29 Ağustos 2019 Perşembe

MİLLİYETÇİ-ULUSALCI İTTİFAKI(ULU-MİL) - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


MİLLİYETÇİ-ULUSALCI İTTİFAKI(ULU-MİL)
                                                                                                                            
                Son yıllarda Türkiye’de İslamcı politikalar üzerinden  tarikatlar ön plana geçince, demokrasi rejiminin ana unsuru olan siyasal partilerin  kasıtlı olarak geride bırakıldığı, partisiz demokrasi olamayacağına göre  meydana gelen boşluğun hacı-hoca ve şeyh takımının önderliğindeki  tarikatlar aracılığı ile doldurulmaya çalışıldığı görülmektedir. Yeteri kadar siyasal bilinçten yoksun olan kadroların elindeki bu dini gruplar siyasete soyunmaya başlayınca, geleneksel demokratik rejimin zamanla ortadan kalkma durumuna doğru sürüklendiği, çünkü dini grupların siyasal bilinç ve deneyim açısından son derece yetersiz kaldıkları ortaya çıkmıştı. Tarikatçı kadrolar ile siyasal partileri  ele geçiren bu gibi dini grupların yönetimine düşen siyasal  örgütlerin zamanla gerçek işlevlerini yerine getiremedikler, diğer partiler ile siyasal rejim yarışında yeterince rekabet edemedikleri  ve bu yüzden giderek etkisi azalan tüzel kişiliklere dönüştükleri anlaşılmıştır. Siyasal partilerin tarikatlar yüzünden bozulması üzerine, siyasal alandaki boşlukların doldurulması amacıyla partiler arası yeni bir trafik başlatılmış ve birbirine yakın siyaset anlayışı içinde bazı partiler bir araya gelerek, partileşmenin ötesindeki birlikteliği öne çıkaran siyasal ittifaklara kalkışmışlardır. Demokrasi alanında partilerin yetersizliğinden kaynaklanan bu durum saflaşma, kutuplaşma ya da cepheleşme gibi yeni bazı olumsuzlukların gündeme gelerek, siyasal rejimlerin  geleceğini istikrarsızlık noktalarına doğru  çektiği  artık yadsınamaz bir çizgide kesinlik kazanmıştır.

                 Siyasal partiler belirli siyasal düşüncelerin eylem örgütü olarak tarih sahnesine çıkarken, içine girmiş oldukları siyaset yarışında  iktidara gelebilmek için yetersiz kalan oylarını artırmak  amacıyla daha geniş kitlesel destekler elde ederek, hükümet kurma yolunda birbirlerine yakın partiler ile işbirliğine gitmektedirler. Geçmişten gelen siyasal yapılar kurulu düzeni koruma doğrultusunda  daha çok muhafazakar partilerin ittifak girişimlerine sahne olurken, geride kalan  diğer partiler de iktidara gelebilme doğrultusunda karşıt grubu oluşturma amacıyla farklı ittifaklara girebilmektedirler. Bu tür ittifakların giderek artmasıyla siyasal partilerin görüş, düşünce, ideoloji, program, bayrak ve benzeri malzemelerinin yerini ittifak oluşumunun getirdiği yeni açılımların belirlediği görülmektedir. Böylesine karışık durumlarda vatandaşlar alışık oldukları siyasal partilerin çizgilerinin dışına çıkarak hareket etmek zorunda kalırlarken, ülke de gerçek anlamda siyasal tabanlar belirsizliğe doğru kaymaktadır. Siyasal partilerin geçmişten  gelen  çizgileri ve kişilikleri ittifaklar yüzünden sarsılırken, ülkede yükselen kamplaşmalar nedeniyle tırmanan çoğunluğu ele geçirme kavgası ciddi anlamda istikrarsızlara yol açmaktadır. Partilerin üst yönetimlerinin iktidarı ele geçirmek üzere oluşturdukları yeni siyasal yönelişler, seçmenlerin geleneksel durumlarını sarsmakta ve parti üyesi ya da sempatizanı  konumundaki insanları inanç ve tercihlerinin ötesinde davranışlara yönelme doğrultusunda zorlamaktadır. Milliyetçi bir parti dinci bir parti ile ittifaka yöneldiği aşamada, parti tabanında yer alan laik milliyetçilerin istemeye istemeye  dinci partinin iktidarı için oy kullanmak durumunda bırakıldıkları anlaşılmaktadır. Aynı  şekilde bir ulusalcı ve halkçı partinin ulusalcı  oy tabanının, seçim ittifakı kurulan halklarcı bir partinin bölücü siyasetlerine alet olma durumu ile karşı karşıya bırakıldıkları  da  görülmektedir. Siyasal ittifaklar yüzünden oy tabanı başka çizgilere sürüklenen bazı partilerin zamanla kimlik bunalımına girdikleri,  ya da başka siyasetlere alet olarak  gerçek misyonlarından uzaklaştıkları bir çok ülkede yaşanan deneylerle ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda partiler arası ittifakların partilerin gerçek yapılarını bozdukları  öne sürülebilmektedir.
                Küresel emperyalizmin tırmandığı son dönemde  ülkelerin geleneksel siyasal düzenleri köklü sarsıntılar ile karşı karşıya kalırken uluslararası tekelci sermaye şirketlerinin tarikatları kendilerine yol arkadaşı olarak seçtikleri göze çarpmaktadır. Partilerin içi boşaltılırken, geleneksel kimlikleri  işgalci kadrolarla değiştirilmeye çalışılırken, sermaye destekli dinci kadrolar devlet bürokrasisini ele geçirirken  ve küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda hazırlanmış olan senaryolara  partiler alet edilirken, partiler arası ittifaklar göz boyayıcı bir biçimde ortaya çıkartılarak bazı gerçekler halk kitlelerinin gözünden kaçırılmak istenmektedir. Böylesine olumsuz bir tablo batı bloku dışındaki ülkelerin siyaset sahnelerini alt üst ederken, Türkiye Cumhuriyeti de bu genel gidişe paralel bir duruma sürüklenmiştir. Devleti kuran yüz yıllık bir parti kurumlaşmış yapısı ile  her şeye rağmen ayakta dururken, sonradan olma diğer partiler de bu çizgide varlıklarını korumak  zorunda kalmışlardır. Siyaset iktidarı ele geçirme, devleti kontrol altında tutma  ve halk kitlelerini küresel hedeflere doğru çekme çizgisinde  siyasal kavgalar  olarak devam ederken, ittifak girişimleri ile yeni siyaset senaryoları birbiri ardı sıra devreye sokulmaya çalışılmıştır. Emperyal düzenin yerli işbirlikçileri dışarıdan geliştirilen  yeni stratejiler doğrultusunda ortaklıklara girerken aynı zamanda dış senaryoların uygulayıcısı konumuna da gelmişlerdir. Türkiye demokrasisi bu gibi durumlar ile alt üst olurken, giderek tırmanan halk kitlelerinin seçim sandıklarına yönelecek  tepkisini önleyecek yeni senaryolar, ittifaklar aracılığı ile halk kitlelerine karşı devreye sokulmak istenmiştir. Ülke gereksinmesi olsun ya da olmasın, küresel senaryolar  ulus devletlerin  tepkilerini önleyecek bir doğrultuda yeni ittifaklar üzerinden ayarlanmaya çalışılmıştır.
                Siyasal parti ittifakları açısından Türkiye’deki durum ele alınırsa devlet ve ülke gereksinmeleri doğrultusunda bir gelişme görülmediği , aksine  var olan siyasal durumun geleceğe yönelik olarak bazı siyasal çevrelerce değişik  bir sürece zorlanma doğrultusunda ittifak oluşumlarının öne çıkarıldığı göze çarpmaktadır. Küresel emperyalizmin  zorladığı işbirlikçi liberal politikalardan bir türlü vazgeçilmezken, tekelci şirketlerin doğal müttefiki konumuna gelen  tarikatların liberal politikaları benimsemekte olan bazı dinci ya da muhafazakar partilerin içinde yer aldıkları görülmektedir. Son dönemlerde Türkiye’nin içine sürüklenmiş olduğu iki ayrı ittifakın karşı karşıya geldiği böylesine bir durum, ülkenin içinden geçmekte olduğu yeni siyasal dönemin bir yansıması olarak dikkate alınabilir. Günümüzde  uzun süre iktidarda kalmanın gündeme getirdiği siyasal yıpranma oluşumunun olumsuz yansımalarını devre dışı bırakmak  üzere, gündeme cumhur adıyla bir ittifak  getirilmektedir. Milliyetçiler ile muhafazakarların  aralarında kurdukları işbirliği çerçevesinde aslında millet ittifakının bu merkezde öne çıkması beklenirken, tamamen tersi bir doğrultuda bir cumhur ittifakı oluşturma yoluna gidilmiştir. Cumhuriyetçi kesimlerin ve tabanın ara rejim çizgisindeki siyasal reflekslerinden çekinen milliyetçi-muhafazakar ortaklığı, kendisini millet ittifakı yerine cumhur ittifakı başlığı ile ifade etmeyi bugünün siyasal koşulları açısından daha uygun görmüştür.  Bunun üzerine de  yıllardır müzmin bir ana muhalefet partisi olarak bir cumhuriyetçi bir  siyasal misyonu yerine getirmek isteyen halkçı parti, kendisinden daha da ileri giderek alt kimliklerin oluşturduğu bölücü bir halkçılığı benimseyen bir sol parti ile de , genel çizgisinin ötesine giderek  millet adıyla yeni  bir ittifak oluşturmuştur . Cumhur kavramı milliyetçi ve muhafazakar çevrelerde  ara rejim projelerinin önlenmesi çizgisinde kullanılırken, millet kavramı da halkçı ve milliyetçi toplum kesimleri açısından etkili bir siyasal muhalefet örgütlenmesi için, halkçı ve halklarcı işbirliği çerçevesinde  ortaya çıkarılan  bir  ulusal dayanışma ittifakı doğrultsunda kullanılmaya çalışılıyordu. Bir anlamda sol içerikli cumhur kavramı sağcı ittifak için kullanılırken, diğer yandan da  sağ düşüncelere dayanan millet  kavramı da solu temsil eden halk ve halklarcı ittifakın ürünü olarak yeni siyasal ortamda gündeme geliyordu. Sol kesimden gelen halkçılık anlayışının yansıması olarak cumhuriyet kavramı  ile birlikte, sağ toplumsal taban kökenli millet kavramı da  yeni ittifakların adı olarak   gündeme gelirken, siyaset sahnesindeki boşlukların doldurulması yerine tamamen tersi  olan çizgide  kaotik bir  ortamın öne çıkmasına yol açılmıştır .Bu durumun doğal sonucu olarak da ülkede  istikrarsızlık ortamı yaratılmıştır.
                Partilerin yeni dönemin koşullarında bir yerlere  savrulduğu yeni dönemde tarikat destekli  ittifaklar yerine,  normal koşullarda halk kitlelerinin  desteklediği yeni siyasal partilerin taze kuvvet olarak ortaya çıkması beklenmelidir. Partilerin yerine tarikatların ön planda olduğu yeni bir demokrasi uygulamasının mümkün olmadığı,  dinin siyasete alet edilme senaryoları sonrasında açıkça görülmüştür. Dinci siyasetler devletlerin laik yapılarını sarsarken siyasal partilerin öncelikle dinci tarikatların ya da grupların eline düşmüş görünümden kurtarılmaları gerekmektedir. Bunun temel yolu da devletlerin güçlenmesinden geçmektedir. Devletlerin merkezi güçlerini artırarak siyasal alanı kamu yararı çizgisinde yeniden düzenlemesiyle, partilerin dinci gruplardan kurtularak kendilerine gelmelerini sağlayacaktır. Halk kitlelerinin  ülkenin ulusal çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesiyle ülkenin birliği ve bütünlüğü sağlanacak ve  zamanla  bütünleşen halk kitlelerinin bir ulus olarak harekete geçmesiyle de, devletlerin  milli  yapılanmaları  koruma altına alınabilecektir. Toplumların uluslaşması , milli devletlerin geleceği açısından yaşamsal  önem taşıması nedeniyle ,öncelikli olarak dikkat edilmesi gereken  bir husustur . Toplumlar uluslaşırsa, devletler de zamanla  ulus devlet yapılanmasına dönüşmektedir. Millet denilen ulusal toplumun kimlik kazanması, ortaya yeni ve güçlü bir siyasal düzen olarak çıkması ile mümkün olabilmektedir. Dünyanın her yerinde toplumların  belirli süreçler içinde uluslaşması ile devletlerin ulus devlet yapılanmasına dönüştüğü görülmektedir.

                Çağımızın devlet modeli olan ulus devletler zamanla aşınma ya da sarsılma gibi ülke ve de devlet güvenliği açısından  tehlikeli gelişmelere  hedef olmamak için, hem uluslaşma süreçlerinin tamamlanması hem de geleceğe dönük bir biçimde güçlendirilmeleri gerekmektedir. Bütün ulus devletler her   ulusalcılığa karşı  her  yönden gelen sarsıntılara karşı  kendilerini korurken, merkezi gücü sağlamlaştırma doğrultusunda  öncelikle  tek yönlü bir uluslaşma sürecini tamamlamakla yükümlüdürler .Toplumsal uluslaşma süreci ile  varlığını ortaya koyabilen ulus devletler daha sonraki aşamada da yeni bir uluslaşma sürecini ikinci kez yaşayarak , geleceğin koşullarında da  diğer devletler ile rekabet edebilecek düzeyde kuvvetli olabilmenin yollarını  milli güç  unsurları açısından araştırmak durumundadır. Dünyanın bütün devletleri her açıdan ve yönden uluslaşabilmenin yollarını arayarak bugünlere gelirken, aynı zamanda gelecekte de var olabilmenin yöntemlerini arayıp bularak uygulama alanına aktarması gerekmektedir. Hal böyle olmasına rağmen, bugünün var olan dünya düzeninde bir tek Türkiye Cumhuriyeti  uluslaşma sürecini ifade eden tek kavram yerine iki ayrı kavram ile karşı karşıya gelmektedir. Ülkenin jeopolitik merkezi  konumu gereği ortaya çıkan kendine özgü  bir durum nedeniyle, Türk devleti sağdan gelen millet ve  soldan gelen ulus kavramları ile karşı karşıya gelmektedir. Türk devletinin vatandaşları kendini toplu bir bütün olarak ifade etme noktasına geldiğinde, hem millet hem de ulus kavramları aynı anlamda birbirlerinin yerine kullanabilmektedir. Türkler kendilerini dile getirme durumunda bazan milleti, bazan da ulusu temel kavram olarak kullanmak durumunda kalabilmektedirler. Aynı toplumu ifade etme durumunda farklı kavramların kullanılması, Türk milleti açısından  bir yönü ile  zaaf yaratmakta ve  sahip olunması gereken ulusal gücün bütüncül potansiyeli  ikiye bölünerek uluslararası alanda  diğer ulus devletler ile rekabet yarışında  Türk devletinin daha zayıf bir durumda kalmasına  yol açılmaktadır. Ulus devletler çağında ulusal olan her şeyin bir bütünlüğün parçası olarak ele alınması gerektiği unutulmamalıdır.
                Etimolojik olarak her iki kavramın kökenine inilirse farklı farklı anlamlar ortaya çıkmaktadır. Millet kavramının Arapça dilinden geldiği ve Araplar açısından geçerli olan ümmet kavramının zaman içinde dönüşümü ile ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Dini özelliği olan bir topluluğu ifade etme noktasında ki toplumu ifade eden millet kavramı, daha sonraki aşamalarda ümmetlerden milletlere geçiş noktasında gene milli devletlerin toplumsal yapılarını  belirtmek  için kullanılmıştır. Millet kavramı böylesine anlamlı  bir kökenden gelirken, bu kavramın Arapça kökenli olması ve kurulmakta olan laik devletin dine mesafeli kalan statüsünü ortaya koymaması yüzünden, Türkiye’de  cumhuriyetin kurucuları  laik devlet yapısını yansıtacak yeni bir kavram aramak zorunluluğunu hissetmişlerdir.   İslamiyet öncesi dönemde Türklerin Orta Asya bozkırlarında yaşadığı dönemden kalma bir kavram olarak ulus kavramı öne çıkmıştır. Arama ve tarama çalışmaları sonucunda, Ural-Altay bölgesinde Türklerin ilk kez tarih sahnesine çıktığı aşamada var olan ve bu durumu günümüzün dünyasına yansıtan  Türk tarihinin ilk ulusal anıtı olan Orhun Kitabelerinde yer alan ulaş kavramından yararlanılarak  ulus kavramı benimsenmiştir. Ulus kavramı etimolojik olarak ele alındığında, aynı bölgede ya da vatanda  birbirinden ayrı olarak yaşamakta olan ve aynı zamanda ortak dili kullanan  insan topluluklarının hepsine birlikte verilen ortak  isim olarak, toplumun bütünselliğini ortaya koyan bir kavram olduğu anlaşılmıştır. Böylesine bir kökenden gelen ulus kavramı daha sonraki aşamada Türklerin komşu kavimi olan Moğolca’da da aynı anlamda ele alınarak kullanılmıştır. Bir anlamda bugün dünya haritasında yer alan bir bölgenin tarihsel süreç içerisinde belirli bir nüfus yapısına sahip olması  ve zamanla aynı bölgede yaşamakta olan toplulukların yaşam süreci  içerisinde ortak vatanda aynı tarih, kültür ve ekonomiye sahip olması ile,  gelecekte ulus devletlerin oluşumuna giden  yol açılmıştır. Bugünün çağdaş ulus devlet yapılarının uzun süren zaman dilimi içinde  varlık kazanmaları,  bilimsel açıdan da böylesine bir oluşum sürecini doğrulamaktadır. Tarih ve sosyoloji kitapları millet olgusunu çeşitli yönleri ile ortaya koyarken, siyasal bilim ve uluslararası ilişkiler tarihi de günümüzün ulus devletler gerçeğini çeşitli yönleri ile açıklamaktadır. Bugünün ulusalcı ve milliyetçi akımlarının böylesine ortak  bir tarihsel süreçten geldiklerini  karşılaşılan sorunların çözümü için her zaman  bilmeleri gerekmektedir.
                Kavramsal olarak  iki ayrı kökenden gelen millet ya da ulus veya milliyetçi ya da ulusalcı kavramlarının  çağdaş Türkçede yer alarak aynı anlamı ifade etmeleri ,  dünyanın diğer ülkelerinde görülmeyen bir durumdur. Böylesine bir hal, Türkiye Cumhuriyetinin üzerinde kurulu bulunduğu  toprakların dünya sahnesinde gündeme getirmiş olduğu bir siyasal yapılanmanın günümüze uzanan farklı bir yansıması olarak görülebilir. Diğer devletlerde böylesine bir ikilem olmadığı için, batı dillerindeki Latince’den gelen  “Nation “ kavramı ile batılı ülkeler oluşumu tek kavram ile ifade edebilmişler, Türkler gibi tarihten gelen iki ayrı sürecin etkisi altında kalmadıklarından  bizim millet ya da ulus dediğimiz toplumsal yapıya bunlar  “Nation “ kavramına dayanarak ve bu kavramdan yola çıkarak  birbiriyle bağlantılı çeşitli açıklamalar getirmeye çalışmışlardır. Bir anlamda millet ya da ulus denilen oluşum batı dünyasında tek kavram ile açıklanmaya çalışılmıştır. Uluslaşma süreci sonucunda ortaya çıkan ulus devlet yapılarının modelini de ortaya koyan bu kavram, aynı zamanda “Nation State” birleşik kavramı ile gene aynı kökenden yola çıkılarak açıklanmaya çalışılmıştır. Çağdaş dünyanın ürünü olan ulus devlet olgusu,  Türk dilinde aynı zamanda Milli devlet olarak da dile getirilmektedir. Milli devletlerin varlığı ve kendini koruması gibi konuların fazlasıyla tartışıldığı bugünün koşullarında, Türk devletinin  ilelebet payidar kalabilmesi gibi bir temel mesele de Türk ulusuna  yol göstermektedir.  Ulus devletlerin varlığı ve devamlılığı giderek farklı devlet modelleri açısından tartışma alanına getirilirken, her türlü saldırıya karşı ulus devletlerin vatandaşlarına  ve koruyucularına yani milliyetçi ve ulusalcı akımlara aynı  savunma görevi  düşmektedir.  Batı ülkelerinde üç yüz yıllık bir uluslaşma sürecinden sonra ortaya çıkmış olan ulus devletlerin  kurulup kurumlaştıktan sonra, geleceğe dönük olarak varlıklarını koruma sürecinde bütün ulus devlet vatandaşlarının, ulusalcı ya da milliyetçi ayırımına sürüklenmeden tek bir merkezi güç olarak el birliği ile uluslararası alanda diğer ulus devletlere karşı ortak  bir korunma ya da savunmaya geçtikleri  bugünün ulus devletlerinde gözlemlenmektedir.
                İmparatorluklar döneminde  belirli bölgelerde yaşamını sürdüren insan topluluklarının yerel ya da bölgesel dil üzerinden milletleştiği ve zaman içerisinde milliyetçilik akımları sayesinde  merkezi imparatorluklara karşı çıkarak bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında, kendi milli devletlerini oluşturma aşamasına geldikleri görülmektedir . Son üç yüz yılın ürünü olan ulus devletlerin arkasında her yerde bir ulusal kurtuluş savaşı ya da milliyetçilik cereyanları ile ortak dile dayanan milletleşme olgusunun bulunduğu anlaşılmaktadır. Öncelikle ortada bir ulusun var olabilmesi için ortak bir dilin gelişmesi gerekmektedir. Tarih içinde bölge halkları kendi ortak  dillerini oluşturarak ulusal bir kültür düzeni  ortaya çıkardıktan sonra, bağımsız  bir devlet düzeni çatısı altında  ortak yaşamı hedefleyen  bir yaşam düzeni aşamasına gelebilmektedirler. Ulusal kültür düzeni ulusal bağımsızlığa doğru geliştiği aşamada toplumlar ulusal kurtuluş savaşı  vererek  özgürlüklerine kavuşabilmektedirler. Günümüzün bağımsız devletlerinin hemen hemen hepsinde  ulusal kurtuluş savaşı ya da mücadeleleri verilerek sonuca ulaşılabilmektedir.  Böylesine bir toplu mücadele içine giren ulusal toplumların, sürdürdükleri kavgalarını kazanabilmeleri ve bağımsızlık hedefine ulaşabilmeleri için, her türlü ayırımı geride bırakarak hep birlikte ortak bir mücadele ortamı içinde olmaları gerekir. İşte bu aşamada sağdan gelen milliyetçiler  ya da soldan gelen ulusalcılar ayırımı yapılmasının son derece yanlış olduğu ve Türk ulusunu bu aşamada bir araya gelerek toplu bir güç konumunda  var olma mücadelesini engelleyen bir olumsuz durumu ortaya çıkardığı görülmektedir. Böylesine bir yanlış ayırımı ve de buna dayalı olarak gündeme getirilen haksız  siyasal bölünmeyi, ulus devletin  bölünmez üniter yapısı açısından kabul etmenin  hiçbir biçimde mümkün olmaması gerekir.
                İmparatorlukların çöküşü üzerine ulus devletler  geçen yüzyılın başlarında kurulurken, Türk ulusu da o dönemin dili olan Osmanlıca adlandırma ile, tarih sahnesinde var olabilmek üzere “Kuvay-ı Milliye “ mücadelesi adı altında bir ulusal kurtuluş savaşına  kalkışmıştır. Savaşın kazanılmasından sonra  yapılan dil devrimi sonucunda, Kuvay-ı Milliye kavramı  ulusal güç olarak değişim  yaşamış ve yeni bir dünya kurulurken  Türkler ulusal toplum ve ulus devlet olarak tarih sahnesinde gene yerlerini almışlardır. Kurtuluş savaşı sırasında birbirlerine sen” ulusalcımısın ya da milliyetçimisin? ” diye soru sormadan emperyalizmin işgalci ordularına karşı  toplu bir var olma savaşına kalkışan Türk ulusunun, zafere erişmesinden sonra Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığı onaylanmıştır.  Aradan yüz yıllık bir zaman dilimi geçtikten sonra  küresel emperyalizm ülkeyi bölmek üzere Türk  ulus devletini gene eskisi gibi tehdit ettiği  bir aşamada,  Türk ulusunun bireylerinin ya da Türkiye cumhuriyetinin  yasal vatandaşlarının milliyetçi ya da ulusalcı  diye farklı kavramlar üzerinden  bölünmesi, bu aşamada milli direniş gücünü kırdığı gibi, aynı zamanda emperyalist saldırılara  yeterli bir düzeyde karşı   koyma  gücünü de ortadan kaldırmaktadır. Merkezi coğrafyadaki bütün devletler bölücü bir rüzgarla parçalanmaya çalışılırken, benzeri bölücülük girişimleri, ulusal kurtuluş savaşı ile üniter bir devlet olarak tarih sahnesine çıkan Türk devletini ortadan kaldırmak üzere  Türkiye’ye karşı baskı ve tehditler ile yönlendirilmektedir. Gelinen  yeni aşamada sağ kanattan gelen milliyetçilerin ve sol kanattan gelen ulusalcıların hala ayrı kavramlar aracılığı ile kendilerini ifade etmeleri ve başka siyasal gruplar ile ortak  hareket  ederek  bölücü siyasetlere alet olmaları, Türk devletinin  varlığını koruyacak ulusal savunması açısından çok ciddi bir  çıkmaz olarak gündeme gelmektedir.
                Geçen haftalarda  Türkiye’nin önde gelen kamuoyu araştırma kuruluşlarından birisi yapmış olduğu araştırmaların sonucunda, Türk vatandaşlarının kendilerini nasıl gördüklerini  ve siyasal kimliklerini nasıl adlandırdıklarını soruşturma konusu yapmış ve elde ettiği sonuçları Türk kamuoyuna açıklamıştır. Verilen cevaplara göre  Türk toplumunun dörtte biri kendini Atatürkçü,  dörtte biri  milliyetçi, yüzde onu demokrat , yüzde onu muhafazakar  ve de  yüzde onu dindar olarak  tanımlama yoluna gitmiştir . Bu sonuçlara göre, Atatürkçü  tanımlamasının arkasında yer alan ve Atatürk’ün partisinin üyesi olan ulusalcılar, Atatürkçüler olarak Türk toplumunun en geniş grubunu ortaya çıkarmakta bunu ikinci  grup olarak milliyetçiler izlemektedir. Yüzde onlarda kendini ifade eden demokratlar, muhafazakarlar  ve dindarlar  üçüncü derecede oy potansiyeline sahip  olarak görünmektedirler. Türk toplumunun en geniş kesimini temsil eden ulusalcılar ve milliyetçilerin bugün hala ayrı partilerde bulunmaları  ve kendilerini ayrı ayrı ifade etmeleri, ulus devletler tasfiye edilirken  Türkiye’nin kendini savunacak ulusal  güç oluşumu açısından son derece tehlikeli bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Ulusal kurtuluş savaşının büyük önderi  Atatürk’ün partisinin çatısı altında bir araya gelen  ulusalcılar ile,  başka partilerle  işbirliğine girmiş ya da siyasal ittifaklara kalkışmış olan  milliyetçilerin bugün birbirlerinden uzak ve hatta karşı karşıya gelmiş olan  dağınık görünümü, en son yapılan kamuoyu yoklaması ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Kendilerini ulusalcı ya da milliyetçi olarak ifade edenler Türk toplumunun yarısını meydana getirirken, diğer siyasal gruplar ikinci ve üçüncü planda kalmaktadırlar ve bu dağınıklık yüzünden  ulusalcılar ile milliyetçiler bir araya gelerek iktidar olamamaktadırlar. Bu iki grubun bir araya gelmesini önlemek üzere bütün emperyal güçler devreye girmekte, topluca  Türkiye’nin dış güçlere karşıulus devleti ve milleti ayakta tutacak milliyetçi-ulusalcı  işbirliğine  dayanan bir ulusal savunma hükümeti oluşturmasına, sürekli engeller çıkartılarak izin verilmemektedir. Bu nedenle antiemperyalist çizgide  gerçek milli politikalar uygulayacak bir ulusal yönetimi ortaya çıkaramayan  Türkiye Cumhuriyeti de,  siyaset  ile denge  kuramadığı  için her geçen gün ulusal kimliğinden  ve varlığından bir şeyler kaybetmektedir.
                Türk tarihinin getirmiş olduğu özel  koşullar ile Türkiye Cumhuriyetinin kurulu bulunduğu bu coğrafyanın özellikleri, yirminci yüzyılda bağımsız bir Türk devleti kurulması sırasında  öncelikli olarak etkili olmuştur. Ulusal kurtuluş savaşının önderi Atatürk , asker kökeni gereği iyi bildiği jeopolitik biliminin verilerini kullanırken, bir devlet adamı kimliği ile okuduğu binlerce tarih ve siyaset kitabının getirmiş olduğu bilimsel bilgi birikimini devletin kurulması sırasında kullanmıştır. Bugün kendisini milliyetçi ya da ulusalcı olarak tanımlayanların tarih ve coğrafya biliminin verilerini bu doğrultuda  iyi bilmeleri gerekmektedir. Bu gerçekleri  görebilenler ve iyi anlayanlar, her türlü emperyal  amaçlı siyaset manüplasyonlarına karşı Türk kimliğini benimsemiş olanlar, küresel emperyalizmin ulus devletleri yıkma döneminde,  milliyetçi-ulusalcı ayırımını geride bırakarak toplu bir ulusal güçoluşumu ile   sahneye çıkarak, bütün emperyalist ve Siyonist planları bozmak durumundadırlar. Bütün emperyal devletler ve güçler kendi siyasal çıkarları doğrultusunda  merkezi alandaki haritaları yeniden çizmeye yönelirken, Türk ulusunun bir büyük kurtuluş savaşı vererek kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyetinin özel durumunu iyi bilerek ve bu konuda  yoğun çalışmalar yaparak, Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar  kalmasını sağlayabileceklerdir. Böylesine kutsal bir görevin tam anlamıyla yerine getirilebilmesi için öncelikle ulusalcılar ile milliyetçilerin işbirliği gerekmektedir. Yeni dönemde Türkiye’nin ikinci ulusal kurtuluş  mücadelesinin öncü kadrosunun, milliyetçiler ile ulusalcılar arasında  oluşturulacak  çekirdek bir kadronun olması gerekmektedir. Çekirdek kadronun öncülüğünde başlatılacak yeni bağımsızlık hareketinin bir ayağını milliyetçiler diğer ayağını da ulusalcılar oluşturarak, Türkiye’nin  ve Türk dünyasının özgürlüğünü güvence altına almaları  artık kaçınılmaz bir  milli görev olarak gündeme gelmiştir. (Birlikteliğin kısa adı ULU-MİL olabilir . )
                Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kurulmuştur ama hiçbir zaman  milliyetçilerin ya da ulusalcıların  tek başına yönetiminde olan  bir devlet durumuna gelememiştir. Kuruluşu sırasında bir ideolojik imparatorluk olarak kuzey yarıküresini işgal eden  sosyalist imparatorluğun batı dünyası ile karşılıklı ilişkileri yüzünden, Türkiye politikası sürekli soğuk savaş koşullarına bağlı olarak gelişmiş ve bu nedenle de Türkiye’nin yönetiminde birinci öncelik doğu batı dengesi olunca ve de Türkiye batı bloku içinde yer alınca, Türk devleti normal koşullarda bir ulus devlet olarak milliyetçilerin yönetimi altında olamamıştır. Sürekli olarak batı tercihli hükümetler ile yönetilme durumu Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus devlet biçiminde yönetimini engellemiştir. Bu yüzden cumhuriyetin kuruluş dönemi haricinde Türkiye daha çok batıcı liberal anlayışa sahip olan merkez sağ hükümetler tarafından yönetilmiştir. Bloklar arası çekişmeler çatışmaya dönüşünce  o zamanda   batı emperyalizmi ya terörü kışkırtarak Türkiye’nin önünü kesmeye çalışmış ya da terör bahanesi ile ara rejimler  veya askeri  yönetimler aracılığı ile ülkenin  yönlendirilmesi sağlanarak, milliyetçilerin devlet yönetiminde etkili olmalarına izin verilmemiştir. Devleti kuran ulusalcı parti kuruluş dönemi dışında ülkede normal seçimler  yolu ile bir türlü iktidara gelememiş, daha sonraki dönemde kurulmuş olan milliyetçi parti ise,  sürekli olarak koalisyonların destekçisi konumuna sürüklenerek  Türk devletinin bir milliyetçi iktidar tarafından yönetilmesi batı dünyası tarafından engellenmiştir. Merkezi coğrafyayı kendi kontrolü altında tutmak isteyen batı emperyalizmi, hiçbir zaman Türkiye’nin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda milliyetçi bir iktidar aracılığı ile yönetilmesine izin vermemiştir. Bu nedenle bir anlamda Türkiye’de cumhuriyet tarihi  ülkede batı emperyalizminin  hegemonya öyküsüdür.
                Soğuk savaşın geride kaldığı yeni dönemde, ideolojik imparatorluklar ya da  eski sömürgeci  uygulamalar geride kalırken, Türk devletinin ulusal yapılanmasının korunabilmesi için Türkiye’nin artık ulusalcı ya da milliyetçi politikalar ile  yönetilmesi gerekmektedir. Ne var ki, bugünkü milliyetçi partinin küçük parti konumunda kalması, devleti kuran Atatürk’ün partisinde  ise ulusalcıların tasfiye edilmesi nedeniyle, tek başına bir milliyetçi ya da  ulusalcı yönetimin devletin başına gelemeyeceği  görülmekte bu yüzden bir milliyetçi-ulusalcı bütünleşmesi bir gereksinme olarak  öne çıkmaktadır. Son kamu oyu yoklamalarında  kendisini Atatürkçü olarak gösteren ulusalcılarla milliyetçilerin bir araya gelmesiyle,  ülkede devletin  ulusalcı  yapılanmasına uygun düşecek bir  milli hükümetin  normal demokratik rejim içinde oluşabileceği  anlaşılmaktadır. Bugünün koşullarında küresel emperyalizmin ulus devletleri tasfiye sürecini hızlandırdığı bir aşamada, Türkiye Cumhuriyetinin kendini koruyacak bir milliyetçi hükümete  ihtiyacı vardır. Milliyetçi partinin  dincilerle ittifaka kaymasının önlenebilmesi, ulusalcı partinin ise küreselci  neoliberal  ve bölücü politikalara alet olmasının  engellenmesi için , milliyetçi-ulusalcı bir yeni ittifakın oluşturularak harekete geçirilmesi , Türk devletinin yoluna devam edebilmesi için zorunlu görünmektedir. Bu aşamada milliyetçiler ile ulusalcılar arasında bir büyük uzlaşma olarak milliyetçi-ulusal ittifaka acilen gerek bulunmaktadır.  Şimdiye kadar cumhuriyet ittifakı diyerek ülkeyi yönlendirmeye çalışanların, bu durumdan vazgeçerek  Türkiye ittifakı adı altında yeni bir yaklaşımı gündeme getirmelerinin nedeni bu durumdur. İçi boş bir Türkiye ittifakı ile bir yerlere gidilemez ama  içeriği geçmişten gelen  milli birikim ile dolu olan milliyetçi-ulusalcı ittifakı ile Türk devletinin yıkılması önlenerek, ulusal çıkarları doğrultusunda ilelebet payidar olabilmesi sağlanabilir. Normal partiler demokrasisi rejimini koruyamayarak  siyasal ittifaklar yoluna sürüklenmiş olan  Türk devletinin, bu yoldan çıkarak  tekrar eskisi gibi güçlü bir ulus devlet konumuna kavuşabilmesinin tek yolu olarak,  ülkedeki milliyetçi ve ulusalcı kesimlerin bir büyük uzlaşma çatısı altında bir araya gelmesi ve  Türk toplumunun yarısından fazlasının desteği ile oluşturulacak bir  yeni milliyetçi-ulusalcı ittifakın siyasal iktidara gelebilecek konumu elde etmesi gerekmektedir. Yeni seçim döneminde Türkiye milliyetçi-ulusalcı ittifakı iktidara taşıyabilirse, Türk devleti  gelecekte var lığını koruyabilir.

 Prof. Dr.  ANIL ÇEÇEN

Akıl Odası - ABD ve Rusya'dan çıkış yolu: İçeride birlik, dışarıda TSK!

ERGENEKON’DAN ESTERGON‘A - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


ERGENEKON’DAN  ESTERGON‘A
                                                                                                             
                Dünya haritasına bakıldığı zaman , Türklerin yaşadıkları  alanların  Ergenekon bölgesinden  Estergon  kalesine kadar uzanan çok geniş bir coğrafya da yer aldığı görülmektedir. Bu nedenle Türk dünyası denilince, hem  Ergenekon bölgesinin getirdiklerini  hem de  Estergon kalesinin bulundukları konumları  aracılığı ile fazlasıyla, Türk dünyasına yönelik etkin yansımalar yarattığını  görmek mümkündür.  Mitolojik bilgilere göre, Türkler  Asya’nın ortalarında  yeryüzüne çıktıkları zaman sahip oldukları çevreyi genişleterek yayılmışlar  ve bu doğrultuda  Ergenekon dağının altında bulunan demir madenlerini eritme yolu ile yaşama şansını elde ederek  hayatta kalmayı başarabilmişlerdir.  Çinliler  Türkleri yok etmek için her zaman düzenli saldırılar yapmışlar ama  Türkler gerektiğinde demir dağları da eriterek ve de  delip geçerek  yeryüzünde var olabilmeyi ve ayakta kalabilmeyi başarmışlardır. Türk tarihi ile ilgili mitolojik bilgilere bakılırsa  Ergenekon Türk  ulusunun Orta Asya’dan  tarih sahnesine çıkış  yeridir. Türkler varlıklarını kanıtladıktan sonra sürekli göçler ve akınlar ile  Asya ve Avrupa kıtalarında at koşturmuşlardır.  Atlı bir uygarlığın temsilcisi olan Türkler, at sırtında Asya’nın ortalarından yola çıktıktan sonra, sürekli yayılarak ve devlet sınırlarını genişleterek, Avrupa kıtasının ortalarında yer alan Estergon kalesinin bulunduğu merkezi bölgeye  kadar gelmişlerdir. Bu nedenle Türk tarihi Ergenekon’dan çıkış ile, Estergon kalesinden  geri dönüş arasında  geçmiş olan büyük bir zaman dilimidir.
                İki büyük kıtanın  ortalarında yer alan  uygarlıklar ve devlet yapılanmaları, Türk tarihinin  ana konularıdır . Türkler Asya kıtasının her bölgesinde tarihin değişik dönemlerinde devletler kurdukları gibi, benzeri bir çizgide Avrupa kıtasının da değişik  bölgelerinde farklı devletler kurarak bugünlere gelmişlerdir . Atlas okyanusuna sahilleri olan Finlandiya  gibi  Büyük Okyanus’un kenarlarında kurulmuş olan  Kore devletinin de  Türk dünyasının birer parçası oldukları  görülmektedir. Tıpkı Japonlar gibi Ural-Altay bölgesinden gelen Koreliler Büyük Okyanus kenarlarında bugün yaşamlarını sürdürürken,  Finliler ile birlikte Orta Asya’dan göçebe olarak gelen  Macarlar, Lehler, Çekler, Bulgarlar ve Estonyalılar da Hunların, Avarların ve Hazarların uzantıları olarak  bugünün Avrupa kıtasında   ayrı devletler olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Üç büyük kıtanın tam ortasında yer alan Türk dünyasının doğudaki çıkış yeri Ergenekon ile, batıdaki  hegemonyasının  eriştiği  hedef olarak Estergon kalesi, dünyanın ortalarında  bu kadar geniş bir alana yayılmış olan  Türk uygarlığının  merkezi sınırlarını oluşturmaktadır.  Türkler en büyük kıta olan Asya’nın ortalarından yeryüzüne çıkmış bir ulus ve uygarlık olarak, diğer büyük güçler gibi dünya hegemonyası  için çok geniş alanlara yayılmışlar  ve tarihin ana olaylarının cereyan ettiği bu  alanda Türkler kendilerine bir ana hedef olarak bazı büyük kentleri seçmişlerdir. Türk hükümranlığının hedefi olarak belirlenen bu  kentler  arasında Roma, Viyana, Kudüs  ve İstanbul  Kızıl Elma hedefinin ana merkezleri olarak  belirlenmiştir.
                Orta Asya’dan çıkarak bu kıtanın her bölgesine dağılan Türk kavimleri, dünya hegemonya yarışı içinde hem ön Asya’ya hem de  Avrupa kıtasının  bir çok yerine  ulaşmışlardır. Türkler Asyalı bir kavim olarak tarih sahnesine çıkmışlar ama daha sonraki yaşam dönemlerinde, uzun süre Avrupa ülkelerinde devletler kurarak  bugünün dünyasına Avrupalı bir millet olarak  dahil olmuşlardır. Türk devletinin kurucu önderi Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini kurarken  ve bu doğrultuda  çağdaş uygarlığı hedeflerken, yeni Türk devleti de Avrupa kıtasının yanı başında  modern bir ulus devlet olarak tarih sahnesine çıkıyordu. Önce Hunlar, daha sonra Avarlar ve Hazarlar’ın göçleri ile  Ergenekon’dan çıkıp gelerek Avrupa kıtasında yaşamaya başlayan  Türk kavimleri, bir çok bölgede kendi hegemon düzenlerini  kurabilmiş ve böylece Asya kökenli bir halk olan Türklerin Avrupalılaşma süreci de başlamıştır. Yüz yıllar sonra  Osmanlı İmparatorluğunun  geri dönüş macerası da, devletin gerileme dönemi sonrasında Macaristan’nın tam ortasında yer alan  Estergon kalesinin kenarlarından Asya’ya doğru  başlıyordu. Osmanlılar  Estergon’u alarak Avrupa’nın merkezine yerleştikten  iki yüzyıl sonra sonra Asya ve Orta Doğu bölgelerindeki  sürekli savaşlar yüzünden Avrupa topraklarından geri çekilmek zorunda kalırken, Estergon kalesi  Türklerin Asya kıtasına dönük geri çekilişinin bir başlangıç noktası olarak tarihteki yerini alıyordu.
                Türk tarihinin iki ana  konusu olan Ergenekon ve Estergon   kavramları, son yıllarda yaşanan bazı siyasal gelişmeler yüzünden güncellik kazanmıştır. Geçen yüzyılın başlarında kurulmuş olan genç Türk devleti yeni bir yüzyılın içine doğru gidildiği bir aşamada, Türk ulusunun tarih sahnesine çıkmış olduğu yer ile yeniden değerlendirilmeye başlanmış ve Ergenekon’dan çıkmış olan Türkler  batı emperyalizmi tarafından, yeniden  Ergenekon çukuruna sokulmaya çalışılmıştır. Bir Doğu kıtası olan Asya’dan tarih sahnesine çıkmış olan  Türkler,  Asya’dan sonra Avrupa hegemonyasına yöneldikleri bir aşamada  Estergon kalesi önlerine çıkmış, Osmanlı İmparatorluğu iki  yüzyıla yakın Macaristan hegemonyasında  Estergon kalesini sınırları içinde tutarak, bu önemli anıtı  orta Avrupa bölgesindeki Türk hegemonyasının merkezi konumuna getirmiştir. Estergon kalesi zamanla  Avrupa kıtasındaki Türk egemenliğinin göstergesi  haline gelirken, Ergenekon’dan sürekli batıya doğru giderek  egemenlik alanını genişleten Türklerin  de  dış dünyaya karşı önemli bir simgesi konumuna gelmiştir. Türkler dünya kıtalarına yayıldıktan sonra  bu iki nokta arasındaki bağlantıyı kalıcı bir  hegemonyanın çekirdeği haline getirmek için çok uğraşmışlar ama tarihin akışını belirleyen önemli olaylar nedeniyle  bu amaçlarına tam olarak ulaşamamışlardır. Yıllar geçtikçe çeşitli bölgelerde kurulmuş olan devlet yapıları yıpranarak tarihin tozlu sayfalarına doğru kayarken, Türkler  etkinliklerini sürdürmüşler ve her batan devletten sonra yeni ve farklı devlet modellerine yönelerek Türk tarihi açısından bir devamlılık sağlamışlardır. Türklerin düşmanı konumundaki emperyal güçler ise, Türk birliklerini  Estergon’dan çıkartıp geri süpürmüşler ve bu süreçte  Türkleri tarih sahnesine çıkmış oldukları Ergenekon’a göndererek yeniden çukura  gömmeye çalışmışlardır. Batılı emperyalistler  Türkler’den intikamlarını böylece almaya çabalarken, Türk’süz ve Türkiye’siz bir yeni dünya peşinde koşmuşlardır .
                Yirmi birinci yüzyılın başlarında, dünyanın ortasında bulunan güçlü Türk devletini tasfiye etmeye yönelen  batılı emperyalist güçler, var olan  son Türk devletine karşı büyük bir komplo kurmuşlardır . Türklerin tarih sahnesine çıkışının adı ve simgesi olan  Ergenekon, emperyalist bir akıl ile  Türkiye Cumhuriyetinin ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir büyük siyasal senaryonun adı olarak dünyaya empoze edilmiştir. Mitolojideki Ergenekon ile dünya sahnesine çıkmış olan Türk yapılanması,  yeni bir dünya düzeni  kurulurken  yapay  ve çakma  oluşturulan bir dava senaryosu ile ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Batı emperyalizminin Orta Doğu bölgesini  sürekli kontrol etme çabalarının ürünü olan Türkiye’deki askeri darbe senaryolarının bir yenisi, devletin temelini oluşturan  Türk Silahlı Kuvvetlerinin  topluca yargılanması için gündeme getirilerek, üst düzey askeri kadrolar  darbecilik senaryosu üzerinden cezalandırılmaya çalışılmış ve bu doğrultuda hazırlanan dava senaryosunun inandırıcı olabilmesi için, bir çok sahte olay ve evrak yaratılarak  mahkeme sırasında kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyetini emperyalizmin tasfiye planları doğrultusunda, olmayan bir gizli örgütü varmış gibi göstererek  ve bu örgütü terörist  ilan ederek Türk ordusunun önde gelen  subayları gerçeklere aykırı bir biçimde suçlanmışlar ve  çeşitli senaryolar  aracılığı ile de  ordunun bir tarikat yapılanması üzerinden emperyalizm ve Siyonizmin kontrolü  altına alınarak Türk ulusuna ve devletine karşı kullanılması  gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Dünya tarihinin ana unsurunu oluşturan Türkler büyük savaşlar sonucunda  sahip oldukları merkezi coğrafya topraklarından geri püskürtülerek batı emperyalizminin doğuya açılımı sırasında, Asya kıtasının derinliklerindeki Ergenekon  dağının  çukurlarında  yeryüzünden silinmeye çalışılmışlardır. Davanın adı Ergenekon konulurken, dava dilekçesinin girişinde  Asya kıtasındaki yer altı yapılanması olarak gösterilen Agarta bölgesi bile  bu haksız davanın dayanak noktası olarak gösterilmeye çalışılmıştır. 
                   Yeni bir dünya düzeni kurulurken  tarihin ürünü olan Türk devleti ve Türklük olgusu, Türklerin tarih sahnesine çıkışının simgesi olan bir mitolojik kavram   kullanılarak yok edilmek istenmiştir. Bu aşamada Türkiye’deki  siyasal gelişmeler dışarıdan yönlendirilerek , iki bin yıllık Türk ordusu batılı istihbarat servislerinin  güdümündeki bir tarikatın baskısı altına alınmaya çalışılmıştır . Özellikle Türk devletinin laik yapılanması ortadan kaldırılmak istenirken. Türkiye Hrıstıyan Avrupa’dan uzaklaştırılarak, Müslüman Orta  Doğu’ya yakınlaştırılırken, sonradan  oluşturulan gizli örgüt destekli  yapay tarikatlar devreye girmiş ve bunların desteği ile siyasal alanda dini yapılanmalar öne geçirilmiştir. Bu aşamada Meclis başkanları laikliğe karşı savaş açarken  dini yapılanmaların  siyasete bulaşması yüzünden Türk devleti  ciddi bir  varlıkkrizine  sürüklenmiştir. Devletin kurucu iradesinin ortaya koyduğu siyasal modelden uzaklaşılırken, küresel  emperyalizm ve Siyonizim ortaklığının yeni Orta Doğu planına uygun olarak Türk devleti de  çağdaş bir cumhuriyet oluşumundan hızla  uzaklaştırılarak  tıpkı Arabistan gibi  bir Ortaçağ din devletine dönüştürülmeye çalışılmış, gelinen yeni aşamada  millet kavramına karşı çıkılırken, bunun yerine gene Ortaçağ düzeninde olduğu gibi  tarikatların  emrinde bir  ümmet toplumu ve  din devleti arayışı öne çıkartılmıştır. Türkiye böylesine bir yok edici  bir emperyal dönüşüm programı ile karşı karşıya bırakılırken, Türk ulus devletinin çekirdek örgütü ve en büyük güvencesi  olan Türk ordusu, gerçeklere aykırı bir biçimde  sonradan  gündeme getirilen düzmece bir dava aracılığı ile yargılanarak ortadan kaldırılmak istenmiştir. Emperyalizm devlet yıkıcılığı senaryoları iledoğrudan çağdaş Türkiye Cumhuriyetini hedef alırken, tarikatçı kadrolarla  Türk yargısını böylesine olumsuz  bir siyasal  komploya alet etmiştir.
                Türk  devlet geleneği  beş bin yıl öncesinden başlayarak bugüne kadar devlet düzenini  Türk ordusuna dayandırmıştır. Ordu milletin içinden çıkarak devletin çekirdeğini oluşturan bir esas yapılanmadır.  Devletin çekirdeği  olarak Türk ordusu hedef tahtasına oturtulurken, silahlı kuvvetlerin üst yönetiminin  orduyu yok edecek bir biçimde  terör ve darbe gibi ne olduğu belli olmayan suçlamalar üzerinden  dava süreci başlatılarak, bütün  sanık olarak tutsak edilen  yüksek rütbeli ordu yöneticileri  mahkum edilmeye çalışılarak  bunların üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri yok edilmek istenmiştir. Ulusal kurtuluş savaşı sonrasında uluslararası hukuka uygun olarak kurulmuş bulunan Türk devleti yok edilmek istenirken,  devletin çekirdek yapılanması olarak ordunun hedef alınması normal karşılanmış ve  dava daha ilk aşamada, tam bağımsızlığa yönelen ulusal kurtuluş savaşı zaferinin getirdiği  kazanımların tasfiye edilmesini öne çıkarmıştır. Bu doğrultuda  devlet sırlarının içinde yer aldığı kozmik odanın açılarak deşifre edilmesi  ile daha işin başında Türk devletinin merkezi gücü olarak ordunun ortadan kaldırılmasının hedeflendiği görülmüştür. Hiç bir çağdaş batı ülkesinde görülmeyen anormallikler  dava sürecinde birbiri ardı sıra  yalan ve düzmece  senaryolarla gündeme getirilmiştir. İlelebet payidar olmak üzere kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin  tasfiye edilmesi, çekirdek yapı olan  ordunun yargılanması üzerinden gerçekleştirilmek istenmiştir. Bu doğrultuda her türlü hukuk dışı ve hukuka aykırı yol denenmiştir.
                Soğuk savaş döneminde  Nato üzerinden gündeme getirilen askeri darbe senaryoları bu kez gerçekleştirilemeyince, aynı doğrultuda benzer bir darbenin yargı yolu ile gerçekleştirilmek üzere harekete geçilmesiyle birlikte, Ergenekon adı verilen siyasi dava süreci başlatılmıştır. Dava öncesinde yaşanan yirminci yüzyıl gerçeklerinden yararlanılarak çeşitli  senaryolar  oluşturulmuş ve soğuk savaş döneminin  koşullarına uygun bir biçimde küreselleşme senaryosu olarak  ortaya çıkarılan Büyük Orta Doğu ile birlikte Büyük İsrail Projeleri  çağdaş ulusal Türk devletini ortadan kaldırmak üzere  devreye girerken, tam bu aşamada  Ergenekon davası açılmıştır. Dava öncesinde emperyalist İngiltere ile Siyonist İsrail birbirine düşmüş, süper güç ABD ise kendi içinde örgütlü bulunan bu devletlerin kapışması karşısında gene Nato üzerinden hareket ederek meseleyi çözmeye çalışmıştır. İki dünya savaşı sonrasında kurulmuş olan İsrail’in bölgesel büyüklüğe ulaşması için  üçüncü dünya savaşına Orta Doğu ülkeleri zorlanırken, ilk adım olarak bir Türk-İran savaşı çıkartılmak istenmiştir. Bu amaçla yeni bir 27 Mayıs senaryosu ile  Türk ordusunun Kemalist laik kimliği öne çıkartılarak, dinci bir mezhep devleti olan İran ile savaşa girişmesi hedeflenmiştir. Bu plana göre  önce Türkiye’de bir Kemalist darbe olacak ve daha sonra laik Türk ordusu şeriatçı İran’a girecek ve bu iki büyük Orta Doğu devletinin savaşa tutuşması sürecinde, savaş bütün merkezi bölgeye yayılarak Siyonizmin istediği üçüncü dünya savaşının başlamasına giden yolun önünü açacaktı. İsrail tarafından Büyük İsrail’in kurulması için böylesine bir din ve mezhep savaşı en gerçekçi yol görünüyordu. İsrail Siyonizm doğrultusunda bir yeni dünya düzeni  için savaş peşinde koşarken, var olan bugünkü  batı hegemonyasına dayanan  düzeni kuran İngiltere ise, savaşa ve darbeye karşı çıkarak  Birleşik Krallık merkezli  kurulmuş olan yapılanmayı koruma doğrultusunda hareket ediyordu. İsrail bir Türk-İran savaşını bu aşamada hedefleyerek kışkırtırken, İngiltere ise Nato’yu yanına alarak  İsrail’in ikinci bir 27 Mayıs senaryosuna karşı çıkıyordu. İşte Ergenekon davası bu sürecin içinde açılıyordu.
                Emperyalizm ve Siyonizm arasındaki kavga  merkezi coğrafyanın geleceği doğrultusunda Orta Doğu ülkelerine yayılınca, birbiri ardı sıra bölge ülkelerinde iç savaşlar çıkartılarak bu ülkelerin eyaletler düzeyinde parçalanmaları için provakasyonlar yapılıyor ve terör bu amaçla kullanılıyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri bu aşamada savaştan yana ve savaşa karşı olmak üzere ikiye bölünüyordu.  Batı blokundaki bölünme Türkiye’ye de sıçrıyor, Siyonizmin kışkırttığı Türk-İran savaşı için  Kemalizm yeniden kullanılmaya çalışılıyor ve bu doğrultuda ikinci bir 27 darbesine Türk ordusu zorlanarak alet edilmek isteniyordu. Gerçek anlamda  ulusalcı, cumhuriyetçi ve  Atatürkçü çizgideki Türk kamuoyu, I2 Mart, I2 Eylül  ve 28 Şubat gibi  darbelerin  faturalarının ne kadar ağır olduğunu gördüğü için bu doğrultudaki kışkırtmaların oyunlarına gelmeyerek, hem darbeye hem de İran savaşına karşı çıkarken batı blokunun savaşa karşı çıkan kesimlerinin desteği ile, Türkiye’de bir siyasi dava gündeme geliyor ve ülkenin tam on yılını bir iç hesaplaşma ile dolduruyordu. Dünya değişirken  her ülke değişen koşullara  uyum sağlayarak ayakta kalabilmenin  yollarını ararken, Orta Doğu’ya hangi emperyal gücün egemen olacağı kavgası, Türk siyasi tarihinin en önemli aşamasında Türk devletinin önüne çıkarılıyordu. Bu aşamada da bütünüyle Türk devletini yargılayacak bir yönde  Türk ordusunun üst düzey yöneticileri Ergenekon gibi simgesel bir isimle açılan davanın  sanıkları olarak mahkeme salonlarına   doldurularak uzunca bir sürede içeride tutuluyorlardı. Uluslararası konjonktürdeki   gelişmeler Avrupa Birliği, Büyük Orta Doğu ve Büyük İsrail  isimli projelere Orta Doğu devletlerini mahkum edince, Türkiye’nin siyasal gündemi de Ergenekon davasına kilitleniyordu. Haksız yere  birkaç yüz asker ve sivil aydının suçlanmasıyla, Türkiye Ergenekon davası ile yatıp kalkar bir duruma sürükleniyor ve yaratılan iç çekişmeler yüzünden  bu aşamada merkezi bölgedeki sıcak gelişmelere karşı Türk devleti savunma yapamaz bir konuma düşürülüyordu.
                Son yıllarda bazı terör olayları ile siyasal gelişmelerin dış güçler tarafından kışkırtılmasıyla  Türkiye bir dış savaştan kaçarken  farklı bir iç savaşa doğru  sürükleniyordu. Türkiye birliğini ve merkezi gücünü korumak doğrultusunda  hareket etmesi gerekirken, bir siyasal dava ile iç karışıklığa sürüklendirilerek savaş planlarına alet edilmeye çalışılıyordu. Yeni dönemde siyasal  olarak cumhuriyetçi  doğrultudan farklı bir çizginin Türkiye’de iktidara gelmesi, Orta Doğu ve merkezi coğrafya alanlarını savaşın ön cepheleri konumuna getirmiştir. Türk devletinin bu bölgelerde harekete geçerek kendi ulusal çıkarlarını korumasına izin vermeyen bir iç konjonktür, Ergenekon davası ile Türk kamuoyunun tepesinde ortaya çıkmıştır. İşin içine bazı basın organlarının, sivil toplum kuruluşlarının ve aydınların da dahil edilmesiyle, Türkiye topluca   bir iç hesaplaşmaya doğru iteklenmek istenmiştir. Bir anlamda Ergenekon ile tarih sahnesine çıkan Türk ulusu gene bir başka Ergenekon senaryosu ile Türk devleti yok edilerek  tarih sahnesinden silinmeye çalışılmıştır. Yeni planlar doğrultusunda bölge haritası eskisinden çok  farklı bir biçimde çizilirken Türk devleti  harita dışına çıkartılmaya çalışılmıştır. Böylesine bir sonucun ancak savaş yolu ile sağlanabileceğini gören emperyal merkezler, Türkiye’yi önce bir iç karışıklık üzerinden iç savaşa, sonra da mezhep çatışması üzerinden de İran ile bölge savaşına  sürükleyerek, üçüncü dünya savaşını başlatacak Armegeddon senaryolarını yavaş yavaş devreye sokmaya çalışıyorlardı. Emperyalizmin her türlü silahı kullanılarak batının çıkarları doğrultusunda   böylesine bir genel sonuç alınmaya çalışılıyordu. Bu çizgide gerçekleri dile getiren bilim adamı ve aydınların her yönde önleri kesilere, kışkırtmalar ve çatışmalar birbiri ardı sıra devreye konarak ve  Türk halkı  aptallaştırılarak aldatılmak isteniyordu.
                Savaştan yana emperyalist  güçler Orta Doğu coğrafyasındaki bütün devletleri   hızla sıcak çatışmalara doğru sürüklerken, uluslararası hukuku çiğnedikleri gibi aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti anayasası ile Türk devletinin hukuk devleti  kimliğini zorlayarak, emperyalizmin istekleri doğrultusunda Türkiye iç çatışmalar üzerinden son bir hesaplaşmaya ve bunun sonrasında da  geniş çaplı bir bölge savaşına  götürülmek istenirken,  yüz yıllık cumhuriyet rejiminin getirdiği siyasal bilinç Türk kamuoyuna egemen olmuş ve bu sayede  emperyalizmin Siyonist planları  bozulmuştur. Türk devleti  ulusal kurtuluş savaşı verdiği yıllarda Orta Doğu bölgesinin en modern ülkesi olarak, batıdan gelen her türlü emperyalist saldırıya karşı durduğu gibi  benzeri bir güçlü duruşu  ikinci kurtuluş savaşı sırasında da sergileyerek, Ergenekon saldırıları ya da palavraları ile bir iç karışıklığa  ya  da iç savaş senaryolarına meydan vermemiştir. Tarikatçı siyasetçiler ya da  hukuk organlarını işgal eden  dinci  bürokratlar çağdaş Türkiye Cumhuriyetini   ortadan kaldıracak, cumhuriyet rejimini bütünüyle tasfiye edecek hiçbir  oyunu başarıya ulaştıramamışlardır. Türk gençliğine emanet edilen Türkiye cumhuriyeti yüz yıla yaklaşan başarılı  geçmişi ile yeniden bir sınava girmek zorunda kalmış ve bu aşamayı da başarıyla geride bırakarak geleceğe dönük uygarlık yaratma hedefi doğrultusunda  yoluna devam etmiştir. Batılı istihbarat servislerinin  yetiştirmiş olduğu ajanlar ortalığı karıştırma senaryolarını tam olarak uygulayamamışlar ve hepsi devletin hukuk kurumları önünde hesap vermek zorunda kalmışlardır. Dış baskılarla başlatılan mahkeme süreci  çeşitli baskılarla anayasa ve yasalara aykırı bir biçimde  tamamlanmaya çalışılmış ama tarikatçı kadrolar yabancı oldukları Türk hukuk sistemi içinde  emperyalist istekler doğrultusunda tam olarak istenen sonuçları elde edememişler ve on bir yıllık  bir dönem sanıkların beraat etmesiyle birlikte geride kalırken, Türk Silahlı Kuvvetleri  ile birlikte yargı önüne çıkartılan sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri, dernekler ve aydınlar bir kez daha kamuoyu önünde  suçsuzluklarıyla  aklanmışlardır. Bir anlamda bütünüyle Türk devleti  ve Türk ulusu   yeniden  aklanarak aydınlığa kavuşmuşlardır. Böylece bir takım dış planlar uğruna Türk devletini  ve  devletin çekirdek  kurumu olan Türk ordusunu ve de cumhuriyetçi kuşakları  suçlamanın kolay olmadığı ve bütün oyunların tersine döndüğü bir kez daha kesinlik kazanmıştır.
                Dünya tarihi incelendiği zaman, tarihte ortaya çıkan önemli dönüşümleri hazırlayan olayların öncesinde ülkeler i etkileyen bazı siyasal oluşumların devreye girdikleri çokça görülmüştür. Türkiye’de bu gibi olayların yansımaları ile zaman zaman karşı karşıya kalmıştır. Batıcı kadroların oyunu ile  Balkan savaşı öncesinde ordunun yarısının terhis edilmesi ya da  Akdeniz dünyanın önüne yeni  bir gündem maddesi olarak gelirken, Türk donanmasının Afrika kıyılarını dolaşmaya yönlendirilmesi gibi ters gelişmeler, devletlerin çıkarlarına aykırı olduğu için hiçbir biçimde  devlet merkezli olarak kabul edilemeyecek  durumlardır. Ergenekon davası da tam Orta Doğu’da sıcak olaylar birbiri ardı sıra tırmanırken  ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin Türk devletinin ulusal çıkarları doğrultusunda sıcak çatışma noktası alanlara müdahale etmesi gerekirken, böylesine bir misyonu yapamayacak duruma düşürülmesi  Ergenekon davası aracılığı ile sağlanmaya çalışılmıştır. Bölgenin en güçlü ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri savaş alanlarından çekilerek mahkeme alanlarına sürüklenmiş ve  Türkiye’nin Nato müttefikleri aracılığı ile  göstermelik bir hukuk oyunu ile önce Türk ordusu sonra da  Türk devleti tasfiye edilmek istenmiştir.  Önceleri kuşku ile karşılanan bu karmaşık durum aradan on iki yıl geçtikten sonra ortaya çıkan olaylar, düzmece evraklar ve siyasal gelişmeler doğrultusunda daha iyi anlaşılmıştır. Ne var ki, bu kadar uzun zaman içinde dünya değişirken  ve  Orta Doğu’da yeni durumlar ortaya çıkarken, Türkiye aktif bir dış politika uygulayarak ulusal çıkarları doğrultusunda etkili olamamıştır. Din ve mezhep çatışmaları ile Türkiye bir yandan savaşa doğru sürüklenirken, diğer yandan da ordusu yargı önüne çıkartılan bir ülke olarak  kendini koruma ve savunma gücü elinden alınmak istenmiştir. Dış baskılarla siyaset hukuk alanına girince, Türkiye bir çok açıdan haksızlıklar ülkesi konumuna sürüklenmiştir. On iki yıllık dava sürecinin her yönü ile tamamlanmasıyla  Türkiye Cumhuriyeti, devleti, ordusu, milleti ve aydını ile tarih önünde  bir kez daha aklanmıştır. Batı emperyalizmi Türkiye üzerinden  doğuya açılma şansını  Ergenekon ihaneti  yüzünden elinden kaçırmıştır.
                Ergenekon senaryosu ile Türk devleti hedef alınırken aslında  cumhuriyet rejiminin ürünü olan bütün aydınlar ve toplum kesimleri  de dava süreci boyunca  hedef gösterilerek  anti-cumhuriyetçi  gidişin önü açılmaya çalışılmıştır. Atatürkçü, cumhuriyetçi ve ulusalcı toplum kesimlerine darbecilik ve terör çamuru atılarak herkes Ergenekoncu yapılmak istenmiş ve böylece emperyalizmin Türkiye’yi dönüştürme girişimlerine karşı devletin ve vatanın bağımsızlığını savunacak  ulusal güçler  hapse atılmıştır . Türk devleti dünya haritasından silinmeye çalışılırken ve  Türkiye’yi bölecek  yeni devlet oluşumları milli sınırları tehdit ederken, bu gibi emperyal senaryolara karşı direnecek  ulusalcı, cumhuriyetçi ve Atatürkçü aydınlar  haksız yere suçlanarak, hapislerde çürütülmüşlerdir. Suçlanan herkesin beraat ettiği yeni aşamada suçsuz insanların çektikleri çilelerin karşılığı olarak tazminat davalarının açılması  hukuk devletinin bir gereğidir. Anayasal düzen alt üst edilerek bir devletin ordusu hapse atılmış ve devletin kendini koruması  önlenmek istenmiştir. Bu aşamada uydurma senaryolar ile kurgu davalar açma dönemi sona ererken, bu ülkenin cumhuriyetçilerine  yapılan haksızlıkların faturası kendiliğinden gündeme gelmektedir. Haksız yere tutuklananlar  ve ceza alanların haklarına kavuşması için, Türk devleti gereken önlemleri  kesinlikle almak zorundadır. Yeni dönemde  Türk ulusunun  haklı bir tepkisi  olarak, Osmanlılar  zamanında atalarımızın bir Türk kalesi durumuna getirmiş olduğu Estergon kalesine doğru yeniden Türklerin yönelmesi gündeme getirilebilir Hazar Türklerinin bugünkü temsilcisi olan Macarlar ile Türkler arasında güçlü bir işbirliği geliştirilebilir Avrupa kıtasının tam ortasında yer alan Estergon kalesinin, Türklerin ilgi  alanına  girmesiyle birlikte  bize Ergenekon’u hedef  gösteren emperyalist güçlere karşı biz de Estergon’u  karşı hedef olarak devreye sokarak, ulusal çıkarlarımız doğrultusunda yeni dengelere yönelebiliriz.

 Prof .Dr. ANIL  ÇEÇEN