail küçük kalacaktır.
Gönderen Prof. Dr. Anıl Çeçen zaman: 01:02 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş
Etiketler: ABD’NİN SÜPER GÜÇ STRATEJİSİ Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN-Hukukçu-Yazar-Akademisyen Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN-anil cecen-Dr. ANIL ÇEÇEN-anıl çeçen web sitesi-Amerika-Türkiye-Sovyetler-Rusya

1 Haziran 2018 Cuma

YÖRÜNGE DERGİSİ: "Prof. Dr. Anıl Çeçen: “Akşener, Bir Batı Projesidir” Sinan Onuş, SÖYLEŞİ (01 Haziran 2018)

Prof. Dr. Anıl Çeçen: 
“Akşener, Bir Batı Projesidir”
Sinan Onuş, SÖYLEŞİ (01 Haziran 2018)
Yahudi asıllı bilim adamlarından Bernard Lewis’in, “Orta Doğu’nun Geleceği” isimli bir kitapçığı var. Burada, Sovyetler Birliği sonrasında Orta Doğu’ya, “İslam’ın karanlığı çökmüştür” diyor. Bu karanlığı önleyecek olanların da Orta Doğu ülkelerinde yaşayan kadınlar olduğunu söylüyor. Bu çerçevede hem İsrail hem de Batı dünyası, kadın hareketi ve kadın önderliğini bir kurtarıcı olarak görüyor.
Yörünge, Prof. Dr. Anıl Çeçen’le erken seçim kararını, Türkiye’nin beka sorunu olup olmadığını ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan karşında Cumhurbaşkanlığı için yarışacak olan CHP’nin adayı Muharrem İnce ile İYİ Parti’nin adayı Meral Akşener’i konuştu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, erken seçim kararını açıklarken bir beka sorunundan söz etti? Türkiye’nin beka sorunu var mı?
Türkiye’nin kurulduğu günden beri beka sorunu var. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra kuruluş aşamasında ortada kalan merkez coğrafya Anadolu’yu esas aldı. O dönemde başta İngiltere olmak üzere, Rusya ve Fransa’nın, Orta Doğu’nun yeniden yapılanmasında emperyal planları vardı. Bu coğrafyada, o zamandan bugüne gelen tarihsel süreç içerisinde Güneydoğu’da Kürdistan, Doğu Anadolu’da Ermenistan peşinde koşanlar ya da Doğu Karadeniz’de geçmişten gelen Pontus arayışları içerisine girenlerin bu arayışlarını yeni dönemde de gündeme getirdiklerini görüyoruz. Yani Türkiye Cumhuriyeti 100. yılına doğru giderken tarihsel olarak beka sorunu vardır.
Öte yandan İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu coğrafyada Amerika’nın ve İngiltere’nin desteğiyle bir proje olarak İsrail Devleti kuruldu. Bu proje gelecekte Orta Doğu’da Büyük İsrail İmparatorluğu hedefliyor ve eski Osmanlı hinterlandına yayılmayı amaç olarak ortaya koyuyor. Bu doğrultuda İsrail ve Amerika, Orta Doğu’da var olan devletlerin hiçbirini kabul etmiyor. Özellikle Irak ile Suriye’nin parçalanmasını istiyor ve şimdi de yavaş yavaş İran’ın parçalanması gündeme geliyor. Burada hep Türkiye’yi kullanmak istediler. Ancak ana hedefin, Türkiye ile İran’ı karşı karşıya getirmek olarak görüldüğü noktada, Orta Doğu’da İsrail’in büyümesi, bölgeye egemen olması için mevcut devletlerin yıkılması ve parçalanması gerekiyor. Irak’tan üç eyaletin, Suriye’den ve İran’dan beş eyaletin gündeme geldiği bir noktada, Türkiye’de de yedi-sekiz bölge valiliği üzerinden bir eyalet yapılanması çeşitli mecralarda tartışılmaya başlanmıştır. Buradan da anlıyoruz ki Batılı emperyalistler ve Siyonistler, Osmanlı sonrası kurulmuş olan bölge devletlerinin hiçbirisini kabul etmiyor ve bölgedeki bütün devletlerin parçalanması hedefleniyor. ABD Genelkurmay Başkanı Wesley Clark, Orta Doğu’daki yedi devletin önümüzdeki on yıl içinde parçalanacağını açıkça ifade etmiştir. İsrail gibi kaçak devletlerin bölgeye egemen olabilmesi için bölgedeki bütün Müslüman devletlerin eyaletlere bölünmesi, bunun da mezhep ya da etnik ayrılıklar üzerinden gerçekleştirilmesi hedeflenmektedir. Bu da hem Türkiye hem de bölge devletlerinin tümü için bir beka sorunu olduğunun açık bir göstergesidir.
Türkiye, Geleceğini Güvence Altına Alma Arayışında
Erken seçim kararı, Türkiye’ye yönelik bu planları öteleyebilir mi?

Bu, seçimlerin sonucunda Türk seçmeninin göstereceği demokratik olgunluğa bağlı bir durum. Seçim süreci içerisinde Türkiye, kendisini yeniden toparlayabilir, merkezi devlet gücü yeniden onarılabilir ve bu coğrafyanın geleceği için Büyük Orta Doğu, Büyük İsrail projelerine veyahut Avrupa Birliği projelerine alternatif olarak B Planı’nı ortaya koyabilirse o zaman seçim sürecinden olumlu bir sonuç alabilir. Ancak seçim sürecinde emperyal güçlerin kışkırtmalarıyla alt kimlikli çekişmelere sürüklenirse ya da bölgede başlamış olan sıcak çatışmalar terör hareketleri olarak Anadolu’ya, Misak-ı Milli sınırları içine taşınırsa o zaman Türkiye seçim sürecinden maalesef zayıflayarak çıkacaktır. Böyle bir durumda önümüzdeki dönemdeki gelişmelerde yeterince etkin olunamayacağı için bizi, ciddi boyutlarda zor günler bekleyecektir.
Bu tespitlerinizden yola çıkarsak erken seçim kararı, yerinde ve zamanında atılmış bir adım mı?
Normal seçimlerden bir buçuk yıl önce seçime gidiyoruz. Amerika, İran’la sağlanmış olan barış platformundan geri çekildiğini ilan etti. Savaşın önümüzdeki günlerde tırmanma olasılığını gördük. Ankara kulislerinde, NATO’nun da devreye girebileceği ve bölgedeki varlığını ağırlıklı bir şekilde kullanmaya yöneleceği tartışmaları yoğun olarak dillendirildi. Bu çerçevede bölgedeki devletlerin önümüzdeki dönemde bağımsız bir çizgide varlığını koruması, Türkiye açısından büyük önem taşıyor. Türkiye de varlığını ve bağımsız yapısını koruyarak bu savaş süreci içerisinden geçmek ve geleceğini güvence altına almak arayışı içerisinde.
Türkiye’nin önümüzdeki dönemde savaşa sürüklenmesi, bir NATO baskısıyla karşı karşıya kalması gibi riskli durumların da ortaya çıkacağını dikkate alırsak tam bu noktada bir erken seçim kararı bence sağlıklı olmuştur. Her hükümetin böylesine bir darboğazdan geçilirken kendi geleceği açısından toplumsal tabanını ve kendi güvencesini sağlama almak ve alacağı önlemlerle savaş ortasından kendini kurtarmaya öncelik vereceğini görmek lazım.
Erken seçim kararıyla hem iktidar partisi hem diğer partiler kendini yenilemek, toplumda var olan potansiyeli siyaset sahnesine taşımak ve bu noktada da daha güçlü bir iktidarın ortaya çıkmasını sağlamak için yeni bir şans elde etmiştir. Bunu görmemiz lazım. Kutuplaşmanın önlenmesi için erken seçimin Türkiye için bir şans kapısı olarak açıldığını görüyoruz.
Batı, Hükümeti Ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın Konumunu Devre Dışı Bırakmaya Çalışıyor
Mayıs ayı başlarında İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’i ziyaret eden Almanya’nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Bakanı Michael Roth, 24 Haziran seçimlerini yakından takip edeceklerini söyledi. Roth, AK Parti ve HDP arasında sıkışan Kürt seçmenin İYİ Parti’ye destek vereceğini öngördüklerini belirtti. Kürt seçmenin, İYİ Parti’yi tercih edeceğini düşünüyor musunuz?
Türkiye’de Kürt hareketi genelde Türk demokrasisinin solunda yer almıştır. İYİ Parti ise merkez sağın çökmesinden sonra yeniden merkez sağın toparlanması amacıyla gündeme getirilen yeni bir partileşme hareketidir. Buradan bakınca Kürt seçmenle İYİ Parti’nin bir arada olamayacağı gibi bir durum ifade edilmeye çalışılıyor. Ancak şartlar değişmiştir. Avrupa Birliği temsilcisi olarak gelen o diplomatın ortaya koyduğu çizgide hem Kürt hareketi hem de İYİ Parti üzerinden laik-çağdaş cumhuriyet yapılanması vardır. Türkiye’de 16 senedir Ilımlı İslam iktidarda. Ilımlı İslam en fazla Avrupa’yla karşı karşıya geliyor ve Avrupa’dan dışlanma gibi bir durumdan geçtiğimizi de hatırlamamız gerekiyor. Çünkü Avrupa Birliği bir Hristiyan Birliği’dir. Dikkat edin Balkanlarda, Osmanlı uzantısı olan Müslüman ülkelerin hiçbirini içerisine almamıştır. Türkiye’yi de Müslüman kimliği nedeniyle 50 senedir kapısında bekletmektedir. Hem bizi içlerine almıyorlar hem de bu coğrafyada Alman emperyalizminin ya da Avrupa emperyalizminin çıkarları doğrultusunda yönlendirme yapmaya çalışıyorlar. Bu çerçevede Avrupalıların, Türkiye’nin iç dinamikleriyle ya da iç çelişkileriyle oynama hakkı olmaması gerekir. Bu noktada ben, Güneydoğulu, Kürt asıllı temsilcilerin tıpkı Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy verdikleri gibi çağdaşlık çerçevesinde ve Avrupa Birliğiyle yakınlaşma noktasında İYİ Parti’ye de destek olabileceğini söylüyorum. Tabii bu, seçim sürecinde ortaya çıkacak gelişmelere ve partilerin izleyeceği politikalara ve yeni yaklaşımlara bağlı bir durum.
Bu tespitlerinizi biraz daha açalım isterseniz. Almanların Kürt meselesindeki yaklaşımını ve terör örgütü PKK’nın Almanya’daki örgütlenmesini biliyoruz. Alman Bakanın açıklamaları ne anlama geliyor?
Almanya, bir emperyal güçtür. 20. yüzyılın başında Almanların da Orta Doğu’ya, Osmanlıya geldiğini, Afrika ülkelerine girdiğini hatırlayalım. Almanlar bugün, Avrupa’nın patronu haline gelmiştir. Avrupa Birliği’nin tamamen Almanya’nın kontrolüne girdiği aşamada İngiltere, Brexit’le Avrupa Birliği’nden çıkmıştır. Şimdi Almanya bu aşamada hem Avrupa Birliği’nin hâkimi olmaya hem de Birinci Dünya Savaşı sürecindeki planlarını hayata geçirmeye çalışıyor. Şimdi biraz geriye gidelim. Alman istihbarat servislerinin, hem Osmanlı hem İran hem Orta Asya hem de Rusya’daki Müslüman kesimlerde yoğun bir kampanyayla Töton1İmparatorluğu adı altında bir Alman-İslam İmparatorluğu’na yöneldiklerini hatırlayalım. Önümüzdeki dönemde Almanya’nın özellikle Balkanlar üzerinden Karadeniz’e, Türkiye’ye ve Kafkasya’ya yönelik yeni girişimlerde bulunacağı kanaatindeyim. Almanya, bu nedenle Türkiye’nin seçimiyle yakından ilgileniyor. Almanya, Türkiye’deki alt kimlikli yapılanmayla mevcut siyasi yapılanma içerisinde var olan birtakım sorunları sanki gelecekte büyük çıkmazlar oluşturacakmış gibi kamuoyuna yansıtıyor. Kendi istediği şekilde bir dizayn yapmaya çalışıyor. Bunu bugünkü hükümeti ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın konumunu devre dışı bırakma çalışmaları olarak görebiliriz. Çünkü son yıllarda Türkiye, Avrupa Birliği ve Almanya ile çok ciddi boyutlarda karşı karşıya gelmiştir.
