ANKARA KALESİ
TÜRKİYE VE ILIMLI İSLAM
Türkiye
Cumhuriyeti laik ve çağdaş bir ulus devlet olarak, ılımlı İslam anlayışını
savunan ve dinsel bir gelenekten gelen Müslüman demokrat bir siyasal parti
tarafından çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimi içinde yönetilmektedir. Batı
ülkelerinde görülmeyen bir biçimde gündeme gelen bu demokratik siyasal gelişme,
Türk devleti üzerinden hem İslam dünyasına hem de diğer devletlere örnek
olmuştur. Batı dünyası bugünkü medeniyetin kurucusu olduğu için çağdaş uygarlık
daha çok Hıristiyan dininin yayılmasıyla birlikte
gelişmiştir. Batı tipi demokrasiler daha çok Fransız devrimi sonrasında ortaya
çıkarken, laiklik esas alınmış ve eski dönemin koşullarında gelişmeler gösteren
ideolojiler üzerinden sol-sağ ya da merkez çizgilerinde düşünce sistemleri
getirerek, yirminci yüzyılın dünya haritasını meydana getirmişlerdir. Bütün
dünyayı kapsayan bir kapitalist düzen kurulurken, batının önde gelen devletleri
başı çekmiş, İngiltere-Amerika ve Rusya üçgeninde geleceğe doğru eskisinden çok
farklı bir yeni dünya düzenine yönelmişlerdir. İnsanlık tarihi incelendiği
zaman bugün gelinen aşamada devlet ve toplum modelleri gelişirken, batı
demokrasilerinde önce laiklik ilkesi ile dışlanan dinlerin, yeni dönemde dinsel
alt kimlikler üzerinden siyaset sahnesine girdiği ve bu doğrultuda Hıristiyan
batı ülkelerinde Hıristiyan Demokrat partilerin kurularak siyasal mücadele
alanına girdikleri görülmüştür. Avrupa merkezli böylesine bir oluşumun ortaya
çıkmasında demokratik rejimlerin gelişmelerinin önemli rolleri olmuştur. Dinci
akımlar da diğer siyasal akımlar gibi kendi siyasal partilerini kurarak öne
çıkmışlar ve böylece laiklik ilkesinin getirmiş olduğu dışlanma oluşumunun önü
kesilerek, geleceğe yönelik bir laik ve anti-laik ayrışma sürecinin içine
girilmiştir.
Hıristiyan
ülkelerin elde ettikleri bu gelişme bütün dünyayı etkilediği gibi, Müslüman
ülkelerde de benzeri arayışların gündeme gelmesine yol açmıştır. Hıristiyanların
yaşadıkları oluşumların benzerini batı tipi demokrasilere yönelen Müslüman
ülkelerde de gündeme getiren İslamcı çevreler, Hıristiyan Demokrat partilerin
karşısına Müslüman Demokrat partileri kurarak çıkmaya çaba göstermişler ve bu
doğrultuda uzun yıllar sürdürülen çabaların sonucunda da sağda ya da solda
kurulan demokratik ya da cumhuriyetçi partiler siyasal programlarına ya da
kurdukları partilerin adına din kimliği yansıtan dolaylı isimleri koymuşlardır.
Böylece batı tipi demokratik ülkelerde Hıristiyanlık dini bir siyasal hareket
olarak örgütlenmiş ve Vatikan gibi merkezi bir devletin desteği ile Hıristiyan
ülkelerden oluşan bütün batı dünyasında yerini almıştır. Fransız devrimi
sonrasında laiklik ilkesinin kabul edilmesiyle, tıpkı Hıristiyanlar gibi Museviler
ya da diğer dinler de örgütlenerek kendi partilerine kavuşabilmişlerdir.
Bugünkü uygar dünyayı batı dünyası
temsil ettiği için batıdaki her türde
yenilik ya da gelişmeler gibi, Hıristiyan Demokrat Partiler oluşumu
Müslüman ülkelerde de Müslüman Demokrat
partilerin kurulması çizgisindeki arayışları öne çıkarmış ve bu yönde atılan
adımlar doğrultusunda eski dönemde dünya
devleti boşluğunu doldurmaya çalışan Britanya İmparatorluğunun, kendisine
bağımlı olarak geliştirmiş olduğu İslam ülkeleri siyasal yapılanmalarında batı
tipi bir demokrasi inşa ederken, Müslüman Demokrat partilere de yer verilmeye
başlanmıştır. Anayasal ve yasal sınırlar çerçevesinde tüm Müslüman ülkelerde, demokratik
rejime geçiş ile birlikte İslamcı
çizgide partiler birbiri ardı sıra kurulmaya başlamıştır ama Müslüman Demokrat
ismi batı ülkelerinde olduğu kadar rahat bir biçimde kullanılamadığı için daha
çok soyut kavramların parti ismi olarak kullanıldığı bir gelişme bu
aşamada öne çıkmış ve Müslüman Demokrat
Partiler dinsel çağrışım yapan genel ve soyut kavramlar üzerinden İslam
ülkeleri arasında örgütlenirken, Hıristiyan ülkelerde Müslümanlık ve de İslam
ülkelerinde Hıristiyanlık dinleri de çeşitli açılardan sosyal ve siyasal
tartışmalarda öne çıkarak, ülkelerin siyasal gelişme çizgisinde yönlendirici
düzeyde etkin olmuşlardır. Günümüz dünyasında bugün Hıristiyan Partiler kadar
Müslüman partiler de örgütlenerek iktidara gelebilmekte ve kendi yurtlarını
emperyalizme karşı çıkarak yönetme hakkını elde etmektedirler.
Dünya
tarihinde hızlı gelişmeler yaşanırken, insan toplulukları çeşitli siyasal
alanlarda ve konularda mücadele etmek zorunda kalarak, geleceğe dönük bir
biçimde yeryüzü haritasında var olan devlet yapılanmalarının yenilenmesi
açılarından farklı gelişmeler ile karşı karşıya kalmışlardır. Dünya siyasal
tarih çizgisinde ilerlerken, ortaya çıkan sorunlar arasında din konusu en başta
gelen sorun olarak öne çıkmıştır. Yüzyıllar geçtikçe dünya nüfusu artmış ve
artan nüfusun manevi gereksinmeleri doğrultusunda din konusu da fazlasıyla
yaygınlık kazanmıştır. Yeryüzünde adil, eşitlikçi ve özgürlükçü bir düzen kurulamadığı
için bir türlü hakkaniyete ve adalete dayalı siyasal düzen kurulamamış ve bu
yüzden de halk kitleleri her türlü haksızlığa ve eşitsizliğe ağırlık vererek bu
dünyada yaşam kavgası yapmak zorunda kalmışlardır. Dinlerin zaman içinde
siyasete girmesi ile birlikte giderek artan haksızlıklar dinlerin genişlemesi
ve yaygınlık kazanmalarına yardımcı olmuştur. Haksızlık ve eşitsizliklerin
yıllar geçtikçe artması yüzünden dinsel taban yaygınlık kazanırken, öbür
taraftan da dinlerin siyasete girmesiyle birlikte, eskisinden daha güçlü yeni
yapılanmalar öne çıkmış ve insanlığın geleceğe dönük yaşam serüveninde bir can
kurtarıcı simit dalı gibi, önleyici toplumsal hareketleri tarihin belirli
dönemeçlerinde gündeme getirmiştir. İnsan toplulukları dünya kıtalarına
yayıldıkça yeni bölgelerde de dinsel örgütlenmeler gündeme gelmiş ve her din
kendisine toplumsal taban oluşturmak üzere, din merkezleri ve ibadethaneler
açmışlardır. Dinler arası ilişkiler önceleri çok çekişmeli ve kanlı olmuş ama
zaman içerisinde, dinlerin hem kutsal yerler hem de siyasal partiler
düzeyindeki etkin örgütlenmesiyle toplumsal tabana yayılmakta olan tek tanrılı
dinlerin, sosyal ve siyasal çizgide örgütlenmelere girişiyle birlikte siyasal
alanlarda dinlerin etkilerinin giderek arttığı görülmüştür. Bu tür gelişmelerin
devamı sürecinde de dinler, zamanla dünyanın çeşitli bölgelerinde ya da ülkelerinde
dinsel kuralları esas alan din devletleri kurmuşlar ve bu devletlerin büyüyerek
güçlenmesi sayesinde de dine dayanan din imparatorlukları ya da büyük devletler
kurulabilmiştir.
İnsanlık
tarihine bakıldığı zaman dinler arası çekişme ve çatışmaların yerel, bölgesel
ya da küresel savaşlara meydan verdiği anlaşılmaktadır. Bu tür din kavgaları
yüzünden sosyal yaşam düzeni içinde barış ve düzen tam olarak kurulamamış ve
sonunda büyük bölge savaşları ya da tüm dünya ülkelerini kapsayacak biçimde cihan
savaşları, birbiri ardı sıra gündeme gelmiştir. Dinler insanların manevi
gereksinmelerini karşılamak üzere ortaya çıkarken, yeryüzündeki çekişme ve
çatışmaların artması üzerine, dinlerin de siyasal plan ve projelere alet
edildiği ve zamanla bu doğrultuda yeni yeni çekişmelerin gene dinsel
etkinlikler üzerinden siyasal alana taşındığı görülmüştür. Dinler tarihi
incelendiği zaman bu tür gelişmelerin sürekli olarak dünya barışını tehdit
ettikleri görülmektedir. Dinler açısından kutsal alanlar olarak kabul edilen
Orta Doğu toprakları tarihin her döneminde dinler, mezhepler ve tarikatlar
arası savaşlara sahne olmuştur. Çağdaş uygarlığın geçerli olduğu Avrupa
kıtasında iki bin yılı aşan bir süre dinler arası çekişmeler siyaseti
belirlemiş ve bu yüzden Hıristiyan egemenliğinin yer aldığı bu kıtada
Osmanlıların Müslüman, Musevilerin Yahudi devleti kurma hakkı engellenmiştir.
İki bin yıl süren çekişmeler iki dünya savaşı yaratınca, Balkan savaşları
kışkırtılarak bu bölgedeki Hıristiyan olmayan halk kitleleri Anadolu üzerinden
Orta Doğu topraklarına yönlendirilmiştir. Osmanlı devletinin kurucusu ve
yöneticisi Türkler Müslüman kimlikleriyle Orta Doğu topraklarında kendileri
için bir devlet düzeni kurabilmişlerdir. Avrupa topraklarında devlet
kurmalarına izin verilmeyen Musevi topluluklar da tıpkı Türkler gibi ayrı bir
devlet kurmak için uğraşırlarken Avrupa kıtasından kovularak merkezi alana
gönderilmişlerdir. Orta Doğu toprakları Osmanlı İmparatorluğu çatısı altında Müslüman
halk kitlelerinin yurdu olarak görev yaparken, Avrupa’dan dışlanan Musevi
devleti Müslüman bölgelerin tam ortasında ayrı bir devlet oluşumuna doğru
yönlendirilmiştir. İkinci Dünya savaşı sonrasında Avrupa topraklarından
Filistin topraklarına doğru yönlendirilen Musevi insan grupları, uluslararası
hukuka aykırı bir biçimde zorlanan yeni devletin halkı olarak komşu ülkelerde
yaşayan Müslüman topluluklar ile savaşmak zorunda kalmışlardır. Bu yüzden
yirminci yüzyılın ikinci yarısı merkezi coğrafya da Arap-İsrail savaşları
olarak adlandırılan din savaşına sürüklenmiştir. Soğuk savaşın son yıllarına
kadar devam eden bu iki büyük dinin merkezdeki savaşı bir türlü önlenememiştir.
Sovyetler
Birliği varken sürekli olarak devam ettirilen Arap-İsrail savaşları, sosyalist
sistemin çöküşü üzerine gündeme gelen küreselleşme aşamasında, kendiliğinden
durma noktasına gelmiştir. Ulus devletlerin üniter devletçi tutumları yüzünden
din devletleri yarım yüz yılı aşan çatışma dönemi yaşadıktan sonra, belirli bir
geçiş süreci sonrasında durma noktasına gelmiştir. Orta Doğu’da Arap-İsrail
savaşları olarak ifade edilen savaşlar, aslında Müslüman ve Musevi çekişmeleri
olarak tarihin her döneminde görülmüştür. İki dünya savaşı sonrası Türkiye’nin
merkezi alanda bir ulus devlet olarak kurulması üzerine, uluslararası Siyonist
hareket Yahudilerin ana vatanı olarak gördükleri Filistin bölgesinde binlerce yıllık
rüyaları olan bir Yahudi devletini kurma şansını elde edebilmişlerdir. Bu
aşamadan sonra İslam coğrafyasının tam ortalarında bir Musevi devleti kurulmasıyla
birlikte üçüncü dünya savaşına doğru giden savaş süreci, Arap devletleri ve
Müslüman milletlerin tam ortasında çok farklı bir dinden oluşan yabancı bir
cisim gibi, İslam dünyasının ortalarına getirilen İsrail ile birlikte tarihteki
din savaşlarının yeni bir uzantısı olarak, Arap dünyasının tam ortasında kutsal
devlet olarak İsrail üçüncü kez kurulmuştur.
İkinci dünya savaşının bitmesi üzerine başlayan Arap-İsrail savaşları yirmi birinci
yüzyılın ilk başlarına kadar devam ederek, yarım yüzyıllık bir savaş dönemini
bölge halklarına yaşatmışlardır. Yirminci yüzyılın tam ortalarında başlayan
Arap-İsrail savaşları bir devletler savaşı gibi gösterilmesine rağmen aslında
bir din savaşı olarak sürüp gitmiştir. İlk çağlardan bu yana devam edip gitmekte
olan din savaşları son dönemde merkezi alanda yeni devletlerin kurulmasıyla
birlikte, devletler savaşı olarak gösterilmiştir. Genişletilmiş Kuzey Afrika ve
Büyük Orta Doğu projelerinin, birlikte yeni düzen getirmek istediği Müslüman
coğrafya da Musevilerin gelerek tam merkezde bir din devleti kurmaları üzerine
yeniden din savaşları dönemine girilirken, geçmişten gelen din savaşları
sürecinde Hıristiyan ve Müslüman savaşları bir yönü ile geride kalmıştır. Yüzyıllarca
Avrupa’nın Hıristiyan orduları ile savaşmak zorunda kalan Osmanlılar, yeni
dönemde Türkiye ve Türkler olarak yollarına devam etmek durumuna geldikleri
aşamada, laik bir Müslüman ülke olarak İslam ülkelerinin İsrail’e karşı
sürdürdüğü din savaşlarına girmemişler ve Arap ülkelerinin Yahudi devletine
karşı yürüttüğü savaşlara bulaşmayarak, yeni dönemde güçlü bir güvenlik devleti
olarak merkezi alanda yola devam etmeye dikkat etmişlerdir.
Yirminci
yüzyılda iki dünya savaşı ile eski dünya düzeni değişirken Vatikan’ın tekelinde
örgütlenen Hıristiyan Avrupa kıtası tek bir dinin bayrağı altında bir araya
gelirken ve İslamiyet ile Musevilik gibi iki büyük dini Avrupa kıtasının dışına
iterken, Osmanlı uzantısı Türk devleti ile birlikte Siyonizmin bayraktarlığını
yaptığı Musevi devleti de İsrail adı ile merkezi alan coğrafyasında yerini
almıştır. İngiliz emperyalizmi Osmanlı devletini işgal ederek yıktıktan sonra
bölgede Hıristiyan dininin eski Roma ve Bizans imparatorluklarının uzantısı
olarak sürdürülmesi için, Vatikan’ın kontrolünde bir yeni Roma imparatorluğu
İngiltere’nin de devamı olarak yeniden kurulmaya çalışılmıştır. Avrupa kıtası
giderek Hıristiyanlaşırken, Müslümanlar ile birlikte Museviler bu kıtada devlet
kuramamışlardır. Hıristiyanların Avrupa kıtasında kurulmasına izin vermedikleri
Yahudi devletinin İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin destekleri ile
Orta Doğu bölgesinde kurulmasıyla birlikte, Avrupa kıtasındaki Musevi- Hıristiyan
çekişmesi, merkezi coğrafyaya Müslüman-Musevi çekişmesi olarak uzatılıyordu Avrupa
ülkelerinde geçmişten gelen Musevi ve Müslüman azınlıkların Hıristiyan
bölgesinde varlığını sürdürmesiyle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail
aynı dönemlerde kurulan yeni ulus devletler olarak İslam coğrafyası içinde
kendilerine yer edinmeye çalışırlarken, bazen birbirleriyle rekabete girmişler,
bazen de eski Osmanlı imparatorluğu hegemonyası altında olduğu gibi barış
içinde birlikte yaşama ya da Avrupa tipi bir laiklik düzeni içinde bütün
dinlerin varlıklarını koruyarak yollarına devam etmeye çalıştıkları görülmüştür.
Avrupa’nın katı Hıristiyancılığına karşı İslam devletlerinin daha ılımlı bir
yol izleyerek diğer dinlere karşı daha hoşgörülü tutumu izlenirken, Yahudi-
İsrail devletinin birden Müslüman dünyanın tam ortasında kurulması üzerine, sürdürülmek
istenen barış içinde birlikte var olmak politikasının getirdiği hoşgörü ortamı
ortadan kalkarak yerini Arap-İsrail savaşlarına bırakmıştır. Bu aşamada bütün
Arap ve İslam devletleri bölgedeki tek Yahudi devletine karşı birleşmişlerdir.
Arap-İsrail
savaşları yüzünden merkezi coğrafya bir türlü siyasal barış ortamına
kavuşamamış ve soğuk savaş döneminin bölgesel çekişmelerinin sırasıyla sürekli
olarak bu alanda gündeme getirilmesiyle birlikte, iki karşıt blok arasında bazı
sıcak çatışmalara yol açılmıştır. Çatışmalar zaman içinde tırmandırılırken
merkezi coğrafyadaki Müslüman ve Hıristiyan ülkeler ve halklar arasında eskisi
gibi din çatışmalarına doğru gizli servislerin kışkırtmalarıyla siyasal
gelişmeler yönlendirilmiştir. İki büyük savaş sırasında milyonlarca insanın yok
yere öldürülmesi üzerine yeni dünya düzeni barış amaçlı oluşturulurken, insan
hakları üzerinden sonuç alınmaya çalışılmış ama dinler arası gerginliğin
geçmişten gelen yoğunlukları yüzünden Vatikan’ın öncülük ettiği Dinler arası
Diyalog düzeni tam olarak kurulamamıştır. Böylesine bir diyalog ve hoşgörü
ortamına yönelmenin başlamasıyla birlikte devletler arası ilişkilerde, ılımlı
dincilik arayışları gündeme gelmiştir. Avrupa kıtasında demokrasinin fazlasıyla
gelişmesi üzerine, dinsel alanda yumuşama başlamış ve insan kavramı üzerinden
haklar yeniden ele alınarak, yeni bir hoşgörü ortamı çağdaş uygarlık
dünyasındaki yeni gelişmelere paralel bir çizgide din ve bilim adamları ile
filozofların öncülüğünde yeni bir düzene kavuşturulmaya çalışılmıştır. Dinler
arası Diyalog çalışmaları öne çıktıkça, devletlerin din konusunda daha da ileri
giderek ılımlı bir dincilik çizgisine doğru yöneldikleri görülmeye başlanmıştır.
Dinler arasında geliştirilmeye çalışılan hoşgörü ortamı din anlayışlarını
törpülerken, ortaya ılımlı İslam, ılımlı Musevilik ve ılımlı Hıristiyanlık gibi
yeni anlayışlar ile birlikte bu doğrultuda geliştirilen yeni toplumsal
politikalara da devletler ve toplumlar sıcak çatışmaları önlemek doğrultusunda
yönlendirilmişlerdir. Çağdaş uygarlık düzeyine erişmiş olan ülkelerde modernizm
her zaman için temel düşünce biçimi olarak ele alındığı için, din konularında
ya da dinsel alanda yenilikler yumuşama ve hoşgörü üzerinden atılan adımlar
modern, din anlayışı olarak genel olarak ılımlı kavramı üzerinden ifade edilen
toleranslı bir bakış açısını ılımlı dincilik olarak öne çıkarmaktadır. Konu bu
aşamaya gelince, o zaman da dinlerin modernizm açılımı çizgisinde yumuşak
siyaset girişimlerinin ılımlı olmaya başladığı görülmektedir.
Binlerce
ya da yüzlerce yıl farklı din anlayışları üzerinden birbirini yiyen ve iki
büyük dünya savaşı sırasında milyonlarca insanını yok eden bir dünya
düzensizliği içinde bocalarken, üçüncü bir dünya savaşı sürecini önlemek
isteyen uluslararası örgütlerin araya girmesi ve daha sonra da öncülük yapması
üzerine üçüncü büyük savaş çıkarma girişimlerinin önü kesilmiş ve zaman
içerisinde devletler ile milletler arasında kalıcı bir barış ortamı yaratılmaya
çalışılması, yirminci yüzyılın son yarısını soğuk savaş düzeni çerçevesinde
geçirmiş ve yeni bir yüzyıla doğru dünya ilerlerken, dinler arası diyalog
çalışmalarından evrensel barış ortamı kurabilmek için yeni girişimler siyaset sahnesinin
gündemini oluşturmuştur. Evrensel barış düzeninin kalıcı bir biçimde
örgütlenmesine çalışılırken, dinler arasındaki başlatılan diyalog ortamlarının
kalıcı bir biçimde modernize edilebilmesi için çabalar gösterilmiştir. Bu tür
ilişkilerin devletler arası iş birliği ortamının geliştirilmesinde etkin olması
sayesinde din konularında da ılımlı bir çizgiye gelinebilmiştir. Bu açıdan
Türkiye’nin örnek ülkelerden birisi olarak öne çıktığı anlaşılmıştır. Sovyetler
Birliğinin dağılmasıyla başlayan yeni dönemde evrensel barış için hem küresel
ve bölgesel güvenlik örgütleri kurulmuş, hem de bu gibi ülkelerde farklı dinden
gelen ayrı toplulukların modern açılımlara yönelmesiyle, dinsel alanlarda
geleceğin barış ortamının temelini oluşturacak derecede, ılımlı dinsel
politikalar oluşturulmaya başlanmıştır. Dinler arası diyalog çalışmaları devam
ettikçe, din ortamında ılımlı İslam’a yönelen yeni girişimlerin gündeme geldiği
görülmüştür. Hıristiyan Avrupa kıtası ile birlikte Müslüman bir merkezi
coğrafya arasında sıkışıp kalan bir modern Türkiye oluşumu, ılımlı İslam ile
tamamlanarak farklı dinlerden oluşan Orta Doğu bölgesi halklarının
gerçekleştirdiği ılımlı İslam’ın sağladığı geniş serbestlik alanı içinde,
barışçı yaklaşımların bütün uluslararası ilişkiler düzeninde etkin olmasına
yardımcı olmuştur. Böylece dünya literatürüne geçecek bir düzeyde ılımlı
dincilik önde gelen dünya ülkelerinde ön planda yer almaya başlamıştır. İnsanlar
yarım yüzyıl içinde dinler arası çatışmalardan dinler arası diyaloga geçerek
ılımlı dincilik uygulamalarına öncelik vermeye başlamışlardır. Türkiye’de son
çeyrek asırda izlenen ılımlı İslamcılık politikaları bu alandaki en önemli örnekler
olarak tarihe geçmiştir.
Ilımlılık
kavramı üzerinden geçmişten gelen gelişmeler ve bunların ortaya çıkardığı
ılımlı İslam örnekleri bugünün dünyasında sürekli barış ortamının dayanak
noktalarını oluşturmaktadır. Dinsel alanda her türlü çekişme ve çatışmaları
devre dışı bırakarak, genel anlamda bir uysallaştırma ile bu doğrultuda tarafları
daha uyumlu çalışmalara yönlendirerek, toplumsal yapı içinde geleceğe yönelik
yeni yapılanmalar hazırlamak, ılımlı İslamcıların ortaya çıkış nedenleri olarak
bugün kamuoyuna yansımaktadır. Asya ve Avrupa gibi iki büyük kıta arasında
kalan jeopolitik bir konuma sahip olan Türkiye Cumhuriyeti, Doğu ile batı
arasında bir geçiş köprüsü konumunda var
olmayı sürdürmektedir Orta dünya bölgesinde bir orta oyunu olarak uluslararası
siyasal gelişmeler birbirini izlerken, başta Türkiye olmak üzere birbirine komşu
olan konumlarıyla bölgede yer alan tüm bölge devletleri, yeni bir dinler arası
yok edici savaşlar çıkmazına sürüklenmemek üzere, komşuları ve bölge
devletleriyle ılımlı din ilişkilerine girerek, bölgesel bir uyumluluk düzeninin
kurulabilmesi doğrultusunda yeni tür gelişmeler gündeme gelmektedir. Dini
merkezler ve din çevreleri günlük normal çalışma ortamı içinde geleceğe dönük
yeni arayışlar içine girdikleri aşamalarda da dinsel alan çalışmalarında ılımlı
yollar bulunmaya çalışılmakta ve ılımlı İslam anlayışı çerçevesinde kamu
hizmeti statüsündeki dini görevler ve yapılanmalar, yeni bir sistematik
oluşturularak eskisinden daha etkili bir inanç sistemi ve barış ortamı ortaya
çıkarılabilmek için çaba gösterilmektedir. Ilımlı İslam geçmişin kültürel birikimleriyle
desteklenmeye başlandığı zaman bugünkü aşamada ortaya çıkan, yeni dinsel
çalışmalar ve yönelişler gündeme gelerek dinsel düzenin ılımlı din açısından farklı
ele alınmasında belirleyiciler olmaktadırlar. Modernleşme çalışmaları din alanında
yeniliklere elverişli bir taban oluşturarak ılımlı dincilik alanında etkinlik
sağlarken, uluslararası alandaki yeni yönelimler de din alanında ılımlı ve
barışçı gelişmeleri desteklemektedir. Bilim çevreleri dünyanın geleceğini
araştırarak yeni arayışlar içine girdiği bir aşamada, yeni dünya düzenini
dinler arası barış ve diyalog köprüleri üzerinden ortaya koydukları tutumlar ile
geliştirilmeye çalıştıkları görülmektedir. Ne var ki, ılımlı politikaların
geliştirilmeye çalışıldığı son aşamada dinsel toplumlar çok kültürcülük
çıkmazına sürüklenebilmektedir.
Din alanında Ilımlı İslam’ı tercih eden ya da
bu tür hareketleri destekleyen gelişmeleri öne çıkaran devletler, kendi
ülkelerinde sera uygarlığı yaratarak ve bu çizgideki yeni etkinlikleri büyütüp
geliştirerek uygulama alanına getirdikleri görülmektedir. Geleneksel dinlerin
değişen koşullarda gelişmeye devam etmesi, yeni, ılımlı ve modern İslam ile
geçmişten gelen geleneksel Müslüman tutuculuk çizgilerinde yeni bir ayrışma
sürecini İslam dünyasının bütün devletlerinin toplumsal yapılarında öne
çıkarmıştır. Soğuk savaşın sona ermesinden sonra merkezi coğrafya da Türkiye’nin
öncülüğü ile ılımlı İslam modelleri uygulama alanlarına getirilmiştir. Dünyanın
eski merkezi devleti olan Osmanlı imparatorluğunun topraklarında sonradan
kurulmuş olan Kuzey Afrika ve Orta Doğu devletleri küreselleşme döneminde
siyasal İslam’ın yükselişi çizgisinde ılımlı İslamcı politikalara sahne olurken,
aradan geçen çeyrek asırlık bir uygulama dönemi sonrasında başta Türkiye olmak
üzere gündeme getirilmiş olan ılımlı İslam süreçleri ve dönemleri ile birlikte,
bu politikaları uygulayarak dış desteklerle iktidara gelen ılımlı İslamcı
siyasal iktidarların dünü, bugünü ve gelecekleri her yönü ile tartışılmaya
başlanmıştır. Bölgedeki Osmanlı uzantısı İslam devletlerinde yeni bir
alternatif iktidar örneği olarak gündeme getirilen modernize İslam ya da ılımlı
Müslümanlık uygulamalarının, çeyrek yüzyıllık tırmanma süreçlerinden geçtikten
sonra dünya kamuoyunun ciddi bir değerlendirilmesine gereksinme bulunduğu
anlaşılmaktadır. Küreselleşme akımı ile başlayan küresel emperyalizm saldırısı
gene aynı dönemde bütün dünyaya yönelik bir biçimde batı merkezli olarak devam
ederken, dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan İslam ülkelerinin tamamı başta
Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere yeni bir değerlendirme aşamasına gelmişlerdir.
Türkiye ile birlikte Tunus, Fas, Cezayir, Mısır, Suriye, Irak, Libya, Arabistan,
Katar, Kuveyt, Bahreyn, Somali, Sudan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi merkezi
coğrafya İslam ülkeleri son çeyrek yüzyılda siyasal İslam’ın tırmanışı ile
ılımlı İslam politikalarına yönelerek uluslararası alanda yeni bir çıkışı
gündeme getirmişlerdir. Böylece batı emperyalizmi İslam coğrafyasını küresel
bir kıskaç içine alarak, Türkiye’yi de bu doğrultuda yeniden
yapılandırmışlardır.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin dünyanın orta alanında yani eski Osmanlı coğrafyasında kurulmuş
olan merkezi devlet olduğu dikkate alınırsa, Türkiye’de batı emperyalizminin
İslam alanlarını kuşatma planlarının hedefinde yer alan en merkezi devlet
olarak öne çıktığı görülmektedir. Batının önde gelen ABD, İngiltere, Almanya, Fransa
ve İsrail gibi emperyalistlerinin küreselleşme çizgisinde hedef haline gelen Osmanlı
hinterlandı, batı emperyalizminin kuşatma politikaları hedefine oturtularak, yaklaşık
çeyrek yüzyıldır zoraki bir dinsel dönüşüme doğru emperyal baskı ve zorlamalar yönünde
sürüklenmektedir. Yirminci yüzyılın son döneminde gündeme getirilen siyasal
İslamcılık görünümündeki yeniden
yapılanma oluşumları aracılığı ile, Osmanlı ve soğuk savaş dönemlerindeki
geleneksel İslam politikaları devam
ederken, Sovyetlerin dağılması sonrasında daha farklı bir emperyalizme yönelen
batı emperyalizmi, Siyasal İslam adı altında Müslüman kitleleri dini
siyasallaştırarak, geleneksel yapılarıyla bugüne kadar gelmiş olan İslam
ülkelerini, Siyasal İslam üzerinden ılımlı İslam politikalarına doğru yönlendirmişlerdir. İslam coğrafyasının
tam ortasında laik bir çağdaş cumhuriyet olarak kurulan Türk devletini, çağdaş
laiklik düzeninden uzaklaştırarak ve ılımlı İslam politikalarına alet ederek,
eski Osmanlı dönemindeki uygulamalara dönmek istemişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti
ılımlı İslam’ın oluşum döneminde laik devlet yapısı ve uygulamalarından ve batı
dünyasından kopartılmaya doğru zorla iteklenirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin
milyonlarca Müslüman nüfusun yer aldığı
bir buçuk milyarlık ümmet coğrafyasının tam ortasında, yepyeni bir millet ve
milli devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti yerini almıştır. Avrupa kıtasının
yanında milli devlet kurulurken Osmanlı hinterlandında ilk ılımlı İslam devleti
olarak Türkiye öne geçiyordu. Türkiye’nin, milli devlet olarak kurulabilmesini
borçlu olduğu milli görüş politikasından muhafazakar İslam siyasetine doğru
keskin bir dönüşüm yaşatılarak ve
siyasal İslam’a ılımlı dinci politikalar aracılığı ile Türk devleti sürüklenerek,
milli görüşçü partiler ardarda kapatılmış ve yenilikçiler görünümü altında yepyeni bir muhafazakar demokrasi akımı başlatılmış ve böylesine bir isim
altında yeni bir siyasal akım neoliberal politikalar aracılığı ile eskisinden farklı
bir oluşum olarak, dinci partiler aracılığı ile muhafazakar demokrasi adı
altında olarak devreye sokulmuştur.
Çin’in
Akdeniz’e gelerek bölge ülkeleriyle yeni ittifaklara girmesi üzerine, batılı
gizli servislerin örgütlediği Tunus olayları sonrasında bütün Afrika ve Akdeniz
ülkelerinde başlatılan Siyasal İslam görünümlü ılımlı İslamcılık akımı, “Arap
Baharı” adıyla bütün Müslüman ülkelere yayılmış ve böylece tüm İslam
ülkelerinde ılımlı İslam politikaları üzerinden, Siyasal İslam öne çıkarak bazı
ülkelerde iktidara gelmiştir. Yirminci yüzyılın başlarında Birinci dünya savaşı
sonucunda İngilizler, bütün Osmanlı topraklarına el koyarken, Akdeniz, Afrika ve
Orta Doğu ülkelerinin batı tipi demokratik ortama yakın durabilmesi için, Müslüman
Kardeşler adı altında bir dinci parti örgütlenmesini, Müslüman Demokrat Partilere
benzeyen bir yapılanma içinde örgütlemiştir. Bugün bütün Müslüman ülkelerde
Müslüman Kardeşler hareketi bir yaygın parti olarak örgütlü bulunmaktadır. Bazı
İslam ülkelerinde ise batının içinde yer alan ABD, Rusya, Fransa ve İsrail gibi
emperyalist ülkelerinin desteklediği askeri rejimler ya da ara rejimler gündeme
geldiği için, aynı zamanda petrol coğrafyası olan bu geniş merkezi alanda İngiltere eski patron ülke olarak Müslüman
Kardeşler örgütüne sağladığı destek aracılığı ile dünya planı doğrultusunda
sahip çıkarken, ABD ve İsrail gibi sonradan olma ve Avrupa inisiyatifine teslim
olmayan bir Amerikan ya da Atlantik yapılanmasına Siyonist politikalar
aracılığı ile alternatifler getirilirken, siyasal İslam ve ılımlı İslam
uygulamalarında yeni bir döneme doğru yol alınmaktadır . ABD ve İsrail ikilisi
Akdeniz ve Kuzey Afrika ülkelerinde Avrupa ülkelerine karşı yeni bir yapılanma
örgütlerken, Kutsal kitaplara dayanan ılımlı İslam poltikalarını iktidara
taşıyan İhvan hareketini Müslüman Kardeşler dayanışması içinde desteklemeye
çalışmışlardır. Çağdaş sorunlara cevap arayan halk kitlelerinin dinin iktidarı
üzerinden çözüm aramaya yönelerek, Avrupa uygarlığının getirdiği ve Fransız
devriminin insanlığa kazandırdığı bilime ve gerçeklere dayanan laik devlet
anlayışı, insanlığın bugünkü modern düzenini temsil etmektedir. Dünya yeniden
orta çağ dönemindeki din yönetimine geri dönüş maceralarına dönüşen, siyasal
din ya da ılımlı İslam gibi gerilemelere sürüklenmemelidir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder