29 Mayıs 2024 Çarşamba

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’NİN BUGÜNKÜ MİSYONU - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ


ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’NİN

 BUGÜNKÜ MİSYONU

                                                           

                        Türkiye’nin en büyük demokratik kitle kuruluşu olan Atatürkçü Düşünce Derneği yapmış olduğu son genel kurul toplantısında Türk kamuoyunun güncel tartışma konuları içine girmektedir. Hemen her hafta Türkiye’de Atatürkçülük ve Atatürkçü Düşünce Derneği ile ilgili bir televizyon programı ulusal ya da yerel televizyon kanallarında yer almakta, ayrıca yazılı basında da ADD ile ilgili haber ve yorumlara giderek daha sık rastlanmaktadır. Ülkemizde Atatürk ve Atatürkçülük konuları gündeme geldi mi, en büyük Atatürkçü kuruluş olarak Atatürkçü Düşünce Derneği akla gelmekte ve herkes bu derneğin ne yaptığını, bu kadar büyük ve güçlü bir kuruluşun nereye gittiğini ister istemez sormaktadır. Böylesi bir durumu normal karşılamak ve bir anlamda da gelecek açısından olumlu görmek gerekir; çünkü hala Türk kamuoyunda Atatürk ve Atatürkçülük tartışılmakta, Türkiye’nin bu alandaki ulusal kuruluşu olan Atatürkçü Düşünce Derneği’nden Türk halkı çok şey beklemektedir.

                         Atatürkçü Düşünce Derneği, son ara rejimin olumsuz koşullarında ülkenin önde gelen Atatürkçü bilim ve düşünce adamları tarafından kurulmuştur. Böylesine bir örgütlenmeye belirli kesimler karşı çıkmışlar, ülkede devlet ve ordu Atatürkçü olduğu sürece kitlesel bir örgütlenmeye gerek olmadığını ileri sürmüşlerdir. Buna karşı kurucular, devletin ve ordunun Atatürkçü olmasının Atatürk Cumhuriyetinin geleceği açısından yeterli olamayacağını, devletin ve ordunun başına Atatürk ilkelerine ters düşen yöneticilerin gelebileceğini ve bu nedenle artık Atatürkçülüğü halka ve ulusa mal etmek gerektiğini öne sürerek yollarına devam etmişlerdir. Yaklaşık yirmi yıl önce başlayan kuruluş çalışmaları üç yıllık bir ön hazırlık sonucunda tamamlanmış ve 1990’lı yıllara girerken Türkiye’nin Atatürkçüleri kendi kitle örgütleri ile demokrasi sahnesinde yerlerini almışlardır. Herkes kendi doğrultusunda örgütlenirken, Atatürkçüler de boş durmayarak bu doğrultuda örgütlendiler ve ulusal bir çizgide yerlerini aldılar. Ülkede demokrasi gelişirken ve değişik düşünceler yeni örgütlerle bu platformda yerlerini alırken, Atatürkçü düşüncenin de ulusal ve demokratik bir örgütlenme ile toplumsal alandaki örgütlenmesini normal karşılamak gerekirdi.

             Atatürkçülük tarihin belli bir döneminde Türkiye’de ortaya çıkan bir düşünce ve siyaset akımıdır. Atatürk’ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet modeli, diğer devletlerden çok farklı olduğu ve Türkiye’nin özelliklerine uygun olduğu için, ülkemizdeki devlet modelinin Atatürk modeli olduğunu öncelikle belirlemek gerekir. Çok uluslu büyük bir imparatorluğun altı yüz yıllık bir egemenlikten sonra yıkılmasıyla ortaya çıkan alanda, birçok küçük devlet ulusal yapıda kurulmuş ve en son geride kalan Anadolu yarımadasında yaşayanlar, emperyalist ordulara teslim olmamak üzere bir var olma savaşına sürüklenmişler ve daha sonra da ulusal kurtuluş savaşını zaferle sonuçlandırarak, bağımsız Türk devletine giden yolu açmışlardır. Atatürk, böylesine büyük bir kurtuluş savaşının önderi ve başarıya ulaşmış komutanı olarak Türk ulusundan aldığı yetki ile Türkiye Cumhuriyeti’ni bir ulusal devlet olarak kurmuştur. Bu nedenle de ulusal kurtuluş savaşı sırasında dünya siyaset arenasına bir çağdaş ulus olarak ortaya çıkan Türk ulusunun önderi olmuştur. Atatürk’ün kurduğu Türk devletinin eşit ve özgür vatandaşı olarak yaşayan Türkler daha sonraları atalarının izinden gitmişler ve böylece Atatürkçülük bir siyasal akım olarak Türk siyaset sahnesinde öne çıkmıştır. Atatürk yaşarken Ata’sına sahip çıkan Türk ulusu, O’nun yitirilmesinden sonra, Ata’larının izinden giderek Atatürkçü olmuştur.

                        Cumhuriyetin kurulmasından sonra, Atatürk batı tipi bir demokrasiyi ülkeye getirebilmek için çok çaba göstermiş, kendisi iş başındayken arkadaşlarının ikinci siyasal partiyi oluşturma denemelerini açıkça desteklemiştir. Ne var ki, Ata’nın böylesine olumlu tavrını Cumhuriyet düşmanları zayıflık olarak algılamışlar ve fırsattan istifade ederek Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı siyasal eylemlere kalkışmışlardır. Bu nedenle, Türkiye’nin demokrasiye geçişi uzun süreli olmuş ve ancak ikinci dünya savaşı sonrasında koşullar uygun bir aşamaya gelmiştir. Demokrasiye geçilmesiyle beraber hem Cumhuriyet düşmanı hem de batı işbirlikçisi mandacı akımlar hızla öne geçmiş ve Atatürk’ün çağdaş Cumhuriyetinin kurulu bulunduğu Misak-ı Milli sınırları içinde dinci-şeriatçı devletler ile, batı emperyalizminin güdümünde mandacı ya da etnik eyaletçi yeni siyasal yapılanmalar tartışma konusu olarak gündeme getirilmiştir. Cumhuriyeti kuran ulusal kurtuluş savaş sırasındaki ortak rızanın demokrasi sürecinde yavaş yavaş ortadan kalktığı, emperyalist güçlerin bu bölgeye egemen olabilmek için alt kimlikleri ve bölücü akımları desteklediği görülmüştür. Osmanlı İmparatorluğunun merkez ülkesi üzerinde, dinci ya da etnikçi yeni manda yönetimleri oluşturmak isteyen Cumhuriyet düşmanı akımlar, batı emperyalizmi tarafından desteklenmişler ve Atatürk’ün çağdaş ve tam bağımsız Cumhuriyetini ortadan kaldırabilmek için kullanılmışlardır.

            Cumhuriyetin ilk yıllarında ve İkinci Dünya Savaşı sırasında bir Atatürkçü örgütlenmeye gereksinim duyulmamıştır; çünkü o dönemde Atatürk’ün partisi devleti ve Cumhuriyeti kuran siyasal örgüt olarak iktidardadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokrasiye geçilmesiyle birlikte Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı örgütlenme başlamış ve çeşitli siyasal partiler aracılığıyla ülkenin gidişinde etkin olmaya çalışılmıştır. Yüzyılın tam ortasında yapılan bir genel seçimle iktidar el değiştirmiş, toprak burjuvazisinin önderliğinde kurulan yeni muhalefet partisi iktidara gelmiştir. O dönemin kırsal kesiminde etkin olan cemaatçi ve dinci yapılanmalar, Atatürk devrimlerine karşıt çizgide öne çıkmışlar ve yeni iktidarı anti cumhuriyetçi bir çizgide yönlendirmişlerdir. Atatürk’ün partisi o dönemin koşullarında, Cumhuriyetin sahibi olarak tepki göstermiş ve olaylar on yıllık bir tırmanma sürecinden sonra bir askeri dönem ile Türkiye karşılaşmıştır. Batı dünyasının dışındaki bir ülkede ilk kez batı tipi bir demokrasi deneyimi Atatürk devrimleri ile başarıya ulaştırılmaya çalışılırken, hilafet ve saltanat özlemi içindeki gerici kesimlerin Cumhuriyet Türkiye’sinin çağdaş uygarlık yolunda önünü kesmeye çalıştıkları görülmüştür. Yarım kalan Atatürk devrimlerini tamamlamak üzere iş başına gelen askeri yönetim o dönemin koşullarında çok ileri düzeyde sayılabilecek bir anayasayı Türk ulusuna kazandırarak yeniden demokrasiye geçilmesini kısa sürede sağlamıştır.

            On yıllık bir demokrasi deneyiminin askeri bir dönemle karşılaşmasından ders çıkarmak isteyen Türk devleti ve ulusu yeniden demokrasiye yönelerek çağdaş uygarlık ailesinin onurlu bir üyesi olabilmek için yoğun bir mücadele dönemine girmiştir. Ne var ki, ikinci kez demokrasiye dönülmesiyle beraber Türkiye’nin başına batı ülkelerinde yetiştirilmiş siyasetçilerin gelmesi ile, ülkede batı blokunun etkisi fazlasıyla artmıştır. Soğuk savaş döneminin koşullarında giderek artan Sovyet tehdidi Türkiye Cumhuriyeti’nin tarafsız çizgiden batı blokuna doğru kaymasına yol açmış ve Türkiye batı ittifakının güvenlik örgütünün içine üye olarak girmiştir. Bu örgütün içine girilmesiyle beraber, batı emperyalizminin hegemonya örgütü konumundaki bu askeri örgüt de Türkiye’nin içine girmiş, askeri örgütlenme ile beraber sivil örgütlenme paralel düzeyde gelişmiş ve batı blokunun temsilcisi ya da işbirlikçisi kadrolar Türk siyaset sahnesinde öne çıkmışlar, bunlara bağımlı alt kadrolar da Türk devletinin üst kademelerine getirilerek, Türkiye batıdan yönetilen bir ülke konumuna indirgenmiştir. Ülkede batı etkisinin daha da artması için terör de bir koz olarak kullanılmış, batılı gizli servisler aracılığı ile terör tırmandırılarak, müdahale gerekçesi yaratılmıştır. Müdahale ortamları gündeme getirilerek her on yılda bir askeri yönetim devreye sokulmuştur. Batının etkisini artıran her askeri müdahale Atatürkçülük adına yapılmıştır.

            Demokrasi görünümünde batıya bağımlılığın giderek arttığı yeni dönemde bir Eisonhower burslusu yedi kez başbakan olabilmiş, bir Rockafeller burslusu ise yarım yüzyıla yakın bir süre büyük bir dış destekle Türk solunun başında kalabilmiştir. Türk demokrasisi Eisonhower ve Rockafeller kıskacına girince Atatürk’ün Cumhuriyeti bağımsızlığını yitirmiş, batı emperyalizminin dünyanın merkezindeki askeri üssü konumuna sürüklenmiştir. Böylesine bir bağımlılık sürecinin, hem ülke ve devlet bağımsızlığını ortadan kaldırdığı hem de ülkenin Atatürk çizgisi ve devrimlerinden hızla uzaklaşan bir doğrultuya kaydırıldığını Atatürkçüler görmeye başlamışlardır. Özellikle, soğuk savaşın son askeri döneminin tamamen küresel güçlerce Türkiye’nin karşısına çıkarılması, bütün Atatürkçüleri endişeye sürüklemiştir. Askeri dönemin önderi, laiklik adına konuşmalar yaparken ayetler okumaya başlamış, ülkenin her yerinde Atatürk heykelleri yaparken, O’nun ilkelerinden önemli ödünler verilmiş, küreselleşme öncesi dönemde Türkiye’nin daha fazla batının denetimine girmesine giden yol açılmıştır. Askeri dönem, üniversitelerde tasfiyeler yapmış, gerçek Atatürkçü kadroları iş başından uzaklaştırmış, batının sömürgesi olmayı doğal gören bir tutumla ,Türk devletinin Atatürk çizgisinden giderek uzaklaşmasına neden olmuştur.

            Devletin yayın kuruluşlarında Atatürk’e hakarete varacak düzeyde ağır konuşmalar yapılınca ve üniversitelerde çağdaş giyimin ötesinde bir başörtüsü sorunu ortaya çıkınca, siyasi kadrolar Atatürk devrimlerine karşıt bir çizgide emperyalizm ve gericiliğin hizmetine girince, Türkiye’nin Atatürkçü kadroları kuşkuya kapılmış ve uzun süren bir hazırlığın sonucunda, Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurmuşlardır. Son ara dönemin koşullarında, Atatürkçülüğün rayından saptırılmasına tepki olarak gündeme gelen bu örgütlenme tamamlandığı sırada, Sovyetler Birliği dağılmış, ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu kadrosu çok farklı bir ortam ile karşı karşıya kalmıştır. Ülkenin iç koşullarında anti-Atatürkçü  girişimlerle mücadele etmek üzere kurulan Atatürkçü Düşünce Derneği, kuruluşundan hemen bir ay sonra kurucu genel başkanını menfur bir saldırı sonucunda yitirmiştir. Kuruluşu yurdun her yanında büyük bir umutla karşılanan Atatürkçü Düşünce Derneği’nin, kuruluşundan bir ay sonra genel başkanını yitirmesi halkta bir korku ve panik yaratmış, derneğin kurulması ülkenin her köşesinde umutla karşılanmasına rağmen dernek o dönemin koşullarında fazla gelişememiştir. İlk üç yıl on beş şube ile yetinmek zorunda kalan Atatürkçü Düşünce Derneği daha sonraki dönemde yeni bir yönetime kavuşunca, hızla üç yüz şubeli bir demokratik kitle kuruluşu konumuna gelmesinden sonra korku ve kuşkuya kapılarak, kendi adamlarını derneğin çatısı altına sokmuşlar ve bunlar aracılığı  ile derneğin içini karıştırarak Atatürkçüleri içe dönük bir mücadeleye yönlendirmişler ve böylece ülkedeki Atatürkçü potansiyelin güçlü bir biçimde Türkiye platformunda öne geçmesine izin vermemişlerdir. Hırsı aklından öne geçen bazı Atatürkçülere siyasal çıkar vaatlerinde bulunarak, bunları öne sürmüşler ve sonunda Atatürkçü Düşünce Derneği’nin uzun süreli bir iç karışıklık dönemine sürüklenmesini başarmışlardır. Kendisine siyasal ikbal arayan bazı muhterisler, derneğin potansiyelini bir siyasal partiye dönüştürerek şanslarını denemişler; ama başarılı olamamışlardır. Bu tür siyasal girişimler Atatürkçü Düşünce Derneği’ne zarar vermiş; ama dernek kurucularının özverili çabalarıyla bu çekişme dönemi geride bırakılmıştır. Ne var ki, ülkenin İslami potansiyeline karşı, Atatürkçülüğü askeri dönemlerde kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen gayrimüslim lobiler ve emperyal sermayenin taşeronluğunu kabul etmiş olan işbirlikçi sermaye çevreleri, yeniden mütareke döneminin koşullarına dönen İstanbul üzerinden oluşturdukları, kadro ve hareketlerle Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kaderinde etkili olmağa çalışmışlardır. Bu tür çabalarında Yeni Bizans projesine yönelen yeni mütareke İstanbul’u zaman zaman başarılı olmuştur; ama Kuvayı Milliye Ankara’sı ile Anadolu halkının anti- emperyalist dayanışmasını yıkamamışlardır. Son yıllarda, Atatürkçü Düşünce Derneği kongrelerinde, mütareke İstanbul’u ile Kuvayı Milliye Ankara’sı arasında ciddi çekişmeler yaşanmış ve bu çekişme örgütün tabanına da yayıldığı için Atatürkçüler sürekli bir canlılık içinde olmuşlardır. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin içini karıştırmak, kendilerine bağlı kadrolar ile işbirlikçi çizgide yönetmek isteyen mandacı kesimler, kendiliğinden bir çekişme yaratarak ülke tabanında Atatürkçü kesimlerin sürekli uyanık ve canlı kalmalarına neden olmuşlardır. Her olumsuz girişimin bir hayırlı sonucu olması gibi, günümüzdeki canlı ve hareketli Atatürkçü bir taban, varlığını mandacı kesimlerin emperyalizm güdümündeki işbirlikçi girişimlerine borçludur. Bu tür girişimlere gösterilen tepkiler ülkede Atatürkçülüğün bir ulusal tepki ve refleks olarak yeniden yükselmesine olumlu katkıda bulunmuşlardır.