“Sıkışan Kürt seçmen oy verir” derken o zaman Meral Akşener topluma, “kurtarıcı” ya da “umut” gibi sunuluyor.
Kurtarıcı denilmesi biraz zor ama bir proje olduğu açık. Yahudi asıllı bilim adamlarından Bernard Lewis’i anımsayalım. Türkiye’nin çok yakından tanıdığı bir isim. Türkçe bilir, Türkiye ve Atatürk üzerine kitap yazmıştır. Aynı zamanda İsrail’in öncüsü olan Siyonistlerden birisidir. 1990’lı yılların başlarında bu bilim adamı, “Orta Doğu’nun Geleceği” diye bir kitapçık yayımlamıştır. Bu kitapçıkta, Sovyetler Birliği sonrasında Orta Doğu’ya, “İslam’ın karanlığı çökmüştür” diyor. Yani İslam yapılanmasını Orta Doğu’da, karanlık olarak görüyor. Bu karanlığı önleyecek olanlar da Orta Doğu ülkelerinde yaşayan kadınlardır diyor. Yalnız Türkiye değil, bütün Orta Doğu ülkelerindeki İslamcı güçlerin, kadın liderliği ve kadınların siyasi mücadele için sokağa inmesiyle dengelenebileceğini söylüyor. Orta Doğu’da öne çıkan İslam kimliği, Avrupa’yı ve aynı zamanda İsrail’i çok rahatsız ettiği için bölgedeki sancılı geçiş böylece aşılacak. Bu çerçevede hem İsrail hem de Batı dünyası, kadın hareketi ve kadın önderliğini bir kurtarıcı olarak görüyor. İşte bu doğrultuda Türkiye seçimlerinde de kadın adaylar öne geçme şansını elde etmektedir. Daha önce Tansu Çiller’in başbakanlığını da bu doğrultuda değerlendirmek mümkündür. Tansu Çiller’le başlamış olan bu açılım, Meral Akşener’le devam etmektedir.
Sivil Örümceğin Ağında
Lewis’in “kadınların desteklenmesi projesi” üzerinden devam edelim o zaman. Denge ve Denetleme Ağı’nın kurucularından ve bir dönem sözcülerinden olan Selda Tandoğan Demirel’in, Akşener’e “başdanışman” olduğu iddia edildi. Ancak kamuoyundan gelen tepkiler sonrası bu iddia yalanlandı. Demirel danışman değil şu an ama İYİ Parti’nin 200 kişilik kurucuları arasında yer alıyor. Demirel’in kurucusu olduğu sivil toplum kuruluşu (STK), Demokrasi için Ulusal Bağış (National Endowment For Democracy/NED) destekli Ulusal Demokratik Enstitü (National Democratic Institute/NDI) tarafından fonlanıyor. Bu iki örgütün Renkli Devrimlerdeki rolünü biliyoruz. Bu birliktelik tesadüf mü sizce?
Türkiye’de yeni bir siyasi yapılanma ortaya çıktığında her Türk vatandaşının bunun içine girme hakkı vardır. Selda Hanım’ın da o şekilde hareket ettiği kanaatindeyim. Kendisini çok yakın tanımıyorum. Ancak STK olarak hareket eden bir yapının temsilcisi olunca STK’ların arkasına bakmak lazım. Tam da bu noktada Mustafa Yıldırım tarafından kaleme alınan “Sivil Örümceğin Ağında” isimli kitabı anımsatmak isterim. Bu kitapta, Türkiye’deki STK’ların hangisinin, hangi Batı ülkesinden maddi destek aldığı tek tek yayımlanmıştır. Bu kitapta ortaya konan gerçekler açısından baktığımız zaman evet, Batı demokrasilerinin uzantısı olan STK’ların emperyal plan ve projeler doğrultusunda hareket ettikleri ve bu noktada da Batılı ülkeler tarafından finanse edildiklerini görüyoruz. Aynı durum Sovyetler Birliği sonrasında Rusya’da da vardı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin işbaşına gelince hepsini yasakladı. Banka hesaplarına el koydu ve Rusya, dışardan para alarak kendi ülkesinin aleyhine çalışan STK’lara izin vermedi. Türkiye ise daha demokrat davrandı. Bunların çalışmalarını Avrupa standartları içerisinde belirli bir düzene koymaya çalmıştı. Türkiye ne yazık ki bunda da başarılı olamadı.
CHP önemli bir hamle yaptı ve Muharrem İnce’yi aday gösterdi. Meral Akşener, biraz geride kaldı gibi duruyor. İnce’nin adaylığıyla Akşener’in ikinci tur şansı biraz düştü mü?
Devleti kuran, Atatürk’ün partisi çok durağandı. Bir türlü adayını açıklayamadı. Tabii iş geldi genel başkana kilitlendi. Genel başkanın da siyasetçi olmaması ve siyaset üretememesi nedeniyle Atatürk’ün partisi çok zayıf gidiyordu. Böyle bir noktada Sayın Cumhurbaşkanıyla rekabet edebilecek özelliklere sahip bir kişiyi yani halkın içinden gelmiş bir kişi olarak Sayın Muharrem İnce’yi aday çıkardılar. Böylece seçim yarışı hızlandı. Sayın İnce önümüzdeki dönemde medyada yer alabilirse dengeleri önemli bir şekilde değiştirecektir. Yeri gelmişken bir şey daha söylemek lazım. Daha işin başında Sayın İnce, Meral Akşener lehine birinci turda çekilebileceğini söyledi. Sanırım burada bir hesap yapılmaktadır. Eğer Meral Hanım ikinci tura kalırsa merkez sağdan gelen kemikleşmiş oylarla Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki Kürt oylarını bağdaştırmak kolay olmayacaktı. İnce’nin kamuoyunda estirdiği sol rüzgâr, Doğu ve Güneydoğu halkını biraz harekete geçirdi. Bu noktada da İnce bir jest yaparak arkasına aldığı rüzgârla birlikte Cumhurbaşkanlığı adaylığından Meral Akşener lehine feragat ederek seçimi ikinci tura bırakmamak gibi bir yeni strateji üzerinde çalıştıklarını ve bu konuda pazarlıklar yapıldığını Ankara kulislerinde duyuyoruz.
Kemalist Proje İle Siyonist Proje Orta Doğu’nun Geleceği İçin Bugün Karşı Karşıya
Siz, İYİ Parti’ye “proje” dediniz. Bu durumda Atatürk’ün kurduğu parti de bu projenin parçası olmuyor mu?

Türkiye Cumhuriyeti de bir proje. Ancak Atatürk’ün projesiydi. Kuvayı Milliye hareketi zafere ulaşıp devleti kurduktan sonra yola parti olarak devam etti. Atatürk’ün yaklaşımı, hem partiyi hem devleti aynı çizgiye getirmekti. Bu noktada da partiyle devletin arasında bir ayrılık olmaması gerekiyordu. Ancak bugün Atatürk’ün partisinde maalesef İkinci Cumhuriyetçi, yani küreselleşmenin etkisiyle neoliberal bir çizginin öne geçtiğini görüyoruz. Bu doğrultuda sermaye kesimleri, Avrupa-Amerika-İsrail üçgeninde Türkiye’ye müdahale ederken Atatürk’ün partisini de baskı altına alarak yönlendirmeye çalıştıklarını izliyoruz.
Soru işaretleri bırakmamak için bunu biraz daha açalım. O zaman dâhil olunan bu proje, Cumhuriyet’in kuruluşundan farklı olarak antiemperyalist olmayan bir proje mi?
Atatürk’ün partisi bugün, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi antiemperyalist çizgide devam etseydi, Türkiye’nin, Avrupa Birliği süreci içerisinde kabul etmek zorunda kaldığı programlarla devletin tasfiyesini önleyebilirdi. Ancak maalesef devletin tasfiyesi süreci, Avrupa Birliği süreci üzerinden başlatılmış ve bugün de Büyük Orta Doğu Projesi üzerinden devam ettirilmektedir. Büyük İsrail’in önü açılarak bu coğrafyadaki bölge devletleri, Siyonizm’in-emperyalizmin güdümünde eyaletler üzerinden yeni bir yapılanmaya yönlendirilmektedir. Bu coğrafyada yapılan mücadeleleri kendi haline bırakırsanız ya Arap Birliği ya İslam Birliği kurulur. Ya Rusya güneye iner ya Almanya doğuya açılır ya da bu coğrafyada iki proje çarpışır: Biri İsrail’i kuran Siyonist proje, öbürü Türkiye’yi kuran Kemalist proje. İşte Kemalist proje ile Siyonist proje bugün, Orta Doğu’nun geleceğinde karşı karşıyadır. Atatürk’ün partisinin Kemalist proje doğrultusunda hareket ederek ülkenin birliğini, bütünlüğünü ve bağımsızlığını güvence altına alması gerekirken bu coğrafyadaki eyaletler üzerinden bölgesel federasyon planına yumuşak baktığını görüyoruz.
Sizin belirttiğiniz kapalı kapılar ardındaki pazarlıklar gerçekleşmezse ve Muharrem İnce ikinci tura kalırsa İYİ Parti ve Saadet Partisi seçmeninin tulum halinde CHP’nin adayına oy vereceğini düşünüyor musunuz? Örneğin son yerel seçimlerde CHP, eski MHP’li bir isim olan Mansur Yavaş’ı aday gösterdi ve MHP seçmeni tulum olarak vermedi.
Muharrem İnce’nin son anda çıkan bir aday olarak hiçbir hazırlığı yok. Dikkat edin her gün sağdan sola konuşuyor, birçok şey söylüyor ama bir siyasi çizgi izlemiyor. Sadece polemik yapıyor. Gazete başlıkları üzerinden politika yapan bir adayın Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği noktasında istikrarlı bir çizgiyi ortaya koyması beklenemez.
O nedenledir ki bu izlenen zikzaklar nedeniyle Atatürk’ün partisinin, cumhurbaşkanlığı seçimi süreci içerisinde ortaya istikrarlı bir çizgi koyamadığını görüyoruz. Seçmen gidip Atatürk’ün partisinin adayına oy verirken bu partinin yine eskisi gibi antiemperyalist çizgide ülkenin geleceğini koruyup korumayacağından emin olması gerekir. Böyle bir durum söz konusu değilse o zaman önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak siyasi gelişmeler seçmen tabanını etkileyeceği için birtakım çelişkili gelişmeler ya da istikrarsız durumlar meydana gelecektir.
Devleti kuran Atatürk’ün partisi kuruluş ayarlarına dönmedikçe, Türkiye’nin geleceği için çözüm üretemez. Böylesine bir arayış içerisinde Muharrem İnce’den beklenen sonuç alınamayabilir.
1 Töton Şövalyeleri, bir Germen-Roman dini tarikatıdır. Tarikat, Katolik hacılara, hac yolunda yardım etmek, hasta ve yaralı Katoliklerin bakımlarını sağlamak üzere hastane kurmak amacıyla kurulmuştur. Adlarını özellikle Orta Çağ’da Haçlı Seferlerine katılarak duyurdular. Şövalyeler, üzerinde siyah bir haç olan uzun beyaz elbiseler giyerlerdi. Daha sonra bu imge, Prusya Krallığı ve Almanya tarafından Demir Haç Madalyası olarak da kullanıldı. Kimi araştırmacılara göre, Töton Şövalyeleri, dünyanın en güçlü imparatorluğu olacağına inandıkları “Türk-Germen İmparatorluğu” kurulmasını istiyordu.
Gönderen Prof. Dr. Anıl Çeçen zaman: 07:29 Hiç yorum yok:
Bunu E-postayla GönderBlogThis!X'te paylaşFacebook'ta PaylaşPinterest'te Paylaş
Etiketler: Bir Batı Projesidir” Sinan Onuş, SÖYLEŞİ (01 Haziran 2018)-Prof. Dr. Anıl Çeçen Web Sitesi, YÖRÜNGE DERGİSİ: "Prof. Dr. Anıl Çeçen: “Akşener
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa
Kaydol: Kayıtlar (Atom)

TOPLAM ZİYARETÇİ

TRANSLATE.ÇEVİRİ.TERCÜME

ANA SAYFA ARŞİVİ

  • ►  2025 (11)
    • ►  Haziran (1)
    • ►  Mayıs (2)
    • ►  Nisan (2)
    • ►  Mart (2)
    • ►  Şubat (2)
    • ►  Ocak (2)
  • ►  2024 (23)
    • ►  Aralık (2)
    • ►  Kasım (1)
    • ►  Ekim (3)
    • ►  Eylül (1)
    • ►  Ağustos (2)
    • ►  Temmuz (3)
    • ►  Haziran (2)
    • ►  Mayıs (2)
    • ►  Nisan (1)
    • ►  Mart (2)
    • ►  Şubat (1)
    • ►  Ocak (3)
  • ►  2023 (16)
    • ►  Kasım (1)
    • ►  Ekim (1)
    • ►  Eylül (1)
    • ►  Ağustos (1)
    • ►  Temmuz (2)
    • ►  Mayıs (2)
    • ►  Nisan (2)
    • ►  Mart (1)
    • ►  Şubat (2)
    • ►  Ocak (3)
  • ►  2022 (23)
    • ►  Aralık (2)
    • ►  Kasım (1)
    • ►  Ekim (2)
    • ►  Ağustos (2)
    • ►  Temmuz (2)
    • ►  Haziran (2)
    • ►  Mayıs (3)
    • ►  Nisan (2)
    • ►  Mart (2)
    • ►  Şubat (3)
    • ►  Ocak (2)
  • ►  2021 (37)
    • ►  Aralık (1)
    • ►  Kasım (3)
    • ►  Ekim (2)
    • ►  Eylül (3)
    • ►  Ağustos (3)
    • ►  Temmuz (2)
    • ►  Haziran (3)
    • ►  Mayıs (4)
    • ►  Nisan (3)
    • ►  Mart (4)
    • ►  Şubat (5)
    • ►  Ocak (4)
  • ►  2020 (55)
    • ►  Aralık (4)
    • ►  Kasım (4)
    • ►  Ekim (6)
    • ►  Eylül (5)
    • ►  Ağustos (4)
    • ►  Temmuz (4)
    • ►  Haziran (4)
    • ►  Mayıs (5)
    • ►  Nisan (4)
    • ►  Mart (5)
    • ►  Şubat (4)
    • ►  Ocak (6)
  • ►  2019 (48)
    • ►  Aralık (4)
    • ►  Kasım (6)
    • ►  Ekim (2)
    • ►  Eylül (4)
    • ►  Ağustos (3)
    • ►  Temmuz (7)
    • ►  Haziran (7)
    • ►  Mart (6)
    • ►  Şubat (6)
    • ►  Ocak (3)
  • ▼  2018 (37)
    • ►  Aralık (5)
    • ►  Kasım (5)
    • ►  Ekim (6)
    • ►  Eylül (1)
    • ►  Ağustos (4)
    • ►  Temmuz (5)
    • ▼  Haziran (6)
      • Prof. Dr. Anıl Çeçen: “Akşener, Bir Batı Projesidi...
      • Prof. Dr. Anıl Çeçen: Dünya barışı için Kemalist A...
      • "ABD’NİN SÜPER GÜÇ STRATEJİSİ" - Hukukçu-Yazar, Pr...
      • YÖRÜNGE DERGİSİ: "Prof. Dr. Anıl Çeçen: “Akşener, ...
      • TAKVİM GAZETESİ, 28 Mayıs 2018 - Prof. Dr. ANIL ÇE...
      • YAVRU VATAN İLE ANAVATANI PARÇALAMAK "Araştırmacı-...
    • ►  Mayıs (5)

BU SAYFA'DA ARA

EN ÇOK OKUNANLAR.REYTİNG

  • TÜRKİYE‘NİN İHTİYACI ANAYASA DEĞİL İDARİ REFORMDUR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
      ANKARA KALESİ TÜRKİYE‘NİN İHTİYACI ANAYASA DEĞİL  İDARİ REFORMDUR         Türkiye Cumhuriyeti son günlerde yeni bir anayasa değişikliğ...
  • TÜRKİYE ARTIK TOPARLANMALIDIR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
      ANKARA KALESİ TÜRKİYE ARTIK TOPARLANMALIDIR               Sovyetler Birliği’nin çökertilmesi ve daha sonrada emperyalist baskılar ill...
  • ROMALILARIN ANKARA ANITI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
      ANKARA KALESİ ROMALILARIN ANKARA ANITI            Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olan Ankara daha önceki çağlarda da Anadolu’d...
  • SURİYE’ DE ARMEGEDDON SAVAŞI BAŞLADI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
    SURİYE’ DE   ARMEGEDDON SAVAŞI   BAŞLADI                    Atatürk’ten Türk ulusuna yadigar kalan  ULUS  gazetesi  başkent Ankara’da ...
  • KEMALİST TÜRKÇÜLÜK - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
     KEMALİST TÜRKÇÜLÜK                  Türkiye Cumhuriyeti kurucu önderi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün izinden giderken, izlenen yol ve yönt...
  • NEDEN TÜRK İSTİKLAL HAREKETİ? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
      ANKARA KALESİ NEDEN TÜRK İSTİKLAL HAREKETİ?             TÜRK İSTİKLAL HAREKETİ, büyük taarruzun yıldönümü olan 26 Ağustos 2024 tarihin...
  • KAMUSAL CUMHURİYET Mİ? YOKSA KARŞI DEVRİM Mİ? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
    ANKARA KALESİ KAMUSAL CUMHURİYET Mİ? YOKSA KARŞI DEVRİM Mİ?       Son zamanlarda Türk kamuoyunda yeni bir tartışma ortamı yaratılarak yü...
  • TÜRKİYE VE TÜRK DÜNYASI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
    TÜRKİYE VE TÜRK DÜNYASI                     Küreselleşme olgusu ile birlikte gündeme gelen değişim süreci, her geçen gün daha da hızla...
  • BUGÜN’ÜN TÜRKİYESİNDE ATATÜRKÇÜLÜK VE A.D.D PROF. DR. ANIL ÇEÇEN İLE SÖYLEŞİ
    BUGÜNÜN TÜRKİYE'SİNDE  ATATÜRKÇÜLÜK  VE A.D.D PROF. DR. ANIL ÇEÇEN İLE SÖYLEŞİ Soru 1: ADD’nin kurulma düşüncesi nasıl oluştu...
  • ŞARK CEPHESİNDE YENİ BİRŞEYLER VAR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
     ŞARK CEPHESİNDE YENİ BİRŞEYLER VAR                  “Garp cephesinde yeni bir şey yok“ tanımlaması   batı edebiyatının önde gelen romanla...

İLGİLİ VE BAĞLANTILI LİK'LER

  • ANKA ENSTİTÜSÜ
  • BAĞIMSIZ ÖZGÜR MEDYA
  • CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR
  • D & R
  • KEMALİST YAKLAŞIM
  • KİTAP YURDU
  • TÜRK SOLU
  • ULUSAL HABER.ULUSAL AJANS

İLETİŞİM & BİLİŞİM

e.MAİL
anilcecen@hotmail.com

TEL
0 312 223 34 47
0 312 433 43 18

FACEBOOK
https://www.facebook.com/Anıl-Çeçen-271313007318

İLETİŞİM FORMU

Ad

E-posta *

Mesaj *

ANIL ÇEÇEN TAKİPÇİLERİ

KİM'DİR?..

ÖZGEÇMİŞ

(Prof. Dr. Anıl Çeçen)

24 MAYIS 1948 tarihinde ANKARA’dadoğdu .

1958 yılında Anıttepe ilkokulunu bitirdi .

I966 yılında TED ANKARA KOLEJİ’nden mezun oldu .

I970 yılında ANKARA HUKUK FAKÜLTESİ’ni bitirdi

1971 yılında ANKARA BAROSU’nda avukatlık stajını tamamladı .

1971 yılında TÜRKİYE VE ORTA DOĞU AMME İDARESİ ENSTİTÜSÜ’ne asistan oldu . I2 Mart döneminde o dönemin hükümeti tarafından hazırlanan İdari Reform komisyonunda merkezi idare sekreteri olarak görev yaptı .I990 yılı sonrasında 2013 yılına kadar TODAİE yönetim kurulunda üniversite temsilcisi olarak görev yaptı .

1972 yılında ANKARA HUKUK FAKÜLTESİ’ne asistan olarak geçti .Üniversite dergilerinde çeşitli bilimsel araştırmaları yayınlandı .

Üniversite öğrenciliği yıllarından başlayarak ANKARA’da yayınlanan ULUS,BARIŞ,HALKÇI,YENİGÜN, GÜNEŞ ve AYYILDIZ gibi günlük gazetelerde araştırmacı ve köşe yazarı olarak görev yaptı .

1978 yılında Ankara Hukuk Fakültesinde Genel Kamu Hukuku alanında doktorasını tamamladı .

I970’li yıllarda Kemalist ideolojinin aylık dergisi olarak ADIM dergisini arkadaşları ile birlikte yayınladı.Sonraki yıllarda ise HALKEVLERİ Dergisini genel yayın yönetmeni olarak yayınladı .

Asistanlık yıllarında üniversite içinde ve dışında çeşitli araştırma ve eğitim çalışmalarına katıldı .

1974-1975 yılları arasında HALKEVLERİ genel sekreterliği görevini yürüttü .

1975- 1977 yılları arasında HALKEVLERİ GENEL YÖNETİM KURULU BAŞKANLIĞI yaptı .

1972-1978 yılları arasında HALKEVLERİ ATATÜRK ENSTİTÜSÜ GENEL SEKRETERLİĞİ görevini sürdürdü .

1976-1978 yılları arasında UNESCO Eğitim Komisyonu sekreterliği görevini yürüttü .

1976-1986 yılları arasında Ankara Sanat Kurumu Başkanlığı görevini yaptı .Bu kurumun başkanı olarak başkentte önemli kültürel etkinlikleri yerine getirdi .

1990 yılında arkadaşları ile beraber ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’ni kurdu. Önce kurucu genel sekreter olarak ,daha sonra da genel başkan yardımcısı olarak on yılı aşkın bir süre bu derneğin yönetiminde bulundu ve yurt düzeyinde örgütlenmesinde fiilen görev yaptı .Son yıllara kadar derneğin üst düzey yönetiminde etkin çalışmalarda bulundu .

2000’li yıllarda başkent ANKARA’da Türkiye’nin ilk ulusal düşünce kuruluşu olan AVRASYA STRATEJİK ARAŞTIRMALAR KURUMU’nun kurucusu oldu ve beş yıl süre ile bu kurumun yönetiminde görev yaptı .

TODAİE- TÜRKİYE VE ORTA DOĞU AMME İDARESİ ENSTİTÜSİNDE , 25 Yıl süre ile yönetim kurulu üyesi olarak görev yaptı .

AVRASYA DOSYASI , STRATEJİK ANALİZ ,JEOPOLİTİK ,2023 , MÜDAFAİ HUKUK ,DÜŞÜN YAZILARI ,YANKI gibi aylık dergilerde düzenli olarak siyaset bilimi ,hukuk,jeopolitik ve stratejik konularda üçyüzden fazla makalesi yayınlandı . Ayrıca haftalık yayınlanan ULUS gazetesinde beş yıl süre ile siyasal konularda makaleleri yayınlandı .

Halen kemalistyaklasim.info isimli internet sitesinde altı yüzü aşkın makalesi yayınlanmaktadır .

1980’li yıllarda üniversitelerde YÖK düzenine geçilirken üniversiteden ayrılmak zorunda kaldı .1985 yılında dışarıdan sınava girerek Genel Kamu Hukuku alanında doçentlik ünvanını kazandı . On yıllık avukatlık döneminden sonra 1990 yılı başında Danıştay kararı ile üniversiteye dönerek Genel Kamu Hukuku dalında Profesör oldu . Bu yıldan sonra yoğun öğretim programları yürüterek , üniversitede Genel Kamu Hukuku ,İnsan Hakları ,Siyaset Bilimi ,Devlet ve Jeopolitik ,Atatürk İlkeleri ve Cumhuriyet tarihi alanlarında çeyrek yüzyıla yaklaşan bir süreçte dersler verdi . Ankara Hukuk Fakültesinin yanı sıra on yıla yakın bir süre Gazi Üniversitesi Hukuku Fakültesinde de Genel Kamu Hukuku dersleri verdi .

1992-1996 yılları arasında Kültür Bakanlığı danışmanı olarak görev yaptı .Aynı süre içinde Birleşmiş Milletlere bağlı olan WİPO isimli uluslar arası düşünce hakları kurumunda Türkiye delegesi olarak görev yaptı . Uluslar arası alanda telif haklarının geliştirilmesi ile ilgili çeşitli toplantılarda Türkiye’yi temsil etti .

1997-2000 yılları arasında Başbakanlık çatısı altında İnsan haklarından sorumlu devlet bakanlığı danışmanı olarak görev yaptı .İnsan hakları yüksek kurulunun oluşumunda ve Başbakanlık çatısı altında insan hakları ile ilgili birimlerin kurulmasında çeşitli görevler yaptı . Türkiye’nin insan hakları sorunlarının çözümü doğrultusunda çeşitli raporlar ve tasarılar hazırladı .Uluslararası insan hakları konferanslarında Türkiye Cumhuriyetini delege olarak temsil etti .

1990 yılında bir grup Türkoloji ve Hungaroloji uzmanı ile birlikte Türk-Macar Dostluk Derneği’ni kurdu . Yirmi yılı aşkın bir süredir bu derneğin başkanı olarak Türkoloji’nin halen merkezi konumundaki Macaristan ile Türkiye’nin ilişkilerinin geliştirilebilmesi için çeşitli ortak çalışmalarda bulundu .

Halen Ankara Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuku anabilim dalı başkanı ve gene aynı fakültenin Kamu Hukuku bölümü başkanı olarak görev yapmaktadır . Lisans eğitimi çalışmalarının yanı sıra geleceğin öğretim üyelerini yetiştirebilme doğrultusunda lisansüstü çalışmalara da ağırlık vermektedir .

Genel kamu hukuku ,siyaset bilimi , Atatürk,cumhuriyet tarihi ,jeopolitik,ve strateji alanlarında otuza yakın kitabı yayınlanmıştır . Bu kitapların listesi aşağıda yer almaktadır:

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN’NİN YAYINLANMIŞ OLAN KİTAPLARI

SENDİKALİZM - Ankara 1970 ,238

TÜRKİYE’de SENDİKACILIK-Özgür İnsan Yayınları ,Ankara1973,242s

ADALET KAVRAMI - May yayınları,İstanbul 1981,272 s.

SOSYAL DEMOKRASİ – Devinim Yayınları,Ankara 1984,248s.

KÜLTÜR VE POLİTİKA-Gündoğan Yayınları,Ankara 1996,368s.

ATATÜRK VE CUMHURİYET-İmge Yayınları,Ankara 1995,384s.

DÜŞÜNCE HUKUKU –Doruk Yayınları,Ankara 1995,584s

ULUSAL SOL – Toplumsal dönüşüm Yayınları,İstanbul 2005,288s.

ATATÜRK VE AVRASYA –Cumhuriyet Yayınları,İstanbul,350s.

HALKEVLERİ – Tarihçi Kitapevi,İstanbul 2018,450s.

İNSAN HAKLARI –Savaş yayınları,Ankara 2000,371s.

İNSAN HAKLARI REHBERİ –Bilim Yayınları,Ankara 1999,844s.

ÇEÇENİSTAN DOSYASI –Avrasya Yayınları,Ankara 2002,416s.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ULUS DEVLETİ- Fark Yayınları,Ankara2002,620s.

KEMALİZM-Fark Yayınları, Ankara 2006,240s.

TÜRK DEVLETLERİ –Fark Yayınları,Ankara 2006, 568s.

TÜRKİYE VE AVRASYA – Fark Yayınları,Ankara 2006,528s.

TÜRKİYE’nin B PLANI– Kilit Yayınları,Ankara 2011,543s.

TÜRKİYE’nin AVRUPA MACERASI – Astana Yayınları ,Ankara 2017,486s.

KIBRIS ÇIKMAZI – Astana Yayınları, Ankara 2018,424s.

GÜNCEL KEMALİZM - Kilit yayınları,Ankara 2009,537s.

ADD’nin KİTABI – Tekin Yayınları,İstanbul 2010 ,520s.

GÜNÜMÜZDE ATATÜRKÇÜLÜK –Togan Yayınları,İstanbul 2013,392s.

TÜRKİYE’nin BİRLİĞİ– Togan Yayınları,İstanbul 2013,520s.

TÜRKİYE VE BALKANLAR – Astana Yayınları, 2015, 468s.

KAPİTOKRASİ – Tarihçi Yayınevi, İstanbul, 2015, 360s

TÜRKİYE’NİN KONUMU – İleri Yayınları, İstanbul, 2015, 416s.

ANKARA SAVUNMASI – Astana Yayınları, Ankara 2018,(basılacak)

TÜRKİYE VE ORTADOĞU – Destek Yayınları, İstanbul 2018, 550s

Hakkımda

Prof. Dr. Anıl Çeçen
Profilimin tamamını görüntüle

EN SON YAYINLANAN "HABER VEYA MAKALE" GÖRSELİ

TÜRKİYE‘NİN İHTİYACI ANAYASA DEĞİL İDARİ REFORMDUR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

  ANKARA KALESİ TÜRKİYE‘NİN İHTİYACI ANAYASA DEĞİL  İDARİ REFORMDUR         Türkiye Cumhuriyeti son günlerde yeni bir anayasa değişikliğ...

POPÜLARİTE & REYTİNG TABLOSU

  • ATATÜRK’ÜN PARTİSİNDE NEOLİBERAL OYUNLAR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
     ATATÜRK’ÜN PARTİSİNDE NEOLİBERAL OYUNLAR                  Küreselleşme süreci bütün hızı ile devam ederken bu akıma bağlı çeşitli ideoloj...
  • TÜRK KİM VE TÜRKLÜK NE? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
      TÜRK KİM VE TÜRKLÜK NE?                   Türklük ve Türk kavramları genel olarak birlikte kullanılmaktadır. Türklük bir milletin adı o...
  • TÜRKİYE CUMHURİYETİ TÜRKÇÜLÜĞÜ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
     TÜRKİYE CUMHURİYETİ TÜRKÇÜLÜĞÜ                    Türklük tarihin en eski olgularından birisidir ama Türklüğün uzantısı olarak yirminci y...
  • TÜRKİYE’DE ANA MESELE - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
     TÜRKİYE’DE ANA MESELE                  Türkiye Cumhuriyeti bir Türk devletidir ve Türklüğün ana vatanı olarak kabul edilmiştir. Osmanlı s...
  • KEMALİST TÜRKÇÜLÜK - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
     KEMALİST TÜRKÇÜLÜK                  Türkiye Cumhuriyeti kurucu önderi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün izinden giderken, izlenen yol ve yönt...
by, Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN Resmi WEB Sitesi Çankaya, Ankara-TÜRKİYE/. Harikalar Tic. teması. Blogger tarafından desteklenmektedir.