21 Haziran 2019 Cuma

GÜÇLÜ TÜRKİYE-GÜÇLÜ ORDU - Prof. Dr. Anıl Çeçen


GÜÇLÜ TÜRKİYE-GÜÇLÜ ORDU 
     
           
           Türkiye Cumhuriyeti bir 30 Ağustos bayramını daha geride bıraktı. Yaz boyu devam eden hükümet ve Genelkurmay çekişmelerinin YAŞ toplantılarına bir gerginlik ortamında yapıldı. Tartışmalar ülke kamuoyunu uzun süre işgal edince, ordunun geçmişten gelen geleneksel yaklaşımı geride kalmış ve yoğun bir siyasal baskı atmosferi içerisinde komutanlar arasında görev kaydırmaları yapılınca, 2010 yılının 30 Ağustos bayramı bir gerginlik ortamının sonucunda kutlanabilmiştir. Başkent Ankara’daki resmi törenlere Başbakanın katılmaması, emekliye ayrılan eski Genelkurmay Başkanına üstün hizmet madalyasının takılmaması da, YAŞ toplantılarında ortaya çıkan gerginliklerin daha sonraki aşamalarda da sürüp gitmesine neden olmuştur. Ne var ki, bu kadar yoğun tartışmalar ve gergin günlere rağmen, Türkiye’nin Büyük Zafer Bayramını kutlayabilecek aşamaya gelebilmesi de, her türlü olumsuzluğa rağmen gene de Türk demokrasisinin gelmiş olduğu aşamada belirli bir olgunluk düzeyine ulaştığını göstermektedir. Yaşanan gerginliklerin ve tartışmaların geride kalmasıyla beraber, Türkiye’nin yeni bir 30 Ağustos bayramını heyecan atmosferi içerisinde yaşayabilmesi gene de olumlu karşılanması gereken bir durumdur. En azından bu durumu dikkate alarak ve bütün olumsuz koşullara dikkat ederek, 30 Ağustos bayramının gene eskisi gibi ulusca kutlanabilmesi bir ülke açısından sevinilmesi gereken bir durumdur.

            Güçlü Türkiye–Güçlü Ordu sloganı geçen yıl içerisinde resmen Türk Genelkurmayı tarafından öne çıkartılan bir deyiştir. Son yıllarda gidere artan ordu düşmanlığı ve Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı geliştirilerek her yönü ile ağır bir dış baskı ile yürütülmekte olan psikolojik savaş saldırılarına karşı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin komuta merkezi doğal bir refleks olarak kendini korumak ve savunmak durumunda bırakılmıştır. Bu çerçevede, Türk Genelkurmayı kendisini hedef alan emperyalist devletlere ve onların yerli işbirlikçisi mandacılara karşı tarihten gelen bir güçlü ses ile “Güçlü Türkiye ve Güçlü Ordu” sloganını gündeme getirmiştir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin içine düşürüldüğü duruma hangi ülkenin ordusu sürüklense, benzeri bir refleks ile kendini savunma içgüdüsüyle harekete geçeceği için, Türk ordusu da aynı doğrultuda hareket ederek  “Güçlü Türkiye-Güçlü Ordu “tanımını gündeme getirmiş ve bu açıklamasını da bütün yurt düzeyindeki pankartları kullanarak afişler aracılığı ile Türk ulusunun bütün fertlerine yansıtmıştır. Her Allahın günü,  gazetelerinde ve Televizyonlarında Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırmayı bir görev bilerek  hareket eden ordu düşmanlarına karşı, Türk Silahlı Kuvvetleri gücünü korumak zorunda olduğunu görmüş ve bu durumu gizlemeyerek açıkça “Güçlü Türkiye-Güçlü Ordu“ sloganı ile hem bütün Türk halkına hem de  medya ve basın araçları üzerinden de  dünya ülkelerine  iletmeyi bir görev bilmiştir. Güçlü Türkiye ile Güçlü Türk ordusunun birbirlerinden ayrılamayacak derecede birbirine bağlı olduğunu, bu slogan üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri Türk halkının bütün bireylerine açıklamayı bir görev bilmiştir. Bütün dünyanın içinden geçtiği tehlikeli bir süreç içerisinde giderek hedef haline getirilen Türk ordusunun böylesine bir yaklaşım ile Türk halkına güven vermek istediği açıktır. TSK bir yandan Türk halkına güven verirken aynı zamanda dünya kamuoyuna da bir mesaj vererek, Türk Silahlı Kuvvetlerini ortadan kaldırmanın mümkün olamayacağını bir kez daha ilgili ve yetkili çevrelere anlatmak istemiştir.
           İlk kez geçen yıl kullanılan “Güçlü Türkiye-Güçlü Ordu“ sloganı, orduya saldırmayı bir görev bilen, neo-liberal işbirlikçi ve mandacı çevreler ile Orta Doğu coğrafyasında Suudi Arabistan benzeri bir din devleti rejimi peşinde koşan şeriatçı kesimlerin hem ilgisini hem de tepkilerini çekmiştir. Emperyal devletlerin ve Siyonist lobilerin egemenliğinde yayın hayatına devam eden liberal ve dinci yayın organları açıktan Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırıyı her gün sürdürürken, Türk ordusunun iyi niyetli bir biçimde hem kendisini savunmak hem de Türk kamuoyunda meydana gelen kuşkuları ortadan kaldırabilmek ve bu doğrultuda Türk ulusunun güvenini koruyabilmek üzere düşünmüş olduğu bu sloganı hemen faşistlikle suçlamaya yönelmişlerdir. Soğuk savaş döneminin sona ermesinden yararlanarak katmerli bir liberalciliğe soyunan mandacı kesimler, kendilerini destekleyen emperyal ve Siyonist çevrelerin yönlendirmeleriyle Türk ordusuna arşı bir psikolojik harekâtı kamuoyu önünde tırmandırırlarken. Genelkurmaydan gelen her tutuma ve açıklamaya baştan şartlanmış bir doğrultuda faşist damgasını yapıştırabilmişlerdir. Bu ülkede yaşayan herkesi üzecek derecede yayınlar özel görevli gazetelerin manşetlerinde sürekli olarak yer almış ve neredeyse Türk ordusu bir suç örgütüymüş gibi bir görüntü ortaya çıkarılmağa çalışılmıştır. O aşamada Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk ordusunun bir suç örgütü olmadığını, tamamen anayasa ve yasalara uygun bir doğrultuda hareket ettiğini resmi açıklamalar ile kamuoyuna yansıtmalarına rağmen hiç kimseye yaranamamış,  Güçlü Türkiye isteği doğrultusundaki bir Güçlü Ordu nitelemesi açıkça faşistlik damgası yemekten kurtulamamıştır. Emperyalizmin neo-liberal Truva atları ulusal olan her şeyi faşistlikle suçlamayı adet haline getirdikleri için, bir milli devletin ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetlerini güç peşinde koşan bir faşist örgüt olarak nitelemekten kaçınmamışlardır. Türk halkı hiç de alışık olmadığı böylesine olumsuz bir terslikten fazlasıyla rahatsız olmuş ve eskisi gibi güvenilir bir devletin çatısı altında yaşayabilmenin yollarını aramağa başlamıştır.
        Soğuk Savaş sonrası dönemde dünyanın batılı merkezlerden zorlanan yanlış bir küreselleşmeye teslim edilmek istenmesi beraberinde birçok sorunu da gündeme getirmiştir. Bu doğrultuda soğuk savaşın gergin ortamında yaşanan birçok hukuk dışı olay ordulara mal edilmiş ve zaman içerisinde soğuk savaş senaryoları tartışılırken, savaş koşullarının acımasız gerçekleri teker teker dünya kamuoyu önüne çıkarılarak tartışılmış ve özellikle insanlık dışı zulüm ve benzeri haksız şiddet olayları dünya kamuoyu önünde insanlığın getirdiği vicdan düzeyi doğrultusunda yargılanmıştır. Bu gün Türk ordusu da benzeri bir süreçten geçmeye mahkûm edilmekte, emperyalist devletlerin hegemonyacı ordularının işledikleri suçlar görmezden gelinirken Türkiye gibi mazlum ve mağdur olmuş ülkelerin askeri yapılarının tartışma alanına getirilmesinin bir açıklaması olması gerekmektedir. Birinci Dünya Savaşında, İngiliz ve Fransız işgalci ordularının ordularının, İkinci Dünya Savaşında Alman, Rus ve Amerikan ordularının yaptığı insanlık dışı saldırılar ve mazlum ülkeler ve toplumlar üzerine kasıtlı bir biçimde yönlendirilen cinayet girişimleri milyonlarca suçsuz ve masum insanın katledilmesine neden olmuştur. Özellikle batı dünyasının kendi iç hesaplaşmasının ürünü olan iki büyük dünya savaşı her açıdan üzerinde durulması gereken dersler ile doludur. Bugünün ileri batı ülkeleri böylesine insanlık dışı aşamalardan geçerek günümüzde uygar ve ileri bir düzeye gelebilmişlerdir. Şimdi bu batılı ülkeler, eskisi gibi dünya hegemonyalarını yeni yüzyılda da sürdürebilmek üzere küreselleşme görünümü altında eski siyasal oyunlarına devam etmektedirler. Kendi kirli siyasal geçmişlerini unutarak ya da bir yana bırakarak, dünyanın diğer ülkelerine küreselleşme görünümü altında güler yüzlü bir emperyalizm ile saldırırlarken, kendi geçmişlerinde yaşadıkları olumsuz olayları ya da gelişmeleri bugünün dünyasında ayakta kalmaya çalışan çeşitli dünya ülkelerinin devletleri ve silahlı kuvvetleri üzerine yönlendirerek hegemonyacı tavırlarını geliştirerek öne çıkarmaktadırlar. Bir anlamda soğuk savaş dönemindeki suçlarının acısını bugünün ulus devletlerinden çıkarmak ve bu doğrultuda da direnen ulus devletlerin ordularını yargılamak gibi bir eğilimi de kasıtlı bir biçimde baskıyla uygulama alanına getirmeye çalışmaktadırlar. Bu doğrultuda dünya ülkelerindeki işbirlikçi liberal ve dinci kadroları bir ulus devlet ve ulusal ordu karşıtlığında sistematik bir plan doğrultusunda kullanmaktadırlar.
         Batı merkezli beş hegemonya projesi dünyanın orta alanlarının Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i tarafından ele geçirilmesini hedeflediği içi, bu bölgenin merkezi ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti her yönü ile hem emperyalizmin hem de Siyonizm’in hedef tahtasına oturtulmuştur. Yenidünya düzeni adı altında yeryüzü halklarını kandıran güler yüzlü emperyalizm, beş kıtayı ele geçirme doğrultusunda girişimlerini dış baskılar ve iç işbirlikçilikleri aracılığı ile yürütürken, ulus devletlerin tasfiyesini ana amaç olarak belirlemiştir. Bu nedenle, her ulus devletin temel gücü olan askeri yapılanmaların hem tasfiyesi hem de içeriden işbirlikçi kadrolar aracılığı ile ele geçirilmeleri gündeme gelmiştir. Günümüzün ordularının arkasında devletler olduğu için, küresel düzeydeki ulus devletler arasındaki çekişmelerde zayıf devletleri geride bırakmak isteyen emperyal güçler doğrudan orduları hedef alarak, ulus devletlerin silahlı güçlerini ortadan kaldırmayı planlamıştır. Silahlı güçlerin tasfiyesi ile ulus devletleri daha kolay ortadan kaldıracağını hesaplayan emperyal merkezler bu doğrultuda ordu ve asker karşıtı eşitli senaryoları devreye sokmuşlar, küresel sermayenin kontrolü altındaki medya ve basın araçlarını yetiştirdikleri işbirlikçi kadrolar aracılığı ile bu doğrultuda kullanmışlardır. Bazı ülkelerde komutanlar üzerinden, diğerlerinde ise soğuk savaş döneminden kalma çeşitli olayların gündeme getirilmesiyle başlatılan yıpratma kampanyaları ile ulus devletlerin maddi gücünü oluşturan silahlı kuvvetlerin tasfiyesine giden yol açılmıştır. Bazen sözlerini dinlemeyen kendi adamlarını ya da baskılarına karşı koyan genelkurmay başkanlarını devletlerini işgal ederek alıp götürebilmişlerdir. Bu açıdan Panama devlet başkanı ve genelkurmay başkanı Noriega açık bir örnektir. Bütün dünya kamuoyunu Romanya’ya yönlendirerek Çavuşesku’yu kışkırttıkları bir halk hareketi ile görevden indirirken, sessizce Panama devletini işgal ederek genelkurmay başkanını alıp götürebilmişlerdir. İstedikleri gibi olaylar yaratarak, dünya devletlerine yönelik işgal, saldırı ve her türlü üstünlük oyunlarını sergilemekten çekinmeyen emperyal güçler benzeri operasyonları Asya ve Afrika kıtalarının çeşitli ülkelerinde birbirini izleyen bir doğrultuda bugüne kadar sürdürmüşlerdir. Irak işgali sırasında, bu ülkenin direnen devlet başkanı Saddam Hüseyin’in bir askeri mahkemede göstermelik yargılanmasından sonra asılması olayı daha zihinlerdeki canlılığını korumaktadır. Benzeri birçok olay dünya ülkelerinin işgali ve saldırıya uğramasıyla Asya ve Afrika kıtalarının çeşitli bölgelerinde görülmüştür. Bugün de Pakistan ve Afganistan hattında yaşanan olaylara bakılırsa yeni olumsuz örnekleri görmek mümkündür.
         Dünya savaşları sonrasında gündeme gelen iki kutuplu siyasal yapılanmanın etkisiyle kutup başı devletler kendilerine bağımlı olan ülkelerin içlerine girmişler ve askeri yardım görünümü altında tüm ülkelerin içerisinde kendirine bağımlı yapılar oluşturmuşlardır. Özellikle askeri alanda son derece ileri bağımlı düzenler oluşturulunca, kutuplara dahil olan ülkelerin orduları da kutup merkezi devletlere yakından bağımlı bir noktaya gelmiştir. Dönemin özel koşullarını iyi kullanmasını bilen batı emperyalizmi karşı kutbu bahane ederek dünya ülkelerine yerleşmiş ve askeri yardımlar üzerinden de bağımlılık ilişkisini sürdürerek etkinliğini geliştirmiştir. Kendi yetiştirdiği bazı askerleri de işine geldiği aşamalarda kendine bağımlı askeri rejimler in oluşturulmasında kullanmıştır. Ne var ki, karşı kutbu ciddi bir kuşatma altına alarak dağıttıktan sonra, bu kez daha geniş bir hegemonya arayışına girilmiştir. Yeni dönemde ise batı emperyalizmi açıkça ulus devletleri hedef aldığı için, geçmişte kendisine bağımlı kıldığı ulusal orduları da bu doğrultuda yapı değişikliğine zorlamağa başlamıştır. Özellikle Amerikan emperyalizmi soğuk savaş döneminde kendisine hizmet etmesi için oluşturduğu çekirdek ordu ya da kontrgerilla yapılanmalarının tasfiyesini gündeme getirerek, yeni dönemde bu eski yapıların kendisine karşı çıkmasını ya da direnmesini önlemek istemiştir. Demokrasi görünümünde geliştirilen yeni küresel emperyalizm oyunları, ulus devletler ile beraber ulusal orduların da ortadan kaldırılmasını gündeme getirmiştir. Bu amaçla özel ordu, profesyonel ordu ya da sivil güvenlik birlikleri gibi değişik alternatif örgütlenmeler ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca kapitalizmin ruhuna ve yapısına uygun düşen bir doğrultuda özel güvenlik şirketlerinin kurulmağa başlandığı görülmüştür. Şirketler büyürken, devletlerin küçültülmesi amaçlandığı için devletlerin sırtındaki çeşitli misyonlar teker teker devralınarak başkâtip örgütlenmeler aracılığı ile güvenlik ihtiyacı karşılanmağa çalışılmıştır. Türkiye’de de emekli subayların yönetiminde binden fazla özel güvenlik şirketi kurulurken asker sayısının azaltılması konuşulmağa başlanmıştır. Sömürge döneminin lejyoner ordusu özleminde olan batılı emperyalistler, ulus devlet ordularını küçülterek birer güvenlik birimi olarak kendilerine sağlamağa çalışmışlar ve bu doğrultuda ülkeleri giderek artan bir dozda zorlamışlardır. Türkiye’de de buna benzer gelişmeler NATO üyeliği statüsünden yararlanılarak, İsrail’in çıkarları doğrultusunda ABD gücü aracılığı ile yönlendirilmeye çalışılmıştır. Böylesine bir değişim baskısına direnen TSK gibi ulus devlet ordularına karşı ise her türlü yıpratma ve zora sürükleme senaryolarının zaman içerisinde devreye sokulduğu görülmüştür.
        Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine, Amerikan güçlerinin yarattığı provokasyonlar aracılığı ile ABD ordusu Orta Doğu’ya gelerek savaşmaya başlamıştır. Siyonizm’in kontrolü altındaki ABD yönetimi İsrail’in çıkarları doğrultusunda bölge devletlerinin işgaline ve savaşlar yolu ile tasfiye edilmelerine yöneldiği aşamada, Türk ordusu haksız bir savaş olan Irak savaşına girmemiştir. Beş yıllık bir işgal savaşından sonra Irak’ı parçalayan ABD ordusu yeni dönemde Siyonist lobilerin İran’a yönlendirmesiyle ikinci bir savaşa hazırlanmaktadır. Gene yalanlar ve sahtekârlıklar üzerine kurulu senaryolar üzerinden bir ikinci haksız savaşa girmekte olan ABD’nin bu macerasına Türk ordusu tıpkı birinci savaş olan Irak’ta olduğu gibi girmemek için direnmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri devletin kurucusu Atatürk’ün ortaya koyduğu gibi İran ve Rusya gibi büyük devletler ile savaşmamaya yönelik bir askeri strateji izlemektedir. Atatürk’ün bölge ağırlıklı dış politikasında Türk devleti,  İran ile ortaklık ve Rusya ile dostluk esasına dayanan bir doğrultuda hareket ettiği için, kesinlikle İran ile savaşmayacaktır. Siyonizm’in merkezi bölge egemenliği için Irak’tan sonra İran’ı tepelemek istemesi ve bu doğrultuda Türkiye’yi içeriden ele geçirerek üçüncü dünya savaşının içine çekmek istemesine tüm devlet makamları gibi Türk ordusu da karşı çıkmaktadır. Bu nedenle hem Amerika Birleşik Devletlerinin hem de İsrail’in kızmasına ve tepki olarak bu iki devletin Türkiye’de çeşitli senaryolar ile Türk silahlı Kuvvetlerini karşısına almasına, bu büyük gücün kuvvetinin kırılmak istenmesine, kamuoyu önünde geçmişte kalmış soğuk savaş döneminin olayları ile yıpratılmak istenmesine giden yol açılmakta ve Türkiye her gün benzeri bir senaryo ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Düşmana  yönelik direnme için örgütlenmiş olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin resmen müttefik ülkeler tarafından hedef alınması,dost ülkelerin saldırıları ile karşı karşıya bırakılması Türk  halkını olduğu kadar  genel kurmayı da  üzmüş ve zor durumlarda bırakmıştır. Anayasa ve yasalar çerçevesinde hareket etmeğe çok dikkat eden TSK’nın, teknolojik üstünlüğün kullanıldığı çeşitli senaryolar ile karşı karşıya bırakılması, çevrede savaş koşulları hızla tırmanırken bir iç çekişmeye alet olmasına yol açmıştır. Suç olan her girişimin dışında kalmağa dikkat eden Türk ordusunun bir suç örgütü gibi gösterilmek istenmesi, artık emperyal çıkarlar için kullanılamayan Türk ordusunun tümüyle tasfiyesine giden yolda yeni bir aşama olmuştur. ABD ve İsrail ikilisi, savaşlarda kullanamadığı Türk ordusuna kamuoyu üzerinden ders vermeye ve vurmaya çalışırken, ordunun kendini korumak istemesi işbirlikçi basın organlarında faşistlik olarak suçlanabilmiştir. Devletin ve ordunun beraberce ulusal yapısını korumak istemesine emperyalizm ve Siyonizm sürekli saldırılar üzerinden izin vermek istememiştir.
         Tam bu aşamada Türkiye’de NATO konusu tartışılmaya başlanmış, Varşova Paktının saldırı ihtimali üzerine bir savunma örgütü olarak kurulmuş olan bu yapılanmanın, Varşova Paktı ile beraber kalkması gerekirken, küresel emperyalizm döneminde tam anlamıyla bir hegemonya ve saldırı örgütüne dönüşmesi ve ABD ile İsrail ikilisinin bu askeri örgütü Avrasya kıtasını ele geçirmek üzere kullanmaya çalışması, İsrail’in peşine takılıp giden ABD’nin bu isteklerine karşı Avrupa ülkelerinin direnmesi üzerine NATO artık tartışılan bir hegemonya örgütü konumuna gelmiştir. Türkiye’yi bölmek isteyen etnik teröre karşı NATO Türkiye’yi korumamış aksine, NATO ülkeleri bölücü teröre açıktan destek vermişlerdir. Türkiye’ye geri zekâlı ülke muamelesi yapmağa çalışan batılı dost görünümlü ülkeler, Türkiye’yi soğuk savaş döneminde kullanamadıkları için çok kızarak, bunun acısını Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinden çıkarmağa çalışmışlardır. Türk Silahlı Kuvvetleri bu aşamada hem bölgedeki savaş gelişmelerine karşı hazırlıklar yapmak hem de dost ülkeler tarafından sırttan hançerlenmek girişimlerine karşı önlemler almak durumunda kalmıştır. Bu aşamada Cumhurbaşkanı olmak ya da Boğaz kenarında yalı sahibi olmak isteyen  bazı üst düzey yöneticilerin orduda öne çıkarıldığı ve bunlar üzerinden  Türk Silahlı Kuvvetlerinin Türk kamuoyu önünde yıpratılmaya çalışıldığı gözlemlenmiştir. Ne var ki, bu gibi içeriden bölme girişimlerine karşı gene de TSK’nın birlik ve bütünlüğünü sonuna kadar koruyarak direndiği ve devletin kurucusu Atatürk’ün çizdiği yoldan ayrılmadığı görülmüştür. Türkiye’nin askeri gücünü azaltmak ve savaş koşullarında Türkiye’yi istedikleri gibi kullanabilmek için çeşitli girişimleri sonuna kadar sürdüren emperyalistlerin bütün oyunlarına karşı kahraman Türk ordusunun kaya gibi sağlam durduğu açıkça görülmüştür. Irak savaşının getirdiği dersleri iyi değerlendiren Türk Silahlı Kuvvetlerinin artık NATO üzerinden baskılarla değil ama Türkiye Cumhuriyetinin ulusal çıkarları doğrultusunda hareket edeceği iyice ortaya çıkmıştır. Amerikan ve İsrail çıkarları doğrultusunda geliştirilen saha dışı hegemonya arayışı NATO gibi bir savunma örgütünü bir saldırı ve işgal ordusuna dönüştürdüğü için Avrupa ülkeleriyle beraber Türkiye’de daha dikkatli davranmağa başlamış ve küresel emperyalizm yerine Türk devletinin ve halkının ulusal çıkarlarına öncelik vermeğe başlamıştır. Artık ittifaklar uğruna zayıflatılan bir devlet ya da ordu değil ama yeniden güçlenmekte olan Türkiye için güçlü devlet ve güçlü ordu döneminin gelmeğe başladığı görülmektedir.
       Dünyanın hiç bir ülkesinde devletsiz bir ordu yoktur. Devleti olmayan bir askeri birlik kurulmaya başlandığında, Türkiye’deki etnik bölücü kuruluş gibi bir isyan yada ayaklanma söz konusu olmaktadır. Her devletin sınırları içerisinde tek ve merkezi bir güç olarak ulusal ordular bulunmaktadır. Bu doğrultuda dünyanın her ülkesinde ordular kendi devletlerine yakından bağlıdırlar. Her ordu bu nedenle kendi güvenliği için devletlerin varlığı ve iyi yönetimi ile yakından ilgilidir. Eğer bir devlette çözülme varsa, devlet yabancı güçler tarafından içeriden ele geçirilerek çökertilme noktasına getirilmişse, o zaman böyle bir duruma orduların seyirci kalması düşünülemez çünkü her ordunun varlığını koruyabilmesi için bağlı olduğu devletin iyi ve sağlam ellerde olması gerekmektedir. Ancak bu yoldan devletler ile orduların varlığı korunabilmektedir. Devleti olmayan ya da ortadan kalkan bir ordu,  tarihte birçok ülkede örnekleri görüldüğü gibi bir çapulcu birliği olmaktan öteye gidemeyecektir. Bu nedenle her ordu ülke ve kendi güvenliği açısından bağlı olduğu devleti yakından izlemek ve devlet düzenindeki olumsuz değişmelere karşı önlemler almak durumundadır. Tamamen savunma amaçlı böylesine bir ilginin, liberal çevreler tarafından hemen faşistlikle suçlanması, küresel sermaye ile bağlantılı çalışan bu işbirlikçi kadroların tekelci şirketlerin dünya egemenliğini sağlama doğrultusunda ulus devletleri ortadan kaldırma girişimleri olarak ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Liberal çevrelerin dış bağlantıları ve sermaye şirketleri ile yakınlıkları, ulus devletler arasında oynanmakta olan büyük oyunun gelişmesinde ulus devletleri devre dışı bırakmak üzere etkili olduğu görülmektedir. Batının emperyal devletleri kendi ordularını korurken ve güçlendirirken, batı dünyasının dışında kalan ülkeleri ele geçirme doğrultusunda bu ülkelerin askeri güçlerini kısıtlamak üzere ulusal orduların ortadan kaldırılmaya çalışıldığı, bunların yerine sermaye çevrelerinin denetimi altındaki özel ya da profesyonel orduların getirilmek istendiği görülmektedir. Türkiye’de benzeri tartışmaların dışa bağımlı medya üzerinden başlatılmasıyla beraber ulusal ordunun yıpratılması kampanyalarına hız verilmiştir. Ulus devletler ortadan kaldırılmak istenirken, Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti yerine bir bölgesel federasyonun batı egemenliğinde kurulmaya çalışılması aşamasında, Türk ordusu küçültülerek tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Bütün bu gibi girişimlere karşı, TSK’nın “Güçlü Türkiye-Güçlü Ordu “ girişimi doğru bir adım olarak görülmektedir. Dosta ve düşmana Türkiye’nin güçlü bir devlet ve ordu olmaktan vazgeçmeyeceği ve diğer ulus devletler gibi devletler arasında oynanmakta olan büyük oyunda kendi gücü ile ulusal çıkarları doğrultusunda hareket edeceği, açıkca ortaya konulmaktadır. Liberallerin hemen ordunun devlete olan ilgisini faşizm ya da darbecilik olarak göstermeye çalışması, uluslar arası kapitalist sistemin sahibi olan tekelci şirketlerin önünü açmak içindir. Bütün tekelci şirketler dünya ülkelerine egemen olurken ulus devletlerin direnmesiyle karşılaşmak istememekte ve bu nedenle ulus devletlerin en büyük gücü olan ulusal orduların ortadan kaldırılması için çeşitli girişimlerde bulunmaktadırlar. Ordusunun gücü kırılan devletler giderek küçülecek ve birer sömürge yönetimi olarak, tekelci şirketlerin denetimi altında hareket edeceklerdir.
          Türkiye’nin son aylarda yaşadığı asker sivil arasındaki gerginliklerde sürekli olarak liberal basının bir asker sorunundan söz etmesi ve ama medyanın dışa bağımlılığını görmezden gelmesi ciddi bir çelişki olarak öne çıkmaktadır. Kendi dışa bağımlılıklarını gizleme noktasında ulus devletin bağımsız davranmasını sağlayabilecek derecede güçlü bir ordunun ülke sorunlarıyla ilgilenmesine karşı çıkılmaktadır. Küresel sermaye ve onun yerli işbirlikçileri Türkiye’nin ülke ve devlet sorunlarıyla nasıl yakından ilgilenme hakkını kendilerinde görüyorlarsa, Türk ulusunun ve Türkiye’yi temsil eden bütün kişi ve kurumlar da Türkiye’nin meseleleriyle yakından ilgileneceklerdir. Türk devletinin bütün birimleri ve güvenlik kuruluşlarının ilgi gösterdikleri kadar Türk ordusunun da ülke sorunlarıyla yakından ilgilenme hakkı bulunmaktadır. Türkiye cumhuriyeti anayasa ve yasaları doğrultusunda hareket eden bütün ülke kurumları gibi Türk Silahlı Kuvvetleri de ülke güvenliği ve kamu düzeni ile ilgili konularda üzerine düşen görevleri yerine getirmek zorundadır. Dünyanın merkezi coğrafyasında belirli bir devlet düzeni çatısı altında yaşayabilmenin gerektirdiği kamu düzeni her türlü tehdit ve savaş tehlikesine karşı korunacak ve geleceğe dönük olarak geliştirilecektir. Bütün bunlar için Türkiye’nin güçlü kamu kurumlarına ve orduya ihtiyacı bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin güçlü bir devlet olarak varlığını sürdürebilmesi de güçlü bir askeri yapılanmaktan geçmektedir. O nedenle güçlü Türkiye ve güçlü ordu birbirinden ayrılamayacak derece bağımlı kavramlardır. Devlet güçlü olursa orduda bu doğrultuda güçlenir. Ordu güçlü olursa o zaman uluslar arası alandaki devletlerarası büyük oyunda Türkiye Cumhuriyeti daha iyi ve güçlü bir konuma sahip olabilecektir. Türkiye’nin bulunduğu topraklar üzerinde başka devletler kurmak isteyenler, hem Türk devletine hem de Türk ordusuna k arşı bu nedenle çeşitli manevralara kalkışmaktadırlar.
        Bütün ulus devletler ulusal güç unsurlarının birleşimine dayanmaktadır. Bir ülkedeki ulusal yapılanmanın unsurları birer devlet faktörü olarak ele alındığı zaman ulusal kültür, ulusal ekonomi, ulusal toplum, ulusal bilim, ulusal yargı ile beraber ulusal ordu da önde gelen bir yere sahip olmaktadır. Bir ulus devlet böylesine ulusal güç faktörlerinin birleşiminden meydana gelmektedir. Ulus devletler böylesine ulusal güç faktörlerinin bir araya getirilmesine ve birlikte ele alınarak bir güçlü ulus devlet oluşturulmasına bağlıdırlar. Ulus devletlerin kuruluş aşamasında olduğu gibi daha sonraki aşamada varlıklarını sürdürme sürecinde de, benzeri biçimde ulusal güç faktörlerinin bir araya gelmesi ve üniter bir yapı içerisinde oluşturulacak birliktelikleriyle ulus devletin geleceğe dönük ilerlemesi sağlanabilmektedir. Bu nedenle ulus devlet bütünüyle ulusal güç faktörlerinin varlığına ve birlikteliğine bağımlı bulunmaktadır. İşte bu nedenle ulus devlet ile beraber ulusal ordunun varlığında kaçınılmazdır. O zaman “Güçlü Türkiye–Güçlü Ordu“ sloganı anlam kazanmakta ve Türk ulusuna yön göstermektedir. Dünyanın merkezi coğrafyasında tarih sahnesin çıkmış olan Türk ulusunun varlığını koruyabilmesi ve yoluna devam edebilmesi için güçlü ordu ve güçlü devlet kaçınılmazdır. Türk Silahlı Kuvvetleri “Güçlü Türkiye-Güçlü Ordu “ sloganı ile bu gerçeği dosta ve düşmana kısaca herkese anlatmak istemiştir. Bu davranış liberallerin söylediği gibi faşizm değil ama tam anlamıyla bir ulusal savunmadır. Tıpkı ulusal kurtuluş savaşı günlerinde olduğu gibi, uluslar arası emperyalizmin yok etmek için saldırdığı Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu, yeni bir ulusal kurtuluş mücadelesini güçlü devleti ve ordusu ile beraberce verecektir.


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN  

1919’dan 2019’a: Manzara-i umumiye - Prof. Dr. Anıl Çeçen

1919’dan 2019’a: Manzara-i umumiye

Büyük Atatürk tarihe mal olmuş ünlü Söylev’inde, emperyalizme karşı milli mücadele hareketini başlatılacağı Samsun’a ayak bastığı günü anlatırken ve yüz yıl öncesinin dünyasında ortaya çıkmış olan genel durumu ve o günün siyasal konjonktürünü ele alırken, o dönemin diline uygun bir biçimde “manzara-i umumiye” kavramını kullanmıştır. Biz de onun izinden giderek ve bu kavramın çatısı altından dünyaya bakarak, milli mücadelenin başladığı dönemin koşulları ile bugünün dünyasında yaşanan sorunları birlikte ele alarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve varlığını sürdürmesi açısından değerlendirmeye çalışacağız.

19 Mayıs 1919, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün, bir grup arkadaşı ile birlikte Samsun’a gelerek ulusal kurtuluş savaşını başlatmış olduğu tarihtir. Bu nedenle Cumhuriyet rejiminin getirmiş olduğu resmi bayramlar içinde bu tarih yerini almış ve her sene “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanmıştır. Atatürk, 23 Nisan günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açarak bu tarihi “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” adı altında geleceğin Cumhuriyet kuşaklarını oluşturacak Türk çocuklarına armağan ederken, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın Samsun’a ayak basılmasıyla başlaması üzerine, 19 Mayıs tarihini de ulusal kurtuluşun tarihi olarak Türk gençliğine armağan etmiştir.

Ulusal kurtuluşun bir savaşa dayandığı ve ancak gençlerin bu mücadeleyi yürütme gücünün bulunduğu inancı, 19 Mayıs tarihinin gençlik bayramı olmasını sağlamıştır. Çağdaş bir Cumhuriyet devleti kurarak, geleceğin modern dünyasında onurlu bir ülke olarak yer almayı ana hedef olarak belirleyen kurucu önder Atatürk, geleceğin Cumhuriyet kuşaklarını yetiştirme doğrultusunda Türk çocukları ile birlikte Türk gençliğine de hak ettikleri yeri verebilmek amacıyla Türk ulusunun geleceğini temsil eden her iki toplum kesimine birer resmi bayram armağan etmiştir. 

Mustafa Kemal, TBMM’de okumuş olduğu Büyük Söylev’inin giriş kısmında o günün dünyasını genel bir bakış açısıyla değerlendirirken ve Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı sonucunda yenilmiş olması yüzünden bütün ülkenin ve toplumun büyük bir çöküntüye sürüklenmiş olduğunu ifade ederken, Osmanlı ordusunun bu durumda yenilgiyi kabul ederek teslim olduğunu, birinci madde olarak belirtmiştir.

Dünya savaşının uzun sürmesi nedeniyle bütün savaşan ülkeler çökerken, Osmanlı Devleti bu durumda biterek teslim olmuştur. Ordunun elinden silah ve cephanesi alındığı için savaşa devam etme şansı kalmamış ve bu aşamada Osmanlı Devleti her yönü ile teslim olmuştur. Savaşı kazanan devletlerin askeri birlikleri bu durumda Osmanlı Devleti’nin merkezi olan İstanbul’a girerek devlete el koyuyorlar ve askeri birlikleri aracılığı ile de ülkenin her tarafını işgal ediyorlardı.

İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan askeri birlikleri, Sevr haritası doğrultusunda ülkenin çeşitli bölgelerini işgal ederek, bitmiş olan imparatorluk sonrasında Osmanlı hinterlandını ele geçirerek, kendilerine bağımlı olacak geleceğin küçük sömürge devletçiklerini oluşturuyorlardı.

Hristiyan Roma ve Bizans imparatorlukları sonrasında bunların toprakları üzerinde bir Müslüman devlete izin vermek istemeyen Avrupalı emperyalistler, Ermeni ve Rum patrikhaneleri ile işbirliği yaparak, Osmanlı Devleti sonrasında Avrupa kıtası ile bir Hristiyan birlikteliği içinde yer alacak gayrimüslim devletler federasyonunun önünü açmaya çalışıyorlardı.

Ülkenin her tarafını sarmış bulunan işgal hareketlerine karşı eski Osmanlı ahalisi direnirken, Avrupa’nın önde gelen ulus devletlerine yönelik bir var olma savaşı veren Osmanlı ahalisi de, savaş koşulları içinde ulusal egemenliğini yeniden tesis etmek için çabalarken, Batılı ulus devletlerin toplumları gibi yeni bir uluslaşma sürecine giriyorlardı. Bir yanda, hemen hemen her şehir merkezinde halkın önde gelen tahsilli kesimleri Müdafaa-i Hukuk kongreleri yaparak örgütleniyorlardı.

Ayrıca, ülkenin doğusunda Lazistan, Kürdistan ve Ermenistan gibi devletlerin Batı’nın denetiminde kurulması için, Batılı emperyalist güçler Anadolu halkı içinde örgütlenerek emperyalist girişimlerini geleceğe dönük bir biçimde kurumlaştırmaya çaba gösteriyorlardı. Böylesine büyük bir saldırı karşısında kalan Osmanlı toplumu, bu durumda kendini kurtarmak üzere ulusal kurtuluş mücadelesine kalkışıyordu.

İstanbul’daki devletin çökmesi üzerine ortaya çıkan işgal ve saldırı girişimlerini durduracak bir kamu otoritesi kalmadığı için, halk kitleleri hem kendilerini kurtarmak hem de merkezi idarenin ortadan kalkması nedeniyle yerel yönetimler aracılığı ile halk kitlelerinin gereksinmelerinin karşılanabilmesi için bir arayış içine giriyorlardı. Yerel kongreler aracılığı ile bir araya gelen halk kitleleri emperyal saldırı ve işgallere karşı direnirken, aynı zamanda ülke ve halkın gereksinmelerinin karşılanabilmesi doğrultusunda yerel yönetimler üzerinden ulusal alanda yeni bir yapılanma gündeme geliyordu.

Karadeniz bölgesinde Rum Pontus yapılanması yeni bir alt kimlikçi devlet girişimi olarak öne çıkarken, imparatorluk merkezi İstanbul’da da Vatikan destekli bir yeni Bizans projesi ile birlikte milli varlığa düşman çizgide azınlık oluşumları Batılı ülkelerin destekleri ile ortaya çıkıyordu. Devletin çöküşü sonrasında gündeme gelen alt kimlikli oluşumlar, tıpkı Balkanlar’da olduğu gibi küçük sömürge devletlerini Anadolu yarımadası üzerinde tesis etmek için uğraşıyorlardı.

Yukarıdaki konuları sırasıyla Söylev’inde anlatan Atatürk, bu kadar olumsuz koşulların bir araya geldiği bu olumsuz sahne karşısında tek bir karar verilebileceğini gördüğünü ve bu zor koşullar altında ulusal egemenliğe dayanan, tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak sayesinde, Türk ulusunun tarih sahnesinden silinmek durumundan kurtulabileceğini açıkça ifade etmiştir. İmparatorluğun çeşitli cephelerinde savaşan Atatürk bu amaçla İstanbul’a gelmiş ve burada devletin içinden gelen kadrolar ile birlikte çalışmalar yaparak, altı aylık bir hazırlık döneminden sonra bir grup arkadaşı ile birlikte yola çıkarak Samsun kentinde Anadolu yarımadasına ayak basmıştır.

Türk ulusunun onurlu bir halk olarak bağımsızlıktan uzaklaşma biçiminde hiçbir emperyal güce uşaklık yapması düşünülemezdi. Atatürk'e göre bu kadar olumsuz durumda, Türk ulusunun bağımsızlık ya da ölüm arasında bir tercih yapması gerekiyordu. Emperyal saldırı ve işgal girişimlerine karşı bir ulusal kurtuluş savaşı verilmesi zorunluydu. Böylesine bir kurtuluş yolunun uygulamaya geçirilebilmesi için de, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın planlanarak uygulamaya geçirilmesi gerekiyordu.

Atatürk bu düşüncelerini bir milli sır olarak kafasının içinde korurken, diğer yandan da geride kalan Osmanlı ordusu ile yakın ilişkilere girerek, ulusal kurtuluş savaşının planlarını devreye sokuyordu. Telgraf sistemi aracılığı ile bütün yurt ile temasa geçen Atatürk, bütün ülkeye ve dünyaya duyurduğu Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak üzere Samsun’a geliyordu.

Kongrelere katılan halk temsilcilerinin desteklemeleriyle ülkenin birçok köşesinde açık hava toplantıları yapılıyor ve mitingler düzenleniyordu. Bu yoldan halk kitlelerinin desteğini de arkasına alan Mustafa Kemal, arkada kalan ordu ile birlikte halk kitlelerini bir araya getirerek ulusal kurtuluşun öncülüğünü yapıyordu.

19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, kendisini Atatürk olmaya sürükleyecek olan ulusal kurtuluş mücadelesine yöneliyordu. Düvel-i Muazzama denilen en büyük emperyalist devletlere karşı savaş açan Anadolu ve Rumeli halkı, kurtarıcısının açtığı şemsiyenin altında toplanarak zorlu bir var olma savaşına kalkışıyordu.

Türkleri dünya haritasından silmek üzere yola çıkmış olan Batı'nın büyük emperyalistlerine karşı, mazlum ulusların temsilcisi olarak Türk halkı ayağa kalkarak bir ders veriyor ve hiçbir biçimde teslim olmayarak bağımsız yaşama hakkını yeni bir devletin çatısı altında güvence altına alıyordu. Böylece dünya egemenlerinin hazırladığı merkezi coğrafyaya yönelik hegemonya planlarının hepsi iflas ediyor ve işgal girişimleri sonuçsuz kalıyordu. Böylece Türk ulusunun bağımsız bir devlet çatısı altında tarih sahnesine çıkmasını sağlayan ulusal kurtuluşa giden yol açılıyordu.

19 Mayıs tarihinden 100 yıl sonra bu kez bağımsız devletimizin başkenti Ankara’dan dünyaya baktığımız zaman, tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesine benzer olumsuz bir durumun ortaya çıktığı görülmektedir. Merkezi alandaki büyük devlet olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü gündeme gelince, Batı’nın önde gelen emperyal devletleri, eski Osmanlı bölgelerini ele geçirmek için saldırarak ve işgale kalkışarak dünya tarihinin ilk cihan savaşını çıkartmışlardır.

Dün batı emperyalizminin önde gelen ikilisi İngiltere ve Fransa bölgeye gelirken, bugün de onların uzantısı olarak Amerika ve İsrail ikilisi merkezi alanda kendi hegemonya düzenlerini oluşturabilmek için, bölgedeki bütün devletleri terör yolu ile parçalamaya çalışmaktadırlar. Yüz yıl önce imparatorlukları çökerten emperyalizm bugün de ulus devletleri parçalamaya yönelmektedir.

Avrupa kıtasında 25 bölge kendi başkentlerine bağlı olmaktan çıkarak, alt kimlikçilik yolundan, ayrı devlet olmaya doğru demokratik rejim içerisinde yönlendirilirken, batı tipi demokratik rejimden uzak kalan Ortadoğu bölgesinde bu parçalanma süreci, terör örgütleri üzerinden yönlendirilen bölgesel savaşlar aracılığı ile gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

Emperyalizmin merkezi alandaki devletlere tekrar saldırması ve parçalayarak kendine bağlı daha küçük sömürge devletçikleri oluşturmaya yönelmeleri açısından, yüz yıl önceki durum ile büyük bir benzerlik bulunmaktadır. Terör, saldırı ve işgal yöntemleri ile Ortadoğu bölgesinde de gene yirmi civarında eyalet devleti kurarak, kendi kontrolleri altında bir yeni sömürgeci yapılanmayı Batı hegemonyasının sürdürülmesi doğrultusunda gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. 

Bugün küresel sermaye bütün dünyayı gizli aile şirketlerinin ve sermayenin kontrolleri altında eyaletleştirmeye doğru sürüklerken, Atatürk’ün Samsun’dan yaptığı değerlendirmenin günümüz koşullarında antiemperyalist bir savaş sonucunda kurulmuş olan bir halk cumhuriyetinin merkezi olarak, başkent Ankara’dan yapılması gerekmektedir.

Ortadoğu cephesinde savaş sürüp giderken, bu kez de Balkanlar, Kafkaslar, Afrika, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde, bölgeleri yeniden parçalayarak tekelci şirketlerin denetimine vermek isteyen emperyalistler, Lozan Antlaşması ile merkezi alanda kurulmuş olan devletler düzenini ortadan kaldırmaya çaba göstermektedirler.

Günümüzde 100 yıl önceki emperyalizmin daha da büyüyerek canavarlaştığı, insanlığı bir kıskaç içine alacak derecede tehlikeli bir baskı unsuru haline geldiği görülmektedir. Yirminci yüzyılda sosyalist sistemin varlığından yararlanan Batı emperyalizmi bugüne kadar etkisini artırarak yoluna devam ederken, bu aşamada Siyonizm’in devreye girerek, tüm insanlığın geleceğini üçüncü bir dünya savaşı senaryosu ile teslim almaya yönelmesi hiçbir biçimde kabul edilecek bir girişim değildir.

Atatürk’ün 100 yıl önce vermiş olduğu, emperyalizme karşı tam bağımsız çağdaş bir ulus devlet kurma düşüncesinin, ne kadar haklı bir proje olduğunu aradan geçen yüzyıllık zaman diliminde gündeme gelen siyasal olaylar ve gelişmeler doğrulamıştır. Bu nedenle Samsun’a çıkış ile başlayan ulusal kurtuluş mücadelesinin günümüz koşullarında daha da güçlendirilerek sürdürülmesi, dünya halklarının ve mazlum ulusların kazanılmış haklarının korunabilmesi açısından zorunludur. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün yolundan giderek ilelebet payidar kalmanın yolunu bulacaktır.   

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
 

ÇEÇENİSTAN‘DA RUS İŞGALİ - Prof. Dr. Anıl Çeçen


ÇEÇENİSTAN‘DA RUS İŞGALİ
                                                                                                                           

     Sovyetler Birliği’nin çökerek dağılması sonrasında  ,bu sosyalist federasyona bağlı olan on beş devlet  bağımsızlığını ilan edince , Kuzey Kafkasya’daki en büyük devlet olarak Çeçenistan da bağımsızlığını ilan etmişti . Yüzyıllarca süren Rus-Kafkas savaşları sırasında Rus emperyalizmine  en çok karşı çıkan ve bu doğrultuda   küçüklüğüne  bakmadan direnen  Çeçenistan  devleti  , Rusların ideolojik imparatorluğunun çöküşü üzerine federasyon üyesi diğer devletler ile birlikte  bağımsızlığını ilan  ederek kendi  yolunu  seçmiştir . Rusya Federasyonu serbest kalan on beş devlet ile birlikte Çeçen devletinin bağımsızlık ilanını kabul etmeyince , iki taraf arasında birinci savaş başlamıştır .  Bu savaş sırasında  büyük mücadele gösteren  Çeçenler  bağımsızlıklarını elde ederek  dünyaya  açılmış ve  uluslararası alanda  hak ettikleri  özgürlük ortamını elde etmişlerdir . Tarih boyunca  sürüp giden anlaşmazlıklardan birisi olan  Kuzey Kafkasya sorununu ,Çeçen devleti bağımsızlık kazanımı ile çözmeye çalışmış ama  dünyanın en büyük emperyalist devletlerinden birisi olan Rusya Federasyonu bu duruma karşı çıkınca , Kafkasya bölgesinin Ruslar tarafından yeniden saldırı  savaşı   ile  işgal  durumu  ortaya çıkmıştır .
                Asya’nın geniş topraklarında kurulduktan sonra Avrupa bölgesine yönelen Cengiz hanın Moğol  imparatorluğu dağılınca , bu büyük devletin toprakları üzerinde bir çok devlet ortaya çıkmıştır . Hazar devleti sonrasında  Kafkasya bölgesi bir çok göçe sahne olmuş ve bunun sonucunda da Altın Orda  ismi ile yeni bir  Türk devleti tarih sahnesinde kendini göstermiştir . Bugünkü Rusya Federasyonunun ana toprakları üzerinde daha önce kurulmuş olan Altın Orda devleti  bugünkü Kafkas halklarının oluşumuna  giden  süreçte dağılınca , Kiev’de kurulmuş olan Rus Knezliği büyümeye başlamış ve  bir süre sonra bu oluşum Moskova Knezliği’ne dönüşerek , bugünkü Rusya devletinin temel özünü oluşturmuştur . Rus Çarlığının oluşmasına giden yolda Moskova Knezliği bir geçiş aşaması olmuş  ve  Asya kökenli Hunlar’ın  bu bölgeye gelişleri ile birlikte Hazar kıyılarında oluşmaya başlayan Türk yapılanması bir süre sonra Moskova Knezliği üzerinden gelişen bir Rus yapılanması ile karşılaşmıştır . Onuncu yüzyıldan sonra başlayan modern oluşum süreci içinde Ruslar ile Çeçenler  sürekli olarak  bu coğrafyada karşı karşıya gelmişlerdir .Rus Çarlığının  1556 yılında Astrahan hanlığını ele geçirmesi sırasında ,Ruslar ile Çeçenler arasında ilk silahlı çatışma olayı yaşanmıştır . Güçlü Çar’ların yönetimi altında Rus devleti genişlerken çevresindeki topraklara da emperyalist saldırılar ile egemen olmuştur . Ele geçirdikleri topraklarda sömürgecilik siyaseti uygulayan Rus emperyalizmi , Kafkasya bölgesine de diğer bölgeler gibi tam olarak egemen olmak amacıyla  sürekli olarak saldırmış ve bu  çizgide direniş gösteren Çeçenler ve Çerkezler ile sürekli olarak  savaşmıştır . Dağlı halkların direnmesi  bu bölgede  Müridizm adıyla bir dini hareketin de doğmasına neden olmuştur .
                Birinci Dünya Savaşı öncesinde Ruslar  hem Balkanlara hem de Kafkaslara doğru uzanınca  daha önce yaşanan Kırım savaşının benzeri sahneler  Kafkas bölgesinde de ortaya çıkmıştır . Kuzey Kafkasya’daki halkların sindirilmesinin ve Ruslaştırılmasının güçlüğünü fark eden Rus devleti  bu bölgeye Ukraynalılar ile Rusları getirerek yerleştirmeye çalışmıştır .Birinci Dünya Savaşı öncesinde bölge halklarına karşı yürütülen Rus saldırıları ikinci dünya savaşı öncesinde de devam ettirilmiş  ve yüz binlerce Çeçen asıllı Kafkas halkı Sibirya ile birlikte Orta Asya  çöllerine sürülmüştür .Ruslar  bir emperyal devlet olarak komşu bölgelere saldırırken, en büyük direnişe  Kafkasya bölgesinde  maruz kalmışlardır . Ruslar  kendi güvenlikleri açısından Hazar bölgesi ve Kafkasya’da tam egemen olabilmek üzere  beş yüz yıl savaşmak zorunda kalmışlar ve hiçbir zaman  kalıcı bir hegemonya düzenini özellikle Çeçen savaşları yüzünden bu bölgede kuramamışlardır . Modern silahlar ile donatılan Rus orduları  her zaman için saldırılarını devam ettirmişler ve bu yüzden de  sürekli olarak Çeçenlerin direnişleri ile karşılaşmışlardır .Çeçen-Rus  savaşları insanlık tarihinin bitmez tükenmez çatışmaları olarak her dönemde  görülmüştür . Bu gün  beş yüz yıllık çatışmaların gündeme getirdiği Çeçenistan’ın bağımsız devlet olma sorunu hala çözüme kavuşturulamamış bir siyasal problem olarak dünya barışını tehdit etmektedir . Kalıcı bir çözüme bir türlü kavuşturulamayan  bu sorun, dünya barışı açısından bir tehdit olarak bugün de varlığını her ortamda hissettirmektedir .
                Çeçenistan’ın Müslüman halkı bir türlü Hrıstıyan Rusya’nın denetimi altında yaşamayı kabul etmemiştir .Jeopolitik  açıdan  Çeçen sorunu öncelikle Hazar ve Kafkas bölgelerinin güvenliği açısından birinci derecede  öneme sahiptir . Türkiye’nin Rusya ile sınırdaş olduğu bölgede yer alan Çeçenistan devleti bu açıdan Türk-Rus ilişkilerinde son derece önemli bir yere sahiptir .Çeçen sorununda bu yüzden Türkiye  devleti de tıpkı ABD , Avrupa Birliği  ve  İran gibi ikinci derecede etkilenen ülkeler arasında yer almaktadır . Önceleri Çeçen sorununu Rusya’nın bir iç sorunu olarak gören ABD daha sonraları bir emperyal güç olarak Kafkas ve Hazar bölgelerine gelince, bu bölgede  konunun  dünya konjonktürünün  ana meselelerinden birisi olduğu  görülmektedir . Rusya’yı yumuşak karnı olarak görülen demokrasi ve insan hakları üzerinden vurmaya kalkışanlar,  Çeçen sorununu her yönü ile kullanmak için  yoğun olarak çaba göstermektedirler .Dağlık bir bölgede devlet olmanın getirdiği olanaklardan  iyi yararlanmasını bilen Çeçenler ,her dönemde ulusal çıkarlarını korumak konusunda ısrarcı olmuşlardır.Bu doğrultuda Rus emperyalizminin her saldırısı Kafkaslar üzerinden çok ciddi bir Çeçen direnişini kendiliğinden  gündeme getirmiştir . Sorunun çözüme kavuşturulması noktasında  artan savaş tehlikesini görerek hareket etmekle bir oldu bitti önlenerek ,geleceğe dönük  kalıcı  bir  barış ortamının süreklilik kazanmasına yardımcı olunabilecek tir . Zaman zaman uluslararası çatışma ortamına son verilerek  bir barış ortamı yaratma arayışı Çeçen sorununu  farklı  yönlere doğru sürüklemiştir .
                Çeçenistan’da Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasında 1991 yılının Ekim ayı içinde yapılan genel seçimler ile ulusal kurtuluş savaşının öncüsü olan Emekli  hava Tümgeneral Cevher  Dudayev’in başkanlığında bağımsızlıkçı bir kadronun işbaşına gelerek hemen bağımsız cumhuriyet ilan etmesi üzerine,  Rusya Federasyonu yönetiminde büyük rahatsızlık ortaya çıkmıştır .Rusya Sovyetler  Birliği  Konfederasyonuna bağlı olan  on beş devletin  bağımsızlığını tanımasına rağmen  kendi federasyonu içinde yer alan otonom cumhuriyetlerin bağımsızlığını tanımayarak , Çeçenistan ve Tataristan devletlerinin  federasyon çatısı altında kalması için çaba göstermiştir .  Rus devletinin Cevher Dudayev yönetimindeki bağımsızlıkçı kadroyu  Çeçen devletinin başından atarak, yerine işbirlikçi bir  kadroyu  Ömer Avturkhanov isimli bir siyasetçinin başkanlığında getirmeye çalışması sonucunda, iki devlet karşı karşıya geliyordu . Rusya’nın sağladığı asker ve silah yardımları sonrasında oluşturulan  Rusya kuklası hareket, Çeçenistan içinde çeşitli  ayaklanma ve karışıklıklar yaratmaya çalışmış ama  Çeçen halkının bütünüyle ulusal kurtuluş önderi Cevher Dudayev’in  arkasından gitmesi yüzünden,  ulusal kurtuluş mücadelesinin önünü kesmek mümkün olmamıştır .I8 Kasım 1994 tarihinde  Rusya’nın yönetiminde uzaktan kumandalı bir ayaklanma ve saldırı hareketi örgütlenmiş ama  bağımsızlık yolundaki ilerlemenin önü kesilememiştir . Ruslar gizli yollardan kendi yetiştirdikleri askerleri gizlice Çeçenlerin ülkesine sokarak  baskı uygulamaya kalkmış ama bu gibi girişimlerin hepsi sonuçsuz kalmıştır . Rus emperyalizminin  Çeçen halkının içinde var olan bazı muhalif güçleri devreye sokarak gündeme getirdiği  bağımsızlıkçı yönetime karşı , ayaklanma projelerinin hepsi Çeçenlerin yurtsever dayanışması sayesinde başarısızlığa mahkum edilmiştir . Rusya işbirlikçisi muhalefetin yeterince halk desteği elde edememesi yüzünden  bağımsızlığa giden yolun önü kesilememiştir . Rusya desteğindeki işbirlikçi muhalif gruplar bütün desteklere rağmen  istendiği gibi bu küçük ülkenin  yönetiminde etkin bir duruma gelememişlerdir .
                Çeçen askerleri ile  Rus askerleri  bağımsızlık ilanının getirmiş olduğu gerilimin tırmanması üzerine  karşı karşıya geliyor ve ülkenin çeşitli bölgelerinde silahlı çatışmalar birbirini izleyerek gündeme geliyordu . Ruslar dışarıya karşı bağımsızlıktan vazgeçilmesi çağrısı yaparken  , diğer yandan da kaçak askerler ile ciddi bir silah yığılması yaratarak iç savaşın önünü açmaya çalışıyordu .  Rus askerlerinin bağımsızlıkçı yönetim tarafından  teslim alınması üzerine , Rusya’nın ikili tavrı netlik kazanıyor ve savaşın psikolojik cephesinde Rus emperyalizmi savaşı kaybediyordu . Rus askerlerinin Çeçenler tarafından teslim alınması üzerine Rusya  taktik değiştirerek askeri birlikler ile saldırılar yapmak üzerinden  uçak filoları ile  Çeçenistan ülkesinin başkenti  Caharkale kentini bombalıyorlardı . Rusların hava saldırılarını uzun süreli sürdürmesi üzerine Çeçenlerin kentleri ve köyleri yıkılarak , üç milyona yaklaşan Çeçen nüfusun tamamı  açık havada yaşamaya zorunlu kılınıyordu . Rusya devlet başkanı BorisYeltsin , Çeçen bağımsızlığını ortadan kaldırmak üzere askerlerine ve uçaklarına  saldırı emirleri verirken  beş bin askerden oluşan Rus birlikleri  I994 yılının son ayı içinde  Çeçenlerin Natareçni kentini işgal ettikten sonra başkenti bombalamaya devam ediyorlardı . Rusya saldırılar sonrasında esir düşen Rus askerlerinin peşine düşen Çeçenistan yönetimini baskı altına almaya çaba gösteriyor ama bu alanda da istediği sonuçları elde edemiyordu . Rus bombardımanının devam etmesiyle  ateş kes  konusu da birlikte gündeme geliyordu . Vatanlarını emperyalizme karşı koruma konusunda kararlı olan Çeçen halkı  direnişini  genişleterek sürdürürken  Rus askerleri Çeçen ordusu karşısında ciddi kayıplar veriyorlardı .I995 yılına girerken , Çeçen yönetimi ilan ettiği bağımsızlık statüsüne uygun davranarak  teslim olmadığı için, Rusya Federasyonu Sovyet sonrası dönemde Afganistan ve Tacikistan gibi ülkelerden sonra üçüncü problemli dönemini  Çeçenistan isyanı karşısında yaşıyordu . Bu aşamada  bir avuç Çeçen karşısında başarısızlığa uğrayan Rus devleti bataklığa saplanmaktan kurtulamıyordu .
                Üç yüz yıllık bir  bağımsızlık mücadelesinden gelen Çeçenistan  I991 yılında ilan ettiği bağımsızlığa uygun davranarak  teslim olmuyor ve bu yüzden de Rusya ile savaş devam ediyordu . Rusya Federasyonu ülkenin toprak bütünlüğünü öne sürerek  , federasyon üyesi devletlere tanımış olduğu bağımsızlık hakkını,Çeçen Cumhuriyetine vermemekte direniyor ve  Çeçen ülkesi ile halkını karıştırmak için akla gelen her yolu deniyordu . Boris Yeltsin devlet başkanı olarak ülkede olağanüstü hal ilan ederek  Çeçenistan’ı yeniden Rus ülkesine bağlayabilmenin yollarını arıyordu . Bu yolda sonuç alınamayınca  Rus ajanları ülkenin çeşitli bölgelerinde  terör olayları yaratarak hepsini bağımsızlıkçı Çeçenlerin üzerine atarak ve Çeçen sorununu bir bağımsızlık mücadelesi konumundan çıkartarak  terör sorununa dönüştürmek ve böylece uluslararası kamuoyu önünde Çeçen sorununun bir terör meselesi olduğu konusunda kalıcı bir kanaat oluşturabilmenin yollarını arıyorlardı .Çeçen devleti , komşusuGürcistan,Azerbaycan ya da Ermenistan gibi  bağımsız olmak istiyor ve bu doğrultuda komşuları ile eşit bir siyasal konuma gelebilmek üzere  bağımsızlık ilan ediyordu .Rusya ise Çeçenistanın jeopolitik konum açısından taşıdığı değerlerin farkında olduğu için  bu küçük ülkenin kendinden kopmasına izin vermiyordu .Rusya  kendi  güney bölgesinin güvenliği ve enerji  nakil hatlarının çoğunun bu bölgeden geçmesi  ile  bu ülkede var olan büyük bir rafineri yüzünden, Çeçen devletini kendine bağımlı  bir konumda tutmak istiyor ve bu yüzden de  bağımsızlık isteyen Çeçenler ile savaşa kalkışıyordu .  Ayrıca bu doğrultuda bağımsızlık önderi  Dudayev hakkında tutuklama kararı çıkartarak hapishaneye atmak için harekete geçiyorlardı .
        Kafkasya bölgesi tarih açısından ele alındığı zaman burasının her dönemde bir çatışma alanı olarak öne çıktığı görülmektedir .On altıncı yüzyılda başlayan Rus saldırıları beş asır sürmüş ve son olarak yirminci yüzyıla geçerken , bu bölgenin bağımsızlığı yeniden sıcak gelişmelere neden olmuştur .İkinci dünya savaşı sırasında diğer Kafkas kökenli gruplar ile birlikte Orta Asya bozkırlarına sürülmüş olan Çeçenler’in ,Sovyetler Birliğinin dağılmasından yararlanarak komşuları gibi bağımsız olma çabaları ,Rus emperyalizminin hegemonya arayışları nedeniyle  sonuç vermemiş ve bu yüzden Çeçenler Kafkasya bölgesinde savaş yapmaya devam etmişlerdir . Çeçenler bağımsızlık ilanının beşinci yılı olan 1996 yılında bir  füze saldırısı ile önderleri Dudayev’i kaybetme durumuna düşürülünce , gene direnişi  
sürdürebilmenin yollarını aramışlardır . Bağımsızlık savaşı sırasında  Türkiye ve diğer Müslüman ülkelerden yardım isteyen  Çeçenistan Cumhuriyeti , çeşitli ülkelerden yardım alarak ayakta kalmaya çalışmış ama  dev bir ülke ile karşı karşıya kalmanın  sıkıntısını da sonuna kadar çekerek  büyük bedeller ödemiştir . Orta Doğu ve Orta Asya’nın önde gelen Müslüman ülkeleri  Çeçenlere yardım edebilmek için bir çok yolu denemelerine rağmen  bu ülkenin uluslararası hukuka göre hakkı olan bağımsızlık statüsünü batı dünyasının önde gelen ülkelerine kabul ettirememişlerdir .  Çeçen bağımsızlık savaşını İslami Cihat olarak gören İslam dünyası çeşitli savaşçı grupları Çeçenistan’a göndererek, Rusların emperyalist saldırılarını önlemek için din kardeşlerine yardımcı olmaya çaba göstermişlerdir .B u aşamada Rus devleti Türkiye Cumhuriyeti gibi büyük bir komşusunu Çeçenlere yardımcı olmakla suçlayarak iki ülke arasındaki normal ilişki düzenini askıya alıyordu . Çeçenlere  ülkesini ve topraklarını kullandıran Türk devletini  Rusya Federasyonunu bölmek ile suçluyordu . Bu aşamadan sonra Ruslar’da  Türkiye’nin doğu bölgelerinde ayrı bir devlet oluşturulması çizgisindeki oluşumları destekleyerek  benzeri bir bölücülük suçlaması ile karşı karşıya kalıyordu .Daha sonraki aşamada ise Türkiye hem Karabağ hem de Kosova sorunlarının gündeme geldiği durumlarda, gene Rusya Federasyonu ile İslam ve Türk dünyasının geleceği açısından karşı karşıya geliyordu .
                Tam yirmi birinci yüzyıla girerken Çeçen komutan Basayev kendisine bağlı bulunan bir ordu ile birlikte Dağıstan bölgesini işgal ederek  , Avarların yaşadığı bölgede Çeçenler ve Avarların birlikte yaşayacağı bir yeni devlet oluşumu için ortaya çıkması üzerine,  Çeçenistan sorununda  yeni bir savaş dönemi gündeme geliyordu .  Basayev ve El Hattap  önderliğindeki kökten dinciler bütün dünyayı bir din imparatorluğuna dönüştürmek üzere yola çıkarlarken , Çeçenistan bağımsızlık savaşının bir din savaşına doğru dönüşmesine yol açıyorlardı . Çeçenistan’ın yanı başında yer alan Dağıstan bölgesinin çok kozmopolit bir toplum yapısına sahip olması nedeniyle,Basayev’inÇeçen savaşını bu bölgeye taşıyarak  Dağıstan’ın potansiyelini kendi hedefleri doğrultusunda kullanmaya kalkıştığı görülmüştür .Basayev’in Çeçen savaşını Kuzey Kafkasya bölgesine yayma girişimlerine karşılık  Rus devleti de  bir  büyük orduyu Çeçen bölgesine göndererek  ve böylece  ülkeyi kontrol altına alarak  Çeçenlerin bağımsızlık savaşına son vermiştir .Rus emperyalizmi bu aşamadan sonra Çeçenistan’da kendisine bağlı  bir yönetim sistemi getirerek , Çeçenistan devletinden bir daha bağımsızlık arayışlarının ortaya çıkmaması doğrultusunda yeni bir politika geliştirdiği ortaya çıkmıştır . Çeçenistan’ın yeniden Rusya Federasyonu çatısı altına döndürülmesi üzerine ,Türkiye ve diğer Müslüman ülkeler ile Çeçen Cumhuriyetinin  arasına Moskova yönetimi girmiştir . İki binli yıllara girerken gündeme gelen  ikinci Çeçen savaşı sırasında , Rusya  eskisine oranla daha güçlü bir düzenli ordu ile  Çeçenlerin ülkesine girerek bu ülkeyi hem işgal etmiş hem de işbirlikçi yönetim aracılığı ile kendisine bağlamıştır . İlk başlarda bir bağımsızlık sorunu iken sonradan bir insan hakları sorununa dönüşen Çeçen meselesi  , nereden bakılırsa bakılsın sadece Rusya Federasyonunun bir iç meselesi değildir , çünkü  Çeçenistan  Sovyet İmparatorluğu kurulmadan önce ilan edilmiş olan bağımsız Kuzey Kafkasya Cumhuriyetinin tarihsel olarak  bugüne ulaşan  devamıdır.
                Çeçenistan  Sovyetler Birliğinden Rusya Federasyonuna geçilirken , federasyon antlaşmasını resmen kabül etmeyen tek devlettir . Tarihsel olarak üç yüz yıldır devam eden  Rusya ve Kafkasya çatışmalarının birikimine sahip olan Çeçenler ,bu bölgenin  geleceği ile  uğraşmayı kendi bağımsız karakterleri açısından zorunlu görmüşlerdir . Bağımsızlık ilanı sonrasında Çeçenistan’ın bağımsızlığının resmen  1996 yılında imzalanan Hasavyurt antlaşması ile tanınması  Kuzey Kafkasya’nın geleceği açısından  Çeçenlerin  misyonunu daha da artırmıştır . Bağımsızlık sonrası birinci savaş döneminde Rus devleti  beş binden fazla askerini kaybetmiş  ve beş milyar doları geçen bir ekonomik zarar ile de karşı karşıya kalmıştır . I997 yılında Rusya ile Çeçen cumhuriyetinin imzaladığı barış antlaşması ise  bir anlamda Rusya Federasyonunun Çeçen devletini karşı bir muhatap olarak kabül ettiği biçimde yorumlanmıştır .Başkanlığa  general  Aslan Mashadov’un seçilmesinden sonra Yeltsin ile  imzalanan bu barış antlaşması  siyasal çevrelerde Çeçenistanın bağımsız bir devlet olarak resmen   tanındığı biçiminde değerlendirilmiştir . I999 yılında ortaya çıkan Basayev isyanının Çeçen sorununu sınır ötesine taşıması üzerine, Rusya Federasyonu  daha kesin bir yol izleyerek, enerji nakil hatlarının tam ortasında bulunan Çeçen ülkesini kendisine mutlak bir biçimde bağlamıştır . İki bin yılına girerken gündeme gelen ikinci Çeçen savaşı sırasında iki yüz binden fazla insan öldürülmüştür . Çeçenistan’ın  bağımsızlığı Rus işgali altında ortadan kaldırılırken, 500 binden fazla Çeçen vatandaşı ülkelerini terk ederek  komşu ve Müslüman ülkelere göç etme zorunda kalmıştır .Bu tarihten sonra zaman zaman ortaya çıkan terör eylemlerinde Çeçenler’in aktif yer aldığı iddialarını kullanan Rus devleti , bunları gerekçe olarak  göstermiş ve Çeçen devleti üzerindeki baskılarını giderek artırarak bu ülkeyi her yönü ile  Rusya’ya bağlı tutabilmenin  yollarını aramıştır .  11 Eylül olayları ile dünya hegemonyası için terörü gündeme getiren batı emperyalizmi, bu dönemde Rusya’ya doğru terörü  kullanmaya başladığında  Çeçenleri bu gibi işlerin  militanları konumunda çalıştırmışlardır .
                Rusya’nın Yeltsin sonrasında göreve gelen yeni diktatörü Putin , Çeçen devletine uyguladığı baskılar ile  bu kahraman halkın bir daha Moskova’dan kopmaya yönelmesini önleyecek düzeyde önemli kararlar alarak Rusların Çeçen politikasını değiştirmiştir . Yeni diktatör kendisine mutlak anlamda bağlı olan bir yönetimi Çeçen devletinin başına getirerek , bu ülkede eskisinden çok farklı bir dönemi  başlatmıştır . Batının emperyal devletlerinin  çeşitli terör olaylarının faili konumunda Rusya’ya karşı kullandıkları Çeçen asıllı insanların kaderini değiştirecek bir biçimde, son yıllarda Çeçen devletinin yapısı değiştirilmiştir . Moskova’nın kontrolü altında  Çeçen devleti  yeni yatırımlar ile daha zengin bir ülke konumuna getirilirken, Çeçenistan bir Asya ülkesi olmaktan çıkarak yeni bir Avrupa ülkesi konumuna doğru yönlendirilmiştir . Çeçenler bu aşamada daha iyi yaşam koşullarına kavuşturulurken , Çeçen insanı da yoksulluktan kurtarılarak normal insanlar gibi yaşama hakkına sahip kılınmışlardır . Bir anlamda Rusya sahip olduğu zenginliği , kendisinin baş sorunu olan Çeçenistan’ı  para ile satın alma projesinde kullanarak  sorunu çözmeye çalışmıştır .Savaş ülkesi Çeçenistan , Dudayev gibi bir ulusal kurtuluş önderinin yolundan uzaklaştırılırken, Rusya’nın yeni patronu Putin çizgisinde geleceğin Moskova bağımlısı bir Kafkas düzenine doğru yönlendirilerek ,önemli bir petrol ülkesi olmaya doğru eskisinden farklı bir biçimde yapılandırılmıştır . Rusya’nın dışa açılmasıyla birlikte enerji nakil hatlarının tam ortasında yer alan Çeçenistan da dışa dönük bir süreç başlatılmış  , yeni yatırımlar ile zenginlik  bu bölgeye de taşınırken , yoksul  Çeçenler  terörün kıskacından kurtarılarak batılıların Rusya’ya karşı kullandıkları bir mekanizma olmaktan yavaş yavaş çıkartılmışlardır .  Rus devleti  böylece Çeçenlerin kendisine karşı kullanılmasını ekonomi üzerinden önlerken , yatırımlar aracılığı ile onlara daha gelişmiş bir toplum yapısı getirmişlerdir . Yoksulluktan kurtulan  Çeçenler , batı emperyalizminin yeni Kafkasya maceralarında terörist olarak kullanılma  politikalarından  uzak  durmaya başlamışlardır . Yeni dönemde  Kuzey Kafkasya’da Moskova karşıtı siyasal  senaryolara Çeçenlerin  karıştırılmaları ekonomik zenginleşme ile önlenmiştir .
                Stalin döneminde Sovyetler Birliğinden kovulmuş olan Çeçenler’in  yeni dönemde Rusya ile entegrasyona yönlendirilmeleri çelişki gibi görülse de aradan geçen zaman dilimi içinde bir çok şeyin değiştiğini açıkça ortaya koymaktadır . Değişen dünya yenilikleri beraberinde getirince , yoksulluk nedeniyle , Rusya’dan bağımsızlık yolu ile kopmaya çalışan  Çeçenlerin zenginleştirilerek  Rusya Federasyonu  ile entegrasyona yönlendirilmeleri ,üzerinde durulması ve düşünülmesi  gereken yepyeni bir  dünyanın  gündeme  geldiğini açıkça ortaya koymaktadır . Tarihsel süreçte ortaya çıkışı jeopolitik ve jeostratejik nedenlere bağlı olan  Çeçen sorunu günümüzde dünya düzeni değişirken eskisinden çok farklı yeni bir düzene doğru yönlendirilmektedir . Zamanımızın petrol ve enerji zengini en büyük ülkelerden birisi olan  Rusya’nın bu alandaki nakil hatlarının ve yolların geçtiği ülke olan Çeçenistan’ı kendisine bağımlı bir duruma getirmesi   emperyalizm açısından anlaşılabilir  bir durum olarak öne çıkmaktadır .Rusların baskı ve şiddet uygulaması ile sona erdirilen Çeçenistan bağımsızlık sorunu tek taraflı bu hegemonyanın dayatılması olarak  orta çıktığı için elde edilen  savaşsızlık ortamı bir negatif barış düzeninin yansıtmaktadır . Baskı ve şiddet ile ya da savaş ve güç kullanımı  ile elde edilen barış ortamı gerçek anlamda barışı yansıtmamaktadır . Silahlı çatışmaların durması  gerçek anlamda bir barış olarak hiçbir zaman düşünülemez  ama  bir negati f sürecin barış görünümlü yansıması olarak görülebilir .Günlük yaşam sürecinde ortaya çıkan sıcak olaylar barışın kalıcılığı açısından zararlı yansımalara yol açabilmektedir . Bu nedenle tek taraflı güce dayanan barış ortamının negatif yansımaları her zaman için barış düzenini devre dışı bırakabilmektedir .Bugün Çeçenistan’da  sağlanmış olan barış ortamı tamamen Rusya’nın çıkarları doğrultusunda ortaya çıkarılmış bir negatif barış ortamı olarak karşı taraftaki Çeçenlerin istek ve hedeflerini devre dışı bıraktığı için , Kuzey Kafkasya bölgesindeki barış negatif yansımaları olan bir eksik anlaşmaya dayanmaktadır . Çeçenler her siyasal dönemeçte olduğu gibi geleceğin dönüşümlerinde de  bağımsız olmadıkça siyasal bir  sorun olarak yaşayacaklardır .Kafkasya’da kalıcı olabilecek bir pozitif barışın yakalanabilmesi için   Rusların Çeçenlerin bağımsızlıklarını kabül etmesi gerekmektedir . Aksi takdirde Çeçen sorunu zaman içinde büyüyerek  ve daha geniş   bir Kafkasya sorunu biçimine dönüşerek Rusları daha çok rahatsız edecektir .O aşamada bütün Kuzey Kafkasya halklarının Çeçenlerin yanında yer alarak Rus emperyalizmine karşı  ortak bir direnişe yönelmeleri  yeni bir siyasal süreç olarak  belirecektir .
                Çeçenlerin  uluslararası insan hakları  ve  toplumların  kendi yazgılarını belirleme hakları doğrultusunda gündeme getirilen bağımsızlık özlemleri  ,Rusların emperyal  hegemonyaları ile sona erdirilmiştir . Bir anlamda haklara dayanan hukukun gücü yerine gücün ve otoritenin yarattığı oluşumlar çerçevesinde eskisinden farklı bir süreç yaşanmış ve  kazanılmış hakların yerini haksızlıklar ile baskılar  almıştır . Birleşmiş Milletler ana sözleşmesinde yer alan devletlerin haklarına öncelik verince , uluslararası insan hakları bildirilerinde yer alan temel hak ve özgürlüklerin  görmezden  gelindiği görülmektedir . Uluslararası hukukta  ulusların hakları olduğu kadar , devletlerin ve etnik azınlıkların da hakları bulunmakta ve bunlar  uygulama alanında birbirlerini dengeleme doğrultusunda kullanılarak hak ve adaleti esas alan yaşam düzenlerinin oluşturulmasına yardımcı olmaktadırlar.  .Rusya’da büyük devletin otoriter gücü egemen olurken , başta Çeçenler olmak üzere bu ülkede yaşamakta olan bir çok azınlığın temel hak ve özgürlükleri ikinci planda bırakılmaktadır . Federasyon antlaşmasını imzalamayan ve  bağımsızlık konusunda direnerek sonuç  almaya çalışan Çeçenlerin yaşadıkları çatışma süreci , Rusya Federasyonu içinde yaşamlarını sürdürmekte olan diğer alt kimlikli etnik gruplara da örnek olmaktadır . Rusya günümüzde merkezi bir devlet olarak varlığını koruyarak geleceğe doğru  emperyalist bir modele doğru yöneldiği  bu aşamada ,kendi içinde içinde yaşayan geniş azınlık gruplarının hak ve özgürlükleri ile karşı karşıya gelmektedirler .Rusya burada kendi devlet gerçeği ile  toplumsal yapısının  özelliklerini bir bütün biçiminde ele alarak değerlendirmek durumundadır . Siyasal krizlerin ve çöküşlerin getirdiği insan hakları ihlalleri çerçevesinde  , Rus devlet geleneği  de günümüzdeki koşullara uygun olarak  kendisini  her yönden sorgulayarak bir geçmiş değerlendirmesi yapmak zorundadır .
                 Dünya kıtalarının altıda biri oranında çok büyük bir alanı kendi siyasal hegemonyası altında tutmak isteyen Rusya Federasyonu  , kendi içinden yeniden yapılanarak  doksan ayrı idari birime bölünmüştür . Sovyetler Birliğinden kalma eyalet ve federasyon uygulamasına yeni dönemde de devam eden Rus devleti, bu aşamada  kendi sınırları içinde yer alan etnik grupları emperyal amaçlı olarak sınırları içinde tutabilmenin çabası içine girmiştir . Bu federasyonun  içinde yer alan doksan idari birimden sadece Çeçenistan  Moskova’nın egemenliğini tanımayarak başkaldıran birim olmuştur . İşgal ettiği geniş topraklarda emperyalizmini sürdürmeye çalışan Rus devleti ,bugün soğuk savaş sonrası dönemde yeni bir dünya düzeni  arayışı ile karşı karşıya kalmıştır . Çeçenistan savaşı işte bu dönüşümün tam ortasında gündeme gelen bir eski mücadelenin yeni aşaması olmuştur . Tam bağımsızlık  karakterine sahip bulunan Çeçenler ,bu bağımsızlık anlayışını yaşam biçimine ve siyasal düzene dönüştürerek  yollarına devam etmek istemektedirler .Uluslararası alanda  her toplum için bir insan hakkı olarak tanınmış olan  bağımsızlık, Çeçenler için karakterden kadere  geçiş doğrultusunda  yeni bir sürece doğru ilerlemektedir .  Ne var ki , yeni dönemin çok kutuplu dünyasında gene eskisi gibi bir kutup merkezi olarak hareket etmeye çalışan Rusya Federasyonu, daha önceleri Hasavyurt antlaşması ile  kabul etmiş olduğu Çeçenistan’ın bağımsızlığını siyasal baskı,saldırı ve işgal yöntemlerini birlikte uygulayarak  inkar etmeye yönelmesi  bu sorunu iyice çözümsüzlüğe doğru sürüklemiştir .
                Dünya değişirken beraberinde yeni koşulları da ortaya çıkarmaktadır . Yeni koşulların  giderek öne çıktığı bir aşamada  Kuzey Kafkasya bölgesinin de yeniden yapılanması da öncelik kazanmaktadır Birinci dünya savaşı sonrasında güney Kafkasya  ülkelerinin bağımsızlıklarına kavuştukları gibi , bugün de  Kafkasya’nın kuzeyinde yaşamakta olan halk kitlelerinin  bağımsızlık düzenine yönelmeleri  Çeçenistan Cumhuriyetinin  öncülüğünde gelişmektedir . Uluslararası alanda bütün ülkelerin benimsemiş olduğu hukuk  düzeni çerçevesinde  diğer devletler nasıl bağımsızlıklarını kazanmışlarsa , aynı  durum Çeçenistan için de geçerli bulunmaktadır . Kuzey Kafkasya bölgesinde yaşamakta olan  halklar yedi küçük devletin çatısı altında varlıklarını sürdürürken , Çeçen Cumhuriyetinin öncülüğünde Rus emperyalizmine karşı verilmiş olan ulusal kurtuluş savaşı Kuzey Kafkasya bölgesinin yedi küçük  devleti içinde  hukuk açısından geçerli bulunmaktadır . Soğuk savaş sonrasının getirmiş olduğu uluslararası yumuşama döneminde , bir çok bölgesel soruna çözüm  barış ortamı içinde getirilirken, Kafkasya’nın kuzey bölgesine de yeni bir barış düzeni  Çeçenistan Cumhuriyetinin açtığı özgürlük ve bağımsızlık çizgisinde  gerçekleştirilebilecektir . Yaşam boyunca hiçbir zorluk karşısında çaresiz kalmayan , her zaman  zorluklara ve baskılara karşı direnen , her türlü haksızlığa karşı çıkarak hak ve adalet arayışını genel bir  karaktere dönüştüren Çeçenler ‘in ; hiçbir zaman teslim olmayan güçlü  direnişleri ile başlatılmış olan Kuzey Kafkasya ‘nın bağımsızlık sürecinin  bir an önce  tamamlanabilmesi için , bütün Kuzey Kafkasyalı toplumların, Çeçenistan’ın vermekte olduğu özgürlük mücadelesinin  yanında yer almaları zorunlu olarak gündeme gelmektedir . Böylesine bir  dayanışma gerçekleşmeden Rus emperyalizmine karşı  tam bir sonuç almak pek mümkün görünmemektedir .


Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

12 Haziran 2019 Çarşamba

Tahterevalli - Prof. Dr. Anıl Çeçen


                                                   Tahterevalli
                                                                                                       
                              Tahterevalli  ,  Arapça kökenden gelen bir  kelime olarak , Osmanlı döneminde Türkçe’ye  girmiş ve daha sonra da  Türk dilinde yerleşmiş bir kavramdır . Türkçe sözlüklere bakıldığında , ortadaki dayanak üzerinde bir tarafı ,  diğer tarafı yukarıya kalkacak biçimde hareket ettirilerek  oynanan bir tahta parçası ya da kalas anlamına gelmektedir . Bu uzun tahtanın iki ayrı ucuna  iki kişi ya da çocuklar oturunca  , karşılıklı olarak  aşağı inen ya da yukarı çıkan bir oyuncak haline dönüşmektedir .Daha çok , çocuk bahçeleri ya da eğlence merkezlerinde görülen bu oyuncak türünün en büyük özelliği  iki kişiyle oynanabilmesidir . Eşit ölçülerde kesilmiş olan bir tahta parçasının , tam ortadan temel bir dayanak noktasına oturtulması , ya da yere köklü bir biçimde bağlanması  sayesinde  tahtanın iki ucuna oturmuş olan çocuklar ya da kişiler , sırasıyla bir aşağı  inerek , bir yukarı çıkarak  karşılıklı  bir oyun içerisine girebilmektedirler . Bu yüzden , bu Arapça kökenli kavram ,  kalın tahtalar ya da demir parçalarından yapılan oyuncaklar  ve   hem küçükler hem de büyükler tarafından oynanan bir oyun  olarak ,zevkli bir zaman geçirten eğlence vasıtasının  adı  olmaktadır .  Tahterevalli bu hali ile  hem oyuncağın hem de bu oyuncak aracılığı ile oynanan oyunun adı  olarak günlük dilde kullanılmaktadır . Son yıllarda  belediyeler ve çeşitli kuruluşlar tarafından açılan çocuk bahçelerinin ya da eğlence merkezlerinin en önde gelen oyuncaklarından birisi olarak  tahterevalli Türkiye’de  günlük yaşamda fazlasıyla kullanılan bir  oyuncak ya da oyundur .

            İlkokul çocukları tahteevalliye binince  “  tahterevalli  ya  valli “ diyerek bu Arapça kökenli  oyuncağa bir de kafiye uydurarak  zamanlarını eğlenceli bir biçimde bu oyuncağın üzerinde geçirebilmektedirler .Her   Türk insanının çocukluk döneminde yer alan tatlı anıları arasında tahterevalli maceralarının da yer aldığı söylenebilir . Böylesine  eğlence ve zevkli zaman geçirme  uğraşları ile bağlı olan,  neredeyse  çocuklar için eğlencenin başlıca kaynaklarından birisi olarak  tahterevalli , son zamanlarda bu masum görünüşünün ötesinde kullanılarak  bazı siyasal plan ya da projeler ile beraber  anılmağa başlanmış , çocuklara ve insanlara zevkli zaman geçirmelerine katkı sağlayan bu oyun , günlük yaşamın ötesinde ele alınarak bazı siyasal oyunların adı olarak kullanılmağa  başlanmıştır . Tahterevalli bir oyuncak olarak nasıl ki iki kişi arasında oynanıyorsa , aynı oyunun bu çocuk oyuncağının kullanılışına uygun bir biçimde büyük siyasal güçler ya da süper  devletler arasında da oynanabileceği ifade edilmeğe başlanmıştır . Bu masum kavramı siyasal hesaplar doğrultusunda  kullanmağa başlayan  güç merkezleri  , yeni dönemin koşullarına uygun düşecek biçimde siyaset değişikliğine yöneldiklerinde ,   yeni ortaya çıkan  koşullara  uygun düşebilecek  yepyeni siyasal oyunlar ya da  stratejiler geliştirmeğe başladıklarında,  tahterevalli gibi  bir oyun adını siyaset sahnesinin  başköşelerine  taşıyabilmektedirler .Devletlerarası rekabet düzeninde ve uluslar arası alanda  her devlet ya da büyük güçler farklı stratejiler geliştirerek daha iyi bir duruma gelmek ya da  daha etkin bir konuma ulaşabilmek üzere  yeni yaklaşımları ya da politikaları belirlemektedirler . İşte bu gibi durumlarda  : şemsiye , tramplen,köprü ,iskele,tampon,karakol,garnizon,merkez ,uydu  gibi günlük dilde kullanılan bazı masum kavramların izlenen stratejilerin adları olarak devreye sokuldukları görülebilmekte ve  devletlerin ya da güç merkezlerinin izledikleri politikalar bu gibi günlük dilin masum kavramları ile ifade edilebilmektedirler .  İşte bugün gelinen aşamada , tahterevalli de  günlük dildeki anlamının ötesinde  yeni bir stratejik kavram olarak gündeme getirilmekte  ve yeni dünya düzeninin kilit stratejisinin adı olarak kamuoyuna lanse edilmektedir .

                Türkiye’nin tanınmış  bir  yazarı , eski bir istihbaratçı ve  aynı zamanda bir ekonomi  profesörü olarak , yeni dünya düzeninin bir tahterevalli  modeli üzerine oturacağını, iki kutuplu soğuk savaş döneminin sona ermesinden sonra ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeninin yürüyememesi yüzünden yeniden iki kutuplu bir dünya düzeninin oluşturulacağını  son zamanlarda açıkca yazmakta ve savunmaktadır . Bu görüşünü öne sürürken , Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra yaşanmakta olan kaotik gidişin durdurulamadığını , iki kutuplu siyasal düzenden tek kutuplu yeni bir dünya düzenine geçilemediğini  , iki kutuplu düzenden tek kutuplu bir yapılanmaya geçilmesi için çaba sarfedilirken tamamen tersi bir doğrultuda ortaya çok kutuplu bir yeni  düzenin çıktığını ve bu durumun da beraberinde yeni karışıklıklar getirdiğini  dile getirmiş ve  çok kutuplu bir dünya düzeninin ortaya çıkarabileceği kaotik  gidişin önlenebilmesi için , yeniden soğuk savaş yıllarındaki gibi iki kutuplu bir dünya düzenine  geçilmesinin  gerekli olduğunu  zaman zaman  yazılarında  belirtmiştir . Bu eski istihbaratçı , Türkiye’nin batı dünyası ile birlikte olması gibi bir duruma alıştığı için  , batı merkezli yeni stratejilere açık bir yaklaşımla hareket ederek ,  ABD merkezli bugünkü batı hegemonyasının gelecekte de sürdürülebilmesi doğrultusunda  bu önerisini geliştirmiştir ,çünkü  iki kutuplu bir dünya düzeninde  merkezi coğrafyada  karşılıklı olarak  oynanacak bir  tahterevalli oyununda  batı blokunu temsilen ABD tahtarevallinin bir ucunda oturacak , karşı uçta ise  geçmişte iki kutuplu dünya düzeninin karşı  merkezi gücü olan Rusya yer alacaktır . İki dünya savaşı sonrasında batı kapitalizminin süper gücü olarak ortaya çıkan Amerika Birleşik Devletlerine karşı  , soğuk savaş döneminin iki  kutuplu  dünya düzeninin karşı  doğu bloku olan sosyalist sistemin ağa babası olarak Rusya yer alıyordu . Küreselleşme öncesi bu  ikili yapılanmanın  ,geleceğe dönük oluşturulan yeni dünya düzeninde ,küreselleşme ile beraber bütün dünya ülkelerine zorla empoze edilen ABD merkezli tek  kutuplu dünya düzeni tutmayınca  ,tekrar devreye sokulmağa çalışıldığı  anlaşılmaktadır .

            İki büyük dünya savaşı sonrasında oluşturulan  Birleşmiş Milletler merkezli  dünya düzeni çatısı altında  her ülke kendi geleceğini çizmeğe çalışırken, iki ayrı kutup arasında bir soğuk savaş düzeni oluşturulmuş ve  bu doğrultuda yaratılan gerginlik ortamı çerçevesinde  dünya yönetilmeğe çalışılmıştır . Amerika Birleşik Devletleri  , ikinci dünya savaşı sonrasında bir Mac Chartizm rüzgarı estirerek  her sol düşünceyi peşinen komünizm olarak ilan ederek , hem kendi ülkesini hem de batı blokuna dahil olan diğer batılı ülkeleri baskı altına alarak  mum üzerinde tutmuştur . Sovyet devrimi sonrasında Rusya merkezli olarak kurulmuş olan  komünist   blokun  patronu durumundaki Rusya ve kömünist sistem öcü olarak ilan edilmiş  ,  Türkiye gibi batı sisteminin kontrolu altındaki ülkelerde  sosis  sos’u bile sosyalizmi çağrıştırdığı için komünist olmakla suçlanmıştır . Komünizm propogandası gibi bir suç icat edilerek , her türlü sol düşünce ya da benzeri sosyalist akımlar  komünistlikle suçlanarak siyaset sahnesinden   silinmeğe   çalışılmışlardır . Bir tarafta  Rusya merkezli sosyalist düzen ve komünist sistem oluşturulurken , diğer yandan beş yüz yıllık Avrupa merkezli dünya sistemine son verilerek ABD merkezli bir  batı hegemonya düzeni kurulmağa çalışılmıştır . Böylesine bir yeni düzen eski Avrupa sömürgeleri üzerinden bütün dünyaya yönelik oluşturulurken , batının dışında kalan doğu yarıküredeki   geçmiş dönemlerden kalan  eski ülkelerde bir sosyalist yapılanma içerisine girerek  karşı kutup olan Rusya’nın hegemonyası altına giriyorlardı . Eski sömürgeler ya da diğer dünya devletleri açısından böylesine iki kutuplu dünyanın dışında kalmak mümkün olamıyor ve  kutup merkezleri harita üzerindeki bütün ülkelerde siyasal hegemonya çekişmesine girerek bir soğuk savaş gerginliği dönemi yaratıyorlardı . Askeri darbeler , dışa bağımlı diktatörlükler ile beraber   demokrasi görünümlü siyasal yapılanmaların tamamı iki kutup merkezi tarafından yönlendiriliyor ve böylece bütün dünya  ülkeleri iki kutuplu  yapılanmanın baskısı altına alınıyordu . Bazı Asya ve Afrika ülkelerinin bir araya gelerek üçüncü bir dünya yaratma girişimleri de , batı ve doğu blok merkezleri tarafından önleniyordu .

              İki kutuplu sistem hem üçüncü bir kutba izin vermiyor hem de bütün  yeryüzü ülkelerinde  doğudan ya da batıdan girerek  , bir  kenetlenme sağlıyordu . Bu durumda , dünyanın merkezinde yer alan bir ülke olarak kutup tercihi yapmak gibi bir zorunluluk ortaya çıkıyordu . Birinci dünya savaşı sonrası koşullarda  üç dünya arasında merkezi bir model olarak devletleşen Türkiye Cumhuriyeti  , hem batı hem doğu bloklarına karşı mesafeli davranırken , aynı zamanda laik devlet yapılanması ile  İslam dünyasının  da dışında hareket ediyordu . Avrupa üzerinden batı bloku ,Rusya üzerinden doğu bloku ile komşu bir konumda  kurulmuş bir devlet olarak , Türkiye  doğu ve güney sınırları üzerinden komşusu olan Müslüman ülkelerle de arasına bir mesafe koyuyordu . Dünyanın jeopolitik merkezinde yer almanın getirmiş olduğu özel koşullar nedeniyle , Türkiye cumhuriyeti üç dünya  arasında bir merkezi model olarak gündeme geliyor ve kurucusu Atatürk’ün oluşturduğu  özgün  sentezci devlet  modeliyle her türlü taklitçiliğe ya da uyduluğa karşı çıkarak , dünya uluslar ailesinin onurlu bir üyesi görünümünde  yeniden  dünya atlasındaki yerini alıyordu . Atatürk’ün  oluşturduğu tam bağımsız ve belirli bir ulusal  senteze dayanan  apayrı  devlet modeli  ile Türkiye Cumhuriyeti soğuk savaşın belirli dengelere   dayanan koşullarında  ortaya çıkıyordu . Birinci savaş sürecinde kurulan buyapı , ikinci dünya savaşı sonrasında ayakta kalmakta zorlanıyor ,bu büyük savaşın galibi olarak Amerika Birleşik Devletleri dünyanın merkezine gelerek yerleşince  , iki bin yıllık  proje olan  Yahudi devletini  kutsal ilan edilen topraklarda kurarak  merkezi coğrafyanın  birinci savaş sonrası oluşan yeni düzenini bozuyordu . ABD ve İsrail ikilisinin merkeze gelmesi sonrasında Türkiye eski bağımsız yapılanmasını korumakta zorlanıyordu . Bir yandan Sovyetler Birliği Osmanlı döneminde olduğu gibi Kars-Ardahan ve Batum üçgenindeki toprakları tekrar talep ediyor ,buna karşılık batı blokunun patronu olan ABD’de  on bin kilometre öteden gelerek merkezi bölgeye Türkiye üzerinden yerleşiyordu .Kurulduğu yıllarda ,dünyanın merkezinde bağımsız bir kale olarak kurulmuş olan Türk devleti , ikinci savaş sonrasında bu statüsünü koruyamıyor ve Sovyet tehdidi yüzünden Nato üyesi olunca , ABD Atatürk’ün ülkesine girerek bu ülkeyi  hızla bir yarı sömürge konumuna getiriyordu .

           Kuruluşu itibarıyla  merkezi coğrafyanın bağımsız  kalesi durumundaki Türk devletinin  Amerika Birleşik Devletleri ya da Sovyetler Birliği gibi iki dev arasında kalması noktasında her iki devin bastırması yüzünden bağımsızlığını koruyamadığı ve sınır komşusu olan Sovyetler Birliğinin istilasına uğramamak için  karşı kutup olan batı bloku içerisinde yer almağa yöneldiği görülmektedir . Böylece ,jeopolitik konumuyla merkezi kale  durumunu koruyamayan Türkiye Cumhuriyeti  , Amerikan ordusunun Nato  görünümü altında  Türk topraklarına gelerek yerleşmesiyle  , bir anlamda ABD merkezli dünyada bir uzak karakol ya da  sınır karakolu  konumuna istemeden sürüklenmiştir . Türkiye Sovyet tehdidi yüzünden  ABD’nin kucağına düşerken , batı dünyasının sınır karokulu durumuna düşmüş , Sovyet tehdidini Türklere karşı bir öcü olarak kullanan Amerikan emperyalizmi de bu durumdan iyice  yararlanarak  Türkiye’ye yerleşmiştir . Girdikleri yerden bir daha  hiç çıkmayan Amerikalılar Türkiye’yi kısa zamanda  okyanus ötesi yeni eyaletleri gibi görmeğe başlamışlar ve bu doğrultuda Türkiye’nin yönetimini Türklere bırakmayarak sürekli olarak  Türkiye Cumhuriyetinin hem işlerine hem de yönetimine karışmışlardır .Soğuk savaşın son döneminde Türkiye cumhuriyeti  dışa karşı bağımsız görünmesine rağmen ,ikinci dünya savaşı sonrasında gelen bütün yönetimler  ABD merkezli batı  bloku tarafından belirlenmiştir . Sovyet tehdidi devam ettiği sürece  , Nato destekli askeri rejimler devreye girmiş ,batılı istihbarat servislerinin güdümünde çeşitli terör olayları yapay olarak yaratılarak Türkiye’nin güvenliği ciddi olarak  batı tarafından da tehdit edilmiş ve bu duruma çare olarak da Nato darbeleri her on yılda bir devreye sokulmuştur .Nato baskısıyla bir  Amerikan uydusu  sürüklenme Türk  siyasetinde  öne geçince böylesine bir çıkmaza karşı  Türkiye’de çeşitli tepkiler gündeme gelmiş ve her defasında bu tepkilere karşı emperyal çözümler ile  önlemler alınarak Türkiye’nin ABD’nin güdümü altında kalması sağlanmıştır . Türkiye bu güdümden kurtulmak üzere her başını  kaldırdığında ya terör belası , ya ekonomik kriz ya da askeri darbeler ile karşı karşıya bırakılarak  Atatürk’ün kurduğu gibi yeniden bağımsız bir  yapılanmaya dönmesine izin verilmemiştir .

              Batı blokuna  Nato üzerinden dahil olmakla Türkiye  hem bir sınır karakolu olmuş hem de  Nato ve ABD güçlerinin merkezi coğrafyadaki ana askeri üssü konumuna  gelmiştir . İkinci savaş sonrasında Türkiye’nin güneyinde kurulmuş olan İncirlik üssü  sayesinde İsrail’in güvenliği Türkiye üzerinden sağlanmış , Türkiye’deki Nato üsleri üzerinden   ülkenin  doğusunda yer alan Demirperde sınırı gözetlenmiş  ,Rusya’nın  sınır içi bölgeleri Türkiye’deki askeri üsler aracılığı ile gözetim altına alınmıştır . Batı  dünyasının hegemonyasını korumak doğrultusunda  Türkiye dev sınır komşusu için  bir tehdit merkezi haline gelirken , batının güvenliği uğruna Türkiye kendi güvenliğini  tehlikeye atmıştır . ABD kendi hegemonyası için Türkiye’de mevzilenirken , Türkiye ile Rusya’nın karşı karşıya gelmesine neden olmuş , Sovyetler Birliği Türkiye’yi  artık eskisi gibi tarafsız bir ülke değil ama doğrudan doğruya Amerikan emperyalizminin  merkezi coğrafyaya uzanan bir  karakolu ya da  üssü olarak görmeğe başlamıştır . Böylece Türkiye  batı emperyalizminin doğu blokunun merkezine yönelik bir kolu ya   çıkıntısı  konumuna  getirilmiştir .  Türkiye bu yüzden soğuk savaş yıllarında çok büyük gerginlikler yaşamış ve  Küba’da yerleşik olan  Sovyet füzelerinin karşılığının Anadolu’ya yerleştirildiği  ortaya çıkmıştır .  Türk halkından izin alınmadan , Türk parlamentosundan karar alınmadan Türkiye batının güvenliği uğruna Sovyet füzelerinin hedefi konumuna düşürülmüştür . Uzak karakol , sınır karakolu ya da  merkezi askeri üs  statüsü Türkiye’nin kendi güvenliğini ortadan kaldırmış , batı bloku uğruna Türkiye’nin güvenliği tehdit altına sürülmüştür . Stalin’in toprak talebi yüzünden batının kucağına sürüklenen Türkiye , tarafsız konumu ile beraber bağımsızlığını da yitirmiş , ve merkezi alanda  Demirperde sınırına yönelen bir  ok  konumuna getirilmiştir .

            Demirperdenin sökülmesi  ve Berlin duvarının yıkılmasıyla beraber  doğu bloku ülkeleri dünyaya açılmış ve  batı kapitalizmi  eski sosyalist ülkelere de girmeğe başlamıştır .  Dünya savaşları sonrasında  ortaya çıkan  Türkiye’nin sınır karkolu konumu değişiklik göstermiş ve Türkiye’nin ülkesi gene eskisi gibi merkezi bir konuma gelmiştir . Türkiye sınır karakolu olmaktan çıkarak yeniden merkezi bir konuma gelirken ,  batı emperyalizminin ağa babası olan Amerika Birleşik Devletleri bu durumdan kendi üstünlüğünü sürdürmek açısından yararlanmağa çalışmış , ve çaktırmadan yavaş yavaş  ve  her türlü dolaylı yolları deneyerek  gizlice   Türkiye’ye her yönü ile yerleşmeğe başlamıştır . Onbin kilometre öteden dünyanın merkezi coğrafyasını yönetemeyeceğini iyi bilen ABD emperyalizmi ,gerek Nato üzerinden gerekse uluslar arası tekelci şirketler üzerinden Türkiye’ye gelerek yerleşmesini tamamlamağa çalışmıştır .  Konya ovasını  merkezi alan güvenliği açısından askeri alana çeviren , Nato kara kuvvetlerini , Orta Doğu savaşları için Türkiye’ye taşımağa yönelen ,bu doğrultuda Türkiye’yi  sürekli olarak Müslüman komşularıyla karşı karşıya getiren   ABD emperyalizmi  İstanbul’u dünya ticaret merkezi ilan ederken , Ankara’yı da  ana kale konumunda yeniden yapılanmasına yönlendiriyordu . Ne var ki ,  batı hegemonyası uğruna  kendi bağımsızlığını yitiren Türkiye Cumhuriyeti   ,batının doğuya doğru açabileceği bir üçüncü dünya savaşının cephe ülkesi konumuna getirildiğini gördükçe bu duruma  tepki gösteriyor ve Türk halkı da  bu doğrultuda bilinçlenerek  batı emperyalizminin Türkiye’yi bütün doğu dünyasına yönelik olarak bir cephe  ülkesine  dönüştürülmesine  karşı çıkıyordu .  Türk ulusu , kendisinin olmayan bir haksız savaşa hiçbir zaman alet olmayacağını ortaya koyarken , her türlü emperyal ve Siyonist  maceraya da  tüm dünya ülkeleri ve Müslüman komşularıyla işbirliği yaparak karşı çıkıyordu .

                      Amerikan emperyalizminin İsrail’in güvenliği , kendi emperyal çıkarları ve küresel şirketlerin Hazar bölgesindeki planları  uğruna  Türkiye’yi  dünyanın ana askeri kalesi durumuna dönüştürmesine  , Türk ulusu ve Türk devleti karşı çıkarken , Amerikan devleti  Türkiye’yi ve Türkleri kaybetmemek üzere yeni bir alternatif  stratejiyi devreye sokuyor ve bu doğrultuda  Türkiye için düşündüğü dünyanın ana askeri ve ticaret merkezi konumunu  değiştirerek , Rusya ile eskisi gibi paslaşmayı gündeme getirecek bir yeni açılımı tahterevalli  stratejisi ile  öne çıkarıyordu .Türkiye’deki  Amerikan ve İsrail etkisinin giderek artmasına karşılık  İngiliz tepkisi  olarak gündeme gelen bir askeri müdahaleyi deşifre eden bir eski istihbaratçı  aracılığı ile de yeni dönemin stratejisi  tahterevalli kavramı ile  kamuoyuna açıklanıyordu . Küreselleşmenin yirmi ikinci yılında  yetkili bir ağız tarafından açıklanan bu yeni stratejiye göre  , dünya gene ABD hegemonyası altında kalacak ama  Amerika dünyayı tek başına yönetirken zorlanırsa o zaman  Rusya devreye girerek ,  Türkiye üzerinden tahterevalli oynayacaklardı . ABD batı hegemonyası adına  Türkiye’yi istediği gibi merkezden kullanacak ama bu duruma diğer büyük güçler ve  doğunun dev ülkelerinden karşı tepki gelirse o zaman da Rusya devreye girerek  tahterevallinin karşı ucundaki  süper oyuncu olarak , ABD’nin yarım kalan hegemonyasını tamamlayacaktı .Bir elmanın iki yarısını Rusya ve Amerika temsil edecekler ama diğer büyük devletlere ya da  güçlere dünya sahnesinde hegemonya  fırsatı tanınmayacaktı .  Böylece , ABD soğuk savaş döneminde olduğu gibi en üst düzeyde sadece Rusya ile muhatap olacak ama diğer  büyük güçlere  aynı düzeyde şans tanınmayacaktı . Rusya ve Amerika görünürde birbirleriyle çekişecekler , kavga edecekler  ama sonunda anlaşarak dünya düzeninin ikili bir hegemonya  yapılanması çerçevesinde yürüteceklerdi .

            Tahterevallinin kurulacağı yer ,  Amerikan planına göre Türkiye olacaktı .  Yarım yüzyılı aşkın bir süre içinde Türkiye’ye yerleşmiş olan ABD emperyalizmi , Türkiye’yi komşularına ya da doğu ülkelerine karşı bir Truva atı ya da taşeron gibi kullanamayınca , devreye Rusya girecek ve Türkiye üzerinde  kurulu bulunan tahterevalli üzerinden iki süper güç  birbirlerini tamamlayacaklardı .ABD Türkiye’yi istediği gibi ve istediği kadar kendi plan ve projeleri doğrultusunda kullanacak ama kullanamaz hale gelirse o zaman Rusya devreye girerek , ABD’nin bıraktığı yerden devreye girerek dünya kapitalizmi adına  yeni kapitalist güç merkezi  konumuyla  başlayan süreçlerin tamamlanmasında etkili olacaktı . Böylece bir tahterevalli düzeni Türkiye üzerinden kurulmuş olacak ,Türkiye’de kurulu bulunan bu oyuncağı ABD  istediği gibi ve gidebildiği kadar kullanacak ama   işler sarpa sarınca Rusya  tahterevallinin  karşı ucundaki ülke olarak devreye girerek  siyasal oyunların tamamlanmasını tıpkı tahterevalli oyununda olduğu gibi  sağlayacaktı . Böylece bir Amerika bir de Rusya sırasıyla öne çıkarak  dünya politikalarının ayarlanmasında soğuk savaş yıllarında olduğu gibi paslaşacaklardı . İkiyüzden fazla devletin bulunduğu dünya haritası üzerinde merkezi bir gücün egemen olması , merkezi konumuyla  Türkiye üzerinden kurulacak olan tahterevalli  düzeni sayesinde mümkün olabilecekti . Türk ülkesi merkezi konumuyla tahterevallinin kurulması için son derece elverişli görünüyordu .O yüzden  ABD’nin yarım asırdır  içeriden  yerleştiği Türk ülkesi  Rusya’ya olan sınır komşuluğu konumuyla , bir küresel tahterevalli  düzeninin oluşumu açısından elverişli görünüyordu . Amerika ve Rusya Türk toprakları üzerinde beraberce oluşturacakları tahterevalli  düzeni ile dünya işlerini beraberce götürecekler ve diğer büyük devletler ile büyük güçlerin önünü ortaklaşa bir dayanışma düzeni içerisinde keseceklerdi . Geçmişten gelen paslaşma alışkanlığı  Türkiye üzerinden kurulacak tahterevalli yapılanması döneminde de devam  ettirilecek ve başka bir gücün küresel hegemonyaya soyunmasına izin verilmeyecekti . Türkiye merkezi konumu ile tahterevallinin ayaklarının sağlam yapılandırılması açısından elverişli bir  konumda olduğu için  Amerika –Rusya  ortaklığı bu merkezi ülke üzerinden uygulama alanına geçirilecekti .

                         İki büyük süper güç olarak Amerika ve Rusya’nın bir araya gelmesinin arkasında yatan esas konu , dünyanın gerçekte çok kutuplu bir yapılanma aşamasına gelmesidir . Birleşmiş Milletleri dinlemeyen ABD-İsrail ittifakı bütün dünya düzenini alt üst ederken , Dünya Ticaret Örgütü çatısı altında  Rusya,Çin,Brezilya ve Hindistan dörtlüsü ortak hareket ederek , gelecekte ABD merkezli bir dünya düzenini kabül etmediklerini ve batı hegemonyasının  küresel bir düzene dönüşmesine karşı çıkacaklarını resmen  açıklamışlardır . Avrupa ülkeleri bir türlü ortak hareket edemedikleri için  Avrupa Birliği Sovyetler Birliği gibi ABD’nin karşısında dengeleyici bir güç olamamış ,İngiltere ve Fransa eski sömürgelerine geri dönünce  Avrupa Birliği süreci kesilmiş , Almanya  doğu politikasına  İtalya’da Fransa ile beraber Akdeniz politikalarına soyunmuşlardır . Öbür taraftan Brezilya,Rusya,Çin ve Hindistan’ın çok büyük ülkeler ve  milyarlık nüfuslarıyla  öne çıkmaları karşısında  , dünyanın geleceği açısından bir kaotik durum  ihtimali belirmiş ve  bu durum karşısında  , Amerika birleşik Devletleri kendi başına tek kutuplu bir dünya düzeni kuramayınca , buna tepki olarak gündeme gelen  çok kutuplu dünya düzenine esir olmak istememiştir . Önce , Bric ülkeleri denilen dört büyük ülkeye karşı , Avrupa ülkeleri ve Türkiye gibi batıya yakın duran  orta boy ülkeleri içine alan bir Grup-20 bloku oluşturulmak istenmiş ama  Bric ülkeleri batı karşıtlığında ısrarlı olunca bu kez  ABD politika değişikliğine giderek, Afrika kıtasının temsilcisi konumunda Güney Afrika’yı da bu  grubun içine  sokarak Bric  yapılanmasını Brics oluşumuna yönlendirmiştir . Güney Afrika böylece batı blokuna karşı çıkan doğulu güçlerin içine bir batı ajanı ülke olarak dahil edilmiştir . Brezilya  ile beraber Güney Afrika güneyin temsilcileri olarak lanse edilmiş ve bu yoldan batı ittifakına karşı güçlü bir doğu ittifakının çıkışı önlenmiştir . Doğu tepkisi güneyin eklenmesiyle yumuşatılırken , G-20 grubu ile de  ABD’nin yeni küresel açılımları bütün dünya ülkelerine kabül ettirilmeğe çalışılmıştır .

             Obama’nın ABD başkanı olmasıyla başlayan G-20 açılımı sonuç sağlamayınca, ABD eski alışkanlığı ile yeniden Rusya ile  paslaşma arayışı içerisine girmiş ve böylece Rusya’yı Çin ve Hindistan ile girmiş olduğu doğu ittifakından  kurtararak  yanına almağa çalışmıştır . Ne var ki ,  Putin ve  Medvedev ikilisinin tekeli altına girmiş olan  Rusya’nın geçmişten gelen  doğulu  güç ve patron ülke alışkanlığı  yüzünden  Amerika istediği gibi Rusya’yı yönlendirememiş  , Sovyetler Birliği döneminden kalma alışkanlıklar ile Rusya  ABD ve batı blokuna karşı meydan okudukça , bu kez ABD  Türkiye üzerinden oluşturulacak bir  merkezi tahterevalli düzeni üzerinden Rusya ile  yeni bir paslaşma düzeninin  hem arayışı hem de hazırlığı içine girmiştir . Tam bu aşamada ,İngiliz darbesini deşifre eden eski istihbaratçı yazar  tahterevalli hikayelerini yazmağa başlamış ve Türk kamuoyuna da böylesine yeni bir Atlantikçi yaklaşımı benimsetmeğe çalışmıştır . ABD Türkiye’ye yerleştiği için tahterevallinin ayaklarını sıkı kontrol edecek ve böylece tahterevalli oyununu güvence altına alacak,Türkiye üzerinden oynanacak  tahterevalli oyunu üzerinden de Rusya’nın  diğer doğu ülkelerine karşı  ABD’nin yanında yer alması  sağlanacaktır . Türk toprakları üzerinde ABD’nin kurduğu tahterevalli düzeninin Rusya’ya kabül ettirilmesiyle , Rusya’nın Çin ve İran gibi Asya ülkeleriyle ittifakı önlenecek , Türkiye üzerinden önce Hazar bölgesine  daha sonra da bütün Asya kıtasına yönlendirilecek  batı çıkartmasında Türkiye  tahterevallinin konuşlandığı merkezi üs , Rusya’da tahterevalli oyununun  karşı tarafı olarak  batı merkezli planların içinde kendilerine verilen görevleri yapacaklardır . ABD Türkiye olmadan merkezi bölgeyi kontrol edemeyeceği gibi , Rusya’yı da yanına çekmeden Asya kıtasını ele geçiremeyeceğini iyi bildiği için , çok kutuplu yeni güçler dengesi sürecinde  Türkiye üzerinden Rusya ile beraber doğu bölgesine doğru açılmak istemektedir . Tahterevalli  stratejisinin arkasında yatan hesapların , giderek zorlanmakta olan ABD ve küresel şirketler hegemonyasının sürdürülmesi olduğu artık iyice anlaşılmaktadır .Bu uğurda Türkiye harcanırken ,Rusya  yeni ortak olarak öne çıkarılmaktadır.

                        Amerikan’nın Avrasya uzmanı ve  başkanlık danışmanı  Zbgnew Brzezinsky ,  geçen ay içinde  BBC televizyonunda  çıkmış olduğubir programda , ABD merkezli batı ittifakının doğuya doğru açılımını tamamlayarak  küresel anlamda yeni bir dünya düzeni oluşturmakta kararlı olduğunu  açıkca söylemiştir . Bu süreçte kesinlikle Türkiye’yi yanlarına alacaklarını ve Türkiye ile birlikte doğuya açılacaklarını da resmen ilan etmiştir .  Amerikanın en üst düzeydeki uzmanı ve yetkili kişisi olarak konuşan Brzezinsky bir anlamda ABD’nin doğuya açılırken Türkiye’yi kullanacağını   dile getirmektedir . Ayrıca gelecekte Rusya ile de birlikte olacaklarını ama şimdilik bunu tam olarak sağlayamadıklarını  çünkü Rusya’nın demokrasi meselesini tam olarak çözüme kavuşturamadıklarını ifade etmekten çekinmemiştir .  Rusya ile gelecekte beraber olacaklarını açıklamaktan çekinmeyen Amerikalıların son seçimlerde  Putin’e karşı  100 milyon doların üzerinde bir parayı Rusya’da dağıtması ,Türkiye’de olduğu gibi Rus demokrasisinde de ABD hegemonyasının para gücüyle tesis edilmeğe çalışıldığını göstermektedir . Putin’in resmen açıkladığı dağıtılan para miktarı  ABD’nin seçmenler üzerinden Rus halkının iradesini teslim alma çabası olarak görülebilir . Brzezinsky Türkiye’yi kesin olarak yanlarına aldıklarını söylerken  bir anlamda Türkiye’nin tahterevalli  stratejisi üzerinden uydulaştırıldığını , gelecekte yeni bir doğu hegemonyası hamlesi için Rusya ile ortak hareketin Türkiye üzerinden  merkezi bölgeye  yayılabileceğini  ifade etmektedir . Avrasya stratejisinde Çin ve Hindistan’ın önü kesilirken , Avrupa’nın eski devleri olan İngiltere,Almanya ve Fransa’nın merkezi coğrafyaya eskisi gibi girmeleri önlenirken  , ABD açıkca Türkiye üzerinden bir Rusya işbirliğini hedeflediğini  Brzezinsky’nin ağzından  dünya kamuoyuna açıklamaktadır .

            Atatürk’ün merkez kale stratejisi ile tam bağımsız bir devlet olarak kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyetinin  ,şimdiye kadar Avrupa tarafından bir Avrasya köprüsü , İsrail tarafından  İslam dünyasına dönük bir laiklik şemsiyesi  , ABD tarafından bir  Asya giriş kapısı ya da sınır karakolu olarak kullanıldığı  dönemlerin geride kaldığı yeni bir aşamada   küresel sermaye ve Siyonist lobilerin zorlamalarıyla Türkiye Amerikan-Rus ortaklığına dayalı bir tahterevalli stratejisinin uygulanacağı  bir merkezi çocuk bahçesi konumuna sürüklenmek istenmektedir . 

Karakol,köprü,şemsiye,tramplen ya da askeri üs gibi stratejiler yüzünden  son yarım yüzyıldır sürekli olarak çeşitli baskı ve yönlendirmelere maruz kalan Türkiye Cumhuriyetinin önümüzdeki dönemde ,Amerikan- Rus tahterevalli oyunları yüzünden hem komşu ülkelere  ,hem de doğunun Asyalı devletlerine karşı son derece güç durumlara hatta çeşitli savaş senaryolarına alet olabileceği gibi  ihtimaller ufukta görünmektedir . Türk ulusunun düveli muazzama denilen batının büyük devletlerine karşı vermiş olduğu büyük bir kurtuluş savaşı sonrasında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin  ,stratejik konumunun artık daha fazla emperyal ülkelerin çıkarları ya da keyifleri doğrultusunda değiştirilmesine Türk halkının izin vermemesi gerekmektedir .Türkiye Cumhuriyeti artık hiçbir emperyal devletin  köprüsü,çıkış kapısı,trampleni ,sınır karakolu ,askeri üssü ya da şemsiyesi olmayacağı gibi , yeni geliştirilen ABD stratejisi olan tahterevalli oyunun  merkezi coçuk bahçesi olmayacaktır . Türklerin vatanı olan Misakı milli sınırları ,merkezi coğrafyada emperyal planların savaş alanı değil ama dünya ülkelerinin ve halklarının dayanışma içerisinde olacağı merkezi bir  bir barış  alanı olacaktır . Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk  daha o günlerden bugünleri görerek “Yurtta barış,dünyada barış “ diyerek Türk devletini barışın güvencesi ilan etmiştir .  Bu nedenle , Türk  devleti ,  emperyal tahterevalli oyunlarının çocuk bahçesi değil ama ,  merkezi alanın  barış  kalesi olarak  varlığını  Türk ulusunun sahip çıkmasıyla sürdürecektir .

 Prof. Dr. Anıl Çeçen