            Yirmi birinci yüzyılın başlarında ülke genelinde Atatürkçü Düşünce Derneği’nin şube sayısı altı yüze yaklaşmış ve bu şubelerde de üç yüz bine yakın üye tabanı oluşmuştur. Derneğin kuruluşunu ve büyümesini engelleyemeyen emperyalist merkezler, bu kez Atatürkçü Düşünce Derneği’ni yakın izlemeye almışlar ve emperyal sermayenin güdümündeki basın aracılığı ile ADD ve Atatürkçülerin aleyhine ciddi yayın etkinlikleri göstermişlerdir. Küresel sermayenin taşeronluğunu kabul eden sermaye çevrelerinin güdümündeki basın ile gene yurt dışından yönlendirilen dinci basın sürekli olarak ADD ve Atatürkçülerle uğraşarak Türk halkının gözünden Atatürkçülüğü düşürmeye çalışmışlar, emperyalizmin istediği cemaatçi ve etnikçi düşünceleri yayarak Atatürkçülerin ulusalcılığını mahkûm edebilmenin yollarını aramışlardır.

             Siyaset sahnesindeki partilerde Atatürkçü kadroların dışlanması, özellikle Atatürk’ün partisinin okyanus ötesinden yönetilir bir duruma gelmesi, neoliberal işbirlikçi çizgiye kaymış göstermelik bir sosyal demokrasinin Kemalizm’in yerine ikame edilmek istenmesi, milliyetçi parti ve kuruluşların bile batı emperyalizmine karşı teslimiyetçi bir tutum içinde bulunmaları karşısında, Türkiye’nin genel gidişinden rahatsızlık duyan vatanseverler, ulusalcılar ve milliyetçiler ADD çatısı altında toplanmaya başlamışlardır. Bir siyasal parti olmamasına rağmen, zamanla var olan partilerden daha etkili bir konuma gelen ADD’nin giderek büyümesi ve Türk halkının geleceğe dönük arayışlarında bir umut ışığı olması noktasında, birçok siyasal parti ADD ile yakından ilgilenmeye başlamıştır. Atatürkçülüğü aile hatırası gibi duvara astığını söyleyen Atatürk’ün partisi, ADD’yi uzaktan kontrol altına alabilmenin yollarını ararken, bazı küçük ve marjinal partiler Atatürkçü taban üzerinde etkin olmak ve bu tabanı kendi yanına çekebilmek için ADD şubelerini ele geçirmenin çabasına girmişler, ayrıca İslami kesimlerin giderek siyasallaşmasına karşı, gene ara rejim arayışına giren bazı gayrimüslim çevreler ,işbirlikçi taşeron sermaye de gene bir ara rejimi Atatürkçülük adına iş başına getirebilmek için dernek yönetimini eline geçirebilmenin kavgasını, bütün bu kesimler birbirleriyle mücadele ederek yapmışlardır. Bu durum, ADD örgütü ve tabanına canlılık getirirken, çok yararlı olmuş; ama dernek dışı kesimlerin ADD’ye el atmaları zaman içinde Atatürkçü potansiyelin yeniden bir iç kavgaya sürüklenmesine ve bir türlü toparlanamamasına neden olmuştur. Özellikle son yıllarda yaşanan süreç bu tür çekişmelerin hızla tırmandığı bir dönem olmuştur.

            Avrupa Birliği kendi fonları ile desteklediği sivil toplum kuruluşları ile devlet ve ulus karşıtlığını finanse ederken, Türkiye’yi sivil toplumculukla teslim alabileceğini hesaplıyordu. Avrupa’dan para alan başta Çağdaş Yaşam Destekleme Derneği olmak üzere, birçok dernek, dış desteğe rağmen ADD kadar halk tabanında etkili olamamışlardır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı ikiyüzlü ve çifte standartlı tutumlar Türk halkında büyük bir infiale yol açarken, bu kesimler ADD çatısı altında toplanarak Avrupa emperyalizmine karşı örgütlenmişlerdir. Avrupa Birliği demokrasi ve sivil toplumculukla ortadan kaldıramadığı Atatürkçülüğün giderek büyümesi karşısında, ADD ve Atatürkçülük hakkında “Kalpaksız Kuvayı Milliyeciler” adı altında bir rapor hazırlatmıştır. Bir Türk bilim adamına hazırlatılan bu rapor, bir anlamda AB’nin bükemediği eli öpmesi olarak görülebilir; çünkü AB raporunda ADD ve Atatürkçülerin Türk toplumu içindeki güçleri ve etkinlikleri kabul edilmek zorunda kalmıştır. Bütün Atatürkçülerin ve gençlerin gelecek için bu raporu okumasında büyük yarar vardır.

            Atatürk ilkelerinin bütünselliğini reddeden, sadece laikliği ele alarak çağdaş yaşamı savunan bazı İstanbul’un kozmopolit dernekleri, günümüzde yeni Bizans senaryolarına alet olurken, Avrupa fonları ve Hıristiyan misyoner örgütleri ile beraber çalışmalar yapmaktalar ve bu yaklaşımı ADD üzerinden ülkenin Atatürkçü potansiyeline de taşımanın yollarını aramaktadırlar. Sivil toplumculuk ve demokrasi görünümü altında, mandacılık ve teslimiyetçilik Avrupa Birliği üzerinden Türk toplumuna taşınırken, Atatürkçüler de aynı çizgiye getirilmek istenmektedir. Avrupa merkezli bu tür girişimlere karşı, İsrail güdümlü Amerikan politikaları da dünyanın Ortadoğu’da savaşa yöneldiği yeni aşamada, Atatürkçülüğü bir askeri döneme geçiş için farklı noktalara çekebilmenin arayışı içindedir. Özellikle 1 Mart tezkeresinin reddinden sonra Türk ordusunu Irak harekâtında kullanamayan Atlantik emperyalizmi ve İsrail siyonizminin, yeni dönemde İran ve Suriye’ye yönelik savaş planlarında hem Türkiye’yi üs olarak hem de Türk ordusunu kendi denetimlerinde kullanabilmenin arayışları içine girmişlerdir. Bu doğrultuda Türkiye’deki Atlantikçi güçlerin hegemonyalarını korumak için yeni bir askeri dönemi arzuladıkları ve bu doğrultuda demokrasiye son verme girişimlerinde yeniden Atatürkçülüğü kullanma gibi planlar yaptıkları anlaşılmaktadır. Soğuk Savaş döneminde tutmuş olan bu hesapların yeni dönemde tutmayacağını, Türkiye’nin artık daha bağımsız ve ulusal çıkarlarına öncelik vererek hareket edeceğini Atlantikçi dostlarımızın bilmeleri gerekmektedir. Türkiye başka ülkelerin emperyal planlarına alet olmayacak kadar büyük ve birikim sahibi bir ülkedir. Atatürk’ün Cumhuriyeti büyük bir tarih bilinci üzerine kurulmuştur. Atlantik emperyalistleri her nedense bu gerçeği görmezden gelmekte, İsrail siyonizminin peşine takılıp giderken Türkiye’yi de peşlerinden sürükleyeceklerini sanmaktadırlar. Ne var ki, bu ülkenin yirminci yüzyıl başlarında bu tür emperyalist girişimlere karşı çıkan Türk ulusunun, vermiş olduğu bir kurtuluş savaşı neticesinde kurulmuş olduğunu bilmek zorundadırlar. Böylesine bir ulusal kurtuluş savaşının Türk milleti ve devletinde önemli bir siyasal birikim yarattığını görmezlerse, bölgeye dönük hesaplarında yanılmaları kaçınılmazdır. Atatürkçü Düşünce Derneği, ülkemizdeki bu ulusal ve tam bağımsızlıkçı bilincin günümüzdeki örgütüdür. ADD üzerinde hesap yapan tüm çevrelerin ADD’nin Türk toplumundaki tam bağımsızlıkçı birikimin yansımasını taşıdığını bilmeleri gerekmektedir. “Atatürk’ü bırakın” diyen Avrupa Birliği yöneticileri ile, Atatürkçülüğü Büyük Ortadoğu ya da Büyük İsrail projeleri için kullanmak isteyen Atlantik emperyalistlerinin, Türk ulusundaki Atatürkçü birikim ve potansiyelin ADD ile devam ettiğini, 21. Yüzyılda dünya yeniden kurulurken Türk ulusunun ADD’nin taşıdığı bu birikimden yararlanacağını görebilmeleri gerekmektedir. İşte o zaman Türk ulusunu ve Atatürkçü toplum tabanını doğru olarak anlayabilirler.

            Atatürkçü Düşünce Derneği, günümüz koşullarında dört yüzü aşkın şubesiyle ve üç yüz bine yaklaşan üye potansiyeli ile Türk toplumunun en büyük demokratik kitle örgütüdür. Atatürk ilkelerine ve düşünce sistemine bütünüyle sahip çıkan bu kuruluş ülkemizdeki ulusal potansiyelin anti emperyalist çizgide bir reflekse dönüşmesinde fazlasıyla etkin çalışmalar yapmaktadır. Avrupa ve Amerika’da Türkiye’yi teslim almak isteyen çevreler bu durumdan fazlasıyla rahatsız görünmektedirler. Biz Atatürkçüler olarak onları anlıyoruz; çünkü bizi kendi projelerinde kullanamıyorlar. Türklerin Avrupa ya da Amerika’yı kullanmak veya dönüştürmek gibi bir projesi yoktur. Antiemperyalist bir bilinç üzerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihten gelen ulusal bilinci günümüzde Atatürkçü Düşünce Derneği ile yaşamaktadır. ADD, günümüzün, Kuvayı Milliye, Müdafayı Hukuk ve Reddi İlhak cemiyetleridir. Türkiye Cumhuriyeti’ni bağımsız bir siyasal varlık olarak kuran ulusal kurtuluş savaşının nabzı günümüzde ADD şubelerinde atmaktadır. Emperyalizm işbirlikçisi dinci cemaatler, etnik devlet peşinde koşanlar ve taşeron gayrimüslim sermaye bu durumdan fazlasıyla rahatsızdır. ADD ve Atatürkçüler bu kesimleri ve kuruluşları yakından izlemekte, bunların Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar vermelerini önlemek için mücadele etmektedirler.

            ADD’nin günümüzdeki misyonu yeniden Kuvayı Milliye’nin öncü kuruluşu olmaktır. Türk ulusunda var olan ulusal bağımsızlık bilincini en ön planda tutarak, Türkiye’yi yeni yüzyılda hak ettiği yere çıkarabilmek ADD ve Atatürkçülerin önde gelen ulusal görevidir. Emperyal güçlerin planları doğrultusunda küçülerek ya da dönüştürülerek değil, daha da güçlenerek ve bölgedeki diğer komşu ülkelere önderlik yaparak Türkiye Cumhuriyeti yeni dönemde hak ettiği yeri alacaktır. Türkiye’nin bir ulus devlet olarak yoluna devam edebilmesi ve diğer devletlerle mücadele edebilmesi için Atatürk’ün kurmuş olduğu devlet modelini kesinlikle koruması ve geliştirmesi gerekir. ADD ve Atatürkçülere böylesine bir görev, bir ulusal misyon olarak düşmektedir. Her türlü emperyalizme karşı savaşarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun söylediği gibi, sonsuza kadar yaşayabilmesi ancak böylesine bir ulusal misyonun yerine getirilmesiyle mümkün olabilecektir. ADD, önce Atatürkçü tabanı toparlayacak, daha sonra Atatürkçülerin önderliğinde Türk toplumunun toparlanmasını sağlayacak ve sonraki aşamada da Atatürk’ün Cumhuriyet devletinin yeni dönemin koşullarında onarılmasını ve daha da güçlenmesini sağlayacaktır. Geleceğin yüzyıllarında Türkiye Cumhuriyeti Atatürk modelini bütün Asya ve doğu halklarına örnek olacak biçimde geliştirmeli ve başta Türk dünyası olmak üzere bütün Asya kıtası ve doğu halkları arasında etkili olabilecek düzeyde, bir yön gösteren siyasal düşünce ve devlet modeli olarak geliştirmelidir. Bu yolda geliştirilecek yeni politikalar Atatürkçülerin önderliğinde bütün dünya ülkeleri açısından geçerli olacaktır. Küreselleşmenin iflas ettiği ve ulus devletlerin ciddi engeller ile karşılaştığı bu aşamada Kemalizm ve Atatürk’ün devlet modeli tüm dünya ülkeleri açısından ciddi bir alternatif çıkış yolu olarak yön göstermektedir. Sosyalizmin ve kapitalizmin bitme noktasına geldiği son aşamada Kemalizm bir üçüncü yol olarak insanlığa yön göstermektedir. Türkiye’yi yönetmek durumunda olan bütün siyasal kadroların bu gerçek tabloyu görerek gereğini yapmak zorunluluğu ülkemizi yeni bir dönemin başlangıcına getirmiştir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ADD Kurucu Genel Sekreteri

 


3 Mayıs 2024 Cuma

ENDONEZYA’DAN TÜRKİYE’YE BARIŞ ÖNERİSİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

ENDONEZYA’DAN TÜRKİYE’YE BARIŞ ÖNERİSİ

     Endonezya dünyanın en büyük devletlerinden birisi olarak Güney Doğu Asya ile Büyük Okyanus arasında yer alan iki milyon kilometre karelik geniş bir ülkedir. Nüfusu 300 milyonu bulan bu adalar devletinde, milyonlarca insan yüzlerce adaya bölünen bir adalar denizinde yaşamaktadır. Adaların üzerinde beş yüz den fazla yanardağların bulunduğu Endonezya’nın ülkesi sürekli olarak özellikle bu yanardağların hareket halinde sarstığı bir su ülkesidir. Hint okyanusundan Büyük Okyanus’a kadar uzanan bu adalar ülkesi, canlı ve hareketli yanardağlar nedeniyle dünyanın en sık ve sayısız depremlerine maruz kalmaktadır. Bir ülke büyüklüğündeki kocaman adaların aynı bölgede toplanmasıyla, ülkesini adalar denizinden okyanuslar bölgelerine uzatmak durumunda kalan Endonezya devleti, bu nedenle ham adalar hem de okyanuslar devleti olarak tanınmaktadır. Ülkenin diğer büyük sınırlara sahip olan kara devletlerinde olduğu gibi Çin, Amerika, Brezilya, Hindistan Rusya ve İran gibi uçsuz bucaksız kara topraklarına sahip olmadığı için geniş sınırlarının çevrelediği, Endonezya aslında bir kara ülkesi olmaktan daha çok iki büyük okyanusun çevrelediği bir su ülkesi olarak hareket etmektedir. Endonezya devletinin vatan ya da yer kavramlarıyla ifade edilen ülke tabanını çeşitli sular oluşturmaktadır. Dünyanın en büyük yanardağ kuşağının tam ortasında yer alan bu devlet, aynı zamanda sular kadar yanardağların da etkisi altında varlığını sürdürmeye çalışan çok yönlü bir jeopolitik ülkedir. Dünyanın en sıcak ve nemli ülkelerinden birisi olarak Endonezya da siyasal gelişmeler iklime dayanan bir biçimde diğer ülkelere göre fazlasıyla sıcak geçmektedir. Bu ülkedeki yoğun siyasal yapılanmaların yarattığı sıcak gelişmeler sürekli olarak dünyanın güncel gelişmelerine yansıyarak belirleyici olmakta ve olayların yönlenmesinde etkili olmaktadır.

      Endonezya sınır komşusu olan Malezya ile aynı kaderi paylaşan bir ülke olarak adalar, yanardağlar ve sahip olduğu büyük ormanlar ile büyük yeraltı zenginlikleri, bu ülkeyi aynı zamanda dünyanın önde gelen enerji merkezi konumuna getirmiştir. Bir petrol ülkesi olarak Endonezya dünya ekonomisi ve siyasetin de önde gelen büyük oyuncularından birisi konumuna gelerek, olayları yönlendiren büyük güçlerden birisi olmuştur. Nüfusunun dörtte üçü Müslüman olan Endonezya da toplumun önemli bir kesimi de Asya dinleri olarak kabul edilen Budistler Şamanistler ve diğer Asya dinlerinin mensupları da sular ve adalar ülkesinde varlıklarını korumaktadır. Çin ve Hindistan gibi iki dev ülkenin karşı kıyısında yer alan Endonezya devleti on beşinci yüzyılda Arap ve Müslüman tüccarların bu ülkeye gelmesiyle batıya doğru açılmıştır Daha sonraki aşamalarda batılılar ve Avrupalılar doğuya doğru açılarak ticaret girişimleri aracılığı ile adalar denizini ve Hintliler ile Çinlilerin konumlarını öğrenerek bu bölgelere gelmişler ve üçüncü aşamada da yerleşerek sömürge idareleri kurmuşlardır. Önce Portekiz, sonra İngiliz sömürge yönetimi altında kalan Endonezya ülkesi daha sonraki aşamada ise, Hollanda’nın yönetimi altında varlığını sürdürmek zorunda kalmıştır. İngiltere imparatorluğu Hindistan’a girerek bölgedeki hegemonyasını genişletince, buradan Avustralya kıtasını da denetimi altına almayı hedeflemiş ama bu aşamada ağırlık, Avustralya kıtasına verilince İngilizler Avrupalı sömürge ortağı durumunda olan Hollandalılar ile birlikte hareket etmeye başlamışlardır. Hollanda İngiltere sonrasında Endonezya ülkesinin yeni egemeni olmuştur. Çinlilerin ve Hintlilerin yetersiz kaldıkları adalar denizi üzerinde Araplar, Müslümanlar ve Ruslar harekete geçerek Asya kıtasını tamamlayan ada ülkelerini kendi çıkar düzenlerine dahil etmişlerdir .İngiltere bütün dünyayı yönetmeye doğru adım atarken Almanya, Fransa  ve İspanya gibi büyük devletleri bir yana bırakarak, Hollanda ve Belçika gibi küçük sömürgeci devletler ile ortak hareket ederek yeryüzü üzerinde bir büyük Avrupa hegemonyasının peşinde koşmuşlardır. Bugünkü Endonezya bu yüzden halen Hollanda yönetiminin hegemonyası altındadır.

      Endonezya yirminci yüzyıla Hollanda Hindistan’ı konumunda gelmiş ama bu yüzyıl içinde sömürge imparatorlukları bağımsızlığa giderken, bu ülke de Endonezya Cumhuriyeti olarak dünya haritasındaki yerini almıştır. Hollanda daha sonraki aşamada İngiliz imparatorluğu ile yarışa girince, bu bölgede adalar üzerinden sömürge imparatorlukları uzun süren savaşlara sürüklenmek zorunda kalmışlardır. Yirminci yüzyılın tam ortasında Ahmet Sukarno’nun liderliğinde bağımsızlığa yönelen Endonezya Cumhuriyeti, sahip olduğu büyük nüfusu ile İslam dünyası içinde kendine önemli bir yer edinmiştir. Yeni kurulan devletin başkanı olarak Sukarno İslam dünyasına yakın bir yol izlemiştir. Bölgedeki bütün büyük devletleri dışlayan yönetimi ile Sukarno yönetimi, diğer İslam ülkeleri gibi İslam birliğinin önde gelen savunucusu konumunda hareket etmiştir. Yirminci yüzyılın bütünüyle soğuk savaş koşulları altında geçmesi yüzünden Rusya sahibi olduğu Sovyetler Birliği imparatorluğunu kullanarak güneye doğru harekete geçince, başta Endonezya olmak üzere bütün ada devletlerinde Sovyetler Birliği üzerinden sosyalist rejimler kurulmak istenmiştir. Böyle bir durumu önceden gören Amerika Birleşik Devletleri bir gece yarısında adalara büyük bir asker çıkartması yaparak, Endonezya ülkesini işgal etmiştir. İşgal gecesi ülkenin askeri birlikleri direnme gösterince, Avrupa’daki Hristiyan fanatizminin bambaşka bir uygulaması bu ülkede gerçekleştirilmiştir. Bosna da bir gecede on bin Müslümanı katleden Hristiyan fanatizmi, Endonezya’da da bir gecede on bin İslam askerini öldürerek dünya tarihinde, komünizme karşı savunma görünümünde on bin Endonezya askeri Amerikan saldırıları sonucunda öldürülmüştür. Soğuk savaş döneminin en kanlı saldırısını ABD orduları Endonezya’da gerçekleştirirken, bu Müslüman ülkenin ordusunun en savaşçı askerleri Hristiyan ordularının saldırgan işgalleri ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu açıdan emperyalizmin en ağır saldırılarına Endonezya ordularının muhatap olduğu görülmektedir. Uzun yıllar Avrupalı emperyalist orduların işgali altında var olma mücadelesini sürdüren bu Asya devleti, siyasal tarihte diğer bütün dünya ülkelerine örnek olacak bir ulusal savunmayı başarmıştır.

            İkinci Dünya Savaşı sonrasında batılı emperyalistler Hint ve Büyük okyanus alanlarında hegemonya yarışına girerlerken, Asya kıtasının önde gelen büyük devletlerinden birisi olarak Endonezya önce Hollanda ile karşı karşıya gelerek, değişen dünya dengelerindeki konumunu korumaya çalışmış ve daha sonraları da gene Avrupalı Emperyalistlerin yeni saldırılarına karşı çıkarak onların güney yarım küresinde genişlemelerini önleyebilmek üzere ordusunu yenileyerek ciddi mücadelelerde bulunmuştur. Ülkenin en doğu bölgesinde yer alan büyük adalardan birisi olan Timor adasında Hristiyan dini hızla yayılınca, Hollanda bu ada üzerinde yeni bir Hristiyan devleti kurmaya çalışmış ve bu doğrultuda isyancılar ile ayrılıkçıları desteklemiştir Batı dünyası Hristiyanları destekleyince, Müslüman bir devlet olarak Endonezya bu yeni devlete karşı çıkarak, ülkesinin geçmişten gelen birliği ve bütünlüğünü sonuna kadar savunmuştur. Ne var ki, batılı emperyalistler saldırı ve işgal hareketlerine şiddetle devam edince birkaç yıllık bir ayrılıkçı savaş sonrasında Timor adasının kuzey bölgesi, Timor Cumhuriyeti resmi adı ile bağımsız bir devlet olarak ilan edilerek Endonezya devletinin küçülmesine giden yol açılmıştır. Ülkenin en doğusunda Avustralya ‘ya komşu konumundaki Timor adasının ilk önce bağımsızlığının gerçekleştirilmesinden sonra ikinci aşamada da, ülkenin en batı bölgesinde bulunan adalardan birisi olarak, Açe adasının bağımsız devlet yapılanmasıyla ülkenin bütünlük içindeki sınır yapılanmasına ikinci kez müdahale edilerek, bu konuda emperyalist baskılar sürdürülmüştür .Osmanlı İmparatorluğu döneminde Halifelik görevini Abdülhamit yürütürken Açe adasının Müslüman  yapısı ile imparatorluğun bir parçası haline geldiği, bu nedenle Osmanlı topraklarının dağıtımı genel program çerçevesinde ele alınması gerektiği gibi iddialar öne çıkmış ama daha sonraları batılı emperyalistler yeniden bölgeyi paylaşma planları üzerinde anlaşarak uzlaşınca eski Osmanlı adası olan AÇE adası Endonezya devletinin bütünlüğü içinde kalmıştır. Yüzlerce adadan meydana gelen bu büyük ülke bugün de Hollanda destekli ayrı devlet statüsünü devam ettirmektedir.

            İkinci dünya savaşı sonrasında Sosyalist ve Kapitalist blokların arasına sıkışıp kalan bir orta dünya devleti olarak Endonezya bir Müslüman ülke olarak aynı zamanda Çin ile İslam dünyası arasında varlığını sürdürmekte olan bir haritanın gene ortalarında yer almaktadır. Bu konumu ile Endonezya son derece kritik bir jeopolitik yapılanmanın tam ortalarında yer alarak geleceğin dünyasında gündeme gelebilecek çekişmelerin ve savaşların, ana hedefi olma gibi bir özelliğe de sahip olduğu öne çıkmaktadır. Ahmet Sukarno isimli bir Müslüman devlet adamının kurduğu Endonezya askeri saldırılar ve işgal hareketleri sonrasında bu sefer de Endonezya ordusunun önde gelenlerinden birisi olarak, Suharto isimli bir yüksek rütbeli bir ordu yöneticisinin eline geçmiştir. ABD ordusunun bir gecede saldırarak ülkeyi işgal etmesi ve özellikle on bin askerin bir gece içinde yok edilmesi üzerine ülkede sıkıyönetim ilan edilerek bu geniş ülkenin güvenlik içine alınmasına çaba gösterilmiştir. Yaşanan siyasal gelişmeler sonucunda Batı ülkelerinde görülen ordu güdümlü bir askeri demokrasi rejimi kurulmaya çalışılmıştır ama dış müdahaleler sürekli devam ettiği için, Endonezya koruyucu ülkesi olan Hollanda’nın yardımıyla uzun bir süre sonra batı tipi demokrasiye yönelebilmiştir. Özellikle yirminci yüzyılın son on yılına girerken sosyalist yönetim altındaki halk cumhuriyetlerine son, Endonezya devleti de askeri diktatörlükten normal demokrasiye yönelebilmenin çabası içine girmiştir. Sosyalist blokun sona ermesiyle Rus askeri birlikleri geri çekilirken, NATO’nun patronu konumundaki ABD hem NATO hem de ABD askeri birliklerinin bu bölgedeki bazı devletlerin ülkelerinde askeri üslere kadro olarak tahsis etmiştir. Devletin kurucu başkanı Sukarno koyu bir milliyetçi tutum izleyerek hem adaların birliğini korumuş hem de bu bölgeye yerleşmek üzere gelen batılı emperyalistlerin önünü keserek yeni işgal planlarının devreye konulmasını önlemiştir. 1950’li yıllarda Türkiye’ye gelen Sukarno, Türk devleti ve Endonezya arasındaki bağlantıların kurulmasını sağlamıştır. Sukarno hastalanınca ülkede karışıklıklar çıkmış ve olaylar bir darbe senaryosuna doğru ilerlerken, ordu komutanlarından Suharto yönetime el koyarak, sosyalist saldırılara karşı batı bloku içindeki Endonezya devletinin yerini korumuştur.1960’ların dünyasında asker Başkan Suharto yönetimi sivil Başkan Sukarno’dan devralırken devleti tümüyle yenilemiştir. Askeri yönetim tüm adalarda üç yüz bin insanı yok ederek, en katı bir diktatörlük kurmuştur. Komünist rejimlere karşı ABD desteği ile Suharto dünyanın en katı dikta rejimini kurmuştur.

            Çin ile İslam dünyası arasında yer alan Endonezya ülkesi birçok açıdan önemli bir jeopolitik konuma sahip olduğundan, bu ülkeyi ABD ve AB emperyalizmleri Çin’e karşı kullanmaya çalıştılar. Ülkeyi ele geçirme çabası içindeki Amerikan emperyalizmi, kapitalist sistem içinde ortak çalıştığı İngiltere ve Hollanda gibi ülkeleri kullanarak ülke ekonomisini ele geçirmeye çalışırken, Çinliler de bu durumda geride kalmamak üzere ticaret ve iş geliştirme yolları üzerinden bütün Endonezya adalarına girerek bu ülkeyi ele geçirebilmenin kavgasını veriyorlardı. Dünyanın en büyük ekonomilerinden birisine sahip olan Endonezya devletinin yarısı Çin yarısı da Hindistan’dan gelen göçmenlerin istilasına uğradığı için, büyük bir nüfusun tümüyle tek bir ulusal çatı altında bir araya getirilmesi mümkün olmamıştır. İki büyük devlet arasında yer alan bu ülke Endonezya ismini alırken, “İndo “hecesini Hindistan, ”Nezya” hecesini ise Asya’dan alarak devletin adı karma bir biçimde belirlenmiştir Çinli ve Hintli halk ile devletin halk kitlesi yaratılmaya çalışılmıştır. Çok farklı adaların getirdiği ayrı kimliklerin bölünme yaratmasına izin verilmemiş ve böylece tek bir devlet kurulurken, merkezinde yer alacak yeni devletin bu bölgeyi tümüyle temsil etmesi için çaba gösterilmiştir. Batılı güçlerin ve şirketlerin ülkeyi ele geçirme girişimlerine karşı, Çinli tüccarlar tıpkı Arap ve Müslümanlar da benzer yöntemlerle ülke ekonomisini ele geçirmek ve ekonomi üzerinden ülkeyi batı blokundan kurtarabilme mücadelesi yapıyorlardı. Asya ve Afrika ülkeleri 1950’li yıllarda başlayan Bandung konferansları sayesinde, doğu ve batı bloklarına karşı bir büyük üçüncü dünyacılık hareketi Endonezya merkezli olarak başlatılmıştır. Böylece Endonezya kendi bölgesinde olduğu gibi dünyanın genel yapılanmasında üçüncü dünyacılık akımı üzerinden çok etkili olmuştur.

            Dünyanın orta bölgelerinde kurulmuş olan bir büyük ülke olarak hem kendi konumunu dikkate alacak hem de dünya düzeninin geleceğe dönük bir biçimde yenilenmesine katkıda bulunacak güce sahip olanların içinde, Endonezya’nın öne çıkan bir konumunun bulunduğu üçüncü dünya ülkeleri arasında başlatılmış olan Asya-Afrika ülkeleri arasındaki küresel birliktelik sayesinde açıklık kazanmıştır. Endonezya geçmişten gelen batılı emperyalist saldırı ve işgal girişimlerine karşı kendini korumak ve vatan savunması örgütleyerek ayakta kalabilmek için her açıdan harekete geçerek dünya siyasetinde önde gelen bir yere sahip olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra komünizm tehlikesinden kurtulan Endonezya, içinde bulunduğu merkezi coğrafyanın aldığı yeni biçimler doğrultusunda bir çok yeni gelişmelerle karşı karşıya gelmektedir. Batı emperyalizmlerine, Sovyet Emperyalizmine ve de Arap dünyasından ileri gelen İslamcı bir emperyalizmin adaların üzerinde etkili olmalarını bütünüyle önlemekte  çok zorluklar içinde kıvranan Endonezya devleti, bütün Asya ve Afrika ülkelerine kucağını açarak gerçekleştirdiği üçüncü dünyacılık hareketi ile mazlum ulusların bütün emperyalist devletlere karşı mücadelesinde önderlik yapma konumuna da gelmiştir. Asya kökenli bir nüfusun Çin ve Hindistan boyutları dikkate alınarak uluslararası alandaki gelişmeler doğrultusunda bazı yeni gelişmelere göre, dış politikalarda değişiklik yollarına dikkat edilmektedir. Dünya yeni bir yüzyıla doğru emin adımlarla giderken, değişen koşullar ve merkezler açısından da eskisinden çok daha farklı bir jeopolitik ortam ile karşı karşıya gelmektedir. Böylesine bir değişim rüzgârı bütün ülkeleri olduğu kadar diğer dünya devletlerini de etki altına alarak yönlendirmektedir.

            Yirminci yüzyılın tam ortalarında kurulmuş olan Endonezya devleti aradan geçen yarım yüzyıllık zaman süreci içinde çağdaş dünyada giderek yayılan batı tipi demokratik rejime yakınlaşarak, ülkelerini böylesine bir yapılanmanın getirdiği saflaşma içine girmişlerdir. Yarım yüzyıla yakın bir süre içinde askeri yönetim altında yönetilmelerine rağmen bugünün koşullarında demokrasi yolunda ilerlemekte ve anayasalarına uygun düşen zaman aralarında genel seçimlerini yaparak kendilerini geleceğin koşullarında yönetecek olan yeni hükümetlerini seçebilmektedirler. Ahmet Sukarno’nun devleti kurarken oluşturduğu Endonezya demokratik partisi, bütün siyasal gelişmelerde öncülük rollerini yerine getirerek, bu büyük ülkenin gidişinin batı blokunun oluşturduğu ulusal devlet yönlerinde oluşmasına dikkat etmişlerdir. Geçen Şubat ayının başında yapılan son genel seçimlerde Endonezya devlet başkanlığı ve parlamento genel seçimleri yapılmış ve ülke yeni yönetimine bu yoldan kavuşmuştur. Sonuçları sürpriz olarak karşılanan genel seçimler sonucunda işbaşındaki Cumhurbaşkanı Widodo tekrar seçilememiş başkanlık görevine bu ülkeyi otuz yıl yöneten askeri diktatör, Suharto’nun damadı konumunda bulunan ve Endonezya ordusunun özel kuvvetler komutanı olan Subianto, yeni başkan olarak seçilmiştir. Büyük Endonezya hareketi partisinin lideri olarak adaylığını koyan yeni başkanın asker kökenli olması ve bu doğrultuda özel kuvvetler komutanlığından devlet başkanlığına seçilmesi, bu ülke halkının yeni dönemde ortaya çıkabilecek özel durumlar açısından özel kuvvetler benzeri yönetimlere gereksinme duyulmasına yol açabilecek, belirli özel durumların ülkenin siyasal gündemine gelebileceğine dair kamuoyunda bazı özel tartışmaların yükselmesi yüzünden, seçimlerin bu doğrultuda sonuçlandığını ve yükselen tepkilerin yansıtmalarıyla öne geçtiği söylenmektedir. ABD-ÇİN arasında başlamış olan  siyasal gerginliklerin bu ülkedeki genel seçimleri de etkilediği ve eski cumhurbaşkanının bu yüzden seçimleri kaybettiği anlaşılmaktadır. Genel seçimlerin böylesine sonuçlanmasında etkili olan iç ve dış faktörlerin yeni siyasal koşullarla birlikte düşünülmesi gerektiği açıktır. Endonezya’nın yeni seçilen cumhurbaşkanı geçen seçimlerde de rakibi olan yeni başkana karşı şansını kaybetmiştir. Batı ülkelerindeki seçimlere benzeyen bir süreçte yapılan genel seçimlerin, Endonezya’nın demokratik geleceğini kurtarmak açısından yararlı olduğu, yapılan tartışmalar aracılığı ile oluşturulan kamuoyu tarafından da destek gördüğü anlaşılmaktadır. Ülkede savaş ihtimallerinin giderek arttığı bir ortamda böylesine bir sonuç demokratik açıdan normal görünüyor.

            Dünyanın en kritik bölgesinin tam da ortalarında yer alan Endonezya devletinin yönetim yapısında geçmişten gelen büyük bir siyasal birikim olduğu için kendini bilen her devletin, zor günler için önlemler aldıkları bilinen gerçeklerdir. Dünya tarihi incelendiği zaman bu tür önlemler ile devletlerin zor dönemleri atlatabildikleri ama gelecekte ortaya çıkabilecek zor dönemler için önlem almayan ya da yeterince karşı duramayan siyasal iktidarların ya da devletlerin bu gibi zor dönemlerde ortada kaldıkları birçok istenmeyen durumların öne çıktığı görülebilmektedir. Bu nedenle birçok olumsuz koşulun bir arada ortaya çıktığı olumsuz gelişmeler, siyasal düzenlerle birlikte devletleri de ortadan kaldırdıkları görülmüştür. İki tarafı okyanuslarla çevrili bir konuma sahip büyük adalar ülkesinin güvenliği ya da kamu düzenliği gibi sorunlarının aşılabilmesi, kesinlikle önceden alınacak önlemlerle korunabilir. Korunma üzerinden geliştirilecek yeni sistemler aracılığı ile Endonezya gibi hem son derece kritik jeopolitik ortamın içinde yer alan ülkeler, hem de her açıdan saldırılara hedef olabilecek açıkta bulunan ülke yönetimlerinin çeşitli yönlerden ortaya çıkabilecek tehlikeli durumların çok değişik gelişme ihtimallerini dikkate alması bir devletin varlığı açısından zorunlu bakışlar gerekmektedir. İki okyanus arasındaki adalarda yaşayan bir ülke olarak, Endonezya devletinin böylesine geniş bir bakış açısına sahip olmaları gerekmektedir. Böylesine bir devleti yönetenler ile birlikte gene böylesine bir devletin çatısı altında yaşayan vatandaşların da ülke ve devletlerinin geleceği açısından yeterli bilgi, görgü ve donanıma sahip olmaları bir gereklilik olarak öne çıkmaktadır. Konumu gereği sağlam zemin üzerinde kurulmamış devletlerin, kendileri ile birlikte komşu ya da ilişki kurdukları devletler ile çeşitli temaslar ya da bağlantılar çerçevesinde güvenlik içinde bulunmaları, alınacak önlemler aracılığı ile geliştirilerek devlet ve toplum düzenlerinin korunmaları gerekmektedir. Hollanda’nın desteği ile modern bir devlet olarak kurulmuş olan Endonezya’nın, gene böyle yoluna devam edebilmesi için güvenlik ve kamu düzeni açılarından gerekli olan önlemlerin alınması şarttır.

            Endonezya ile ilgili bir makalede, bu ülkenin içinden çıkmış olan bir büyük iş adamının normal koşullarda karşı karşıya geldiği bir olay, her açıdan öğretici olduğu için bu konuyu kısaca burada özetlemek de genel yarar vardır. Endonezya Hollanda desteğinden yararlandığı için ülke ticaret ve ekonomi alanlarında bu ülkeden gelen destek ve yardımlardan yararlanmaktadır. Bu gibi durumlarda Hollandalı ve Endonezyalı iş adamları zaman zaman bir araya gelerek ortaklaşa hareket ettikleri görülebilmektedir. Bu gibi örneklerden birisi Türkiye’de yaşanmış ve Endonezyalı bir iş adamı Hollandalı ortağının destekleri ile bir Türk bilim adamına kalıcı bir barış düzeni önerisinde bulunmuştur. Endonezyalı iş adamı iki binli yılların başlarında Türk bilim adamını davet ederek kendisinden açıkça siyasal çıkış için bir talepte bulunmuştur. Türk kamuoyunun yakından tanıdığı bilim adamının siyasal ve hukuksal konularda var olan birikiminden yararlanmak isteyenlerin istedikleri görüş, siyaset ya da işlemler hakkında bilgi alışverişinde bulundukları Türk bilim adamı ile Endonezyalı iş ve ticaret adamı iki binli yılların içinden çıkarak geleceğin dünyası, Türkiye’si ve de Endonezya’sı hakkında görüş alışverişlerinde karşılıklı bulunmuşlardır. Endonezyalı ticaret adamı Türkiye ile birlikte merkezi coğrafya üzerinden evrensel güvenliğin sağlanabileceğini ve bunun içinde kesinlikle yeni bir siyasal partinin kurulması gerektiğini dile getirerek, vakit kaybetmeden bir an önce  batı emperyalizminin karşısına çıkacak ve batıdan gelecek tüm saldırılara karşı duracak, yaklaşmakta olan savaşlar döneminin atlatılabilmesini sağlayacak ve gerçek anlamda antiemperyalist mücadeleler yaparak, batı blokunun doğu bölgelerine saldırılarını çeşitli yollardan önleyerek dünya barışına katkıda bulunacaktır. Atatürk çizgisinde batı emperyalizmi karşıtı yeni bir siyasal parti ile NATO, ABD ve batılı emperyalist devletlerinin Türkiye’yi kullanmalarına fırsat vermeyecek, yeni bir siyasal parti ile Türkiye’de ikinci Kuvayı Milliye mücadelesini kazanacak bir büyük siyasal oluşuma gereksinme olduğunu ve bu amaçla kurulacak partinin ve böylesine bir direnişin tüm ulus devlet yönetimlerini etkileyerek, bunlar üzerinden üçüncü bir dünya savaşının ortaya çıkartılmasının önlenebileceğini Endonezyalı iş adamı Türk bilim adamına aktarmıştır.

            Türk bilim adamı şaşkınlıkla Endonezyalı ticaret adamını dinlerken parasının olmadığını ve hiç bir gizli ya da açık bir desteğe sahip olmadığını, siyaset için çok büyük sermaye gereği olduğunu, ayrıca gizli ya da açık hiç bir örgütün elemanı olmadığını, açıkça dile getirdiği zaman bu konuda isimsiz bir bilim adamı konumunda bulunan çeşitli isimlerin yeni bir ulusal kurtuluş mücadelesi için yeni bir kadro olarak eğitilmesi gerektiğini, bu işlerle ilgili olarak bankalar arası düzende var olan barış fonlarından her zaman yararlanmanın ve destek sağlamanın her zaman mümkün olduğunu, işe öncelikle ekonomi ile başlanması gerektiğini, bütün bankaların barış fonları üzerinden yönlendireceği bazı fonlar aracılığı ile savaşlara karşı duracak ve savaş karşıtı hareketler ile girişimleri örgütleyecek yeni adımların atılmasına gereksinme bulunduğunu bu çizgide geliştirilecek, siyasal eylemlerin dünya ve ülke barışlarına yardımcı olacak bir biçimde ele alınmaları gerekliliği konuşularak, Türkiye üzerinden bir Üçüncü Dünya Savaşı çıkarmak projesinin kesinlikle önlenmesi gerektiği açıkça vurgulanmıştır. Büyük devletlerin öncelikle Irak, ikinci olarak Suriye ve üçüncü adım olarak İran’a saldırmaları ile üçüncü dünya savaşının çıkartılacağını ve bunun ancak Türkiye üzerinden geliştirilecek siyasal ve askeri girişimlerle önlenebileceğini, eğer savaşa müdahale edilmezse o zaman Rusya, İran, Çin ve Hindistan gibi büyük Asya ülkelerinin de üçüncü cihan savaşına girmek zorunda kalacaklarını ve daha sonra da diğer dünya devletlerinin bu savaşa katılacağını, böylece en sonunda üçüncü dünya savaşının ana hedef olarak çıkartılacağını Endonezyalı ticaret adamı Türk bilim adamına  açıkça söylemiştir. Türk aydınlarının ve halkının bir an önce uyanarak devleti ve milleti yok edebilecek patlamalara yol açılabilecek kışkırtmalarla, üçüncü dünya savaşının çok kolay çıkartılabileceğini, böyle bir savaşa karşı acilen antiemperyalist bir örgütlenme içine girilmesi gerektiğini, bu nedenle savaşın başlamadan önce önlenmesi gerektiğini dile getirerek, Orta Doğu savaşının İran’a sıçramasından önce durdurulması gerektiğini ve bu konuda merkezi ülkenin Türkiye olduğunu açıkça dile getirmiştir. Endonezyalı aydın iş adamı Türkiye’nin dikkatini çekerken, bu sorunun NATO çerçevesinde çözülemeyeceğini, NATO’nun devreye girmesiyle birlikte NATO üyesi olan batılı ülkelerin askeri işgalleri ile önce İran’ın ve daha sonra da hedef olarak Rusya’nın saldırı ve işgal tehditleri altında olduklarını söylemiştir. Ayrıca bütün Asya ülkelerinin savaşlara karşı olduklarını aynı zamanda her türlü savaş karşıtı eylemlere tüm Asya ülkelerinin birlik çatısı altında bir araya gelerek karşı çıkacağını, savaşa en son Çin’in gireceğini ve bu doğrultuda tüm Asya ülkelerinin gerekirse Çin’e karşı çıkarak üçüncü dünya savaşını önleyebilmek üzere mücadeleye kalkışacaklarını, Endonezyalı tüccar kişi Türk bilim adamına anlatmıştır. Batı bölgesinde çıkmış olan dünya savaşlarının yeni dönemde Orta Doğu ve Orta Asya hattı üzerinde yapılacağı gibi bazı gelişmeler son yıllardaki uluslararası hareketlerde eskisine oranla daha fazla gündeme gelmiştir.

İki dünya savaşı geçirmiş ve 100 milyondan fazla bir nüfusu bu savaşlarda kurban vermiş olan uluslararası dünya ve insanlık, bir Üçüncü Dünya Savaşı ile yeniden milyonlarca insanını kaybetmeye karşı çıkacaktır. NATO, Amerika, İngiltere, Fransa ve İsrail gibi emperyal devletlere ve örgütlere karşı bir büyük mücadelenin dünya barışı için verilmesi gerektiği giderek iyice ortaya çıkmaktadır. Orta Asya’dan bir Endonezyalı tüccar adamın Türkiye’ye gelerek batı emperyalizminin ancak Anadolu toprakları üzerinde durdurulabileceğini, bu amaçla Türkiye’nin bağımsız bir devlet olarak yeniden yapılanması gerektiğini, antiemperyalist çizgide yeni bir partinin kurularak, bütün dünya ülkelerinin ortak katılımları ve destekleri ile küresel bir barış düzeninin oluşturulabileceğini Türk bilim adamına anlatırken aynı zamanda Endonezya ülkesi üzerinden Türk devletine yönelen bir çağrı ile de giderek saldırı örgütüne dönüşen NATO ile komşu ülkelere karşı bir askeri harekete Türkiye’nin kalkışmaması gerektiğini açıkça dile getirmiştir. Türk bilim adamı aracılığı ile hem Türk ulusuna hem de Türk devletine barıştan yana bir tavır sergilemeye çalışmıştır. İnsanlığın geleceği için anlayana çok şey ifade eden bu çağrı dikkate alınırsa, Orta Asya ve Orta Doğu devletleri bir merkezi direniş hareketine kalkışacaktır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN