ANKARA KALESİ: Kanunlar önünde eşitlik yoksa; "İnsan Hakları, Adalet ve Hukuk" yok demektir... Prof. Dr. Anıl Çeçen
31 Temmuz 2019 Çarşamba
30 Temmuz 2019 Salı
KIBRIS İÇİN HATAY MODELİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
KIBRIS
İÇİN HATAY MODELİ
Yıllar geçip yeni
dönemler gündeme geldikçe, Kıbrıs sorunu için de yepyeni çözüm önerileri ve bu
doğrultuda hazırlanmış olan paketler ile protokoller ileri sürülmektedir.
İngiltere’nin Kıbrıs’ı işgal etmesinden sonra Kıbrıs adası dünya konjonktürü
içerisinde her zaman en önde gelen sorunlardan birisi olmuştur. Dünyanın
merkezindeki büyük devlet olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra,
eski imparatorluk toprakları üzerinde kendi hegemonyasını oluşturmak isteyen
bütün büyük devletler farklı senaryolarla merkezî coğrafyaya girmişler ve bu
doğrultuda da bölgenin tam ortasında yer alan Kıbrıs adasının geleceği için de
birbirinden çok farklı emperyalist politikaları uygulamaya çalışmışlardır.
Küresel konjonktür değiştikçe, yeni dünya güçleri ya da süper devletler
emperyalist vizyon ile siyaset sahnesinde yerlerini alıkça, bu durumdan en çok
etkilenen bölge Ortadoğu olmuş ve zaman değiştikçe birbirinden çok farklı
senaryolar ile politikalar bölge ile beraber Kıbrıs adası üzerinde
yönlendirilmiştir. Kıbrıs adası bugün gene yeni bir dönemin ortaya çıkan
koşulları doğrultusunda emperyal güçler tarafından, kendi çıkarları
doğrultusunda, bir yerlere doğru sürüklenmeye çalışılmakta ve bugünün önde
gelen emperyalist devletlerinin çıkarları sanki sorunun çözümü için bir
formülmüş gibi sürekli olarak çeşitli yollardan kamuoyuna ve Türk tarafına
empoze edilmektedir. Kıbrıs adasının tarihi bugün karşılaşılan durumun benzeri
birçok örnek girişim ile doludur ve ne yazıktır ki hiçbir çözüm önerisi Kıbrıs
sorunu için kesin ve kalıcı bir düzen getirememiştir.
Birinci Dünya Savaşı’yla
beraber bir hegemonya çekişme alanı hâline dönüşen Ortadoğu’nun yanı başındaki
Kıbrıs adası da, çeşitli plan ve programların hedefi konumuna gelmiştir.
Rusya’nın Kırım ve Kafkasya savaşlarını kazanarak Doğu Anadolu’ya girmesi
üzerine Kıbrıs’ı hemen işgal eden İngiltere bu adadan yararlanarak Osmanlı
hinterlandında gelişmeye çalışırken, Fransa, İngiltere ile beraber hareket
etmiş, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri bölgeye
gelirken, ABD desteği ile iki bin yıl sonra bir Yahudi devleti olarak İsrail
kurulmuştur. ABD ve İsrail’in bölgeye gelişi ile beraber jeopolitik dengeler
değişmiş ve bütün bölge ile beraber Kıbrıs da yepyeni bir konumun içine
sürüklenmiştir. Irak’taki askeri rejimler Rusya’nın denetimine geçince, bölgede
ABD ve SSCB arasında soğuk savaş gerginliği yaşanmış, sosyalist sistemin
çöküşünden sonra da Amerika ordusu ile bölgeye gelerek önce Körfez Savaşı’nı
daha sonra da Irak Savaşı’nı yürüterek, küresel emperyalizm saldırganlığı ile
Ortadoğu devletlerini karşı karışıya bırakmıştır. Avrupa Birliği bu aşamada,
bölgede daha etkili olabilmek üzere, Kıbrıs adasının bir ada devleti biçiminde
AB üyeliğine alınması için diretmiş ve bunun sonucunda da Annan Planı devreye
sokulmuştur.
Soğuk savaş
gerginliği içinde, Rusya Irak’a girince, bu ülkeden önce Suriye’ye daha sonra
da Kıbrıs adasına girerek, Sovyetler Birliği’ne bağımlı bir siyasal yapılanma
gerçekleştirmek istemiş, ne var ki önce Rum darbesiyle daha sora da Türkiye’nin
Barış Harekâtı ile, SSCB’nin Kıbrıs’ı Akdeniz’in Küba’sı yapmasının önüne
geçilmiştir. Osmanlı döneminden kalma ada üzerinde hak sahibi olan Türkiye’nin,
bir NATO üyesi ülke olarak adaya askerî çıkartma yapması, Rusya’nın Kıbrıs’ı
Küba gibi kendine bağlı bir sosyalist cumhuriyet yapmasını önlemiştir. Adadaki
Türk varlığını Amerika ve İsrail, Ortodoks Hıristiyanlara, Ruslara ve
Yunanistan’a karşı desteklerken, Rusya’da Kıbrıs’ın Ortodoks Rumlarını kendi
kilisesi üzerinden denetim altına alarak, Kıbrıs üzerinden sıcak denizlere
açılma stratejisini uygulamak istemiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılması
yüzünden Kıbrıs bir sosyalist cumhuriyet olarak bu ideolojik kampa üye
yapılamamış ama daha sonraki dönemde Avrupa Birliği’ne kesin olarak üye
yapılarak, Ortadoğu’da ABD ve İsrail hegemonyasına karşı Avrupa Birliği’nin bir
inisiyatif merkezi konumuna getirilmek istenmiştir. Bu hedef yüzünden, Londra
ve Zürih Antlaşmaları bile çiğnenerek, açıkça uluslararası hukuka karşı
çıkılmıştır. EOKA çetecilerinin Türk katliamı yüzünden adaya çıkmak zorunda
kalan Türkiye hiçbir zaman Kıbrıs’ta tam bir egemenlik peşinde koşmamış,
Türklerin geçmişten gelen çıkarlarının koruyucusu olarak devreye girmiş, adada
çatışmayı önlemek üzere bir Barış Harekâtı gerçekleştirmiştir. Türk ordusunun
adaya gelmesinden sonra Kıbrıs’ta çatışma çıkmamış ve fiilî barış ortamı bugüne
kadar devam etmiştir. Adadan Türk askerinin çekilmesini isteyenler önce bu gerçeği
kabul etmek durumundadırlar.
Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin Barış Harekâtı ile Kıbrıs’a bir sakinlik gelmiş ve eskisi gibi
Türk-Rum çatışmaları görülmemiştir. Aslında, Barış Harekâtı ile Kıbrıs sorunu
fiilen Türkler açısından çözüme kavuşturulmuştur. Adanın ikiye bölünmesi ve bu
doğrultuda Türklerin kuzeyde Rumların ise güneyde toplanmalarıyla Kıbrıs iki
devletli bir ada konumuna gelmiştir. Avrupa Birliği Malta adasında olduğu gibi,
Akdeniz’in büyük adalarını ülkelerinden ayrı devletler hâline dönüştürerek
içine almak istediği için, Fransa’ya bağlı olan Korsika adasının da
bağımsızlığı ve tek bir ada devleti olarak Avrupa Birliği içinde yer almasını
dolaylı yoldan desteklemektedir. Benzeri bir durum, Yunanistan’a bağlı olan
Girit ile, İtalya’ya bağlı olan Sicilya ve Sardunya adaları ile İspanya’ya
bağlı olan Balear adaları için de düşünülmektedir. Avrupa Birliği’nin
Akdeniz’deki büyük adaları ayrı ayrı tek birer ada devleti biçiminde Birliğe
üye yapma eğilimi en çok Kıbrıs’ta görülmektedir. Türkiye’nin üyeliğini sonsuza
erteleyen Avrupa Birliği’nin Malta’da uyguladığı politikanın benzerini gündeme
getirmek istemesi nedeniyle önemli ölçüde gerginlik tırmanmaktadır. Akdeniz’in
Avrupa merkezli düzenlenmek istemesi, Kıbrıs’a Malta benzeri bir politika ile
yansırken, Kıbrıs’ın farklı jeopolitik konumu, ada üzerinde Türkiye’nin,
Türkiye üzerinden ABD ve İsrail’in, Yunanistan üzerinden de Rusya’nın hesapları
ve sürdürmek istediği çıkarları görmezden gelinmektedir. Bu nedenle de, Kıbrıs
sorunu üzerinde bir türlü ortak zeminde çözüm arayışı
gerçekleştirilememektedir. Taraflar bu durumu algılamadığı ve birbirlerinin
konumu ile beraber diğer çıkarları hesaba katmadığı sürece de, Kıbrıs sorunu
çözümsüzlüğünü sürdürecektir.
Avrupa Birliği’nin
Kıbrıs üzerindeki tek devlet politikası yanlıştır ve gerçeklere aykırı
düşmektedir. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki adalara bakılırsa, tek bir ada
üzerinde iki devlet yapılanması görülebilmektedir. Ayrıca, Amerika Birleşik
Devletleri yüzlerce adadan oluşan Müslüman Endonezya’nın Timor adasını bölerek,
bu adanın doğusunda kendisine bağlı bir Hıristiyan devletini Doğu Timor
Cumhuriyeti statüsünde kurdurarak, Çin’e karşı kullanılan bir askerî üsse
çevirmiştir. İrlanda adasında İrlanda Cumhuriyeti ile beraber Büyük Britanya’ya
bağlı olan Kuzey İrlanda devleti yapılanması hâlen devam etmektedir. Ayrıca,
Britanya İmparatorluğu’nun merkezi olan İngiltere adasında İskoçya ile Gal
devletleri ayrı hukuksal varlıklarını sürdürebilmektedirler. Bu gibi örneklerin
ortaya koyduğu üzere, her adada tek devlet olacak diye bir kuralın olmadığı
görülmekte, her adada bölgenin koşullarını dikkate alan farklı siyasal düzenler
kurulabilmektedir. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin Malta modeli, Kıbrıs için
geçerli değildir. Ayrıca Fransa ve Yunanistan’da Korsika ile Girit üzerindeki
haklarından vazgeçmemişlerdir. İtalya ise Sicilya ve Sardunya üzerindeki
haklarını ısrarla sürdürmektedir.
Kıbrıs için her
dönemde çözüm önerileri, Yunanistan, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri,
Avrupa Birliği gibi ülke ve merkezlerden öne sürülmüş ama bunların hiçbirisi
Türklerin haklarını dikkate almadığı için bir siyasal çözüm üzerinden anlaşmak
mümkün olamamıştır. Şimdiye kadar öne sürülen bütün planlarda Türklerin
kazanılmış hakları göz ardı edilmekte iki devletli yapının kaldırılması empoze
edilmekte, Türkler eskisi gibi küçük bir cemaat konumuna sürüklenmekte,
Rumların kuzeye dönüşü kabul edilirken benzeri bir hak Türklere tanınmamakta,
göçmen Türlerin geri gönderilmesi koşulu dayatılmakta, adada var olan Türk
varlığının ortadan kaldırılabilmesi için ne gerekiyorsa hepsi ayrı ayrı
maddeler hâlinde çözüm paketlerine konulmaktadır. Böyle olunca da Türk tarafı
anlaşmaya yanaşmamaktadır. Hem adadaki Türk varlığını ortadan kaldırmak hem de
Türklerin kazanılmış haklarını silmek için her yolu deneyenler, bu gibi
gerçekçi olmayan düşüncelerini Türk tarafına kabul ettiremeyince Türkler
olumsuz davranmakla ve çözümsüzlük istemekle suçlanmaktadırlar. Türkler sürekli
olarak dışarıdan gelen baskılarla Kıbrıs’ta geri adım atmaya zorlanmaktadırlar.
Ciddî hiçbir devletin kabul edemeyeceği gerçekçi olmayan öneriler çözüm için
baskı ile kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin birer ayrı devletler olarak kendi ulusal ve
hukuksal çıkarları olabileceği ve bunların da savunulabileceği bir türlü karşı
taraflarca görülmek istenmemekte ve bu doğrultuda çözümsüzlük devam edip
gitmektedir.
Kıbrıs sorununda
çözümsüzlük lobisini Türkler oluşturmamaktadırlar, çözümsüzlük devam ettikçe
bundan en çok zarar gören taraf Türkler olmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti çözümsüzlük nedeniyle dünya ülkeleri tarafından tanınmamakta ve bu
doğrultuda hem ambargo hem de çeşitli kısıtlama uygulamaları ile karşı karşıya
bırakılmaktadır. Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan Türkler bu durumdan çok zarar
görmektedirler. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti de Türk tarafını temsilen Kıbrıs
sorununda taraf konumunda olduğu için Batı dünyasından gelen çeşitli tepkilerle
karşılaşmaktadır. Bu nedenle Kıbrıs sorununun çözümünü hem Türkiye Cumhuriyeti
hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti acilen istemektedirler. Ne var ki, adanın
karşı kıyısında bulunan İsrail devleti gelecekte Kıbrıs üzerinde emperyalist
plan ve programlar yaptığı için, bu sorunun hemen çözümünü istememekte, Büyük
İsrail’in Ortadoğu’da kurulmasına kadar Kıbrıs sorununun çözümünün
geciktirilmesi için çaba sarfetmektedir. Güçlü İsrail lobilerinin etkili
çalışmaları Kıbrıs sorununu çözümsüzlüğe mahkûm etmektedir. ABD ve Türkiye
üzerinden yönlendirilen Büyük İsrail politikalarının Kıbrıs’ı gelecekte bu
doğrultuda bir yapılanma için zorladığı görülmektedir.
Kıbrıs’ın tarihten
gelen sahipleri olarak Türklerin artık bir kesin çözüm paketine hem Türkiye
Cumhuriyeti’nin hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin çıkarları
doğrultusunda ortaya koymalarının zamanı gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı
koşullarında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun
mirasçısı olarak eski Osmanlı ülkelerindeki Türklerin hak ve hukuklarına sahip
çıkmasının gerekliliği çeşitli olaylar sonrasında anlaşılmaktadır. Türk tarafı
uluslararası hukuka uygun bir biçimde Kıbrıs için bir çözüm önerisini ortaya
koymak zorundadır. Bunun için de gene tarihten gelen bir emsal olacak örnek
olay vardır. Kıbrıs’ın karşı kıyısındaki Hatay bölgesi İkinci Dünya Savaşı
öncesinde Türkiye Cumhuriyeti’ne katılarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için
bir hukukî emsal oluşturmuştur. Osmanlı devletinin son döneminde Fransız
ordularının işgal ettiği Hatay bölgesi İkinci Dünya Savaşı öncesinde Suriye’den
ayrılarak bağımsız bir devlet olduğunu ilân etmiştir. Bir süre bağımsız yaşayan
Hatay Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı başlamadan kendi Meclisinden bir karar
geçirterek, Türkiye Cumhuriyeti’ne katılma kararı almış ve bu kararı daha
sonraki aşamada bir referandum ile Hatay halkına onaylatarak, Türkiye
Cumhuriyeti’nin yeni vilayeti olma hakkını kazanmıştır. Hatay’ın katılma
kararına daha sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni bir karar ile kabul
ederek, bu eski devlete yeni bir statü olarak vilayet olma hakkını tanımıştır.

Türk tarafını
yöneten iktidarların, Türkiye’nin ve Türklerin ulusal çıkarları doğrultusundaki
bir çözümden uzak kalmaları nedeniyle Rumlar şımararak bütün Batı’yı arkalarına
alıp Türk tarafını ezmeye çalışmıştır. Artık bu duruma bir son verilmesinin
zamanı gelmiştir. Kıbrıs için Avrupa, ABD ya da Yunanistan çözümlerinin
gerçekçi olmadığı yeni alternatiflere gereksinme bulunduğu görülmektedir. Hatay
modeli ortada dururken, adanın kuzeyinde Türkleri kurtarabilmek için başka bir
yol aramaya hiç gerek yoktur. Hatay Türkleri birleşmeden sonra nasıl Türkiye
Cumhuriyeti devletinin güvencesi altında yaşamlarını sürdürüyorlarsa, Kıbrıs
Türkleri de Türkiye ile gerçekleştirilecek bir birleşme uygulamasından sonra
tıpkı Hatay Türkleri gibi kazanılmış haklarını koruyarak Türkiye Cumhuriyeti
devleti ve ordusunun sağlayacağı güvence düzeni altında yaşamlarını
sürdürebilme şansını elde edeceklerdir. Türk devletinin Hatay vilayeti gibi bir
de Kuzey Kıbrıs vilayeti olacak, Anadolu Türkleri ile zaten akraba olan Kıbrıs
Türkleri de beraberce aynı devletin çatısı altında daha güvenlikli bir ortamda
yaşamlarını sürdürme olanağını elde edeceklerdir.
Kuzey Kıbrıs bugün
zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin dolaylı güvencesi altında varlığını
koruyabilmektedir. Barış Harekâtı sonrasında adanın yeniden imar edilmesinde
Türkiye Cumhuriyeti bütün kaynaklarını seferber etmiştir. Ayrıca Kıbrıs Türleri’nin
yaşamlarını kimseye muhtaç olmadan sürdürebilmeleri için her yıl beş yüz milyon
dolarlık bir karşılıksız yardım Türkiye aracılığı ile karşılanmaktadır.
Anavatana katılma durumunda bu dolaylı yardım, bütçe üzerinden normal bir gider
olarak her yıl düzenli olarak karşılanacaktır. Bu aşamadan sonra Rumların yeniden
Louzidiu gibi kuzeyden hak ve toprak taleplerinin sonu gelecektir. Barış Harekâtı
sonrasında adanın kuzeyinde kurulmuş olan devlet düzeni birleşmeden sonra
vilayet düzeni olarak devam edecek, Kıbrıs’ı bir cumhurbaşkanı yerine Türkiye
Cumhuriyeti valisi yönetecektir. Böylece, Avrupa ve Amerika üzerinden Kıbrıs’ı
karıştırarak, Batı’nın çıkarları doğrultusunda Kıbrıs Türkleri içerisinde
emperyalist çizgide manipülasyonlar uygulama döneminin sonuna gelinecektir.
Kıbrıslı Türkler ayrı partilerde değil ama Türkiye’deki partilerin Kıbrıs
şubelerinde örgütlenerek, cumhuriyet ve demokrasi düzenlerinin getirmiş olduğu
hak ve özgürlüklerini gene eskisi gibi kullanabileceklerdir.
Kıbrıs Türkleri
üzerinde baskı uygulayarak, onları bezdirerek teslim alma planlarının sona
erdirilebilmesi için de Kuzey Kıbrıs’ın Hatay modeline benzer bir biçimde
Türkiye’ye bağlanması gerekmektedir. Kıbrıs sorunu bugünkü yapıda Türk tarafı
açısından ikili devlet düzeni ile Türkler açısından fiilen çözüme
kavuşturulmuştur. Konunun hukukî bir yapıya kavuşturulması için de Hatay
modeline benzer bir biçimde Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kıbrıs Türklerinin
ortak kararı ile anavatana katılması gerekmektedir.
Bir millî iktidarın
öncülüğünde KKTC meclisinin alacağı karar ve Kıbrıs Türk halkının referandum
ile vereceği onaydan sonra Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye’nin Kıbrıs
vilayeti olarak, seksen ikinci vilayet statüsünde Türk devletinin bir parçası
olacaktır. Kıbrıs’ta Türkiye’nin ve Türklerin kazanılmış haklarının
korunabilmesi açsından başka bir alternatif kalmamıştır. Şimdiye kadar Batılı
emperyal güçler Kıbrıs için çözüm diyerek kendi çıkarlarını Türk tarafına
dayatmaktan çekinmemişler ve Kıbrıs’ı sürekli bir çözümsüzlüğe mahkûm
etmişlerdir. Eğer gerçekten Kıbrıs sorununun çözüme kavuşturulması isteniyorsa,
bu doğrultuda Türk tarafının bir çözüm önerisini Türklerin kazanılmış hakları
doğrultusunda gündeme getirmesi gerekmektedir. Hatay’da yaşanmış olan geçiş
sürecine benzer bir formül bugün Kuzey Kıbrıs için de uygulanabilecektir.
Türkiye’nin güney kısmında olan Hatay nasıl güvenlik endişesi ile Türkiye’ye
sonradan katılmışsa, aynı doğrultuda Kuzey Kıbrıs da doğu Akdeniz’de
Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türklerinin güvenliği açısından Türkiye
Cumhuriyeti’ne katılma kararı alınmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’ne katıldıktan
sonra, Hatay’da yaşamakta olan değişik etnik köken ve dinden gelen insanlar bir
büyük devletin güvencesine kavuşmuşlar ve bugüne kadar barış içerisinde
yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Hatay’da sağlanan sürekli barış ve güvenliğin Kıbrıs’ta
da gerçekleştirilebilmesi için Hatay halkının almış olduğu katılma kararının
uygulanmasına benzer bir geçiş aşamasının Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti arasında imzalanacak bir resmî protokol ile sağlanması
gerekmektedir.
Türkiye’nin güney
sahillerinin güvenliği, Kuzey Kıbrıs’taki Türk varlığının geleceği ve özellikle
son zamanlarda öne çıkan Bakü-Ceyhan petrol boru hattının bir savaş konusu
olmaması için, böylesine bir bütünleşmeye gerek bulunmaktadır. Ancak, Kuzey
Kıbrıs’ın Türkiye’ye katılması ile beraber, Doğu Akdeniz’deki Türk varlığı ve
Türk çıkarlarının güvenliği kalıcı bir çözüme kavuşturulabilecektir. Son
dönemde, Karpas yarımadasının çevresinde bulunmuş olan yeni petrol yataklarının
da Türk karasularında kalması ve Türk egemenliğinde bu kaynakların
işletilebilmesi açısından da bir Kuzey Kıbrıs Türkiye bütünleşmesinin Türkler
açısından yararlı olacağı açıktır. Bunu engellemek isteyen Batılı devletler ve
emperyal güçler, sürekli olarak Kıbrıs’ta çözüm diyerek, Türklerin adanın kuzey
bölgesindeki devletinin tasfiyesine öncelik vermektedirler. Türkiye’nin
gerçekleştirmiş olduğu Barış Harekâtı’ndan gelme kazanılmış hakları ve
güvenliği hiçe sayılarak yeniden eskiye dönüş için çaba gösterilmekte ve Türk
kesiminde Avrupa Birliği’nin parasal kaynakları ile desteklenen bir işbirlikçi
ve mandacı lobi oluşturularak, bunların Truva atı konumunda kullanıldığı bir
kampanya ile kamuoyu Türkiye’nin Türklerin çıkarlarına karşı bir çizgide
oluşturulmaya çaba gösterilmektedir. Yarım yüzyıla yakın bir süredir devam eden
böylesine olumsuz bir durum karşısında, artık Türkiye ve KKTC, Kıbrıs için bir
kesin çözüm önerisi olarak Hatay modelini gündeme getirmeli ve eğer bunu uluslararası
alanda istenen düzeyde gerçekleştiremezlerse, elbirliği ile Hatay benzeri bir
uygulamaya hemen yönelmelidir.
ABD’nin Ortadoğu’ya
saldırganlığı devam ettiği sürece, İsrail’in bu durumdan yararlanarak bütün
bölgeyi savaş ile tehdit ettiği bir aşamada Türkiye’nin emperyal oyunlara alet
olmadan, Kuzey Kıbrıs ile bütünleşmesi Türklerin güvenliği açısından zorunlu
görünmektedir. Beş yüz yıl önce Müslümanları İspanya’dan kovanlar, yüz yıl önce
Osmanlı İmparatorluğu’nu Balkanlar’dan geri püskürtenler, şimdi de Ön Asya,
Doğu Akdeniz ve Ordadoğu’daki Türk varlığını ortadan kaldırmak istemektedirler.
Bu doğrultuda ilk adım olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ortadan
kaldırılmasını gündeme getirmişlerdir. Türkiye eğer Annan Planı ya da Hristofyas
çözümü doğrultusundaki KKTC’yi tasfiye planlarını kabul ederse, süpürülme
sırası Türkiye Cumhuriyeti’ne gelecektir. Anadolu’daki Türk devletinin
varlığının gelecek için güvence altına alınması ancak Kıbrıs’taki Türk
varlığının ve kazanılmış haklarının korunmasına bağlı bulunmaktadır. Bu
nedenle, adanın kuzeyindeki Türk devleti ortadan kaldırılamaz. Eğer dış dünya
emperyal amaçlarla bu devleti tanımıyorsa, Türklerin kazanılmış haklarının
korunabilmesi için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, Türkiye Cumhuriyeti’ne
bir vilayet olarak bağlanması en uygun çözüm olacaktır.
Jeopolitik olarak adadaki
Türk varlığının korunmasını isteyenler ne yazıktır ki, Türklerin kazanılmış
haklarını geleceğe dönük olarak bir güvenceye bağlayamamışlardır. Varolan
konumun geleceğe dönük kalıcı bir kurumsallaşmaya dönüştürülmemesi nedeniyle,
kazanılmış haklardan geri adım atılmaması için en uygun çözüm Hatay modeli
benzeri bir katılımın bu aşamada gerçekleştirilmesidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin
doğal bir parçası konumundaki Kuzey Kıbrıs’ın bundan sonraki dönemde bir hukukî
parçası olmasını gerçekleştirecek bir adım olarak Hatay modeli, Kıbrıs sorununu
da kalıcı bir çözüme kavuşturarak, çözümsüzlük suçlamasını ortadan
kaldıracaktır. Adanın gelecekte bir üs olarak ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsü
tarafından kullanılması ya da Avrupa Birliği üzerinden Yunanistan’a bağlı bir
yapıya dönüştürülmesi böylece önlenerek, yeni bir savaşa meydan verebilecek
gelişmelerin de önü kesilebilecektir. Ortadoğu gibi bir savaş bölgesinin yanı
başında, yeni bir savaş alanının yaratılmaması için de Kıbrıs’taki Türk-Rum
çekişmesine son verilmeli, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanmasından sonra, Rum
bölgesinin de Yunanistan ile sürdürdüğü yakınlaşma ilişkilerinin de seyrinde
gelişebilmesi için bir barış ortamı yaratılmalıdır. Ortadoğu’ya dönük hegemonya
saldırılarında bulunan Batılı emperyal güçlerin yeni bir savaş alanını Kıbrıs
adasında yaratmamaları için, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bir an önce
Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleşmesinde hem bölge hem de dünya barışı açısından
yarar bulunmaktadır. Konuya biraz tarafsız gözle bakabilenler, kalıcı çözüm ve
barışın ancak Hatay modeli ile sağlanabileceğini anlayacaklardır.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak Atatürk her zaman için Kıbrıs’ın önemini dile
getirmiştir. Büyük önder Kıbrıs ile ilgili değerlendirme yaparken, Türkiye
Cumhuriyeti’nin güney sahillerinin güvenliği açısından bu odaya çok dikkat
edilmesi gerektiğini ve kesinlikle, Türkiye için düşmanca emeller besleyen
emperyal büyük devletlerin ada üzerinde kontrol düzeni kurmalarına izin
verilmemesi gerektiğini açıkça dile getirmiştir. Atatürk’ün yolundan giden Türk
Silâhlı Kuvvetleri de, soğuk savaş döneminin koşullarından yararlanarak ve
Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştirerek, Kıbrıs adası üzerinde yaşamakta olan
Türkler ile, bu adanın karşı kıyısında bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin
konumlarını güvence altına almıştır. Eski bir Osmanlı toprağı olan bu ada
üzerinde Türklerin tarihten gelen haklarının korunabilmesi doğrultusunda
gerçekleştirilen Barış Harekâtı, EOKA çetecilerinin başlatmış olduğu Türklere
karşı sürdürülen soykırım girişimlerine son vererek adaya sürekli bir barış
düzeni getirmiştir. Bu nedenle, Kıbrıs sorunu kesin olarak kalıcı bir çözüme
kavuşturulana kadar, Türk ordusunun yeterli sayıdaki birlikleri Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti topraklarında kalmaya devam edeceklerdir. Türk Silâhlı
Kuvvetleri’nin, hem Türkiye Cumhuriyeti’nin güney sahillerini hem de Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin her türlü emperyalist saldırılara karşı güvenliğini
koruyabilmesi için böylesine bir zorunluluk vardır.
Ne var ki, Ortadoğu’da
içine girilmiş olan yeni yapılanma sürecinde hem Türkiye’nin hem de Kuzey
Kıbrıs’ın güvenliğini ayrı ayrı korunabilmesi giderek zorlaşmakta ve Türk Silâhlı
Kuvvetleri’nin gücünün bölünmesine neden olan gelişmeler her geçen daha da
tırmanma göstermektedir. Anadolu ve Kıbrıs Türklerinin dünyanın merkezî coğrafyasında
bugün sahip oldukları yerleşik konumları tarihin derinliklerinden gelen bir
sonuçtur. Böylesine anlamlı bir birikimin, değişen dünya koşullarında
korunabilmesi Türklerin ve Türk dünyasının geleceği açısından fazlasıyla önem
taşımaktadır. Amerikan ve İsrail saldırganlığının merkezî coğrafyada
sürdürülmek istenmesi, dünyanın merkezindeki Türk varlığını çok ciddî
boyutlarda tehlikeye sürüklemektedir. Bu nedenle, iki ayrı savunma değil ama
tek ve ortak bir ulusal savunmanın, Türkler açısından bütünlüklü bir program ve
strateji çerçevesinde merkezî Türk varlığı açısından bağımsız bir biçimde
sürdürülmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin
Türkiye Cumhuriyeti’ne katılması, bütünlüklü bir savunma ve var olma stratejisi
açısından önemli katkılar sağlayacak ve bu bölgedeki Türk varlığını her türlü
tehdide karşı güçlendirecektir. Adada verilen bir savaş vardır ve beş yüz elli
şehit verilmiştir. Bu kadar kritik bir aşamada Türkler geri adım atamazlar. Her
açıdan bütünleşmiş ve güçlendirilmiş bir stratejiye ihtiyaç vardır ve bu da
Kuzey Kıbrıs’ın anavatana katılmasıyla sağlanacaktır.
Uluslararası
konjonktürdeki gelişmelerin ortaya çıkardığına göre, Kıbrıs adasında bir dönem
daha savaş görülmektedir. Küresel hegemonyaya yönelmiş olan Batı bloğunun
Atlantik inisiyatifi, ABD-İngiltere ve İsrail ortaklığı doğrultusunda dünyanın
merkezî bölgesindeki Kıbrıs adasına el koyma planlarını geleceğe dönük
geliştirirken, Türklerin de bu bölgenin geleceği ile ilgili olarak plan ve
programlarının olması ve bu doğrultuda yeni stratejiler geliştirmeleri
gerekmektedir. Bu nedenle, Misak-ı Millî sınırlarının dışında kalan Türk
varlığının tıpkı Hatay’ın anavatana katılması gibi, Türkiye Cumhuriyeti ile
bütünleşen bir sürece yönelmesi gerekmektedir. Sınırların yanı başında yaşam
mücadelesi veren Türklerin, Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleşmelerinin artık
zamanı gelmiştir. Büyük Ortadoğu ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda
bölge halklarını alt kimlikli eyalet yapılanmalarına yönlendiren Atlantik
emperyalizmine karşı, merkezde Türk varlığı çerçevesinde bütünleşmenin
gerekliliği ortaya çıkmaktadır. KKTC’nin Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleşmesi
bu açıdan son derece anlamlı olacak ve Türklerin yararına gelişecek yeni bir
süreci başlatacaktır.
Annan Planı’nın
oylanmasından sonra, Türkiye Batı baskısı ile bu yararsız plana olumlu
yaklaşmış ve KKTC’de planın kabulü doğrultusunda halkoylaması sonuçlanmış ama,
Rum kesiminde tamamen tersi olarak plan reddedilmiştir. Bu çelişkili durum
üzerine, Rum kesiminin başbakanı Türk kesimi ile yeni bir plan çerçevesinde bir
araya gelerek anlaşmaya hazır olduklarını açıkça ilân etmiştir. Rum yönetimi
Annan Planı’na karşı çıkarken, Batı emperyalizminin oynadığı oyunu görüyor ve
bunun sonucunda adada bir dönem daha Türkler ile Rumların savaştırılmasının
planlandığını anlayarak Türk kesimine Batı emperyalizmine karşı işbirliği
öneriyordu. Çünkü eğer çözümsüzlük süreci devam ederse, Batı’nın bir dönem daha
savaşı kışkırtarak Türkleri ve Rumları adadan uzaklaştıracak yeni bir planı
devreye sokacağını görüyordu. Batı’nın planına göre Türklerin Anadolu’ya,
Rumların da Yunan adalarına sürülmesi gündemdedir. Bunu sağlamak için bir dönem
daha savaş kışkırtılacaktır ve ondan sonra barış adına Türkler ile Rumlar
adadan sürülecek, İsrail’in karşı kıyısındaki Kıbrıs adasına, ABD, İngiliz ve
İsrail Yahudileri yerleşerek Siyonist emperyalizmin gerçekleşmesi doğrultusunda
Kıbrıs’ta yeni bir İsrail yapılanması oluşturulacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin
ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bu tür bir plana alet olmaması için,
Avrupa ve Amerika baskısının ötesinde adadaki Türk ve Rum kesimlerinin bir
araya gelerek anlaşmaları ve iki devletli bir Kıbrıs yapılanmasını
gerçekleştirmeleri zorunludur. Bu alternatif gündeme getirilemiyorsa o zaman
Kıbrıs için tek alternatif model Hatay formülüdür.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Etiketler:
ABD,
Annan Planı,
Avrupa Birliği,
Birinci Dünya Savaşı,
İngiltere,
Kıbrıs,
KIBRIS İÇİN HATAY MODELİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN,
Osmanlı,
Prof. Dr. Anıl Çeçen,
Rusya,
Türkiye,
Yunanistan
8 Temmuz 2019 Pazartesi
“ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ, İLERİ “ - Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
“ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ, İLERİ “
Üç
tarafı denizlerle çevrelenmiş olan
Anadolu yarımadası üzerinde yer alan
Türk Devleti tarihsel birliktelik
gerekçesiyle, kurucu önder
Atatürk’ün hazırlamış olduğu Misak-ı Milli sınırları içerisine alınan Trakya bölgesinin katılmasıyla birlikte, merkezi
coğrafyanın önde gelen devleti konumuna gelmiştir. Avrupa ve Asya kıtalarının
kesişme noktasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti bu jeopolitik durumu ile de,
iki kıtanın bir araya geldiği merkezi alan olan Avrasya kıtasının da gene merkezi devleti olarak
haritadaki yerini almıştır. Türkiye kendisini çevreleyen iç denizler boyunca
uzayıp giden sınırlara sahip olmuş ve
üzerinde kurulu bulunduğu tarih boyunca
sahip olduğu bu konumun gereğini, hem barış ortamında hem de savaşlar
sürecinde yapmak zorunda kalmıştır. Bu makalenin başlığı bir savaş döneminin
son aşamasında, Türklerin ulusal
kurtuluş savaşı önderi Atatürk tarafından
söylenmiş olan bir emir çağrısıdır. Türk ulusunun var olma savaşının önderi
kendisine bağlı olarak savaşın tüm cephelerinde mücadele eden Türk ordusuna
vermiş olduğu bir son emirdir. Normal koşullarda söylenmeyecek olan ama bir
büyük kurtuluş savaşının zafere eriştirilmesinde, Türk Silahlı Kuvvetlerine gösterilen ilk hedef olarak Türkiye Cumhuriyetinin ulusal
kurtuluş tarihine geçmiştir.
Soğuk savaşın bitiminden sonraki aşamada Büyük
İsrail Projesi yüzünden dünyanın orta alanında savaşlar birbirini izlemiş,
küresel sermayenin destekleriyle kurulan terör örgütleri bölgedeki devletleri
parçalama doğrultusunda her türlü terör
eylemlerini birbiri ardı sıra uygulama
alanına getirmişlerdir. Bu doğrultuda çeyrek asırlık bir zaman dilimi geride
kalırken, hiçbir devlet resmen savaşa girmemiş ve küresel şirketlerin çıkarları
doğrultusunda var olan devletlere yönelik terör ve çökertme operasyonlarına
alet olmayarak ve şirketlerin finanse ettiği terör örgütlerine karşı önlemler
alarak, bu sıcak çatışma döneminin geride
kalması için uğraşmışlardır. Aradan geçen otuz yıllık süre içinde Avrasya
kıtasının çeşitli bölgelerinde batılı emperyalist devletlerin destekleri ile bir
çok terör eylemi illegal örgütler tarafından gerçekleştirilmiş ama batı emperyalizminin küresel oyunu artık
meydana çıktığı için Orta Doğu merkezli
olarak başlatılmak istenen üçüncü dünya savaşı çıkarma girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Geçmişten gelen savaş girişimleri
bu kez çevreye doğru yeni bir yayılma dönemine girmiştir. Orta Doğu üzerinden Avrasya
kıtası bir çekişme alanı olarak öne çıkarken, bu kez enerji sorunları ve kaynakları
yüzünden dünyanın merkezi denizi olarak Akdeniz havzasında önemli bir yoğunluk
yaşanmaya başlanmıştır. İsrail’in Amerika’yı kullanarak başlatmış olduğu savaş süreci
Irak ve Suriye savaşları sonrasında durgunluk gösterince, bu kez kara
bölgesinin hemen yanı başında yer alan Akdeniz bölgesine sıcak olayların Suriye
bölgesi üzerinden yayılmaya başladığı görülmüştür. Özellikle son olarak meydana
gelen bir olay olarak, Suriye’nin İsrail’e yönelik olarak fırlattığı bir
füzenin Akdeniz’in ortasında yer alan Kıbrıs adası üzerine düşmesi, bardağı
taşıran bir damla olmuş ve artık Orta Doğu gerginliğinin ortaya çıkardığı
meydan savaşının yavaş yavaş Akdeniz’e doğru genişleme gösterdiği kesinleşmiştir.
ABD’nin
dünya egemenliği ile İsrail’in Büyük İsrail İmparatorluğu projeleri, küresel
şirketlerin evrensel hegemonya planları
ve enerji şirketlerinin bütün
dünya petrolleri ile doğal gaz
rezervlerini ele geçirme projeleri bir
araya gelince, gerginliğin tırmanma senaryolarının yavaş yavaş Akdeniz’e doğru
geliştiği ortaya çıkmıştır. Savaş sürecinde Orta Doğu petrollerinin
uzantılarının Akdeniz bölgesine uzandığı görülmüş, bölgenin en büyük doğal gaz
rezervlerinin ise Akdeniz kıyıları ile
birlikte bu denizin ortalarına kadar uzanan geniş alanlarda olduğu görülmüştür. Bu doğrultuda yeni enerji
kaynaklarını gösteren haritalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu tür gelişmeler
hem bölge ülkelerinin hem de enerji şirketlerinin dikkatlerini çekince, birkaç
yüz gemi Akdeniz’in sıcak sularında dolaşmaya başlamıştır. Suriye, Lübnan, Mısır
ve İsrail gibi şimdiye kadar enerji kaynakları ile ilgilenmeyen bölge ülkeleri
bulundukları bölgelerin altında yatan enerji kaynaklarını ele geçirerek
işletmeye doğru yönelirken, batının emperyalist devletleri de bölge ülkelerini
sömürgeleştirerek, onlar aracılığı Akdeniz’in enerji kaynaklarını ele
geçirmenin yollarını araştırmaya
başlamışlardır. Bölgede ABD sayesinde kurulan bir devlet olarak İsrail gene
Amerikan devleti ve şirketleri ile yakın ilişkiler kurarak onların aracılığı
ile bölge devletlerinin enerji rezervlerini ele geçirmeye çalışırken, Akdeniz bölgesinde
hemen Hrıstıyan-Müslüman ayrımı gündeme getirilmiş, Hrıstıyan ülkeler ile Müslüman ülkeler ayrı gruplaşmalar
içerisinde kendi konumlarını
sağlamlaştırmaya çalışmışlardır. İsrail ise hem ABD öncülüğünde Hrıstıyan
ülkelerini yanına çekmeye çalışmış hem de son yıllarda geliştirmiş olduğu Arap
ülkeleri ile başlatmış olduğu ortaklığını sürdürerek, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün
ve Lübnan’ı yanına alarak bölge dışı
devletlere karşı kendi jeopolitik konumunu güçlendirmenin yollarını aramıştır. Türkiye
ise bir bölge ülkesi olarak bu tür Hrıstıyan ve Müslüman dayanışmalarının dışında
kalmış ve sahip olduğu siyasi rejim yüzünden iki kesime de bir türlü
yaranamamıştır. Akdeniz enerji yatakları emperyal ülkeler ve bölge devletleri
arasında paylaşılırken, Akdeniz’e en geniş kıyısı olan Türkiye dışarıda bırakılarak
büyük haksızlığa uğratılmış ve
Türkiye’nin kara suları geleceğin sıcak çatışma alanlarına
dönüştürülmüştür.
Emperyalist
devletler, enerji kaynaklarının bulunduğu devletleri kendi sömürgelerine
dönüştürürken, uluslararası hukuka göre bölge devletlerinin kara ya da deniz
ülkelerinde bulunan kaynakların tamamını ele geçirebilmenin çabası içinde
olmuşlardır. Türk kamuoyu Misakı Milli oluşumu nedeniyle kara sınırlarını iyi
bilmekte ve bu doğrultuda bir milli sınır bilinci zamanla Türk ulusunun
zihninde kalıcı bir yer kazanmıştır. Ne var ki, aynı değerlendirmeyi Türkiye’nin
deniz sınırları ya da ülkesi hakkında söyleyebilmek bugünün koşullarında mümkün
görünmemektedir. Gelinen aşamada ilk kez bir mavi vatan kavramı ortaya çıkmış ve
Türk kamuoyundaki tartışmalar açısından belirleyici olmuştur. Türkiye
Cumhuriyetinin harita üzerinde belirlenmiş olan kara ülkesi kadar deniz ülkesi
de bulunmaktadır ve bu durum Türk karasuları ile açıkça ifade edilmektedir. Kara
suları uygulaması ülkelerin deniz ülkesini de aynı zamanda belirlediği için bu
alana denizlerin mavi rengi nedeniyle mavi vatan adı verilmektedir. Lozan
Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyetinin sınırları belirlendiği için aynı zamanda
Trük kara suları alanı da belirlenmiş ve Türklerin Mavi Vatanı bu doğrultuda
resmi haritalar üzerinden kesinleştirilmiştir. Kara sınırları içerisinde vatanı
savunmak nasıl milletin önde gelen görevi ise, kara suları boyunca mavi vatanı
savunmak da benzeri bir kutsal misyon olarak öne gelmektedir. Türkiye’nin kara
suları üzerinden mavi vatan alanını belirlemeye yöneldiğiniz zaman Akdeniz’in
tam ortasında Kıbrıs, Girit ve Malta adaları arasında yer alan çok geniş
bir bölge Türklerin mavi vatanı
olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’nin deniz komşusu Yunan devleti ile arasında
var olan mavi vatan sınırı, zaman zaman bu ülke ile anlaşmazlıklara neden
olması yüzünden var olan birçok tartışmalı durum, şimdi gelinen yeni aşamada
farklı boyutlar ile tekrar gündeme gelmektedir.
Osmanlı
döneminde Türklerin yönetiminde bulunan Ege adalarının neredeyse tamamının
Yunan devletine bırakılması çok büyük bir haksızlığa yol açmış ve Türkiye’nin
normal ölçülerde sahip bulunduğu kara suları üzerinden Türklere verilmesi
gereken bir çok ada çok açık bir haksızlık ve taraf tutma yüzünden hak etmediği
halde Yunan devletine bırakılması nedeniyle, Türk ve Yunan karasuları
karışmakta ama buna rağmen Kıbrıs, Girit
ve Malta üçgeninde yer alan orta Akdeniz bölgesi Türkiye’nin hak ileri
sürebileceği ve bu doğrultuda hem
petrol hem de doğal gaz arayabileceği
bir mavi vatan bölgesi olarak öne çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin
aynı zamanda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin kurucu garantör devleti olması
dolayısıyla T.C. ve K.K.T.C
devletleri işbirliğine girerek diğer
devletler gibi bir ortak arama, sondaj ya da çıkartma girişimlerinde
bulunabilecektir. Türkiye’yi kurdukları ittifaklara almayarak yalnız bırakan emperyal
devletler, Türkiye ve KKTC’nin kendi haklarına sahip çıkmasına izin vermemeye
çalışırlarken aynı zamanda savaş ve arama gemilerini Akdeniz sularına getirerek
bir oldubitti yaratabilmenin arayışı içine girmişlerdir. Ulusal kurtuluş savaşı
sırasında Misakı Milli sınırları içerisinde işgalci düşman birliklerini ülkeden
kovan Türk askerlerine ulusal kurtuluş savaşının önderi ilk hedef olarak
Akdeniz’i gösterirken kara vatanın yanısıra mavi vatanın da ele geçirilmesini
ve düşmanlara karşı sonuna kadar savunulması gerektiğini dile getiriyordu. Bu
çerçevede Türk ulusunun yüz yıl önce ana vatanı kurtarmak üzere yapmış olduğu
ulusal kurtuluş mücadelesinin benzerinin, bugünün koşullarında Türkiye’nin mavi
vatanı olarak öne çıkan orta Akdeniz sularında da yapılması ülke güvenliği
açısından zorunlu olmaktadır. Türkiye’nin batı ülkeleri ile imzalamış bulunduğu
NATO antlaşması ve benzeri uluslararası sözleşmelerdeki taraf olarak konumu,
mavi vatan alanında da Türkiye Cumhuriyetinin kazanılmış haklarının korunmasını
ve saldırı halinde savunulmasını gerekli kılmaktadır. Uluslararası kıta
sahanlığı hukuku çerçevesinde konu ele alındığında, Türk devleti ve KKTC kendi
kara sularının altında yatan deniz ülkelerinin barındırdığı bütün kaynaklara ve
bunları değerlendirme haklarına açıkça sahip olma durumundadır. Bugünkü sıcak
aşamada var olan haklar öncelikle belirlenerek sonuna kadar sahip çıkılacaktır.
Yüzyıllarca
Avrupa merkezli bir dünya düzeni altında, bütün kıtaları Avrupa kıtası
üzerinden yönetmeye alışmış batının emperyalist devletleri, okyanuslar
üzerinden dünya karalarına egemen olurken merkezi alanı ele geçirmeyi sonraya
bırakmışlar ve üç kıta arasındaki merkezi alanın biçimlenmesi Avrupa
kıtasındaki çekişmelerin uzantıları orta deniz olarak Akdeniz bölgesine
sıçramalar göstermiştir. Atlantik ve Avrupa güçleri küresel hegemonya için
çekişirlerken, orta dünyada Osmanlı İmparatorluğu yedi yüzyıl egemenlik
sürdürmüştür. Birinci ve İkinci dünya savaşları öncesi ve sonrasında batılı
ülkeler savaşırken, Akdeniz’in çeşitli bölgelerini sıcak çatışma alanlarına
dönüştürmüşlerdir. Avrupa güçleri Orta Doğu’yu ele geçirirken, Atlantik güçlerini geride bırakmışlar ama Atlantik
destekli Siyonizm yapılanmasının bu bölgede başlamasıyla birlikte, geleceğe
dönük bir hegemonya çekişmesi yeniden gündeme gelmiştir. Bugün Akdeniz’in bir savaş alanı olarak öne
çıkışında, İsrail’in kurulmasının ve kendi merkezli jeopolitiğini bölge
ülkelerine zorla dayatmak istemesinin bugünkü gelişmelerde önemli ölçüde payı
bulunmaktadır. İsrail’in bugün kendi kıyı
bölgesini Leviathan adı ile kendine bağlı bir doğal gaz alanı ilan etmesiyle
birlikte Doğu Akdeniz’de yeni bir yapılanma dönemi başlamıştır. İsrail’in kendi
kara sularını deniz ülkesi olarak ilan ederek bu bölgede enerji kaynakları
aramaya başlamasıyla birlikte şimdiye kadar bölge ülkesi olmalarına rağmen bu
işlere pek soyunmayan Suriye, Mısır, Lübnan, Ürdün ve Yunanistan gibi ülkeler
de İsrail’i taklit ederek ve bölgedeki konumlarını yeni duruma göre değiştirerek kaynak ülke gibi davranmaya başlamışlardır.
Bu durumun sonucunda doğu Akdeniz’de İsrail’in öncülüğünde Mısır, Lübnan, Ürdün,
Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum yönetimi bir araya gelerek Doğu Akdeniz’de bir enerji birliğini kurmuşlardır. Bu bölgenin en uzun kıyı
şeridine sahip bulunan Türkiye ile Suriye’nin böylesine bir birliğin dışında
bırakılması nedeniyle, bölgede büyük bir enerji savaşına yol açacak biçimde yeni
bir kamplaşma ortaya çıkmıştır.
Türkiye
için uluslararası hukuka göre kıta sahanlığı ve kara suları olarak var
olan deniz ülkesinin bir karşıt oluşum
ile karşı karşıya kalması nedeniyle, bu bölge kendiliğinden mavi vatan konumuna
dönüşerek, Türkiye ve KKTC için savunulması
zorunlu bölge durumuna gelmiştir. Bir tarafta Gazze’nin altındaki doğal
gazın Avrupa ülkelerine taşınması tartışılırken, diğer yandan bölge dışı
ülkelerin doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerinde hak iddia etmek amaçlı bir
çizgide Akdeniz’in çeşitli bölgelerinde
kendileri için yer açma girişimleri, birbiri ardı sıra öne çıkmaya başlamıştır.
Bir taraftan İsrail’in güvenliği ve yayılması amacıyla Orta Doğu ülkelerinde
terör desteklenerek tırmandırılırken, diğer taraftan da petrol ve doğal gaz
emperyalizminin temsilcilerinin birbirleriyle Akdeniz üzerinde bir deniz
savaşına hazırlandıkları, son aylardaki gelişmeler ile kesinlik kazanmıştır.
Daha önce Basra körfezinde yapılmış olan enerji savaşının bu kez Akdeniz’in
doğusunda yeni aşamasının gündeme gelmesiyle birlikte, bölge devletleriyle
birlikte emperyal devletler de tutum
değişikliğine giderek çekişme ötesinde
bir savaş hazırlığına girmişlerdir. Türkiye hem bölge ülkesi olarak hem de batı
ittifakının eski bir üyesi olarak bütün bu gelişmelerin en fazla etkilediği bir
devlet konumuna sürüklenmekden kurtulamamıştır. Basra körfezi sonrasında Hürmüz
boğazı petrol trafiğinde öne çıkarken, doğu Akdeniz’deki enerji yatakları
yüzünden kavga daha batıya kayarak
merkezi deniz üzerinde muhtemel bir savaş
senaryosuna dönüşmeye başlamıştır. Gemilerin yanı sıra çeşitli uçakların da Akdeniz
bölgesindeki merkezlere doğru uçuşa
geçmesi, savaş beklentilerinin daha da artmasına neden olmuştur. İki dünya
savaşı sırasında sıcak denizlere inmesi önlenen Rus emperyalizminin önce Hazar
üzerinden füze atışları yapması ve daha sonra da gelerek Suriye
ve Kıbrıs gibi belirli bölgelere
giriş yapması, Çin’in Cibuti, Pire
Limanı, Larnaka kenti gibi yerlere
girmesiyle birlikte, batı bloku karşıtı iki dev ülke Akdeniz paylaşım kavgasının içine girerek tam
ortasında kendilerine yeni bir yer oluşturmuşlardır.
Çin
dışişleri bakanının Akdeniz ülkelerini ziyaret etmesi sırasında Tunus’ta bir
seyyar satıcının yakılmasıyla birlikte gündeme gelen Arap baharı rüzgarları merkezi
coğrafyada yeni dalgalanmalar yaratırken, bugünkü
petrol ve doğal gaz çekişmesinin ön hazırlıklarının yapılmış olduğu
şimdi daha açık bir biçimde ortaya
çıkmaktadır. Arap baharı bölge ülkelerini derin sarsıntılara doğru sürüklerken İsrail’in
ABD desteği ile enerji kaynaklarını ele geçirme projelerini tamamladığı öne
çıkmaktadır. Doğu Akdeniz’de yedi ülkenin bir araya gelerek bir bölgesel birlik
oluşturmaları hemen kurulacak bir yapılanma olamayacağını yaşanmakta olan
olaylar ortaya çıkarmaktadır. Türkiye bütün bu aşamalar geçerken NATO üzerinden
batı baskısı altında tutulmuş ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda bölge
gelişmelerine etki yapması önlenmiştir. Bugün Türkiye Cumhuriyetini yok etmeye
yönelik bir terör olgusu batının emperyal devletlerinin kollektif desteğine
sahip olurken, batılıların baskılarından kurtulamayan Türkiye’nin kendi
çıkarları doğrultusunda Akdeniz enerji paylaşım savaşında kendi merkezli bir
politika izlemesini batılı ülkeler dolaylı yollardan engellemeye çaba
göstermişlerdir. Türk devletinin bugünkü değişim ve dönüşüm aşamasında batılı
ülkeler ile karşı karşıya kalmasının arkasındaki nedenler artık tarihsel bir
çizgi oluşturduğu için, Akdeniz petrolüne ve gaz stoklarına el koymaya çalışan
emperyalistlerin, Türkiye’ye karşı eskisi gibi çifte standartlı bir tutum
izlemeyecekleri görülmektedir. Gelinen son aşamada Türkiye Cumhuriyetinin
batılı ülkeler ile uçak ve füze projelerinde karşı karşıya kalmaları da problemli
durumu bütün yalınlığı ile ortaya koymaktadır.
Doğu
Akdeniz bölgesinde yer alan enerji rezervleri günümüzde bütün ülkelerin
iştahını kabartırken gözler dönmekte ve gene eskisi gibi emperyalist oyunlar
ile bölge devletlerinin elinden sahip oldukları kaynaklar alınmaya
çalışılmaktadır. Türkiye’yi stratejik bir yalnızlık politikasına terk eden
batılı müttefikler, Doğu Akdeniz’de oluşturdukları enerji birliğine Türkiye’yi
almamaları ve kurdukları birlik ile Türkiye karşıtı oluşumlara yönelmeleriyle,
çok ciddi bir anlamda Türkiye’nin sahip olduğu hakları görmezden gelmektedirler.
Bu doğrultuda ısrarlı bir biçimde gittikleri çizgide yakın zamanda Türkiye ile sıcak
çatışmalara sürüklenmeleri de muhtemel görülmektedir. Bölgesel paylaşım kavgası
küresel anlamda enerji piyasasını doğrudan etkileyeceği için kaçınılmaz anlamda
ortaya çıkabilecek savaş durumlarına karşı, Türkiye’de KKTC ile birlikte geleceğe
dönük önlemler almak ve daha sıkı bir işbirliğine girerek savaş tehditlerine
karşı KKTC bölgesinde hem uçak hem de deniz üssü kurmak zorundadır. KKTC’de
bulunan garantör devlet askeri gücünün artırılması ve askeri yenilikler
doğrultusunda yeniden daha güçlü bir biçimde yapılandırılması gerekmektedir. Amerikan
hükümeti Avrupalı ülkeler ile birlikte Nato dayanışması doğrultusunda bölgeye
her geçen gün daha çok silah ve asker yığarken, Türkiye’nin arada kalan konumu
Türk ulusu açısından büyük tehditler oluşmasına yol açmaktadır. ABD ve İsrail
ikilisinin Türkiye ve KKTC’yi doğu Akdeniz enerji kaynaklarının paylaşımı sürecinden
uzaklaştırmak istemesi ve tıpkı Osmanlı devletinin yıkılış döneminde olduğu
gibi bütün enerji yataklarına toptan el
koymak istemeleri bugünün koşullarında
gerçekçi bir tutum olarak görülmemekte, Türkiye ve KKTC ikilisinin diğer dünya
devletlerinin bu emperyal baskılara karşı
çıkan desteklerini kazanacakları gibi bir yeni durum ortaya çıkmaktadır.
Kıbrıs’ın çevresinde dolaşan Doğu Akdeniz kavgasında Türk tarafı askeri birlik
ve üslerini güçlendirdikten sonra, şimdiye kadar kapalı tutulan Maraş kentini de Türklerin yerleşimine
açarak bir yeni karşı denge oluşumuna
yönelmek zorundadır. Avrupa Birliği ülkelerinin de ABD ve İsrail ikilisinin bu
haksız girişimlerinin yanında yer alması da, Türkiye ve KKTC ikilisinin bütün
Asya ve Afrika devletlerinin desteğine sahip olabileceğini bir karşı denge
arayışı olarak gündeme getirmektedir. Türkiye’ye yönelik çifte standartlı
politikalar devam ederken, diplomatik ve ekonomik alanlarda giderek artırılacak
baskı ve sıkıştırma politikaları ile sonuç almaya çalışacaklarını
göstermektedir. Batının şımarık çocuğu olarak Yunanistan bu doğrultuda ortalığı
şimdiden karıştırmaya başlamıştır.
Türkiye
şimdiye kadar deniz ağırlıklı politikaları Yunanistan gibi uygulamadığından
Akdeniz bölgesi ile de yakından ve gerektiği gibi ilgilenememiştir. Çevresinde
beş deniz olmasına rağmen Türkiye bir kara devleti gibi hareket ederek denizci
politikalara uzak durmuştur. Türkleri geldikleri orta Asya steplerine geri
göndermek isteyen batılı emperyalistler, Anadolu sahillerini eski Yunan
kolonileri gibi ele geçirerek, Akdeniz ile Anadolu yarımadası arasında bulunan
uygarlık köprüsünü ortadan kaldırmanın yollarını aramışlardır. Ege adalarının
büyük çoğunluğunun Yunanistan’a bırakılması da Anadolu yarımadası üzerindeki
Türklerin Akdeniz’e açılmasını önleyen bir girişim olarak görüldüğü için
Türkiye’ye bu kadar deniz sahili olmasına rağmen kara ülkesi muamelesi yapılmış,
Yunanistan ise bir adalar ülkesi olarak denizci devlet olarak görülmüştür. Doğu
Akdeniz enerji kaynaklarının gündeme geldiği yeni aşamada, Türkiye’de artık bir
deniz devleti olarak hareket ederek kendi karasularından kaynaklanan bütün
haklarına sahip çıkacaktır. Bölgede en uzun Akdeniz sahiline sahip olan ülke
olarak Türkiye’nin aslında doğu Akdeniz enerji paylaşımı mücadelesinden birincilikle
çıkması doğal bir sonuç olarak görülecektir Türk devleti doğu Akdeniz’in en
büyük ve en uzun kıyılı ülkesi olarak,
bu bölgedeki enerji kaynaklarının belirlenmesi ile birlikte
bunların dışa dönük
yapılandırılmalarında da gene en ağırlıklı rolü dünya dengeleri açısından
oynamak durumundadır. Orta Doğu petrollerinin paylaşımı sırasında çıkartılan
bir dünya savaşının, üçüncü kez Akdeniz’in doğusunda gündeme getirilmesi
insanlığın ve dünyanın geleceği açısından son derece olumsuz sonuçlara yol
açacaktır. Türkiye şimdiye kadar sürdürmüş olduğu dikkatli tutumu ve yeraltı
kaynaklarının adil paylaşımı ile birlikte üçüncü dünya savaşını başlatacak bir
yanlış çizginin gündeme gelmesini de önlemek durumundadır.
Beş deniz
ortasında bir ülke olarak Türkiye yeni dönemde Doğu Akdeniz bölgesinde yeni bir Münhasır Ekonomik Bölge oluşturmak
zorundadır. Trilyonlarca metreküp petrol ve doğal gaz rezervlerinin bulunduğu Doğu
Akdeniz bölgesinde, Türkiye durumun tespitinde
gerçekçi davranmak hem de bölge ülkeleri arasında kaynakların adil bir
biçimde paylaşımını sağlayarak emperyalistlerin ya da Siyonistlerin
savaş senaryolarının bölgede
uygulamaya geçirilmesini acilen önlemek durumundadır. Türkiye’nin bölgenin
yeniden düzenlenmesi aşamasında öncelikle oluşturacağı Münhasır Ekonomik Bölge
aracılığı ile enerji kaynaklarının paylaşımında daha fazla söz sahibi olarak
belirleyici olacaktır. MEB ilanı ile bölgedeki kazanılmış hakların korunması sağlanacak
ayrıca hak çatışmalarının sıcak savaşlara dönüşmesi de önlenebilecektir. Deniz altı kaynakların
düzenlenmesiyle birlikte deniz ürünlerinin pazarlanması da gene ekonomik bölge
içindeki uygulamalar aracılığı düzenlenebilecektir. Deniz bölgesi ile ilgili
bilimsel araştırmaların daha düzenli yapılması bölgedeki adalar ile kıyıdaş
ülkelerin Akdeniz ile ilgili bağlantıları, gene Münhasır Ekonomik Bölge
uygulaması çerçevesinde yerine getirilebilecektir. Emperyalist devletlerin
fiili durumlar yaratarak bölge ülkelerine zarar vermesi gene bu doğrultuda
önleneceği gibi, Türkiye’yi Antalya körfezine hapseden kısıtlayıcı uygulamalara
da gene ekonomik bölge ilanı çerçevesinde yeni bir düzen getirilebilecektir. Türkiye
Cumhuriyetinin sahip olduğu kıta sahanlığı ve karasuları doğrultusunda Akdeniz
kıyıları ele alındığı zaman Türkiye’nin deniz ülkesinin Anadolu yarımadasından
daha geniş bir alana yayıldığı görülmektedir. Türkiye’nin sahilleri boyunca
giden çizginin yanı sıra, Kıbrıs-Girit
ve Malta hattı boyunca gelişen üçgen yapılanma orta Akdeniz’de en geniş ekonomik
alana Türkiye’nin sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Batılı ülkelerin en çok
korktukları ve gizlemeye çalıştıkları konunun böylesine bir yapılanma olduğu
anlaşılmaktadır. Güney Kıbrıs Rum yönetiminin İsrail ve Yunanistan ile bir
araya gelerek doğu Akdeniz’de bir gayrimüslim ortaklığa yönelmeleri, Türkiye ve
KKTC’nin haklarının korunması açısından ciddi tehlike ve tehditler
yaratmaktadır.
Türkiye
Akdeniz’e çıkarken ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yeni bir plan ortaya
koyarken konuyu yeni bir tasnif içinde
ele almak durumundadır. KKTC ile Türkiye’nin çıkarlarının çatışmaması ,
Kıbrıs’daki Türklerin durumlarının eskisine oranla daha güçlü ve güvenli bir
konuma getirilmeleri gerekmektedir. Anavatan, mavi vatan ve yavru vatan
birlikteliği sağlanarak Türkiye’nin bölgeye yeni açılımı gerçekleştirilmelidir.
Kıbrıs’ta artık federasyon arayışı dönemi bitmekte ve KKTC ile Türkiye’nin ortaklığı dönemine
geçilmektedir. Güney Kıbrıs’ın İsrail ve Yunanistan ile çalışması, Türkiye’ye
böylesine bir hakkı adalet açısından doğal olarak vermektedir. Türkiye Akdeniz’e yeniden açılırken, diğer
denizlerdeki konumunu da düşünerek hareket ederken, bütün bölgeleri dikkate alarak yeni bir
yapılanmaya gitmek durumundadır. Türkiye Akdeniz ile birlikte Ege denizine de
daha çok dikkat ederek bu denizdeki kendisine karşı geliştirilen yeni
yapılanmaların yaratabileceği tehditlerin önlemesi için öncelikle bazı
kararların alınarak yürürlüğe konulması gerekmektedir. NATO ve ABD askeri
birliklerinin Ege’deki Yunan adalarında yeni askeri üsler kurarak ve askeri
hareketlilik yaratarak muhtemel bir Anadolu işgali planlarının yapıldığına dair
çeşitli söylentilerin batı basınında giderek artan bir biçimde yazılmaya
başlandığı bir aşamada, Ege Denizindeki askeri hareketlilik ve yeni üs
oluşumlarının yeniden ele alınarak değerlendirilmeleri söz konusudur. Kardak
benzeri kayalık adaların Yunanlılar tarafından işgal edilmesine yeni dönemde izin
verilmemeli ve Lozan barışı ile çözüm getirilen meselelerin yeniden Türkiye’ye
karşı canlandırılmasına kesinlikle karşı çıkılmalıdır. Türkiye Doğu Akdeniz’de
İsrail’in faaliyetlerini daha yakından izleyerek kendi güvenliğini temin etmeye
çalışırken, Kardak kayalıkları benzeri olayların yeniden Ege bölgesinde kendisine
karşı yaratılmasını da önlemelidir. Özellikle son zamanlarda İsrail’in Kıbrıs
üzerinde geliştirdiği uygulamalar bu büyük adanın Türkiye ve Yunanistan’dan uzaklaşarak
doğu Akdeniz’de ikinci bir İsrail konumuna gelmesine yol açmaktadır. Ayrıca, Türkiye
KKTC ile birlikte Suriye, Lübnan ve Libya devletleri ile bir araya gelerek Doğu
Akdeniz Enerji Forumunu acilen batılıların girişimlerine karşı bir denge unsuru
olarak örgütlemelidir. Kıbrıs’ta hiçbir hakkı bulunmayan Fransa gibi emperyal
devletlerin batıdan gelerek Doğu Akdeniz’de etkinlik arayışlarına kalkışmasının
da önüne geçilmesi gerekmektedir.
ABD
Orta Doğu bölgesine sürekli olarak yığınak yapmaya devam etmesi, Akdeniz
bölgesinde potansiyel bir savaş çıkmasının ön koşullarını hazırlamaktadır. Aslında
Amerikan devletinin de bölge ülkesi olmadığı için Akdeniz’de yeniden
yapılandırma gibi bir hakkının bulunmadığını da
barışı korumak açısından bölge
devletlerinin dikkate almaları gerekmektedir. Batılı ülkelerin kendi çıkarları
doğrultusunda doğu Akdeniz’i oldu bittiye getirmelerine kesinlikle izin verilmemeli ve bu doğrultuda bölge ülkeleri arasında
dayanışmayı artırmaları gerekmektedir. Atatürk, Türkiye cumhuriyetinin kurulmasına
giden yolda ulusal kurtuluş savaşını kazanan ordularına ilk hedef olarak
Akdeniz’i gösterirken, batı emperyalizminin Akdeniz üzerinden Anadolu’daki Türk
devletine dönük çeşitli tehditler yaratabileceklerini görüyordu. Türk ulusunun
uygarlık dünyası ile arasındaki köprü olan Akdeniz bağlantısına, Atatürk her şeyden
daha çok önem vererek ordularına Akdeniz’i ana hedef olarak gösteriyordu. Doğu
Akdeniz’de gündeme gelen sıcak ortam ile çatışma ve kuşatmaların barış içinde
aşılabilmesi için, Türkiye’nin hem komşuları ile hem de Asya ve Afrika ülkeleri
ile yakınlaşarak doğal bir dayanışma ortamı yaratması gerekmektedir. Atatürk
Akdeniz’i barış ve uygarlık dünyasını bölgeye taşımak için ana hedef olarak
belirliyordu ama aslında kendisi geleceğe dönük bir biçimde barıştan yana
olurken, yurtta ve cihanda barışı da yeni devletin temel ilkesi olarak
benimsiyordu. Asya ortalarından gelerek dünyanın ortasında devlet kuran
Türklerin, yeniden Asya’ya geri gönderilmemeleri için, Akdeniz bağlantısının
öncelikli olarak korunması gerektiği için Türkiye’yi Akdeniz’den çıkartmak
isteyenlere karşı, Türkler yeniden Akdeniz’i ana hedef yapmak durumundadır.
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Etiketler:
“ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ,
ABD,
Ankara Kalesi,
Atatürk,
Büyük Ortadoğu Projesi,
İLERİ “ - Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN,
İsrail,
Kardak,
Misak-ı Milli,
Nato,
Türkiye,
Yunanistan
5 Temmuz 2019 Cuma
ANKARA SANAT KURUMU - Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
ANKARA SANAT KURUMU
Ankara Türkiye Cumhuriyetinin başkenti olarak siyasal bir merkez olduğu kadar aynı zamanda
kültür ve sanatın da başkenti olmak gibi bir durum ile karşı karşıya kalmıştır.
Bütün dünya ülkelerinin başkentlerine bakıldığı zaman bu kentlerin siyasal
merkez olduğu kadar, aynı zamanda sosyal ve kültürel olaylar ile bu tür gelişmelerin de merkezi konumunda oldukları açıkça görülmektedir. İnsan toplumlarının sosyolojik analizleri
yapıldığı zaman siyasal merkezileşme
oluşumlarının aynı zamanda diğer
toplumsal alanlarda da benzeri bir merkezileşme eğilimini kendiliğinden ortaya
çıkardığı görülmektedir. Bu durumun farkında olan siyasal merkezler ya da
oluşumlar, yeryüzü haritası üzerinde kendilerine devlet kuracak bir alan
buldukları zaman, bu ülkedeki bir kenti başkent olarak belirleyerek merkez olarak yeniden yapılandırmaktadırlar.
İşte böylesine çok yönlü bir merkezileşme siyasal ve toplumsal gelişmeler ile
birlikte kültürel ve sanatsal alanlarda
da benzeri bir merkezi oluşumu
kendiliğinden öne çıkarmaktadır.
İmparatorluğun çöküşü ile bu topraklara gelen batılı emperyal
güçler işgale yönelerek
burada kalıcı olmaya çalışırken, dinler açısından kutsal olan
yerler ile tarihi eser olarak var olan
zenginliklerin ele
geçirilmesi önem kazanıyordu. Mustafa
Kemal , Türk ulusunu tarih sahnesine çıkartırken geçmişten gelen kültürel birikimin de bugünlere
taşınabilmesi için tarihi ve kültürel zenginlik alanlarının da Misak-ı Milli sınırları içerisinde yer alabilmesi için çalışıyordu. Başkent
Ankara ulus meydanının altında yer alan eski Roma hamamlarının üzerinde
kurulurken, geçmiş yüzyıllardan gelen tarihi eserlerin de yeni dönemde halkın
görebileceği bir düzeyde öne çıkarılmasına çalışılıyordu. Cumhuriyetin kuruluş
döneminde Ankara başkent olarak yeniden
inşa edilirken, Anadolu tarihinde yer almış olan yerel uygarlıkların geride
bırakmış olduğu zenginlikler de yeni
kuruluşu yapılmış olan cumhuriyet devletinin kültür bakanlığının
inceleme ve yönetim alanına giriyordu . Yirminci yüzyıla gelindiği aşamada merkezi coğrafya da kurulması planlanan
çağdaş cumhuriyet devletinin üzerinde yer aldığı ülkenin topraklarında,
geçmişten gelen zenginliklere sahip
çıkarak yoluna devam edebilmesi mümkün görünüyordu.
Yeni cumhuriyet yönetimi
böylesine bir bilinç ile yola çıktığı
aşamada devleti örgütlerken önceliği
Anadolu ajansına vererek Anadolu’nun dışarıya dönük tanıtılması işine
çok büyük önem veriyordu. Ulus meydanının yanındaki İttihat ve Terakki
Cemiyetine ait olan bina yeni devletin meclisi olarak düzenlendikten sonra sıra kültür bakanlığının kurulmasına
geliyordu. Türkiye Cumhuriyetinin temelini kültüre dayandırmak isteyen bir
çağdaş cumhuriyetçilik hareketi , başkent Ankara’nın tam ortasına önce bir opera
binası oturtuyor ve daha sonra da
Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası için bir konser salonu inşa ediyordu.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında
Ankara’da devletin uzantıları olarak
kültür ve sanat kurumları oluşturulurken, bunlara uygun binalar da
yapılarak kentsel yaşam yeni dönemde batı tipi modern yaşam biçimine doğru yakınlaştırılmaya
çalışılıyordu. Devlet Tiyatroları bu aşamada kurulurken, Ankara’nın merkezi
alanlarında yer alan önemli binaların alt kısımları tiyatro salonları olarak
düzenleniyordu. Türk halkına konser ve tiyatrolara gitmek alışkanlıklarının
kazandırılması amacıyla merkezi alanda yer alan büyük binaların alt salonları tiyatro ya da konser salonu
olarak düzenleniyordu .Ulus meydanından
Kızılay bölgesine ve daha sonra da Kavaklıdere meydanına doğru uzayan
yeni yerleşim alanlarında, kültürel merkezler ihmal edilmeyerek sanat ve kültür etkinliklerinin yapılabileceği
ya da seyirciler için düzenleneceği biçimde yeni yerleşim yerleri yapımı gündeme getiriliyordu .
Osmanlı döneminde bir Anadolu kasabası olarak var olan
Ankara kenti , imparatorluğun çöküşü sonrasında başkent olma aşamasına gelince
bir dikdörtgen görünümünde uzayıp giden Anadolu yarımadasının tam ortalarında yer alarak geçmişten gelen kültür ve sanat
birikimine sahip çıkmak durumunda kalıyordu. Kent Yenişehir merkezli olarak
oluşturulurken, Ankara’da devleti kurmak üzere mübadele antlaşması çerçevesinde
getirilen Balkan göçmenlerine Sıhhıye ile
Çankaya arasında yer alan bölge de yerleşim yerleri sağlanıyordu. Ulus
meydanı Meclis ile birlikte
devletin önemli kamu kurumları için
ayrılıyor, kültür ve sanat mekanları ise gene Ulus meydanından başlayarak Kavaklıdere’ye doğru gelişen yeni yapılaşma
çizgisinde yerlerini buluyordu. Başkent’te
tiyatrolar ve konser salonu gibi kültür mekanları
birbiri ardı sıra yapılırken, merkezde yer alan semtlerde ise hem sinema
salonları hem de bazı kültür merkezleri devreye girerek, Ankara’da kültür ve sanat etkinliklerinin
yapılabileceği yerlerin sayısının
artması gerçekleştiriliyordu. Yeniden inşa edilen merkezi alandaki Yenişehir
bölgesi barındırdığı çarşı ve mağazalar
aracılığı ile hareket alanı olarak gelişirken, aynı zamanda bazı sinema,
tiyatro ve kültür merkezleri biçimindeki
salonları ile de başkentin kısa zamanda
kültür ve sanatında merkezi olabileceği bir seviye ortamı oluşuyordu.
İkinci dünya savaşı sonrası ortamda başkent Ankara öne
çıkarken, bu kez merkezin daha da
açılmasıyla
Yenimahalle-Bahçelievler-Çankaya üçgeninde yeni bir yerleşim
genişlemesine geçiliyordu. Bu üç yeni semt
kurulurken, bunlarla ilgili bazı kanunlar çıkartılarak, başkentin
yeniden yapılanmasında yasal esaslar üzerinden bir hukuki düzen oluşturulmaya çaba
gösteriliyordu. Özellikle yeni kurulan devletin kadroları için yerleşim yerleri
ve ev düzenlerinin kurulması gibi acil ya da normal gereksinmelerin karşılanması
doğrultusunda hareket ediliyordu.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısına geçilirken, Ankara nüfusu kuruluş yıllarının
iki misli artıyor ve Anadolu ile Trakya’dan gelen göçler
ile nüfus hızla bir milyon
barajını geçiyordu. Bu durumda başkent
Ankara’nın kültür ve sanat gereksinmeleri artarak öne geçiyordu. Devlet bu
aşamadan sonra resmi kurumlar aracılığı ile halkın kültür ve sanat
etkinliklerini karşılamak yerine, özel sektörü destekleyerek toplumsal yaşamın daha da aktif bir yöne
doğru kaydırılmasını gerçekleştirmeye
öncelik veriyordu. Kültür ve sanat alanlarının özel sektöre devredilmesi ile
birlikte, yeni gelinen aşamada özel sektörün
gereksinmeleri doğrultusunda
hareket edilmesi ve bu çizgide
yeni kamusal hizmetlerin yerine
getirilmesi zorunlu olarak gündeme geliyordu.
Yirminci yüzyılın ortalarına
gelene kadar başkent Ankara’nın inşası sürecinde kültür ve sanat kuruluşlarına
da önem verilerek, bunların da kamusal
alandaki kültür ve sanat etkinleri içerisinde
yer almasına giden yolun açılması için çalışmalar yapılıyordu. Ankara’daki tiyatrolar ile birlikte diğer sanat kuruluşlarının
ortaya çıkması sonrasında, başkentin
zamanla kente yerleşen bir Ankara burjuvazisi ortaya çıkmaya başlamıştır.
Kültür ve sanat kuruluşlarının içinde yer alan insanlar ile birlikte, bu gibi
etkinliklerin içinde yer alan ya da
katkı sağlayan başkentliler,
beraberce sanat dünyasının içinde yer alan bir kültürel çevrenin öne
çıkmasını sağlamıştır. Yeni gelinen aşamada bu sürecin belirlenmesi üzerine,
devletin önde gelen bürokratlarının öncülüğünde
bir kültür ve sanat kurumu olarak, Sanat Sevenler Derneği kurulmuştur. Yirminci yüzyılın tam
ortalarında, 1952 yılında Türkiye
Cumhuriyetinin başbakanlık müsteşarının başkanlığında oluşturulan bu kültür ve
sanat kuruluşu, Ankara’daki sanatsal oluşumların daha etkili bir konuma gelmesinde önemli
ölçüde etkin olmuştur. Böylesine bir örgütlenme gerçekleştirilirken, bu
kuruluşa merkezi yer olarak hizmet
edecek bir salona da gereksinme bulunuyordu. Tuna Caddesi ile Selanik sokağının
kesiştiği köşede yer alan apartmanın bodrum katı, Kızılay semtinin en merkezi
yerindeki bir yapılanma olarak yeni
oluşturulan derneğin çalışma merkezi olarak devreye sokuluyordu. Devlet
dairelerinin topluca yer aldığı Kızılay semtinin tam merkezinde açılan Sanat
Sevenler Derneği, merkezi bir kültürel hizmeti başkentlilere sunarken aynı
zamanda sanat kuruluşları içinde yer
alan tüm sanatçılarında gelebileceği ve ortak etkinliklerde bulunabileceği bir
çok yönlü salonu da Ankaralıların hizmetlerine sunuyordu.
Türkiye Cumhuriyetinin çıkarmış
olduğu dernekler yasası çerçevesinde
kurulmuş olan bu sanat kuruluşu,
Demokrat Parti döneminde iktidar partisinin milletvekilleri ile sanatçı kadroların bir araya geldikleri bir lokal görünümünde
etkinliklerini artırmıştır. Salonun çok merkezi
yerde bulunması ve bir çok etkinliğe elverişli bir ortama sahip olması
nedeniyle, kısa zamanda Sanat Sevenler Derneği tıpkı Yardım Sevenler Derneği gibi önemli
ölçüde bir kültürel hareketliliği
başkent Ankara’nın aydınlarına sunabilmiştir. Zaman geçip giderken, Ankara’da
giderek artan sanat etkinlikleri Sanat
Sevenler Derneğinin konumunu daha aktif bir çizgiye getirmiştir. Atatürk
zamanında kurulmuş olan Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesinin öğretim üyeleri ile
sanat bölümü mezunları, bilinçli katılımcılar olarak devreye girdikleri aşamada,
Ankara geceleri daha kültürlü programlar ile dolu olarak geçmiştir. Ankara
Üniversitesinin diğer fakültelerinin öğretim üyelerinin de devreye girmesiyle,
bu derneğin katılımcıları fazlasıyla artmış
ve üye sayısı birkaç yüzün üzerine çıkmıştır. Başbakanlık müsteşarının
başkanlığında ortaya çıkan bu sanat kuruluşu doğal olarak üyesi bulunan
bürokratların sağladığı katkılar ile devletin desteğine de sahip olarak, kısa
zamanda etkinliklerini birkaç misli
artırabilmiştir. Dernek bu doğrultuda başkent Ankara’nın yeni
oluşmakta olan burjuvazisinin merkezi kuruluşu olma şansını elde edebilmiştir. Üst düzey bürokratlar ve diplomatların yanı
sıra Ankara’daki büyük şirketlerin
yöneticileri de böylesine kültürel bir
hizmet gören sanat derneğinin içinde üye
olarak yer almaya çalışmışlardır.
Ankara’da etkinliklerini sürdüren
Devlet Opera ve Balesi ile, gene başkent merkezli çalışan Devlet
tiyatrolarının içinde yer aldığı sanat
dünyasının önde gelen temsilcilerinin yönetiminde yer aldığı bu sanat kurumu,
kuruluşundan on sene sonra başkent Ankara ‘da
ödül dağıtma misyonunu üstlenerek, yılın tiyatro, opera ve bale
sanatçılarını seçerek sanat ve kültür
alanında sürüp giden rekabeti daha üst
düzeyde örgütlemeye çalışmıştır. Bir on sene sonra da plastik sanatlar
alanında ressam ve heykeltraşların da
ödüllendirilmesini sağlayan yeni bir ödül sistemi devreye sokulmuştur. Böylece
Ankara’da çalışmalarını yürüten bütün tiyatrolar ile galeriler ve sanatçılar arasındaki rekabetin
zamanla yarışa dönüşerek sanatsal etkinliklerin daha üst düzeye çıkartılmasında
dernek önde gelen bir rol üstlenmiştir . Bu ödül sistemi ile sanat dünyasında ciddi
bir canlanma sağlanmıştır.
Zamanla Ankara’daki sanat eğitimcileri ile birlikte
hareket eden kültür ve sanat eleştirmenleri dernek yönetiminde etkin olmuşlar
ve onların yer aldığı seçici ya da
değerlendirici kurullar aracılığı ile her yılın önde gelen başarılı sanatçıları
belirlenerek kamuoyuna açıklanmışlardır. Hukukçu yönetim kadroları ile derneğin etkinlikleri
artırılırken, kültür ve sanatın yanı sıra düşünce ve tartışma programlarına
da dernek çatısı altında yer verilmiştir.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yıllar geçerken Sanat Sevenler Derneği’nin de çalışmaları
giderek artmış ve başkent Ankara’nın
önde gelen bir kültür merkezi konumunda, çalışmaların ileriye doğru gelişmesi
sağlanmıştır. Bu arada derneğin çalışmalarında
yer alamayan ya da dernek ödülleri dağıtım sisteminde ödül alamayan bazı sanat ve kültür çevresinin
insanları dernek çalışmaları ile ilgili olarak çeşitli dedikodular üreterek,
başkentin önde gelen bu sanat kuruluşunu halkın gözünden düşürmeye yönelmişlerdir. Bunların içinden çıkan
bazı olumsuz sanat ve düşün adamları
Sanat Sevenler Derneği’ni, sanatçı sevenler derneği olarak karalamaya çalışması
üzerine, dernek olağanüstü bir genel kurul toplantısı yaparak bir tüzük ve isim değişikliğine giderek Sanat
Kurumu adını almıştır. Devletin ilgili birimlerinin desteği ile kurulmuş olan
bu sanat kurumunun daha ciddi bir
ortamda çalışması için, sanatı sevme dönemi geride bırakılarak sanat adına
kurumsal hizmetler vermek üzere yeniden
yapılanma yoluna gidilmiştir.
Yirminci yüzyılın son çeyreğine
girerken ,merkezdeki binaların eskimesi üzerine
bunların yıkılmasına gidilmiş ve yeni yapılan çok katlı binalar
üzerinden Kızılay merkezli çarşı alanı
daha da geliştirilme yoluna gidilirken, Sanat Kurumu’nun binası da
yıkılınca yeni dönemde kurumun daha
etkin çalışmalar yapabilmesi mümkün olamamıştır. Merkezi alandaki elverişli
salonunu kentsel dönüşüm planları
doğrultusunda elinden kaçıran
Sanat Kurumu, yeni dönemde kendisine karşı bir çizgide iktidara gelen siyasal
kadronun engellemeleri ile alternatif
salonlarını da elinden kaçırmıştır. Kızılay merkezli binanın yıkılmasından
sonra Gençlik Parkı içindeki tarihi Göl gazinosunu kendisine yeni merkez olarak
seçen Sanat Kurumu, daha sonraki süreçte başkent Ankara’ya çeyrek asır
başkanlık yapan bir başkanın husumetine uğramış ve ona yakın dava açılarak
Sanat Kurumu’nun Gençlik Parkı içindeki
binasına el konulmuştur. Yeni binasında kültür ve sanat etkinliklerinin yanı
sıra her türlü sosyal amaçlı etkinliklere de yer veren Sanat Kurumu
, haksız yere açılan davalar sonucunda yeni merkezini elinden kaçırınca,
kültürel çalışmalarını sürdürecek bir merkezi salondan mahrum kalmıştır. Bunun üzerine derneğin yarım yüzyıla
yaklaşan ödül dağıtım sistemi tehlikeye girmiş ama başka derneklerin
olanaklarından yararlanılarak, ödül dağıtım sistemi gibi bir kültürel hizmet
kamu yararına bir doğrultuda sürdürülmüştür.
Sanat Kurumu en yoğun
çalışmalarını 1975 -1987 yılları arasında
yapmıştır. Bu dönem çalışmaları incelenirse her ay en az on etkinliğin
sergilendiği bir çalışma düzenini Sanat Kurumunun sürdürdüğü görülmektedir. Bir anlamda Ankara
Halkevi gibi çalışmalar yürüten Sanat Kurumu, başlangıçtaki gibi burjuva kesimlere
hizmet eden bir kuruluş olmaktan çıkmış
gerçek anlamda halk kitleleri ile
kaynaşan ve halkın içinden çıkan
çeşitli kültür ve sanat kuruluşları ile birlikte hareket ederek ortak programlar
sergileyen bir yapılanmayı başkent
Ankara’nın seyircilerine sergilemiştir. Para destekli yabancı kültür
kurumlarından çok daha fazla etkinliği her ay aylık programları ile başkent
Ankara kamu oyuna sunabilen Sanat Kurumu bir anlamda sanat dünyasında halkçı ve
demokratik bir yaklaşımın öncüsü
olmuştur. Artan nüfus halk kitlelerini genişletirken, gelir dağılımındaki
uçurum burjuva kesimleri toplumun dışına
itmiş ve bu aşamadan sonra da burjuvazi
ile birlikte bürokrasinin de desteği kesilmiştir. Dinci bir yönetimin Ankara
Belediyesinin başına gelmesi üzerine de Sanat Kurumunun merkezi olarak görev
yapan Göl Gazinosu, Kültür Bakanlığının tahsisine rağmen belediye tarafından haksız yere işgal
edilmiştir . Bu aşamadan sonra apartman dairelerine sığınmak zorunda kalan
Sanat Kurumu eskisi gibi yoğun kültür çalışmaları yapamamıştır.
Aslına bakılırsa sanat ve kurumlaşma arasında
çok ciddi bir yakınlaşma ve ortak bir yapılanma
ülkede kültür ve sanat ortamının gelişimi açısından önem taşımaktadır.
Sanat ve kültür bir toplumun ortaya koyduğu değerlerin içinden çıkan bir ortak
yapılanmanın uzantıları olarak gelişmeler gösterir. Ankara’da, I952 yılında bir
sanat derneği kurarken sanatı sevmeyi yeterli gören anlayış, yirminci yüzyılın
son çeyreğine gelindiğinde bu yaklaşımı
yetersiz görerek yerine sanat dünyasında kurumlaşmayı önermiştir.
Sanat Sevenler Derneğinden Sanat
Kurumuna geçerken, toplumdaki kültürel patlama da etkin olmuş ve sonraki
yıllarda sanat alanında ortaya çıkan genç ve dinamik hareketlilik, Türkiye’deki sanat
dünyasını burjuvazinin hareketsizliğinden
çekip alarak halkçı gençliğin hızlı
hareketliliğine doğru taşımıştır. Sanat
alanında en az özgürlük kadar kurumlaşma
da zorunlu bir gereklilik olarak öne çıkmaktadır. O nedenle kurumlaşmanın
istendiği gibi gerçekleşebilmesi için devlet çatısı altında parlamentodan geçecek bir yasa aracılığı ile
resmi bir kültür ve sanat kurumu kurulması gerekirken, Türkiye’de ilk kez
Ankara’da Sanat Kurumu adı ile bir örgütlenme gerçekleştirilerek, sanat
dünyasındaki kurumlaşma olgusu
demokratik bir yaklaşım içinde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Bürokrasinin yetersiz kaldığı aşamada kültür ve sanat için toplumun içinden çıkan demokratik
insiyatif bir alternatif yapılanma
olarak devreye girmiştir.
Devletin Kültür Bakanlığı çatısı
altında özerk çalışacak bir sanat kurumu modeli geliştirememesi üzerine,
Ankara’da kurulmuş olan Sanat Kurumu bir
dernek modeli olarak diğer iller için
model bir yapılanma olarak öne çıkmıştır. Anadolu’nun birçok ilinde ve daha çok
büyük iller ile deniz kenarında bulunan iller de Sanat Kurumu adı altında
dernekler kurulmuştur. Aynı ad çatısı altında ortaya çıkan bu sanat
kurumlarının kendi illerinde yeterince örgütlendikten sonra bir araya gelerek ve başkent Ankara’da
düzenlenecek birleşme kongresi sonrasında
“Türkiye Sanat Kurumları Birliği
“ adı altında ülke düzeyinde ulusal bir örgütlenmeye gitmeleri,
demokrasinin Türkiye’de güçlenmesi açısından çok büyük katkı
sağlayacaktır. Böylece merkezden kurulan bir sanat kurumunun ülke düzeyine
şubeler açarak yayılması yerine, ülkenin çeşitli bölgelerinde kurulmuş olan
sanat kurumlarının bir araya getirilmesiyle bir ülkesel birlik ulusal
çizgide tamamlanmış olacaktır. Tamamen
bir demokratik kitle örgütü olarak kurulacak olan Türkiye Sanat Kurumları
Birliği, kültür alanında en önde gelen
ulusal demokratik kuruluş olarak
kültürel alanda yaygın bir
demokratikleşme ağının yurt düzeyinde gerçekleştirilmesi açısından da yararlı
olacaktır. Siyasal ve sosyal alanlarda toplumun geçirmekte olduğu sarsıntıların
aşılmasında, kültür ve sanat dallarındaki yakınlaşma ve toplumsal kesimler arasında
geliştirilecek empatik tolerans toplumun iç ve dış dinamiklerini harekete
geçirerek, sosyal bütünleşme açısından
olumlu katkılar getirebilecektir.
Türkiye yirmi birinci yüzyılda
yoluna devam ederken, kurucu önder
Atatürk’ün dediği gibi devletin bir kültür devletine dönüştürülmesi
ve bu doğrultuda sanat dünyasının bilim alanı ile birlikte devlet tarafından
desteklenmesi gerekmektedir. Ülkeyi yöneten siyasal kadroların kültür konusuna uzak durmaları ya da yetersiz
kalmaları dikkate alınarak, yurt düzeyindeki bütün sanat kurumlarının,
başkentte Ankara Sanat Kurumu’nun daveti üzerine bir araya gelerek “Türkiye Sanat Kurumları Birliği’ni “ kurmaları ülke için gerekmektedir. Ne var ki,
Ankara Sanat Kurumu’nun böylesine bir girişimi
başarabilmesi için gene devlet desteğine gereksinme vardır . Eğer devlet
desteği bu alanda sağlanamazsa o zaman, kültür ve sanat alanına yatırım
yapan büyük bankaların ya da şirketlerin
maddi destekleri ile, ulusal çizgide bir ülkesel sanat kurumları birliği
demokratik bir kongre aracılığı ile gerçekleştirilebilir. Türkiye’nin önde
gelen kültür ve sanat adamlarının
öncülüğünde Türkiye Sanat Kurumları
Birliği adı ile kurumlaşmaya gidilmesi, sanat dünyasının demokratik örgütlenme
hakkına daha geniş bir düzeyde sahip
olabilmesinin önünü açacaktır.
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Not: Bu yazı Özgür Sanat Dergisi'nin Haziran ve Temmuz sayılarında iki kısımda yayınlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)